tatlidede

Dionisos ve Anadolu Köylüsü - Metin And Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Dionisos ve Anadolu Köylüsü kimin eseri? Dionisos ve Anadolu Köylüsü kitabının yazarı kimdir? Dionisos ve Anadolu Köylüsü konusu ve anafikri nedir? Dionisos ve Anadolu Köylüsü kitabı ne anlatıyor? Dionisos ve Anadolu Köylüsü PDF indirme linki var mı? Dionisos ve Anadolu Köylüsü kitabının yazarı Metin And kimdir? İşte Dionisos ve Anadolu Köylüsü kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
  • 27.06.2022 15:00
Dionisos ve Anadolu Köylüsü - Metin And Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Metin And

Yayın Evi: Elif Yayınları

İSBN: ---

Sayfa Sayısı: 80

Dionisos ve Anadolu Köylüsü Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Dionisos ve Anadolu Köylüsü Alıntıları - Sözleri

  • “Uygarlıkların sürekliliği damarlardaki kanda değil fakat davranışlarda beliriyor. Kuşaktan kuşağa yaşam ve ölüm karşısında aynı davranışlar, aynı törenler el değiştiriyor.”
  • “İnsanlar doğadaki kötü sonuçları önlemenin kendi eline baktığına inanmış, büyü sanatıyla mevsimin gelişini geciktirebileceğini veya öne alabileceğini sanmıştır." Bu büyü, bazen tılsımlı olduğuna inanılan sözlerle, bazen tekrara dayanan bazı hareketlerle, bazen kurbanlarla, bazen de oyunlar üzerinden yapılmaya çalışılmıştır.“
  • “Birçok yerlerde ölünün olduğu yerlerde aynalar tersine çevrilir. Örneğin gümüş benekli geyiğin bulunduğu Alacahöyük'te bugün köylüler ölünün olduğu yerde aynaları tersine çevirirler. Hititlerde ayna büyüde kullanılan bir araçtı. Dionisos kendisini aynada seyrederken Titanların saldırısına uğrar ve öldürülür.”
  • Bilginlere göre İslâm dininde bir azizin cenazesinin böyle yeniden törenle canlandırılmasına pek rastlanmadığı için bunun İslâm öncesi daha eski inançlardan çıktığı ileri sürülmüştür. Törenin düzeni ve simgeleştirilmesi, geçit alayının bazı özellikleri ister istemez daha önceki bölümde gördüğümüz Adonis/ Temmuz törenini akla getiriyor. Yazın tanrının birden yeğin bir ölümle ölüşü, amansız güneşin yakıcı ışınları altında doğanın güçten düşüşünün simgeleştirilmesi, bedeni yıkayıp yağladıktan sonra yedi gün yas tutulması, gömülme gibi benzerlikler. Hüseyin’in töreni zaten İran’da değil Mezopotamya’da çıkmıştır. Saygın ağlamaklı ve yaslı Muharrem töreni ilk 962 yılında olmuş, bundan ikiyüzyıl sonra Adonis töresi aynı bölgede çeşitli kılıklarda görülmüştür. Tarihçi Ibn al-Esîr’e göre M.S. 1064’de Ermenistan’dan Kuzistan’a kadar bir tehlikenin dolaştığını, Cinler Kralının ölümünün yasını tutmayan kentlerin yok olacağını söylüyor. 1204 de aynı tarihçi bir salgının Musul ve Irak’ı kasıp kavurduğunu, Cin’in karısı Ümmü Unkûd (üzüm salkımı anası) oğlunu yitirdi, onun için yas tutmayanlar salgına kurban gidecektir, diyor
  • Uygarlıkların sürekliliği damarlardaki kanda değil fakat davranışlarda beliriyor. Kuşaktan kuşağa yaşam ve ölüm karşısında aynı davranışlar, aynı törenler el değiştiriyor.
  • Birçok yerlerde ölünün olduğu yerlerde aynalar tersine çevrilir. Örneğin gümüş benekli geyiğin bulunduğu Alacahöyük'te bugün köylüler ölünün olduğu yerde aynaları tersine çevirirler. Hititlerde ayna büyüde kullanılan bir araçtı. Dionisos kendisini aynada seyrederken Titanların saldırısına uğrar ve öldürülür.
  • Hititler de boğaya tapıyorlar, ona koç kurban ediyorlardı.
  • Osmanlı şenliklerinde geçit alayında tıpkı Dionisos geçit alayında olduğu gibi erkeklik aygıtı geçirildiğini biliyoruz.
  • Bazı törenlerde iki hasım arasında bir yarış, bir savaş, bir yenişme oluyordu: Eski ile yeni yıl, yaz ile kış, kuraklık ile yağmur, yaşam ile ölüm çatışıyordu. Sonunda önceden belli olan yan kazanıyordu; bazen bu bir gelinle kutsal bir evlenmeyle birleşiyordu. Böylece bolluk sağlanıyor, doğa uyanıp diriliyordu. Bir de asıl konumuz olan ölüp yeniden dirilme vardır. Bunlar çözümlendiğinde iki ayrı kesime ayrılabiliyordu: Kenosis (veya Boşalma), Plerosis (veya Doldurma). Birisi yaşamın, dirliğin sonuydu, her dönem sonunda kemerleri sıkma, kaçınma, oruç, perhiz, ölüm, sıkıntı, canlılığın sona ermesiydi. İkinci ise yeni dönemin başlaması, kuraklığa karşı yalancı savaş, yağmur yağdırmak için büyü, toplu çiftleşme ile canlanmaydı.
  • Bütün törenler çoğunluk ya gün-tün eşitliğine ‘equinoxe’ (23 Eylül - 21 Mart) veya gün durumuna ‘solstice’ (21 Haziran - 22 Aralık) rastlar. Bu bakımdan Anadolu köylü takviminde ayların adları uyarıcıdır: Döl dökümü, Çiçek ayı, Yağmur ayı, Orağ ayı, Ot Biçimi, Biçin ayı, Harman ayı, Şarap ayı, Koç ayı, Çileler gibi. Yıl da ikiye ayrılır. Birincisi 6 Mayıs’dan (Rumi 23 Nisan) 7 Kasım’a kadar 186 gün ruz-u hızır yani yeşil, yeşeren gündür. 8 Kasım’dan (Rumi 27 Ekim) 5 Mayıs’a kadar süren 179 gün ruz-u kasım, yani bölen gündür. Birinciyle yaz, ikinciyle kış başlar.
  • Her çağda bir yıldan ötekine toprağın görünüşünün uğradığı büyük değişiklikler insanoğlunu çok uğraştırmış, bu yetkin, yaygın değişim onu bir ölüm-kalım sorunu olarak oyalamıştır. Kendi yaşamının bu değişime ne denli sıkı sıkıya bağlı olduğunu gözleyen insanoğlunun en ilkeli bile bu olgulara ilgi duymakla yetinmemiş, ilginin ötesine de gitmiş. Kötü sonuçları önlemenin kendi eline bakdığına inanmış, büyü sanatıyla mevsimin gelişini geciktirebileceğini veya öne alabileceğini sanmıştır. Yağmur yağdırmak, güneş çıkarmak, hayvanları çoğaltmak, toprak ürünlerini arttırmak için törenler düzenlemiş. Ancak yaz ile kış, ilkbahar ile güzün birbiri ardısıra gelmesinin kendi büyü güçlerini de aşan daha derin bir nedeni, güçlü bir etkenin elinde olduğunu neden sonra anlamış. Bitkilerin büyüyüp yok olması, canlıların doğup ölmesinin tıpkı insanlar gibi doğup ölen, evlenen, çocukları olan tanrı ve tanrıçaların büyüyüp güçlenip veya azalıp güçten düşmesinin etkisinde oluşuna yormaya başlamıştır.
  • Attis buğday tanrısı olduğu için onun acısı, ölümü ve dirilmesi de tıpkı olgun buğday tanesinin biçici eliyle yaralanışı, ambara konuluşu, toprağa gömülüp yeniden canlanması gibidir. Ana Tanrıça Hristiyanlık üzerinde bile etkisini göstermiştir. Noel’in tarihi bununla ilgili görülebilir. Julian takvimi 25 Aralık kış gün durumundadır, yani güneşin doğumu. Bu günde günler uzamaya başlar, bu dönüm noktasında güneşin gücü, etkisi artmaya başlar. Mısır'daki Hristiyanlar İsa'nın doğum günü için 6 Ocağı seçmişlerdi. Batı Kilisesi ise bunu benimsemedi, 25 Aralığı seçti. Bu daha çok halkın güneşin doğumuna düşkünlüğünden yararlanmak içindir.
  • Din öncesi inançların halkın gönlünde nasıl yaşadığını görmek için uzağa değil, Paskalya’dan önceki haftada Yunanistan’da Euboea’ya gitmek yeter. Orada yaşlı bir kadın şöyle diyecektir: “Elbette kayguluyum, İsa yarın dirilmezse bu yıl buğdayımız olmaz”.
  • Eski bir Mısır töresine göre Mısırlılar ilk buğday demeti kesilince göğüslerini dövüp yas tutarlarmış: Orakların öldürdüğü buğday tanrısı için. Törenlerde herkes göğsünü yumruklar, altın yaldızına boyanmış tahta bir inek, boynuzları arasında bir altın güneş, evlerde ışık yakılır, tören ayın onikisinden başlayıp otuzuna kadar onsekiz gün sürer, iki kara öküz bir sabanı çeker, bir oğlan tohum atar, su dökülür, papirus’tan yapılmış otuz-dört gemi ışıklandırılır, Osiris’in heykeli içine konduğu tabut gömülür.
  • Anadolu ölüp-dirilmeli seyirlik oyunlarında kişilerden birisinin doktor olması üzerine de örnekler vardır. Doktorun, eski büyücü hekimin bir kalıntısı olduğu söylenebilir. Nitekim Bitlis Zeybeği’nde, bir kadınla erkek cilveleşirken erkek elindeki kamayı çekip, kadını öldürür, kadın düşer, doktor istenir, muhtar bir doktor çağırır, doktor kadının ayağını elleyince adam dok. toru döver, doktor jandarma zoruyla kadını yoklar, dolaba saklar, sonunda adam kadını bulur, beraberce oynarlar.

Dionisos ve Anadolu Köylüsü İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Bu kadar değerli bir kitabı litrelerce şarap içerek mi edit ettiler bilmiyorum ama edit yönünden çok zayıf. Çok fazla cümle düşüklüğü var, konuya ilgim olmasına rağmen ben okurken zorlandım. (Gnothi Seauton)

Çoğu defa bugün yaşadığımız topraklarda başka hiçbir ayağın dolaşmadığını hissederiz. Galip modern medeniyetin ortak duyumudur bu. Lakin yine de kullandığımız dilde, kültür dediğimiz davranış ve inanç bütünlüğünde bize ait olmadığını, sadece bizim adetlerimize evriltildiğini idrak edebiliyoruz. Halikarnas Balıkçısı'nın Anadolu Efsaneleri ile birlikte okunmalı. (Furkan Gedik)

Metin And, Türk folkloru ve özellikle de seyirlik oyunlar üzerine uzman bir bilim insanı. Oyun ve Bügü isimli kitabı alanın temel referanslarından birisi. Meramını ise kendi sözleriyle şöyle aktarıyor: "İnsanlar doğadaki kötü sonuçları önlemenin kendi eline baktığına inanmış, büyü sanatıyla mevsimin gelişini geciktirebileceğini veya öne alabileceğini sanmıştır." Bu büyü, bazen tılsımlı olduğuna inanılan sözlerle, bazen tekrara dayanan bazı hareketlerle, bazen kurbanlarla, bazen de oyunlar üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Dionisos ve Anadolu Köylüsü kitabında da Anadolu'da oynanan bazı oyunlar üzerinden Dionisos kültüne dair izler bulunabileceğini, bu oyunların altında doğaya hükmetme, onu Dionisosçu biçimde efsunlama durumlarını barındırabileceğini savunuyor. Ayrıca çalışmanın bu alanda ilk olduğunu, sonrasında bu konuyu çalışmak isteyenlere de kapı aralayacağını ifade ediyor. Sadece bazı oyunları derlemek ve onları ortaya çıkaran düşünce biçimlerini tartışmak bile benim için başlı başına kıymetliyken, mitolojik bir geçmişin günümüze ne biçimlerde sirayet ettiğini göstermek, oldukça ilgimi çekti. Lakin yazarın yazım dilini pek sevemedim. Oyunları çok hızlı biçimde aktarıyor, kafamda çoğunu canlandıramadım, ayrıca yorum kısmında da yeterince derinleşmeden geçtiğini düşünüyorum. Kitap genel olarak bir elyazması kıvamında, ancak alana özel ilgi duyan okuyuculara önerebilirim sanırım. (Hasan Suphi)

Dionisos ve Anadolu Köylüsü PDF indirme linki var mı?

Metin And - Dionisos ve Anadolu Köylüsü kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Dionisos ve Anadolu Köylüsü PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Metin And Kimdir?

17 Haziran 1927’de İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra yüksek lisans yapmak için önce Londra’ya, daha sonra bale, opera ve tiyatro eğitimi için Rockefeller Vakfı bursuyla New York’a gitti.

Yazı hayatına 1954 yılında edebiyat, opera ve bale eleştirmenliği ile başlayan And, Ulus gazetesinde 15 yıl boyunca tiyatro eleştirileri yazdı. AyrıcaForum, Değişim, Dost, Türk Dili dergisi dergilerinde yazıları yayınlandı. Kuruluşundan itibaren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiTiyatro Bölümü’nde (DTCF Tiyatro Bölümü) otuz yılı aşkın süre ile öğretim üyeliği yaptıktan sonra 1994’te emekli oldu. Sonrasında Boğaziçi Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi'nde üçer yıl "Kültür Tarihi" dersleri verdi. Milliyet ve Vatan gazetelerinde yazıları yayımlandı.

And, bazıları yabancı dillerde olmak üzere 50 kadar kitap, 1500 kadar bilimsel inceleme, tanıtma-eleştiri yazısı ve ansiklopedi maddesi kaleme aldı.

Metin And, Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü (1970), Türkiye İş Bankası Bilimsel Araştırma Ödülü (1980), Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü (1983), Fransa Hükümeti’nin "Officier de l’ordre des Arts et des Letres" nişanı (1985), İtalya Cumhurbaşkanı’nın Şövalyelik nişanı (1991), Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü (1998) gibi ödül ve nişanlar aldı.

Metin And Kitapları - Eserleri

  • Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi
  • 16. Yüzyılda İstanbul
  • Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası
  • Dionisos ve Anadolu Köylüsü
  • Oyun ve Bügü
  • Kısa Türk Tiyatrosu Tarihi
  • Türk Tiyatro Tarihi
  • Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür
  • Geleneksel Türk Tiyatrosu
  • 100 Soruda Türk Tiyatrosu Tarihi
  • Çarşı Ressamları
  • Ritüelden Drama
  • Türkiye'de İtalyan Sahnesi
  • Kırk Gün Kırk Gece
  • İnsanüstülük Taslayanların İçyüzü
  • Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu
  • Ottoman Figurative Arts 1: Miniature
  • Gölge Oyunu
  • The Turks and Türkiye
  • Karagöz
  • Tiyatro Kılavuzu
  • Tiyatro, Bale ve Opera Sahnelerinde Kanuni Süleyman İmgesi
  • Osmanlı Tiyatrosu
  • Bazaar Painters

Metin And Alıntıları - Sözleri

  • Belon, kitabında, Türklerin dünyanın en temiz insanları olduğunu söyler. Çocuk bakımında, onların temizlik ve beslenmesinde Avrupalılardan çok üstün olduklarını, ana ve babalarının özenle baktığı Türk bebeklerinin Avrupalı bebekler gibi pis kokmadıklarını, onları temiz tutmak için beşiklerin altında bırakılan deliklerde oturak bulundurmak ve pis suyu akıtmak gibi sağlığa yararlı sistemleri de kitabında açıklar. Belon, Batı ’da hiçbir benzerine rastlayamadığı Türk hamamından ve onun insan sağlığına yararından övgüyle söz eder (16. Yüzyılda İstanbul)
  • “Birçok yerlerde ölünün olduğu yerlerde aynalar tersine çevrilir. Örneğin gümüş benekli geyiğin bulunduğu Alacahöyük'te bugün köylüler ölünün olduğu yerde aynaları tersine çevirirler. Hititlerde ayna büyüde kullanılan bir araçtı. Dionisos kendisini aynada seyrederken Titanların saldırısına uğrar ve öldürülür.” (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Richard Southern'in bir sözü vardır: "En iyi tiyatro sağırların da izleyip beğenebileceği tiyatrodur." (Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi)
  • ''Sonuç olarak, her şeyden önce tiyatro sanatı görmeye dayanır. İngiliz tiyatro kuramcısı Richard Southern'in bir sözü vardır: 'En iyi tiyatro sağırların da izleyip beğenebileceği tiyatrodur.' '' (Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi)
  • Hititler de boğaya tapıyorlar, ona koç kurban ediyorlardı. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • İstanbul ’da çok çeşitli sebze bulmak olasıydı. Ama bezelye ve turp yoktu. Lahana çok boldu. Türkler lahanayı yalnızca turşu olarak yiyorlardı. Patlıcanın turşusu da yapılıyordu, dolması da. İki çeşit havuç vardı: biri altın sarısı, diğeri kiremit kırmızısı. Maydanoz boldu, Avrupa’dakiler gibi lezzetli değildi. Pancarın genellikle salatası yapılıyordu. Hardal tohumu, dövülüp koyun etine lezzet katsın diye kullanılırdı. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • Bazı törenlerde iki hasım arasında bir yarış, bir savaş, bir yenişme oluyordu: Eski ile yeni yıl, yaz ile kış, kuraklık ile yağmur, yaşam ile ölüm çatışıyordu. Sonunda önceden belli olan yan kazanıyordu; bazen bu bir gelinle kutsal bir evlenmeyle birleşiyordu. Böylece bolluk sağlanıyor, doğa uyanıp diriliyordu. Bir de asıl konumuz olan ölüp yeniden dirilme vardır. Bunlar çözümlendiğinde iki ayrı kesime ayrılabiliyordu: Kenosis (veya Boşalma), Plerosis (veya Doldurma). Birisi yaşamın, dirliğin sonuydu, her dönem sonunda kemerleri sıkma, kaçınma, oruç, perhiz, ölüm, sıkıntı, canlılığın sona ermesiydi. İkinci ise yeni dönemin başlaması, kuraklığa karşı yalancı savaş, yağmur yağdırmak için büyü, toplu çiftleşme ile canlanmaydı. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Eski bir Mısır töresine göre Mısırlılar ilk buğday demeti kesilince göğüslerini dövüp yas tutarlarmış: Orakların öldürdüğü buğday tanrısı için. Törenlerde herkes göğsünü yumruklar, altın yaldızına boyanmış tahta bir inek, boynuzları arasında bir altın güneş, evlerde ışık yakılır, tören ayın onikisinden başlayıp otuzuna kadar onsekiz gün sürer, iki kara öküz bir sabanı çeker, bir oğlan tohum atar, su dökülür, papirus’tan yapılmış otuz-dört gemi ışıklandırılır, Osiris’in heykeli içine konduğu tabut gömülür. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Bilginlere göre İslâm dininde bir azizin cenazesinin böyle yeniden törenle canlandırılmasına pek rastlanmadığı için bunun İslâm öncesi daha eski inançlardan çıktığı ileri sürülmüştür. Törenin düzeni ve simgeleştirilmesi, geçit alayının bazı özellikleri ister istemez daha önceki bölümde gördüğümüz Adonis/ Temmuz törenini akla getiriyor. Yazın tanrının birden yeğin bir ölümle ölüşü, amansız güneşin yakıcı ışınları altında doğanın güçten düşüşünün simgeleştirilmesi, bedeni yıkayıp yağladıktan sonra yedi gün yas tutulması, gömülme gibi benzerlikler. Hüseyin’in töreni zaten İran’da değil Mezopotamya’da çıkmıştır. Saygın ağlamaklı ve yaslı Muharrem töreni ilk 962 yılında olmuş, bundan ikiyüzyıl sonra Adonis töresi aynı bölgede çeşitli kılıklarda görülmüştür. Tarihçi Ibn al-Esîr’e göre M.S. 1064’de Ermenistan’dan Kuzistan’a kadar bir tehlikenin dolaştığını, Cinler Kralının ölümünün yasını tutmayan kentlerin yok olacağını söylüyor. 1204 de aynı tarihçi bir salgının Musul ve Irak’ı kasıp kavurduğunu, Cin’in karısı Ümmü Unkûd (üzüm salkımı anası) oğlunu yitirdi, onun için yas tutmayanlar salgına kurban gidecektir, diyor (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Anadolu ölüp-dirilmeli seyirlik oyunlarında kişilerden birisinin doktor olması üzerine de örnekler vardır. Doktorun, eski büyücü hekimin bir kalıntısı olduğu söylenebilir. Nitekim Bitlis Zeybeği’nde, bir kadınla erkek cilveleşirken erkek elindeki kamayı çekip, kadını öldürür, kadın düşer, doktor istenir, muhtar bir doktor çağırır, doktor kadının ayağını elleyince adam dok. toru döver, doktor jandarma zoruyla kadını yoklar, dolaba saklar, sonunda adam kadını bulur, beraberce oynarlar. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • “Köpeğe et!”, “Kediye et!” diye bağıran adamlara rastlamak olasıydı. Kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, herkes bunlardan yiyecek satın alıp sokaklarda gezen sayısız hayvanı besliyordu. Hayvanlar yemek saatlerini hiç kaçırmazlar; köpekler yol üzerinde, kediler uygun bir duvar üzerinde, sabah ve akşamları belli noktalarda toplanırdı. Kimi Türk kadınlarının şiş ucunda et getirdikleri bile olurdu. Böylelikle kediler oturdukları yerden rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • ''Seyirciye tiyatro kültürünü verecek olan yine tiyatrolardır. Gerçi tiyatro bir okuldur, ancak bu okulun ve verdiği dersin niteliği, oynanan oyunların seçimi, sahne düzeni, oynanış düzeni önemlidir. Önemli olan klasikleri oynamak değildir, önemli olan gösterimlerin niteliği, çeviri oyunsa bunun dili, sahne düzeni, üslubu ve yorumu gibi tiyatro adamlarının sorumluluğundaki işlerin yerine getirilmesidir. Muhsin Ertuğrul bir düzineyi aşkın Hamlet oynatmış ve oynamıştır, ama hiçbirinde Hamlet'i Hamlet yapacak olan, Shakespeare'e saygısı olan bir çevirmenin gerekliliğini düşünmemiştir. Bu oyunların iyi oynanmış, yorumlanmış olduğunu kabul etmiş olsak bile, Türk seyircisi hiçbir zaman Shakespeare dehâsının soluğunu duyamadı, bütün bu gösterimler onlar için seyredilmesi doğru ve zorunlu olan bir laf kalabalığından ileriye gitmedi. Önemli olan sunuştur. Sanatçı iyiyi verdikçe halk bunu nasıl değerlendirebileceğini bilir.'' (Başlangıcından 1983'e Türk Tiyatro Tarihi)
  • Birçok yerlerde ölünün olduğu yerlerde aynalar tersine çevrilir. Örneğin gümüş benekli geyiğin bulunduğu Alacahöyük'te bugün köylüler ölünün olduğu yerde aynaları tersine çevirirler. Hititlerde ayna büyüde kullanılan bir araçtı. Dionisos kendisini aynada seyrederken Titanların saldırısına uğrar ve öldürülür. (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Busbecq veba salgınının sardığı kentten ayrılmak için sonunda izin aldığı gün Büyükada’ya gitti. Burası İstanbul’dan 4 saat çekiyordu. İki köyü barındıran ve yakındaki adalardan daha büyük, çekici bir yerdi. Busbecq’i kentten ve Pera’dan arkadaşları ile Ali Paşa’nın evindeki Almanlar ara sıra ziyaret ettiler. Söylendiğine göre vebadan ölenlerin sayısı günde 1.200 ya da 1.000’den 500’e düştü. Türkler hastaları sağlıklı insanlardan ayırmaya kalkışmadılar. Çünkü Türkler ölüm zamanı ve biçiminin insanın alınyazısı olduğuna inanıyorlardı. Kaderi değiştirmeye çalışmanın bir anlamı yoktu. Eğer bir insanın kaderinde vebadan ölmek varsa, önlem almanın bir yararı yoktu. Eğer kaderinde yoksa, önlem almanın yine anlamı yoktu. Bu nedenle Türkler salgından ölenlerin terden sırılsıklam olmuş giysilerini bile giymekten çekinmediler. Alabildiğine bir aldırışsızlık içindeydiler. Böylece hastalık iyice yayıldı. Kimi zaman bir aileden sağ çıkan olmuyordu. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • “Uygarlıkların sürekliliği damarlardaki kanda değil fakat davranışlarda beliriyor. Kuşaktan kuşağa yaşam ve ölüm karşısında aynı davranışlar, aynı törenler el değiştiriyor.” (Dionisos ve Anadolu Köylüsü)
  • Busbecq’e göre Türkler, genellikle hayvanlara iyi davranıyorlardı. Özellikle de yararlı kuşlara. Örneğin, çöpleri yiyerek kentlerin temizliğine katılan çaylaklara. Bu nedenle, çaylaklar insandan korkmazdı. Bunlara evcil bile denebilirdi. Islık çalındığında alçalır, kendilerine atılan yiyecek parçalarını kaparlardı. Bu nedenle Busbecq, koyun kestirdiğinde çaylakları hayvanın iç organlarını yemeğe çağırırdı. Birkaç dakika içinde büyük bir kuş sürüsü evin üzerinde daireler çizmeye başlar, sonra da bahçeye inerlerdi. Galeriyi ayakta tutan sütunlardan birisinin arkasına saklanan Busbecq, kimi kez birkaç kuş avlamayı başarırdı. Ancak Busbecq bu sporla yalnızca kapılar sıkıca kapandığında uğraşırdı. Yoksa bu, Türkleri kızdırabilirdi. Türklerin kızmasının nedenini, hayvan ya da kuş eti yememeleri olarak açıklamıyor Busbecq. Türkler hayvanlara acı çektirmeye karşılarmış. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • Fatih, Venedik'ten bir heykelci ve ressam istemiştir. Venedikli ressam aile Bellinilerden ünlü ressam Gentini Bellini, 1479-80 yıllarında İstanbul'a gelmiştir. Onun İstanbul’da yaptığı eserlerden günümüze ulaşanlar arasında, Londra'da National Gallery'de bulunan Fâtih'in yağlıboya portresini, İsviçre'nin Basel kentinde bir özel koleksiyonda bulunan bir başka yağlıboya tablosunu, özel bir koleksiyonda bulunan bronz madalyonu ve British Museum'da bulunan bazı çizimlerini sayabiliriz. (Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür)
  • Saray nakkaşlarının ürünü minyatürle, çarşı resmi arasında ortak noktalar olduğu gibi çok önemli farklar da vardı. (...) özetle şunu söyleyebiliriz: Her iki resim geleneği de Osmanlı kültüründen kaynaklandığı için, her iki çığırın da sanatçıları temelde aynı ortak şemadan hareket ederler. Ancak bundan sonraki süreçte yaklaşımları farklıdır. Saray nakkaşlarının artırmalı, çarşı ressamlarının ise eksiltmeli bir yöntem uyguladıklarını söyleyebiliriz. Bunu daha açarsak, saray nakkaşları temel şemaya ayrıntı, süs bakımından çok şey eklemektedirler. Daha çok renk ve yaldız kullanmakta, giyim kuşamda, mimari süslemelerde ayrıntılara gitmekte, her şeyi artırıp zenginleştirmektedirler. Buna karşın çarşı ressamları temel şemadan gereksiz her şeyi atmakta, renkleri azaltmakta, kimi çizimlerde karikatüre yaklaşmaktadırlar. Ama daha önemli fark, konuları bakımındandır. Saray nakkaşları günlük yaşamı, sıradan insanları konu olarak hiç işlemezler ya da çok az işlerler; buna karşın bunlar, çarşı ressamlarının başlıca konularıdır. (Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür)
  • Gerlach, Ramazan’ın 23 Ocak 1574’te bittiğini yazıyor. Minareleri aydınlatan tüm kandiller kaldırılmış. Tüm gece boyunca insanlar sokaklarda dolaşıp alışveriş yapmışlar. Ertesi gün Şeker Bayramı’ydı. Bayram üç gün sürdü. Bu süre içinde herkes en iyi giysilerini giydi; yürüyerek ya da arabalarla gezintiye çıktılar. Herkes birbirine, sokaklarda, elma ve ekmek sundu. En sevilen eğlenceler salıncakta sallanmak ve dönme dolaba binmekti. Birçok sokakta ve meydanda dört ayaklı çerçevelere salıncaklar kuruldu. Bu çerçeveler yeşilliklerle, portakal ve narla süslenmişti. Salıncağa binmenin ücreti 1 akçeydi. Müzisyenler davul ve zurna çalarken, iki kişi de müşteriyi sallıyor, müşteri de bu arada en yükseğe vardığında meyveleri koparmaya çalışıyordu. Dönme dolaplar dev tekerleklerdi ve dikey olarak döndürülüyordu. Bunları insanlar döndürüyordu. Kenarlardan sarkan oturaklardaki insanlar bunlarla sokaklarda yuvarlanıyorlardı. 1 akçe karşılığında, isteyene koku sıkanlara da rastlamak olasıydı. Bayramın ikinci gününde Gerlach İsviçreli ve İspanyol kölelerin sokaklarda kargılarla neşeli danslar yaptıklarını gördü. (16. Yüzyılda İstanbul)
  • "Kuşlar toplanıp kendilerine bir padişah gerektiğine karar verirler. Hüthüt kuşu onlara akıl verir; zaten bir padişahları olduğunu, onun kuşlara çok yakın olduğunu, onların ise ona çok uzak olduğunu anlatır. Bu da Simurg'dur. Önce çeşitli özürler ileri sürülse de sonra Hüdhüd'ü kendilerine kılavuz seçerek Simurg'u bulmak üzere yola çıkarlar. Yolda Hüdhüd onların her türlü karşı koymalarını, çıkardıkları sorunları sabırla çözer. Bu arada konuyla ilgili hikâyeler anlatır. Bunların çoğu evliyâlar, peygamberlerle ilgili öykülerdir. Kaf Dağı'nda yedi vadiyi aştıktan sonra oradaki Simurg'a ulaşacaklardır. Bu zor ve çetin yolda kimi açlıktan, susuzluktan, kimi hastalıktan, kimi yolunu saptırdığından yüzlerce kuştan yalnızca otuz kuş kalır. Sonunda Simurg'ta gözükenin, kendileri olduğunu anlıyorlar. Yani Simurg aslında kendileridir. Bir başka deyişle Tanrı'yı arayan kendini bulur." (Minyatürlerle Osmanlı-İslam Mitologyası)

Yorum Yaz