tatlidede

16. Yüzyılda İstanbul - Metin And Kitap özeti, konusu ve incelemesi

16. Yüzyılda İstanbul kimin eseri? 16. Yüzyılda İstanbul kitabının yazarı kimdir? 16. Yüzyılda İstanbul konusu ve anafikri nedir? 16. Yüzyılda İstanbul kitabı ne anlatıyor? 16. Yüzyılda İstanbul PDF indirme linki var mı? 16. Yüzyılda İstanbul kitabının yazarı Metin And kimdir? İşte 16. Yüzyılda İstanbul kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
  • 27.06.2022 15:00
16. Yüzyılda İstanbul - Metin And Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Metin And

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları

İSBN: 9789750818325

Sayfa Sayısı: 320

16. Yüzyılda İstanbul Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

16. Yüzyılda İstanbul, büyük ölçüde bilgilendirici, eğlendirici ve dünden bugüne karşılaştırma yapmaya elverişli "resim okuma"larla donatılmış bir kitap.

Metin And, İstanbul'a hayran bir İstanbullu. Genç yaşta ayrılıp kısa süreli ziyaretler için gelip gittiği bu kente onu en parlak yüzyılındaki haliyle anlatarak borcunu ödemiş. 16. Yüzyılda İstanbul, büyük ölçüde bilgilendirici, eğlendirici ve dünden bugüne karşılaştırma yapmaya elverişli "resim okuma"larla donatılmış bir kitap. Aslında yabancıların kalem ve fırçasıyla çizilmiş büyük bir İstanbul Panoraması. Bu panoramaya bakınca İstanbul'u "Kent - Saray - Günlük Yaşam" gibi kesitlere bölünmüş olarak görüyorsunuz. Her bölüm kendi karakterine uygun resimlerle, resimlerde görülenlere ilişkin açıklamalarla ele alınmış ve İstanbul "yemyeşil, huzur içinde, toplumsal yaşamı uyumlu" bir kent olarak yansıtılmış.

16. Yüzyılda İstanbul, bu büyük kenti tanımaya, sevmeye yardımcı olacak, merak ettiğimiz birçok soruyu cevaplandıracak, adı var kendisi yok ya da ancak izleri kalmış Bizans ve Osmanlı anıtlarını eski çizimleriyle tanımamızı sağlayacak, bugüne kalanların ise eskiden nasıl olduğunu gösterecek bir kılavuz, bir el kitabı aslında...

(Tanıtım Bülteninden)

16. Yüzyılda İstanbul Alıntıları - Sözleri

  • Genellikle Türk subayları içki içen Hıristiyanları özellikle yabancıysa görmezden geliyorlardı. Yeniçeriler de içki içen Hıristiyanları hoşgörüyle karşılıyorlardı. Yeniçerilerin çoğu açıkça şarap içiyordu. Hem Sultan onları tuttuğu, hem de Sultan’ın koruyuculuğunu yaptıkları için istedikleri gibi eğlenebiliyorlardı. Ancak aylıkları çok azdı, bu yüzden de içkiye çok az para ayırabiliyorlardı.
  • Busbecq’e göre Türkler, genellikle hayvanlara iyi davranıyorlardı. Özellikle de yararlı kuşlara. Örneğin, çöpleri yiyerek kentlerin temizliğine katılan çaylaklara. Bu nedenle, çaylaklar insandan korkmazdı. Bunlara evcil bile denebilirdi. Islık çalındığında alçalır, kendilerine atılan yiyecek parçalarını kaparlardı. Bu nedenle Busbecq, koyun kestirdiğinde çaylakları hayvanın iç organlarını yemeğe çağırırdı. Birkaç dakika içinde büyük bir kuş sürüsü evin üzerinde daireler çizmeye başlar, sonra da bahçeye inerlerdi. Galeriyi ayakta tutan sütunlardan birisinin arkasına saklanan Busbecq, kimi kez birkaç kuş avlamayı başarırdı. Ancak Busbecq bu sporla yalnızca kapılar sıkıca kapandığında uğraşırdı. Yoksa bu, Türkleri kızdırabilirdi. Türklerin kızmasının nedenini, hayvan ya da kuş eti yememeleri olarak açıklamıyor Busbecq. Türkler hayvanlara acı çektirmeye karşılarmış.
  • İstanbul ’da çok çeşitli sebze bulmak olasıydı. Ama bezelye ve turp yoktu. Lahana çok boldu. Türkler lahanayı yalnızca turşu olarak yiyorlardı. Patlıcanın turşusu da yapılıyordu, dolması da. İki çeşit havuç vardı: biri altın sarısı, diğeri kiremit kırmızısı. Maydanoz boldu, Avrupa’dakiler gibi lezzetli değildi. Pancarın genellikle salatası yapılıyordu. Hardal tohumu, dövülüp koyun etine lezzet katsın diye kullanılırdı.
  • Bedesten ’in dışında, çepeçevre saatçılar, nakış-süsleme satıcıları, kandil ve havlucular yer alıyordu. Türk kadınlarının zarafetinden şüphe edenler satılan malların güzelliğini görmeliydi.
  • Her sınıftan kadın, hamama gitmekten büyük zevk alırdı. Özel banyosu olan zengin evlerde kadınlar haftada iki ya da üç kez banyo yaparlardı. Genel hamamlara ise haftada en az bir kez giderlerdi. Bunun nedenlerinden biri dinlerinin beden temizliğini şart koşmasıydı. Bir ikinci nedense, hamama gitmek ve sokağa çıkmak için bulunan bahanelerin en iyisiydi. Kocalarının kıskançlıkları hamam duvarlarının arkasında kalıyordu. Kimi hamama diye evden çıkıp başka yerlere gidiyordu. Akşam hamamdan geliyormuş gibi eve dönüyorlardı. Kocalar ne kadar akıllı olurlarsa olsunlar hamamda kim var, kim yok asla öğrenemezlerdi. Kadınlar, genellikle on - on ikişer kişilik gruplarla hamama giderdi. Sabahın köründe evden çıkıp akşam karanlığında dönerlerdi.
  • Gerlach, Ramazan’ın 23 Ocak 1574’te bittiğini yazıyor. Minareleri aydınlatan tüm kandiller kaldırılmış. Tüm gece boyunca insanlar sokaklarda dolaşıp alışveriş yapmışlar. Ertesi gün Şeker Bayramı’ydı. Bayram üç gün sürdü. Bu süre içinde herkes en iyi giysilerini giydi; yürüyerek ya da arabalarla gezintiye çıktılar. Herkes birbirine, sokaklarda, elma ve ekmek sundu. En sevilen eğlenceler salıncakta sallanmak ve dönme dolaba binmekti. Birçok sokakta ve meydanda dört ayaklı çerçevelere salıncaklar kuruldu. Bu çerçeveler yeşilliklerle, portakal ve narla süslenmişti. Salıncağa binmenin ücreti 1 akçeydi. Müzisyenler davul ve zurna çalarken, iki kişi de müşteriyi sallıyor, müşteri de bu arada en yükseğe vardığında meyveleri koparmaya çalışıyordu. Dönme dolaplar dev tekerleklerdi ve dikey olarak döndürülüyordu. Bunları insanlar döndürüyordu. Kenarlardan sarkan oturaklardaki insanlar bunlarla sokaklarda yuvarlanıyorlardı. 1 akçe karşılığında, isteyene koku sıkanlara da rastlamak olasıydı. Bayramın ikinci gününde Gerlach İsviçreli ve İspanyol kölelerin sokaklarda kargılarla neşeli danslar yaptıklarını gördü.
  • Türkiye’de, özellikle İstanbul’da, hekimlerin çoğu Yahudiydi. Bunun nedenlerinden biri Yahudilerin iyi Yunanca, Arapça, Acemce ve İbranice bilmeleriydi. Hekimlik, doğa felsefesi ve astronomi konusundaki büyük otoriteler bu dillerde eser vermişlerdi. Türk veya Yahudi, ünlü hekimler Sultan’ın koruması altındaydı.
  • İstanbul ’da çıkan yangınları Yeniçeriler söndürürdü. Bunun dışında özel bir itfaiye ekibi yoktu. Padişahın paralı askerleri olan Yeniçeriler yangın söndürmeyi savaşa gitmek gibi onurlu bir görev sayarlardı. Yangın çıktığında, atla ya da yaya olarak koştururlardı Gerlach ’a göre Yeniçeriler yalnızca yangınlarda değil, başka olaylarda da çevreyi yağmalıyorlardı. II. Selim, 22 Aralık 1574 ’te ölüp yerine III. Murad tahta geçtiğinde, tüm Yahudiler ve diğer zenginler değerli eşyalarını gizlediler. Çünkü ne zaman bir sultan ölse Sipahiler ve Yeniçeriler evleri yağmalıyorlardı.
  • “Köpeğe et!”, “Kediye et!” diye bağıran adamlara rastlamak olasıydı. Kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, herkes bunlardan yiyecek satın alıp sokaklarda gezen sayısız hayvanı besliyordu. Hayvanlar yemek saatlerini hiç kaçırmazlar; köpekler yol üzerinde, kediler uygun bir duvar üzerinde, sabah ve akşamları belli noktalarda toplanırdı. Kimi Türk kadınlarının şiş ucunda et getirdikleri bile olurdu. Böylelikle kediler oturdukları yerden rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi.
  • Busbecq veba salgınının sardığı kentten ayrılmak için sonunda izin aldığı gün Büyükada’ya gitti. Burası İstanbul’dan 4 saat çekiyordu. İki köyü barındıran ve yakındaki adalardan daha büyük, çekici bir yerdi. Busbecq’i kentten ve Pera’dan arkadaşları ile Ali Paşa’nın evindeki Almanlar ara sıra ziyaret ettiler. Söylendiğine göre vebadan ölenlerin sayısı günde 1.200 ya da 1.000’den 500’e düştü. Türkler hastaları sağlıklı insanlardan ayırmaya kalkışmadılar. Çünkü Türkler ölüm zamanı ve biçiminin insanın alınyazısı olduğuna inanıyorlardı. Kaderi değiştirmeye çalışmanın bir anlamı yoktu. Eğer bir insanın kaderinde vebadan ölmek varsa, önlem almanın bir yararı yoktu. Eğer kaderinde yoksa, önlem almanın yine anlamı yoktu. Bu nedenle Türkler salgından ölenlerin terden sırılsıklam olmuş giysilerini bile giymekten çekinmediler. Alabildiğine bir aldırışsızlık içindeydiler. Böylece hastalık iyice yayıldı. Kimi zaman bir aileden sağ çıkan olmuyordu.
  • Lubenau ’ya göre dünyanın başka hiçbir yerinde İstanbul ’da olduğu kadar çok pazar yoktu. Bedestenlerden başka birçok özel pazar vardı. Birinde yalnız altın ve gümüş eşya satılırken, bir başkasında yalnızca eyerler ve koşum takımları, bir başkasında halılar ve bir diğerinde de değerli işlemeli örtüler bulunurdu. Kâğıt, pirinç, fasulye, balık pazarları vardı. Kafkasyalı Gürcüler mücevherat, pahalı taşlar satarlardı. Omuzlarına değen yuvarlak halka küpe takan erkekler tüccar oldukları kadar savaşçıydılar da... Bir omuzlarında çanta, öteki omuzlarında yay, bellerinde bir kılıç taşırlardı. Çok az konuşurlardı. Kendilerinden bir şey satın alanlar parayı avuçlarına saymalıydı.
  • Üsküdar ’dan sonra Boğaz ’ın genişlediği yerde eskiden büyük bir kent, sonra da küçük bir Yunan yerleşim merkezi olan Kadıköy vardı. Buraya bazen “Körlerin Kenti” de denirdi, çünkü burayı kuranlar öyle bir yer bulmuşlar ki limanı ya da diğer hoş mekânları yokmuş. Üstelik daha sonra İstanbul ’un kurulacağı tam karşı sahili de görememişler.
  • Elçinin ikametgâhı yakınlarında bol yapraklı bir çınar ağacı vardı. Kimi kuş avcıları, kuş satıcıları ellerinde küçük kuşlar için yapılmış kafeslerle dururdu.Yoldan geçenlerse biraz para vererek bu kuşları serbest bıraktırırlardı. Kuşlarsa hemen çınar ağacının dallarına çıkar, tüylerini temizlemeye koyulurlardı. Kendilerini kurtaranlar onların cıvıldamalarını duyduğunda birbirlerine dönüp, “Kuşu dinle, bana iyi talihi için teşekkürlerini sunuyor” derdi.
  • Kentin güzel binalarından ikisi Büyük ve Küçük Bedesten binalarıydı. Esirler ve daha birçok değerli mal satılırdı. Büyük Bedesten tuğla kemerlerden yapılmıştı. Her zaman öylesine kalabalık olurdu ki içeride sıcağa dayanmak olanaksız bir hal alırdı. Sakalar bedava olarak porselen kaplardan su dağıtırlardı. Tüm mallar bir tür açıkartırmayla satılıyordu. İlgilenen alıcı alacağı mala bir fiyat biçerdi. Tüccar malı bir hamala verirdi. Hamal çarşı içinde hem malı gösterir hem de verilen fiyatı bağırırdı. Alıcılardan biri fiyatı yükseltebilirdi. Daha sonra hamal malı geri getirirdi. Fiyat yükseltilmişse ilk fiyatı veren ya fiyatı yükseltirdi ya da daha iyi alışveriş yapacağı günü beklerdi.
  • Belon, kitabında, Türklerin dünyanın en temiz insanları olduğunu söyler. Çocuk bakımında, onların temizlik ve beslenmesinde Avrupalılardan çok üstün olduklarını, ana ve babalarının özenle baktığı Türk bebeklerinin Avrupalı bebekler gibi pis kokmadıklarını, onları temiz tutmak için beşiklerin altında bırakılan deliklerde oturak bulundurmak ve pis suyu akıtmak gibi sağlığa yararlı sistemleri de kitabında açıklar. Belon, Batı ’da hiçbir benzerine rastlayamadığı Türk hamamından ve onun insan sağlığına yararından övgüyle söz eder

16. Yüzyılda İstanbul İncelemesi - Şahsi Yorumlar

İstanbul: 16. Y.Y Osmanlı Devleti’nin üç temel eksende değerlendirildiği ve önemli şahsiyetlerin anılarından yararlanılarak oluşturulan bir çeşit tarih kitabıdır. -> Kent çevresi ve İstanbul’un Fethinden önceki Osmanlı toprakları. Bunun dışında 16. y.y surları, camileri,çarşıları,salgın hastalıkları ve devlet asayişi birinci eksende anlatılır. -> Saray çevresi, saray içerisindeki işleyiş,saray şenlikleri ikinci eksende işlenir. -> Son eksende ise günlük yaşamdan, halktan örnekler verilir.Geleneklerden tutun da yerel halkın giyinişine kadar pek çok konu ele alınmıştır. *Tüm bunlar üç ana merkezde işlenirken Divandan alınan kararlar sizi şaşırtacaktır. Hiç beklemediğiniz gerçekleri görecek, hiç beklenilmeyen kararların alınmasına şahit olacaksınız. 16.y.y İstanbul’unun iç yüzünü öğrenmek için mutlaka kitabı incelemelisiniz. (milyonkereayten)

16. Yüzyılda İstanbul, büyük ölçüde bilgilendirici, eğlendirici ve dünden bugüne karşılaştırma yapmaya elverişli "resim okuma"larla donatılmış bir kitap. Metin And, İstanbul'a hayran bir İstanbullu. Genç yaşta ayrılıp kısa süreli ziyaretler için gelip gittiği bu kente onu en parlak yüzyılındaki haliyle anlatarak borcunu ödemiş. 16. Yüzyılda İstanbul, büyük ölçüde bilgilendirici, eğlendirici ve dünden bugüne karşılaştırma yapmaya elverişli "resim okuma"larla donatılmış bir kitap. Aslında yabancıların kalem ve fırçasıyla çizilmiş büyük bir İstanbul Panoraması. Bu panoramaya bakınca İstanbul'u "Kent - Saray - Günlük Yaşam" gibi kesitlere bölünmüş olarak görüyorsunuz. Her bölüm kendi karakterine uygun resimlerle, resimlerde görülenlere ilişkin açıklamalarla ele alınmış ve İstanbul "yemyeşil, huzur içinde, toplumsal yaşamı uyumlu" bir kent olarak yansıtılmış. 16. Yüzyılda İstanbul, bu büyük kenti tanımaya, sevmeye yardımcı olacak, merak ettiğimiz birçok soruyu cevaplandıracak, adı var kendisi yok ya da ancak izleri kalmış Bizans ve Osmanlı anıtlarını eski çizimleriyle tanımamızı sağlayacak, bugüne kalanların ise eskiden nasıl olduğunu gösterecek bir kılavuz, bir el kitabı aslında... (biraz kitap konuşalım)

16. Yüzyıl İstanbulu'nun her yönüne dair yazılmış güzel bir eser. Yabancı seyyahların seyahatnamelerinde yer verdiği bilgiler ışığında oluşturulan eserde; İstanbul'un nufüs yapısından sosyal hayatına, saray yaşamına, kadın olgusuna dair pek çok bilgi bulunuyor. Çoğusu henüz Türkçe'ye çevrilmemiş olan bu seyahatnamelerde yer alan bilgilere ulaşmak açısından da avantajlı bir kitap. Eğlenerek birçok şey öğrenilebilir bu eserden. İçerisinde bolca minyatürün bulunması ve Yapı Kredi'nin baskı kalitesi okuyucuyu kendine çekiyor. Keyifli okumalar. (Şeyma Öztürk)

16. Yüzyılda İstanbul PDF indirme linki var mı?

Metin And - 16. Yüzyılda İstanbul kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de 16. Yüzyılda İstanbul PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Metin And Kimdir?

17 Haziran 1927’de İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra yüksek lisans yapmak için önce Londra’ya, daha sonra bale, opera ve tiyatro eğitimi için Rockefeller Vakfı bursuyla New York’a gitti.

Yazı hayatına 1954 yılında edebiyat, opera ve bale eleştirmenliği ile başlayan And, Ulus gazetesinde 15 yıl boyunca tiyatro eleştirileri yazdı. AyrıcaForum, Değişim, Dost, Türk Dili dergisi dergilerinde yazıları yayınlandı. Kuruluşundan itibaren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiTiyatro Bölümü’nde (DTCF Tiyatro Bölümü) otuz yılı aşkın süre ile öğretim üyeliği yaptıktan sonra 1994’te emekli oldu. Sonrasında Boğaziçi Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi'nde üçer yıl "Kültür Tarihi" dersleri verdi. Milliyet ve Vatan gazetelerinde yazıları yayımlandı.

And, bazıları yabancı dillerde olmak üzere 50 kadar kitap, 1500 kadar bilimsel inceleme, tanıtma-eleştiri yazısı ve ansiklopedi maddesi kaleme aldı.

Metin And, Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü (1970), Türkiye İş Bankası Bilimsel Araştırma Ödülü (1980), Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü (1983), Fransa Hükümeti’nin "Officier de l’ordre des Arts et des Letres" nişanı (1985), İtalya Cumhurbaşkanı’nın Şövalyelik nişanı (1991), Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü (1998) gibi ödül ve nişanlar aldı.

Metin And Kitapları - Eserleri

  • Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi
  • 16. Yüzyılda İstanbul
  • Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası
  • Dionisos ve Anadolu Köylüsü
  • Oyun ve Bügü
  • Kısa Türk Tiyatrosu Tarihi
  • Türk Tiyatro Tarihi
  • Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür
  • Geleneksel Türk Tiyatrosu
  • 100 Soruda Türk Tiyatrosu Tarihi
  • Çarşı Ressamları
  • Ritüelden Drama
  • Türkiye'de İtalyan Sahnesi
  • Kırk Gün Kırk Gece
  • İnsanüstülük Taslayanların İçyüzü
  • Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu
  • Ottoman Figurative Arts 1: Miniature
  • Gölge Oyunu
  • The Turks and Türkiye
  • Karagöz
  • Tiyatro Kılavuzu
  • Tiyatro, Bale ve Opera Sahnelerinde Kanuni Süleyman İmgesi
  • Osmanlı Tiyatrosu
  • Bazaar Painters

Metin And Alıntıları - Sözleri

  • Belon, kitabında, Türklerin dünyanın en temiz insanları olduğunu söyler. Çocuk bakımında, onların temizlik ve beslenmesinde Avrupalılardan çok üstün olduklarını, ana ve babalarının özenle baktığı Türk bebeklerinin Avrupalı bebekler gibi pis kokmadıklarını, onları temiz tutmak için beşiklerin altında bırakılan deliklerde oturak bulundurmak ve pis suyu akıtmak gibi sağlığa yararlı sistemleri de kitabında açıklar. Belon, Batı ’da hiçbir benzerine rastlayamadığı Türk hamamından ve onun insan sağlığına yararından övgüyle söz eder (16. Yüzyılda İstanbul)
  • “Birçok yerlerde ölünün olduğu yerlerde aynalar tersine çevrilir. Örneğin gümüş benekli geyiğin bulunduğu Alacahöyük'te bugün köylüler ölünün olduğu yerde aynaları tersine çevirirler. Hititlerde ayna büyüde kullanılan bir araçtı. Dionisos kendisini aynada seyrederken Titanların saldırısına uğrar ve öldürülür.” (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Richard Southern'in bir sözü vardır: "En iyi tiyatro sağırların da izleyip beğenebileceği tiyatrodur." (Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi)
  • ''Sonuç olarak, her şeyden önce tiyatro sanatı görmeye dayanır. İngiliz tiyatro kuramcısı Richard Southern'in bir sözü vardır: 'En iyi tiyatro sağırların da izleyip beğenebileceği tiyatrodur.' '' (Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi)
  • Hititler de boğaya tapıyorlar, ona koç kurban ediyorlardı. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • İstanbul ’da çok çeşitli sebze bulmak olasıydı. Ama bezelye ve turp yoktu. Lahana çok boldu. Türkler lahanayı yalnızca turşu olarak yiyorlardı. Patlıcanın turşusu da yapılıyordu, dolması da. İki çeşit havuç vardı: biri altın sarısı, diğeri kiremit kırmızısı. Maydanoz boldu, Avrupa’dakiler gibi lezzetli değildi. Pancarın genellikle salatası yapılıyordu. Hardal tohumu, dövülüp koyun etine lezzet katsın diye kullanılırdı. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • Bazı törenlerde iki hasım arasında bir yarış, bir savaş, bir yenişme oluyordu: Eski ile yeni yıl, yaz ile kış, kuraklık ile yağmur, yaşam ile ölüm çatışıyordu. Sonunda önceden belli olan yan kazanıyordu; bazen bu bir gelinle kutsal bir evlenmeyle birleşiyordu. Böylece bolluk sağlanıyor, doğa uyanıp diriliyordu. Bir de asıl konumuz olan ölüp yeniden dirilme vardır. Bunlar çözümlendiğinde iki ayrı kesime ayrılabiliyordu: Kenosis (veya Boşalma), Plerosis (veya Doldurma). Birisi yaşamın, dirliğin sonuydu, her dönem sonunda kemerleri sıkma, kaçınma, oruç, perhiz, ölüm, sıkıntı, canlılığın sona ermesiydi. İkinci ise yeni dönemin başlaması, kuraklığa karşı yalancı savaş, yağmur yağdırmak için büyü, toplu çiftleşme ile canlanmaydı. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Eski bir Mısır töresine göre Mısırlılar ilk buğday demeti kesilince göğüslerini dövüp yas tutarlarmış: Orakların öldürdüğü buğday tanrısı için. Törenlerde herkes göğsünü yumruklar, altın yaldızına boyanmış tahta bir inek, boynuzları arasında bir altın güneş, evlerde ışık yakılır, tören ayın onikisinden başlayıp otuzuna kadar onsekiz gün sürer, iki kara öküz bir sabanı çeker, bir oğlan tohum atar, su dökülür, papirus’tan yapılmış otuz-dört gemi ışıklandırılır, Osiris’in heykeli içine konduğu tabut gömülür. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Bilginlere göre İslâm dininde bir azizin cenazesinin böyle yeniden törenle canlandırılmasına pek rastlanmadığı için bunun İslâm öncesi daha eski inançlardan çıktığı ileri sürülmüştür. Törenin düzeni ve simgeleştirilmesi, geçit alayının bazı özellikleri ister istemez daha önceki bölümde gördüğümüz Adonis/ Temmuz törenini akla getiriyor. Yazın tanrının birden yeğin bir ölümle ölüşü, amansız güneşin yakıcı ışınları altında doğanın güçten düşüşünün simgeleştirilmesi, bedeni yıkayıp yağladıktan sonra yedi gün yas tutulması, gömülme gibi benzerlikler. Hüseyin’in töreni zaten İran’da değil Mezopotamya’da çıkmıştır. Saygın ağlamaklı ve yaslı Muharrem töreni ilk 962 yılında olmuş, bundan ikiyüzyıl sonra Adonis töresi aynı bölgede çeşitli kılıklarda görülmüştür. Tarihçi Ibn al-Esîr’e göre M.S. 1064’de Ermenistan’dan Kuzistan’a kadar bir tehlikenin dolaştığını, Cinler Kralının ölümünün yasını tutmayan kentlerin yok olacağını söylüyor. 1204 de aynı tarihçi bir salgının Musul ve Irak’ı kasıp kavurduğunu, Cin’in karısı Ümmü Unkûd (üzüm salkımı anası) oğlunu yitirdi, onun için yas tutmayanlar salgına kurban gidecektir, diyor (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Anadolu ölüp-dirilmeli seyirlik oyunlarında kişilerden birisinin doktor olması üzerine de örnekler vardır. Doktorun, eski büyücü hekimin bir kalıntısı olduğu söylenebilir. Nitekim Bitlis Zeybeği’nde, bir kadınla erkek cilveleşirken erkek elindeki kamayı çekip, kadını öldürür, kadın düşer, doktor istenir, muhtar bir doktor çağırır, doktor kadının ayağını elleyince adam dok. toru döver, doktor jandarma zoruyla kadını yoklar, dolaba saklar, sonunda adam kadını bulur, beraberce oynarlar. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • “Köpeğe et!”, “Kediye et!” diye bağıran adamlara rastlamak olasıydı. Kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, herkes bunlardan yiyecek satın alıp sokaklarda gezen sayısız hayvanı besliyordu. Hayvanlar yemek saatlerini hiç kaçırmazlar; köpekler yol üzerinde, kediler uygun bir duvar üzerinde, sabah ve akşamları belli noktalarda toplanırdı. Kimi Türk kadınlarının şiş ucunda et getirdikleri bile olurdu. Böylelikle kediler oturdukları yerden rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • ''Seyirciye tiyatro kültürünü verecek olan yine tiyatrolardır. Gerçi tiyatro bir okuldur, ancak bu okulun ve verdiği dersin niteliği, oynanan oyunların seçimi, sahne düzeni, oynanış düzeni önemlidir. Önemli olan klasikleri oynamak değildir, önemli olan gösterimlerin niteliği, çeviri oyunsa bunun dili, sahne düzeni, üslubu ve yorumu gibi tiyatro adamlarının sorumluluğundaki işlerin yerine getirilmesidir. Muhsin Ertuğrul bir düzineyi aşkın Hamlet oynatmış ve oynamıştır, ama hiçbirinde Hamlet'i Hamlet yapacak olan, Shakespeare'e saygısı olan bir çevirmenin gerekliliğini düşünmemiştir. Bu oyunların iyi oynanmış, yorumlanmış olduğunu kabul etmiş olsak bile, Türk seyircisi hiçbir zaman Shakespeare dehâsının soluğunu duyamadı, bütün bu gösterimler onlar için seyredilmesi doğru ve zorunlu olan bir laf kalabalığından ileriye gitmedi. Önemli olan sunuştur. Sanatçı iyiyi verdikçe halk bunu nasıl değerlendirebileceğini bilir.'' (Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi)
  • Birçok yerlerde ölünün olduğu yerlerde aynalar tersine çevrilir. Örneğin gümüş benekli geyiğin bulunduğu Alacahöyük'te bugün köylüler ölünün olduğu yerde aynaları tersine çevirirler. Hititlerde ayna büyüde kullanılan bir araçtı. Dionisos kendisini aynada seyrederken Titanların saldırısına uğrar ve öldürülür. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Busbecq veba salgınının sardığı kentten ayrılmak için sonunda izin aldığı gün Büyükada’ya gitti. Burası İstanbul’dan 4 saat çekiyordu. İki köyü barındıran ve yakındaki adalardan daha büyük, çekici bir yerdi. Busbecq’i kentten ve Pera’dan arkadaşları ile Ali Paşa’nın evindeki Almanlar ara sıra ziyaret ettiler. Söylendiğine göre vebadan ölenlerin sayısı günde 1.200 ya da 1.000’den 500’e düştü. Türkler hastaları sağlıklı insanlardan ayırmaya kalkışmadılar. Çünkü Türkler ölüm zamanı ve biçiminin insanın alınyazısı olduğuna inanıyorlardı. Kaderi değiştirmeye çalışmanın bir anlamı yoktu. Eğer bir insanın kaderinde vebadan ölmek varsa, önlem almanın bir yararı yoktu. Eğer kaderinde yoksa, önlem almanın yine anlamı yoktu. Bu nedenle Türkler salgından ölenlerin terden sırılsıklam olmuş giysilerini bile giymekten çekinmediler. Alabildiğine bir aldırışsızlık içindeydiler. Böylece hastalık iyice yayıldı. Kimi zaman bir aileden sağ çıkan olmuyordu. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • “Uygarlıkların sürekliliği damarlardaki kanda değil fakat davranışlarda beliriyor. Kuşaktan kuşağa yaşam ve ölüm karşısında aynı davranışlar, aynı törenler el değiştiriyor.” (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Busbecq’e göre Türkler, genellikle hayvanlara iyi davranıyorlardı. Özellikle de yararlı kuşlara. Örneğin, çöpleri yiyerek kentlerin temizliğine katılan çaylaklara. Bu nedenle, çaylaklar insandan korkmazdı. Bunlara evcil bile denebilirdi. Islık çalındığında alçalır, kendilerine atılan yiyecek parçalarını kaparlardı. Bu nedenle Busbecq, koyun kestirdiğinde çaylakları hayvanın iç organlarını yemeğe çağırırdı. Birkaç dakika içinde büyük bir kuş sürüsü evin üzerinde daireler çizmeye başlar, sonra da bahçeye inerlerdi. Galeriyi ayakta tutan sütunlardan birisinin arkasına saklanan Busbecq, kimi kez birkaç kuş avlamayı başarırdı. Ancak Busbecq bu sporla yalnızca kapılar sıkıca kapandığında uğraşırdı. Yoksa bu, Türkleri kızdırabilirdi. Türklerin kızmasının nedenini, hayvan ya da kuş eti yememeleri olarak açıklamıyor Busbecq. Türkler hayvanlara acı çektirmeye karşılarmış. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • Fatih, Venedik'ten bir heykelci ve ressam istemiştir. Venedikli ressam aile Bellinilerden ünlü ressam Gentini Bellini, 1479-80 yıllarında İstanbul'a gelmiştir. Onun İstanbul’da yaptığı eserlerden günümüze ulaşanlar arasında, Londra'da National Gallery'de bulunan Fâtih'in yağlıboya portresini, İsviçre'nin Basel kentinde bir özel koleksiyonda bulunan bir başka yağlıboya tablosunu, özel bir koleksiyonda bulunan bronz madalyonu ve British Museum'da bulunan bazı çizimlerini sayabiliriz. (Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür)
  • Saray nakkaşlarının ürünü minyatürle, çarşı resmi arasında ortak noktalar olduğu gibi çok önemli farklar da vardı. (...) özetle şunu söyleyebiliriz: Her iki resim geleneği de Osmanlı kültüründen kaynaklandığı için, her iki çığırın da sanatçıları temelde aynı ortak şemadan hareket ederler. Ancak bundan sonraki süreçte yaklaşımları farklıdır. Saray nakkaşlarının artırmalı, çarşı ressamlarının ise eksiltmeli bir yöntem uyguladıklarını söyleyebiliriz. Bunu daha açarsak, saray nakkaşları temel şemaya ayrıntı, süs bakımından çok şey eklemektedirler. Daha çok renk ve yaldız kullanmakta, giyim kuşamda, mimari süslemelerde ayrıntılara gitmekte, her şeyi artırıp zenginleştirmektedirler. Buna karşın çarşı ressamları temel şemadan gereksiz her şeyi atmakta, renkleri azaltmakta, kimi çizimlerde karikatüre yaklaşmaktadırlar. Ama daha önemli fark, konuları bakımındandır. Saray nakkaşları günlük yaşamı, sıradan insanları konu olarak hiç işlemezler ya da çok az işlerler; buna karşın bunlar, çarşı ressamlarının başlıca konularıdır. (Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür)
  • Gerlach, Ramazan’ın 23 Ocak 1574’te bittiğini yazıyor. Minareleri aydınlatan tüm kandiller kaldırılmış. Tüm gece boyunca insanlar sokaklarda dolaşıp alışveriş yapmışlar. Ertesi gün Şeker Bayramı’ydı. Bayram üç gün sürdü. Bu süre içinde herkes en iyi giysilerini giydi; yürüyerek ya da arabalarla gezintiye çıktılar. Herkes birbirine, sokaklarda, elma ve ekmek sundu. En sevilen eğlenceler salıncakta sallanmak ve dönme dolaba binmekti. Birçok sokakta ve meydanda dört ayaklı çerçevelere salıncaklar kuruldu. Bu çerçeveler yeşilliklerle, portakal ve narla süslenmişti. Salıncağa binmenin ücreti 1 akçeydi. Müzisyenler davul ve zurna çalarken, iki kişi de müşteriyi sallıyor, müşteri de bu arada en yükseğe vardığında meyveleri koparmaya çalışıyordu. Dönme dolaplar dev tekerleklerdi ve dikey olarak döndürülüyordu. Bunları insanlar döndürüyordu. Kenarlardan sarkan oturaklardaki insanlar bunlarla sokaklarda yuvarlanıyorlardı. 1 akçe karşılığında, isteyene koku sıkanlara da rastlamak olasıydı. Bayramın ikinci gününde Gerlach İsviçreli ve İspanyol kölelerin sokaklarda kargılarla neşeli danslar yaptıklarını gördü. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • "Kuşlar toplanıp kendilerine bir padişah gerektiğine karar verirler. Hüthüt kuşu onlara akıl verir; zaten bir padişahları olduğunu, onun kuşlara çok yakın olduğunu, onların ise ona çok uzak olduğunu anlatır. Bu da Simurg'dur. Önce çeşitli özürler ileri sürülse de sonra Hüdhüd'ü kendilerine kılavuz seçerek Simurg'u bulmak üzere yola çıkarlar. Yolda Hüdhüd onların her türlü karşı koymalarını, çıkardıkları sorunları sabırla çözer. Bu arada konuyla ilgili hikâyeler anlatır. Bunların çoğu evliyâlar, peygamberlerle ilgili öykülerdir. Kaf Dağı'nda yedi vadiyi aştıktan sonra oradaki Simurg'a ulaşacaklardır. Bu zor ve çetin yolda kimi açlıktan, susuzluktan, kimi hastalıktan, kimi yolunu saptırdığından yüzlerce kuştan yalnızca otuz kuş kalır. Sonunda Simurg'ta gözükenin, kendileri olduğunu anlıyorlar. Yani Simurg aslında kendileridir. Bir başka deyişle Tanrı'yı arayan kendini bulur." (Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası)

Yorum Yaz