tatlidede
tatlidede

'34 evladı Uludere yerine İzmir'de kaybetseydik tepki aynı olur muydu?'

Yıldız Ramazanoğlu, Uludere katliamında 34 sivilin hayatını kaybetmesi ve sonrasındaki ‘’özür’’ tartışmalarına değinerek, Uludere’nin bir kırılma noktasını olduğunu ancak kimsenin bunu fark etmediğini söyledi.
  • 09.06.2012 13:34
'34 evladı Uludere yerine İzmir'de kaybetseydik tepki aynı olur muydu?'
Ramazanoğlu, ‘’Allah korusun aynı olay İzmir’in bir ilçesinde gerçekleşse, bir anda 34 evladımız bu şekilde hayatını kaybetse aynı tepki verilir miydi?’’ dedi Ayça Örer'in Radikal gazetesinde ''Uludere kırılma noktamız'' başlığıyla yayımlanan )3 Haziran 2012) söyleşisi şöyle: ‘’ Uludere inanılmaz bir kırılma noktası. Daha kimse bunun farkında değil. Bu olayda her şey deşifre oluyor. İçimize işleyen ayrımcılık, ötekileştirme. Allah korusun aynı olay İzmir’in bir ilçesinde gerçekleşse, bir anda 34 evladımız bu şekilde hayatını kaybetse aynı tepki verilir miydi? İslami cenahın farklı seslerinden Yıldız Ramazanoğlu'yla son kitabı 'Görme Bahçesi' üzerinden gündeme dair başlıkları değerlendirdik. "Uludere'de hiçbir maliyeti olmayan iki tane kelimenin bile esirgenmiş olması çok acıtıcı oldu" diyen Ramazanoğlu'na göre, toplumsal gerilimi arttırmak tehlikeli. Uzun yıllardır, yazılarıyla Türkiye ’nin basın ve düşünce dünyasına farklı bir ses getiren Yıldız Ramazanoğlu’nun, “Görme Bahçesi” isimli kitabı “ Türkiye ’nin ortak vicdan tecrübesini” tartışmaya açıyor. Hrant Dink ’ten Muhsin Yazıcıoğlu ’na, 11 Eylül saldırılarının etkilerinden sivil anayasa tecrübelerine kadar pek çok konuyu bir araya toplayan Ramazanoğlu, Türkiye’nin önemli bir eşikte olduğunu vurguluyor: “Bu kadar ümit verdiğiniz bir halkın ümitlerini kırmak da tehlikeli…” Son kitabınız “Görme Bahçesi”nde hepimizi etkileyen olaylara kendi pencerenizden bakıyorsunuz… Türkiye büyük altüst oluşlar yaşayan bir ülke. Büyük bir modernleşme sürecinden geçiyoruz. Cumhuriyetin kurucu iradesi dediğimiz şey çok parçalamaya yönelik. Dolayısıyla yapılan tanımlamaların içinde hemen hemen hiç kimse kendini bulamıyor. Bunun sıkıntısı yaşanıyor 100 yıldır. Aslında tek bir problem herkese farklı şekillerde tezahür ediyor. Hikâyelerin hepsi tek kaynaktan çıkıyor. Mesele, eşitlikten, adaletten uzak bir yönetim biçiminin geçerli olması. Ama cumhuriyetin çıkış noktası da aslında o eşitliği sağlamaktı. Bu idealin kırılma noktasını nerede görüyorsunuz? İnsanların üstünlük iddiası var. Bu üstünlük iddiası bazen kadın erkek farklılığından, bazen Alevilik-Sünnilik üzerinden kuruluyor. Kuran-ı Kerim’in beni çeken yanı bu olmuştur, bütün bu üstünlüklerin hepsini reddedip, bunlara gülümseyerek bakıp, daha sonra üstünlüğün neye ait olduğunu söyler. Üstünlük sadece iyi insan olmakla, diğerkâmlık duygusunu sindirmekle olur. Hiyerarşilerin her biri çeşitli toplumsal katmanlarda çeşitli acılarla tezahür etti. Kamu alanın tasvir edilmesiyle herkes kendini dışarıda buldu. Öyle bir kamu alanı tarif edildi ki, orada hiç kimse yer alamıyor. Her şeyin yeniden yapılandırılması gerekiyor, bu kitap biraz da farklı insanlara bu durumun nasıl yansıdığıyla ilgili. Şu döneme getirilen en önemli eleştirilerden biri de yeni bir kimlik yaratma çabası… Şu anda da Sünni kimlik üzerinden değerlendiriliyor diğer kimlikler… Şunu kabul etmemiz lazım ki, insanın ait olduğu pek çok kimlik var ve aslında algıladıkça azaltıyoruz. Aslında algılandıkça bu durum bazen şiddet olarak geri dönebilir. Çünkü sizi tek bir alanda tanımlamak, tek bir alanda göstermek isteyen bir zihniyetle karşı karşıya kalıyorsunuz. Mesela dindarlar ve Kürtler. Bu benim için çok problemli bir tanımlama. Kürtler dediğimiz insanlar Türkiye ’nin en dindar insanları. Ya da başörtülü kadınlar ve Kürtler. Bir kimliğiniz baskın hale gelince siz kendi içinizde de bir kırılma yaşıyorsunuz. Ben çocukken kafamda Almanlar, Batılılar diye bir algı vardı. Ne zaman ben bir Alman kız çocuğuyla tanıştım o zaman onun da benden bir farkı olmadığını gördüm. Büyük hikâyeden koparılmış küçük hikâyeleri yaşıyoruz. Bir yerden bir diğer yere geçmek benim için ölümcül bir şey değil. Bu kelimelerin, suçlamaların hemen konuşulabilmesi karşısında hayret makamındayım. Şimdi de kadınlara ait bir tartışmayı erkekler yürütüyor… Ben inanıyorum ki, bedenimiz hiç kimsenin değil, emanet. Var etmediğimiz, daha sonra yok olmasında müdahil olamayacağımız bir beden üzerinde bu kadar çok iddialı olmak ve onu dilediğin gibi kullanabileceğini düşünmek benim inançlarıma uygun değil. Tabii ki bize ait ama son tahlilde bize bir emanet. Onu nasıl koruyacağımız, nasıl kollayacağımız, bu bedenin kıymeti bize bir şekilde öğretiliyor. Ama erkeklerin bu kadar inanılmaz bir şekilde kadın bedeni üzerine söz söylemesi ve bazı arkadaşlarımız da biraz pervasızca kürtaj hakkını gözünü budaktan sakınmayarak savunması. İkisi de normal değil. Tabii ki çok önemli, acıtıcı bir şey. Bunun bu kadar üzerinde düşünülmeden tartışılması yanlış. “Tecavüze uğramış doğurmalı, bebeği alıp devlet bakmalı” cümleleri de kolayca arka arkaya sıralanabilecek cümleler değil. Sorun biraz da ara yolların kaybolması değil mi? Devlet anlayışının değişmesi, bireyin öne çıkması gerekiyor. Herkesin kendini bu ülkenin kurucu üyesi hissetmesi gerekiyor. Hepimiz buralıyız, bu ülke hepimize ait. Bütün bu aidiyetler arasında en küçük ayrılık olmaması gerekiyor. Herkesin kurucu olduğu yeni bir yurttaşlık sözleşmesi gerekiyor. Cumhuriyetin başında yapılan millet tanımı mevcut tecrübemizi karşılamadı. Herkes kendini bu tanımın dışında buldu. Bütün bu sıkıntıların hepsi güçle bastırılmak istendi. 10 Yıl Marşı’nın o yüzden acıtıcı bir tarafı vardır. “10 yılda yeni bir millet yaratmak”, öbür tecrübeleri görmezden gelmektir. Son on yılda resmi tarih algısında kırılmalar yaşandı, çok farklı kültürel katmanlar, kimlikler karşılaşmaya başladı… Son 10 yılda Ak Parti’nin hakkını vermek gerekiyor. Atılan cesur adımlar ret ve inkâr cephesinin kırılmasına neden oldu. Önemli adımlar atıldı. Ceberut müdahalelerin önünün kapatılmış olması, vesayet rejiminin derinden çatırdaması önemli kazanımlar. Fakat bunlardan sonra hükümetin bu adımları takip etmeyecek, devletin baskın gücünün inşası için bir başka yola girmesi ümit kırıcı oluyor. Bu konuda dikkatli adım atılmalı. Milletin icazetiyle bu noktaya gelindi. Tabii ki sayın Başbakan büyük emek verdi ama halkın desteğiyle oldu bunlar. Aynı halkın ümitlerinin bu kadar kırılması çok tehlikeli. Uludere inanılmaz bir kırılma noktası. Daha kimse bunun farkında değil. Bu olayda her şey deşifre oluyor. İçimize işleyen ayrımcılık, ötekileştirme. Allah korusun aynı olay İzmir’in bir ilçesinde gerçekleşse, bir anda 34 evladımız bu şekilde hayatını kaybetse aynı tepki verilir miydi? Kesinlikle çok başka olurdu. Ne olduğu olayın 1 saat sonrasında anlaşıldı, iki kelime bile sarf edilemedi. Oradaki köylüleri ziyarete gittiğimizde ben başımı kaldırıp o insanlara bakamadım. Gittiğimizde o insanların ellerinde Kuran-ı Kerim vardı. Tabii ki hükümete sesleniyorum. Onlar bir kere her şeyden önce din kardeşlerimiz. O kadar bizim parçamız ki. Din kardeşimiz olmasaydı da daha az canımız acımayacaktı ama bu hükümetin bu duyarlılığı da var, biliyoruz. Kürt olmanın getirdiği daha az bir acı var gibi hissettirdiler. Hiçbir maliyeti olmayan iki tane kelimenin bile esirgenmiş olması çok acıtıcı oldu. Bu olaylar Kürtler/Türkler, Sünniler/ Aleviler, muhafazakârlar/sosyalistler arasındaki uçurumu da arttırmıyor mu? Türkiye ’de düşük yoğunluklu bir devrim yaşanıyor. İnsanlar birbirlerini doğrudan anlamaya dinlemeye çalışıyor. 10 senedir ortak bir vicdan tecrübesi yaşıyoruz. Çok farklı eğilimlerden, inanç birikimlerinden insanlar ortak bir insani paydada buluştu, yaşanıyor. Taksim’de birçok yürüyüşte yan yana yürüyen insanlar daha önce bir araya gelemezdi. Nükhet Sirman’la birlikte eylem yaptık başörtü eylemleri sırasında. “Öğrencime dokunma” diyen insanların var olduğunu bilmek, bu insanlar ortak platformu paylaşmak Türkiye ’nin başına gelebilecek en iyi şeylerdendi. Bundan sonra geri adım atılamaz ama hak ve adalet duygusu ödünç alınıp verilen şeyler değil. Biber gazına ben de maruz kaldım. Kadıköy’de bir Anayasa mitingiydi. Kadınlar, hamileler, yaşlılar yüzlerce insan vardı. Birisi slogan attı diye hepimize biber gazı atıldı. Nefes alamıyorsunuz, konuşamıyorsunuz, insanda müthiş bir ağlama duygusu yaratıyor. O mitingde Ahmet Türk çok etkilenmişti. Çok büyük zarar görebilirdi. Nitekim Çayan Birben biber gazından vefat etti. Bu kadar kolay biber gazı sıkılabilmesi, hâlâ bunların yaşanıyor olması insanda hayal kırıklığı yaratıyor. İnsanların adalet, eşitlik, anayasa istemeleri en doğal hakları. Bu ülkede biber gazını hak edecek hiçbir insan düşünemiyorum. Benim için Zehra ve Canan Kulaksız kardeşlerin yaşadıkları çok önemlidir. Çok genç iki kızın Türkiye ’de yaşanan acımasızlıklara tepki olarak ölüme yatması benim affedemeyeceğim bir şeydi. Onları ölüme yatıran ülkemi, buna göz yuman kendimi, çevremi affetmedim. 'Düşük yoğunluklu bir devrim var' Yıldız Ramazanoğlu’nun Timaş Yayınları arasından çıkan, ‘Görme Bahçesi’ kitabında, son 10 yılın tartışma yaratan belli başlı konuları ele alınıyor. Ramazanoğlu’na göre Türkiye ’de ‘Düşük yoğunluklu bir devrim’ yaşanıyor.

Yorum Yaz