tatlidede

Abraham Galante kimdir? Abraham Galante kitapları ve sözleri

Prof.Dr. Abraham Galante hayatı araştırılıyor. Peki Abraham Galante kimdir? Abraham Galante aslen nerelidir? Abraham Galante ne zaman, nerede doğdu? Abraham Galante hayatta mı? İşte Abraham Galante hayatı... Abraham Galante yaşıyor mu? Abraham Galante ne zaman, nerede öldü?
  • 28.01.2023 14:00
Abraham Galante kimdir? Abraham Galante kitapları ve sözleri
Prof.Dr. Abraham Galante edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Abraham Galante hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Abraham Galante hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Abraham Galante hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...

Tam / Gerçek Adı: Avram Galanti Bodrumlu

Doğum Tarihi: 4 Ocak 1873

Doğum Yeri: Bodrum

Ölüm Tarihi: 8 Ağustos 1961

Ölüm Yeri: İstanbul

Abraham Galante kimdir?

Avram Galanti veya Abraham Galante, Yahudi asıllı Türk eğitimci, siyaset adamı ve Türk milliyetçisi. Soyadı Kanunu ile Bodrumlu soyadını almıştır.

1915 ile 1933 yılları arasında Darülfünun'da eğitimci ve profesör olarak çalıştı.

1944-46 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi listesinden T.B.M.M. 7. Dönem Niğde milletvekilliği yapmış Yahudi asıllı Türk siyasetçi, gazeteci-yazardır.

Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, Kurucu Meclis üyeliği veya senatörlük yapmış azınlık mensubu parlamenterden biridir.

Rodos Rüşdiyesi ve İzmir Sultani İdadisi'nden mezun oldu. Rodos'ta öğretmenlik ve adalardaki Yahudi ve Türk okullarında maarif müfettişliği yapti. Daha sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı ve cemiyetin aktif ve ileri gelen elemanlarından biri oldu. Akademisyenlik yaptı. Cumhuriyetle birlikte kültürel devamlılığı savunduğu ve Harf ve Dil Devrimlerine karşı çıktığı için üniversite kadrosunun dışında kaldı. 1943 yılında Niğde'den milletvekili seçildi.

1961 yılında ölmüştür.

Galanti, aynı zamanda yabancı dilde eğitime karşı çıkanların da öncüsüdür. Galanti, bu konuda yazdıkları bağlamında yabancı dilde eğitimi ilk eleştiren ve karşı çıkan kişi olarak bilinir.

Döneminde önemli fikir ayrılıklarından biri de Latin harflerine muhalif olmalısıdır.

Türkiye Musevilerinin Türkleşmesini de savunmuştur.

Abraham Galante Kitapları - Eserleri

  • Sabetay Sevi ve Sabetaycıların Gelenekleri
  • Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir
  • Üç Sami Kanun Koyucu
  • Türklük İncelemeleri
  • Türkler ve Yahudiler
  • Pakraduniler veya Bir Ermeni Yahudi Tarikatı
  • Küçük Türk Tetebbular
  • Küçük Türk Tetebbular
  • Ankara Tarihi

Abraham Galante Alıntıları - Sözleri

  • Derler ki vergilerini veren, vazife-i askeriyesini îfâ eden, Türkiye’nin herhangi bir ferdi Türk sayılır. Bu küflenmiş ve pas tutmuş bir düşünüştür. Çünkü, vergileri verdiren, vazife-i askeriyeyi ifa ettiren kanundur. Kanun korkusu olmasa, dünyanın hiç bir tarafında hiçbir kimse gönül rızası ile vergi vermeye ve askerliğe gitmeye şitab etmez. Bir memleket her şeyden evvel, evladının ruhi merbutiyetiyle yaşar. Tehlike zamanında, bir memleketi kurtaran o ruhun yüksekliğidir ki, en kuvvetli ordulardan daha yüksek ve daha müessirdir. (Türklük İncelemeleri)
  • Milâttan 79 yıl önce, Bursada bir Yahudi cemaati varili. 1326 da Sultan Orhan bu şehri fethettiği vakit bir Yahudi cemaati vardı (Türkler ve Yahudiler)
  • Acaba, Japonların bu çetrefil yazısı, terakkilerine mâni olmuş mu? Hayır! Demek ki yazının şekli mâni-i terakki değildir. Bunun ile beraber, Japon yazısının güçlüğünü hiçbir kimse inkar etmez; fakat, lisânlarının ve ecdadının mirasının hatırı için, Japonlar bu vatanî hususda fedakarlığa katlaniyorlar. Zaten vatana hizmet etmek demek; fedakârlıktara kattanmak değil midir? Lisân mirası hakkında parlak bir misal daha getireyim: İngilizce, gerek kıraat, gerek imlâ cihetinden, Türkçe kıraat ve imlâdan kat kat zordur. İngilizce mütekellim Cemâhir-i Müttefika-i Amerika, İngilizceyi telaffuz etdikleri gibi -kıraâti ve imlâyı bozmak demekdir- yazmağa teşebbüs etmek istemişler ise İngilizler: "Biz lisanımızdan bir nokta bile defa edemeyiz. canı isteyen İngilizce öğrensin, istemeyen ögrenmesin" diye cevab vermişlerdir. Arablar, "Ataların lisanı zengin bir hazinedir" derler ve haklıdırlar. (Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir)
  • Kitab-ı Mukaddes’in ilk Türkçe tercümesi Lehistan’dan İstanbul’a geçtikten sonra ihtida ederek Ali Bey ismini almış bir Lehli tarafından, miladın 1666 senesinde yapılmıştır. O zaman İstanbul’da henüz Türkçe kitap basan matbaa yoktu. Binaenaleyh Kitab-ı Mukaddes’in müsveddesi, kim bilir ne suretle ve münasebetle, Leiden Darülfünun’u kütüphanesi depolarında bir buçuk asır kadar mahfuz kalmıştır. Ondokuzuncu asrın rub’u-i evvelinde (ilk çeyreğinde), müsteşrik Bern Van Diez, Leiden’in zengin kütüphanesini ziyaret ettiği sırada, müsveddeyi keşfederek tashihini deruhte etmiştir. Fakat, mumaileyh 1825’de işini ikmal etmeden vefat ettiğinden, Paris Elsine-i Şarkiyye (Doğu dilleri) muallimi Kieffer (Kifer) tashihin mabadını takip ve ikmal etmeye muvaffak olmuştur. Kifer’in tashihini Redhouse (Redhauz) ve 1862’de bu sonuncunun tashihini Doktor Herrick (Herik), Doktor Weekly (Vekli) (ve vekili) Konstantiyan Efendi’den mürekkeb bir komisyon gözden geçirmiştir. 1870 senesine gelindiğinde Kitab-ı Mukaddes’in Arabî hurufuyla olan Türkçe tercümesi, Paris’te tab olunmuş ve tarihten beri İstanbul’da tab olunmaktadır. (Türklük İncelemeleri)
  • «Dünyayı altüst eden mucizeler yaratma ve kendini koruma gücüne sahipsen durma göster, kurtar kendini; böylece milletini de kurtaracaksın. » Ricaut’a göre, konseyin toplandığı odanın bitişiğinde bulunan Sultan bir mucize konusu seçmiş, Sabetay’ın çırılçıplak soyunup en usta okçulara hedef olmasını, derisi ve eti yaralanmadan oklara karşı koyabilirse onun Mesih olduğunu kabul edeceğini beyan etmişti. Sultanın bu teklifi karşısında Sabetay beklenen Mesih olduğunu inkâr etti, basit bir haham olduğunu, olup bitenlerin Yahudilerin icadı olduğunu ve kendisine Mesih unvanını verenin onlar olduğunu açıkladı. Ricaut’un dediğine göre, Sabetay’ın saf ve samimî yanıtından tatmin olmuş gibi gözükmeyen Sultan onun İslam dinine geçmesini emretti (Sabetay Sevi ve Sabetaycıların Gelenekleri)
  • Lâtin harflerinin isti'mâline taraftar olanlardan bazıları, lisanımız Lâtin harfleriyle yazılacak olursa ecnebilerin kolay kolay Türkçe öğreneceklerini iddia ederler. Bü iddianın mahiyet ve isâbetini tetkik etmezden evvel şunu söylemek isterim ki, dünyada hiç bir millet yoktur ki, lisanını ecnebilere kolaylıkla öğretmek için lisanının herhangi bir şubesinde tadilat yapmağa kıyâni etsin ve hatta o tadilâtı yapmağı bile düşünsün. (Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir)
  • Talmutta anbar, küpe, küfe, gibi Türkçe kelimeleri görüyoruz ki, bu kelimelerin, Museviler ile Irak Türkleri arasındaki temas neticesi olarak, İbrâniceye girmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. (Türkler ve Yahudiler)
  • Lâtin harflerine taraftar olanlar ne istiyorlar? Tasavvutlu, (sesleme, fonasyon),Lâtin harfli bir elifbâ. Tasavvutlu de­mek, mahreçli hemen hemen bir ve fakat şekilleri muhtelif olan harfleri bir tek harf ile göstermek demektir. Meselâ mahreçleri hemen hemen bir olan "zel", "ze", "zı" şekilleri yerine "ze" şeklini kullanmak gibi. Ben bir dakika için ol­sun Lâtin harfleri taraftarlarıyla hem Fikir olmak ve onlarla beraber elyevm, bizde kullanılan "se", "hı", "ze", "sad", "dad", "tı", "zı", "ayın", "hemze" harflerini lisanımızdan ih­raç etmek istiyorum. Bu ameliyeyi ikmal ettikten sonra biz­ce kabul edilecek olan Lâtin harflerinin şekilleriyle basıl­ mış kırâat kitapları çocuklara dağıtacağız. Bunlar bir ay zar­fında çatır çatır kırâat öğreneceklerdir. Buraya kadar Lâtin harfleri taraftarları haklıdır. Çünkü çocuklar, Arap harfle­riyle yazılmış kitapların kırâatini a'zami olarak ancak üç ay­ da öğrenebilirlerdi. Bu da çocukların hesabına iki aylık bir kâr demektir. İşte Lâtin harfleri taraftarlarının en büyük ve belki yegâne delili budur. Ben meseleyi bu kadar basit gör­müyorum. Mesele, âdî bir elifba meselesinden ziyâde mem­leketin irfanı meselesidir. Latin harflerinin bütün fevâidinden (faydalar) istifade edebilmek için evvel-be-evvel Türkçemizi, İlmî ta'birat icâd edecek bir hale getirmek lâzımdır. Diğer tabirle, lisanımızın ıslahatına elifbadan de­ğil, nefs-i lisandan (dilin kendisinden) başlamalı. Aksi takdir­de Lâtin harfleri memleketin geri kalmasına yardım etmek­ten başka bir şeye yaramaz. . . Bir aralık eski Bahriye Nezareti Tercüme Kalemi'nde çalıştım. Bu kalem, gördüğü işin envai itibariyle Türkiye'nin en mühim ve en zor bir kalemi idi. Burada ter­cüme heyetini en ziyâde uğraştıran iki lügat kitabı var idi. Biri meşhur Krupp fabrikasının toplattığı ta’birat ve ıstılahat-ı askerîyeyi hâvî dört ciltlik lügat kitabıyla^1) (Bu dört ciltten ikisi Almanca-îngilizce, diğer ikisi Almanca-Fransızca) ta’birat ve ıstılahat-ı bahriyyeyi hâvî 800 sahifelik koca­man İngilizce-Almanca-Fransızca-Italyanca lügat kitabı^1 2) idi. Hâl-i hâzırda Türkçe pek basit ve pek dar bir lisan ve yi­ne hâl-i hâzırda yaratıcı kuvve-i mihanîkiyye sisteminden mahrum olduğu için bu iki lügat kitabının İlmî ta'biratının hiç olmazsa yüzde sekseni Arapça, Acemce kelimelerle ter­cüme olunur. Şimdi Lâtin harflerinin isti'mal ve bâlâda sayılan dokuz harfin lisanımızdan ihraç edildiği farz olunsun. Ne olacak? Hangi lisan ile bu askerî ve bahrî ta'birati kulla­nacağız? Türkçe ile mi? Kabil değil, çünkü Türkçemiz pek fakirdir. O halde memlekette, millî irfan müesseselerimizde yetişmiş mütefennin askerî ve bahrî zâbitler bulunmaya­cak ve askerî mütehassıslar olmayacaktır. Çünkü tasavvutlu Lâtin harfleri buna mani olacaktır. Ortada bir felsefe lügat kitabı mevcuttur. Ta'birat-ı İlmiyesinin hiç olmazsa yüzde sekseni Arapça ve Acemce'dir. Lâtin harfleri kabul olunursa, memleketimizde bi­rinci şıkta zikrolunan esbâbtan dolayı felsefenin okunması gayri mümkün olacaktır. Vaktiyle muavini bulunduğum Alman profesörü G. Bergschtreser Bey ile beraber tasavvufta dair uzun bir te­tebbu yazdık. Bu tetebbuda, hiç olmazsa yüzde sekseni Arapça ve Acemce olmak üzere dört yüz tâ'bir vardır. Lâtin harflerinin kabulü üzerine yukarıda zikrolunan esbâbtan dolayı mekteplerimizde tasavvut ilminin tedrisi mümkün olmayacaktır. (Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir)
  • Salı’nın uğursuzluğunun menşei, milli bir matemin sene-i devriyesinin müruru zaman ile halk arasında aldığı şekilden ileri geliyor. Mesele gayet basittir. Bizans İmparatorluğunun payitahtı olan İstanbul şehri, bir Salı günü Türklerin eline düşüyor. Kocaman bir imparatorluğun mevcudiyetine hatime (son) veren bu vak’a; tabiidir ki Rumlar için bir matem günüdür. Halbuki, Türkler için bir bayram günüdür. Çünkü, böyle bir günde, büyümekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ve Asya kısımlarının ortasında kalmış olan ve dünyanın en güzel bir vaziyetinde bulunan İstanbul şehri fethedilerek payitaht ittihaz edilmiştir. (Türklük İncelemeleri)
  • Yahudiler, Islâm memleketlerinde himaye görmüşlerdir. Milâdın 640 senesinde îskenderiyeyi fethetmiş olan Halife Ömer-ül-Fâruk bu şehirde kırk bin Musevi bularak himayesi altına almıştır. (Türkler ve Yahudiler)
  • Kuzu bayramı. Bu bayram 22 Adar’da kutlanırdı. Her sene özel bir törenle bir gece ilk kez bir kuzunun yendiği bir bayramdı. O halde bu töreni oluşturan neydi? Evli iki erkek ve iki kadından oluşan en az dört kişi kuzu bayramına iştirak etmelidir. Bu sayı artırılabilir ama daima evli karşı cinslerden oluşan çift sayıdan oluşmalıdır. Şık giyimli ve mücevherlerini takmış kadınlar sofrayı hazırlarlar. Yemekten sonra eğlenceye başlanır ve belirli bir anda büyük mumlar söndürülerek ortalık karartılır. Kuzu bayramının anlamından kaynaklanan aşkı en uzun yaşatmayı bilenler o gecenin kahramanıdır. Bu bayramdan sonra doğan çocuklar tarikatın kendisi kadar aziz sayılırlar. Bu bayram dört gönül bayramı olarak da bilinir. (Sabetay Sevi ve Sabetaycıların Gelenekleri)
  • "Hazreti Nuh'un oğlu Sam'dan türediklerine inanılan ve dilleri arasında yakınlık bulunan kavimlere Sâmiler denilmektedir. Bu kavimler; Asurlar, Akadlar, Kenâniler, İbraniler, Fenikeliler, Aramiler ve Araplardır." (Üç Sami Kanun Koyucu)
  • Elyevm (bugün) kullandığımız Türk aylarının isimlerinin menşei yabancıdır. Bu aylardan altısı Akadca (yani Asur-Babil lisanı) üçü Latince ve üçü Süryanice’den alınmıştır. (Türklük İncelemeleri)
  • Ben bu mesele ile iştigal ettiğim ve lisaniyatçı olduğum için, Japonya'da uzun müddetten beri Lâtin harfleri lehine küçük bir cereyan mevcut olduğunu ve fakat bu harflerle hiçbir ilmi kitabın basılmadığını biliyordum. Fakat işi sağ­lama bağlamak için şehrimizde bulunan Japonya sefaret­ hanesine giderek sefarethane başkâtibi Mösyü Hıtoshi Ashida'ya mülâkî oldum. Suâllerime cevaben Mösyö Ashida’nın sözlerini buraya naklediyorum: "30-40 seneden beri Japonya'da Lâtin harflerinin kabu­lü lehine bir hareket vardır. 25 seneden beri bu fikri pro­paganda etmek maksadıyla Lâtin harfleriyle aylık bir mec­mua neşrolunuyor. Bu harekete tarafdar olanlar, memle­ketin sunûf-ı muhtelifesine mensup olmakla beraber adedleri pek azdır. Hiçbir İlmî kitap Lâtin harfleriyle yazılmadı­ğı gibi ibtidâî mekteplerde bile okutturulmak için aynı harflerle hiçbir kitap yazılmamıştır. Japon mekâtib-i ibtidâiye talebesi, bin muhtelif musavver fikirle kırk sekiz hece işareti ezberlemek mecburiyetindedir. Japon liselerin­ de pek müşkil olan Çin klâsik edebiyatı okutturulur. Ja­ponca'dan başka, lisede haftada altı saat ecnebi lisan (İngi­lizce, Almanca, Fransızca) tedris edilir. Ticaret mekteple­rinde ise bu saat adedi on dörde kadar tezyid edilmiştir. Matbûata gelince, bu 1500-2000 muhtelif musavver fikirle 48 hece işareti isti'mâl eder. Japonlar, bu müşkilâtı pek gü­zel takdir ederler. Fakat bilirler ki, Lâtin harflerini kabul ettikleri vakit, kendilerini milliyetlerine bağlayan bağ çözü­lecektir. Çince ve Japonca’da iki bin sene evvel yazılmış eserler vardır. Ecdâdın bu mirası nasıl ihmal olunur? Lâtin harfleri tarafdarlarından biri olan darülfünûn profesörlerinden mebus Mösyö Tanakadate, Lâtin harflerinin kabulü için meclis-i mebûsana bir takrir vermiş ve Japon maarif na­zırı, "Yazı meselesi lisan meselesidir. Lisan ise, ecdâdımızın mirasıdır. Bu miras milletin canıdır" tarzında cevap vermiş­tir. (Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir)
  • Urfa (Eski Edesse). İkinci mukaddes mabedin iptidalarında Milâdın 70 senesinde, Roma İmparatoru Titus tarafından tahrip edilmiştir. Urfada yerleşmiş Yahudiler bulunduğu gibi Milâdın dördüncü, on ikinci, on yedinci asırlarında da vardır . (Türkler ve Yahudiler)
  • Buhtunasar Yehuda devletinin ahalisinin bir kısmını Bâbile sürgün ettiği vakit, Kudüste kalan Peygamber Ermiya, sürgünlere yazdıgL öğütler arasında, bulundukları memlekete itaat etmelerini Allah namına tavsiye ederek demiştir ki: “Sizi nefi ve iclâ ettiğim memleketin saadeti için çalışınız; onun yükselmesi için Allaha dua ediniz, çünkü o (memleket) barış ve rahat içinde yaşarsa, siz de barış ve rahat içinde yaşarsınız (Türkler ve Yahudiler)
  • Mazisini gâib eden millet, kendisini tanıyamaz ve kendisini başkalara da tanıttıramaz. Muarızlarımız ve düşmanlarımız, "medeniyete hizmetiniz nedir?" sordukları vakit ne diyeceğiz?! Bir milletin medeniyeti, âsârının ve vesâikinin şehadetiyle tesbit edilir. Arab harfleri ortadan kalktığı gün, mazimiz ortadan kalkar ve biz, Fuad Bey'in dediği gibi, zengin harsımıza rağmen harssız bir millet haline geçeriz. (Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir)
  • ... -“Efendi, dedi, bugün Salı günü olduğunu unuttum. Böyle bir günde İstanbul şehri Türkler’in eline düşmüştür. Rumlar için bir matem günüdür. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Salı günü seyahate çıkmam ve hiç yeni bir işe başlamam.” Bu sözler üzerine, bizim kayıkçının sözleri hatırıma geldi. Biçare adamcağız, Salının uğursuzluğunun menşeini bilse idi, o gün sefere çıkmaktan korkmaz ve Salının Türkler için pek uğurlu olduğunu anlar idi. (Türklük İncelemeleri)
  • Türkçe'de lisan meselesi, Lâtin harfleri meselesiyle pek sıkı bir sûrette alâkadardır. Lâtin harflerini kabul etmek demek, elyevm Türkçe'de kullandığımız "se, hı, zel, sad, dad, tı, zı, ayın, hemze" gibi harfleri lisanımızdan ihraç et­mek demektir. Telaffuzumuzun ihtiyacatına göre yapılacak Lâtin harfleri kabul etmekle, kullandığımız Arap harfleri­ne ihtiyacımız olmayacak demektir. Bu hal, lisan sahibi ya­ni lisanı ile ilmin bütün tezahüratını ifade etmek kadar bir vasıtaya malik herhangi bir millet hakkında varittir. Fakat hangimiz iddia edebilir ki bugün, Türkçe bu dereceyi bul­muş olsun. İddia eden bulunursa mutlaka meseleyi ya sathi bir surette tetkik etmiş yahut hiç tetkik etmemiştir. Bugün hepimiz biliyoruz ki, Arap ve Fars anasırından tecrid edil­miş olan Türkçe bir ilim lisanı olmaktan pek uzaktır. Bu ci­heti iyi anlamak için, yürüyen yahut koşan ilmin değil, uçan ilmin terakkiyatmı yakından takip etmek lâzım gelir, ilim ilerledikçe yeni kelimeler, yeni ıstılahlar doğar. Bugün ilmin bilcümle sahalarında kullanılan kelimelerin adedi, li­san ve edebiyat sahasında kullanılan kelimelerin adedin­den fazladır. Biz bu kelimelerin kısm-ı azamini Türkçe'de bulamayız, buluncaya kadar Arapça ve Acemce’den istifade etmeliyiz. Elyevm lisanımızda müsta’mel olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçeleştirmek sûretiyle bu boşluğun doldurulması mümkün olacağını düşünenler bulunabilir. Bu düşünüş, lisanın inkişâfına karşı, aşağı yukarı bir nevi hudut ikame etmek demektir. Lisanın hudûdu yoktur. İsti'malden sâkıt (düşmüş) kelimeler yerine, yeni kelimeler kâim olur. Bu kelimeleri bulmak, icâd etmek lâzım gelir. Hâlihâzırdaki Türkçe, bu vazifeyi yapamaz. Türkçe’den do­kuz harf ihraç edilirse, iştikak makinesinden dokuz diş kı­rılmış demektir. Dişleri kırılmış bir makine nasıl işleyemez­se, dokuz harfi eksik olan bir lisanın iştikak makinesi de iş­leyemez. (Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir)
  • Hamurabi, görevini kötüye kullanan kamu görevlilerine karşı şiddetlidir. Bir hükmü kasten imha eden hakim, bir daha vazifesine dönmemek üzere azlolunur. Ayrıca bu hakim, söz konusu hakkın on iki mislini öder. Kanunun bu şiddetinden insan haklarının adalet dairesinde tespit edilmesinin gerekli ol­duğu anlaşılır. Musa, Hamurabi' den daha açıktır. Musa hakimlere ri­ayet edilmesini, taraflardan biri yabancı bile olsa davaya, adalet dairesinde bakılmasını, yalancı şahide dikkat edil­mesini, hükmün tahrif edilmemesini, garip ve yetimlerin haklarının gözetilmesini, hatır ve gönüle bakılmamasını ve rüşvet alınmamasını emrediyor. (Üç Sami Kanun Koyucu)

Yorum Yaz