tatlidede

Kardeş Kavgasında Üzerimize Düşen Sorumluluk

Kardeş Kavgasında Üzerimize Düşen Sorumluluk

İnsan evrende kapladığı yerden ziyade bu evrende yapması gereken şey ve yaptığı şey oranında değerlidir. Fakat çok az kişi varoluşunu bu açıdan sorguluyor, sorgulayanların çoğu da yanlış sorguluyor.  İnsan, kâinatta inşa ve imar ile memur kılınmışken, tarihin bazı evrelerinde olduğu gibi günümüzde de yaptıkları yıkımlar, nedenleri, niçinleri ve biçimleri, bu “bendendir ve öteki” önyargılarına takılmadan sorgulamalıdır...

 

Farkında olmasa da aslında insan kendini arayan bir varlıktır. Son zamanların modern çağında varoluşunu “nasıl, ne zaman” sorularıyla nitelendirirken, “nerden, nereye, neden ve niçin” sorularının cevaplarını aramaktan uzaklaşmış veya göz ardı etmiştir. Bireyin kendi dünyasına göre anlamlandırdığı evrenin, kendi ekseninden ibaret olduğu kanısı yerleşmiş, kapladığı alan dışında, “ben” dünyasından, ayrı diğerlerinin de olduğu, tarihsel yaşantısında başka türlü olabileceği düşüncesi yadsınmaya başlanmıştır. “Nasıl” sorusuyla oluşumunda bir etken aramış insanoğluna, peygamberlerin yol göstericiliğinde; varlık oluşumuna cevaplar alırken, İslam’la “Niçin ve niye ile de” bütünleşmiş. İslam, “Nerden geliyorsun, nereye gidiyorsun” sorularının cevaplarını sorgulaması gibi insanın tüm yaptıklarında “Niçin ve Neden” sorularının cevaplarını da kendilerine vermeyi erdemden sayar.

 

İslam maneviyatıyla ruh ve bedenin uyum içinde, zıtlıktan öte, denge içinde, varlık ve değerler sisteminde bütün olmayı hedeflemiş, huzurlu ve onurlu bir yaşamın ancak bu bütünlüğün oluştuğunda mümkün olabileceğini insanoğluna hatırlatmıştır. Fakat bu erdemli tavrı oluşturan İslami prensiplerden uzaklaşılınca ve nefsin eline verilen: güç, sahip olma, hükmetme şehevi arzular, İslam hükümlerini kendine uydurma çaba ve anlayışı beraberinde; özünden uzaklaşan insanı, çarpık ve bozuk bir din anlayışını da beraberinde doğurmuştur.

 

Samimiyetten uzak Müslüman yaşantısı, İslam âlemi dışında kalanların, İslami; aşağılama, küçümseme, müslümanın inanış ve yaşayıştaki tezatlıklarını ortaya koymada, İslam dünyasını böl parçala uzantısında en büyük destekçileri olmuştur. İslam dini, dil din ırk inanç milliyet statü ayırmaksızın sadece Müslümanların değil tüm insanlığın hakkına, itibarına eşit mesafede muamele edilmesini emreder. Bireysel hukukun korunmasıyla toplumun hür ve medeni bir hayat seviyesinde yaşamasını öngörür. Kardeşliğin sadece kan bağıyla süre gelmediği, “mümin müminin kardeşidir’’düsturuyla birbirini gözetme, destek olma, haklarını koruma, sınırlara saygı İslam öğretisinin temellerindendir.

 

Hükmetme, egemen olma hırsı, soğuk savaştan yön değiştirip, görsel ve yazılı medyayla içi boşaltılmış maneviyattan uzak, esnek başıboş bir nesil oluşturulması hedeflenmiştir, Kadının varlığı hızlı tüketimde odak haline getirilmiş, islamın verdiği hak ve değeri özümseyemeyen bilinç oluşturulup, İslamın; kadının özgürlüğünü kısıtlayan, dar alana hapseden, kendini gerçekleştiremeyen birey algısıyla çarpık din şeması çizilmiştir.

 

Halklar-"Kardeşler" arası adalet(sizlik) ve eşit(sizlik)

 

Kuran, Müslüman kimliğini tanımlarken kardeşlik duygusuna da vurgu yapar. İslam kültüründe, din kardeşliği, zalime karşı mazlumun hakkını savunmak, böylelikle zalime; yaşadığı toplumda dışlandığı, haksızlığına ortak olunmadığı, zulmünün kabul edilebilir olmadığı gösterilerek topluma aidiyet hissine kapılmasını önlemek gerekir. Taraflar arası adaleti gözetmek, birini memnun etmek için diğerini mağdur etmemek barışın tesisi ve süreğenliği için temel koşuldur. Haksızlığa uğrayan mazlum gün gelir hakkını almak için zalim olma tarafını seçerse hakkın elde edilememesi kısırdöngü içinde döner.

 

Eşitlik hakka, hak adalette, adalet vicdana bağlıdır. İnsan haklarının özünde; ifade özgürlüğü, yaşama hakkı, insan onurunu koruma vardır. Sosyal bir varlık olan insanın bulunduğu toplumda güven içinde yaşayabilmesi adaletin sağlanmasıyla mümkün olur. Adil insan olmak doğru düşünmeyle başlar. Olayları anlama, tahlil etme, değerlendirme, birinin hakkını diğerine karşı koruma, toplumsal ilişkilerde vicdanlı olma, insafla haklıya hakkını vermek adalet bilinciyle adaletin temelini oluşturur. İnsana, sırf insan olarak, insan olduğu için, mevkisine, ırkına, inancına, siyasi görüşüne göre, şartsız ayrımcılık yapmadan eşitlik ilkesine bağlı kalınmalıdır. Adaleti bilmek adaleti gerçekleştirmek anlamına gelmez. Bilinen, pratiğe geçmediği sürece boşlukta kalır. İnsanın olduğu her yerde adalet kendini hissettirmelidir. Adalet bilincinin yeterince anlaşılıp özümsenmemesi, vicdanla bütünleştirilmemesi, bireysel hakkın elden alınmasına, toplumsal kargaşaya, dirlik düzenin ve huzurun bozulmasına yol açar. Kuran’ın temel ilkelerinden biriside adalettir.’’Allah adaletli olanları sever 49 /9. Bilim ve teknolojide gelinen noktada bu güçleri ellerinde tutanların adil olmaktan yoksun oldukları takdirde; zalimin eline adil olmayan keyfiyet vereceği de bilinmelidir. Adalet kavramında akıl vahye/dine tabidir. Dinin ilkeleri evrenseldir. Müslüman coğrafyası; üstün olma çabası, kendinden olmayana yaşam hakkı tanımama, madde ile ruhu, akıl ile kalbi, gerçek din ile ahlakı birbirinden ayırmaya çalışan, yontulan, kısırlaştırılan, renkleri soldurulan kültürün çocukları yetiştirip, İslam maneviyatından uzaklaştırılıp kardeşlik uzlaşısından yoksun, çatışmalar yaşayan çocuklara gebedir.

 

Tarihe baktığımızda güya kendi devletlerini veya iktidarlarını korumak adına kendi kültürlerini ve ‘ırksal menfaatlerini’ İslam dinine karıştıran, sonrasında da bunu ‘dine’ dönüştürenlerin olduğunu görmekteyiz. Oysa bunlar, İslam coğrafyasında öyle büyük bir ateşin yakılmasına olanak sağladılar ki birkaç dönem sonra o ateş üstün göstermeye ve sözüm ona korumaya çalıştıkları ırklarını da (ırklarından türeyen nesli de) yakmaya başladı.

Fakat o dönemin vicdan ve izan sahibi İslam âlimleri, İslam coğrafyasını yakmaya, çöle çevirmeye, Müslümanları birbirine kırdırarak yok edilmekle karşı karşıya bırakan bu fasit fikirle mücadele ettiler. Gecelerini gündüzlerine kattılar, batıl adet-kültür ve ırkçılıkla kirlenmiş İslam’ın o nezih fikirlerini aslına (Kur'an ve Sünnet) uygun şekilde temyiz eden eserler yazarak; bazı yerlerde kısmen kalsa da bu ateşi kontrol altına almayı başardılar. Ama maalesef bu ateşin birilerince bugünlerde yeniden yakılmak ve harlanmak istendiğini görmekteyiz… Günümüz İslam âlimlerinin de selefleri gibi bir tavır ve duruş sergilemeleri gerekmektedir. Böylesi bir gayret hayati bir önem arz etmektedir.  

 

Geriye dönüp baktığımızda öz kardeşinin kuyusunu kazan ve haklarında “yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini kaynaştıramazdın 8/63” denilen bir toplumla karşılaşırız. Peygamberimiz (s.a.s) ilahi prensipler doğrultusunda oluşturduğu bir hukuk ile aralarında kan bağı olmayan böylesi bir toplumu bile kardeş etmeyi başardı. Böylesi bir dinin mensubu olduğunu iddia eden günümüz Müslümanları arasında yeniden alevlenen kardeş kavgası ve dahi kardeşin kardeşkanını dökmekten geri durmuyor olması bizi bu sorumluluğumuzu sorgulamaya ve gelişmelerin nedenlerini araştırıp çözüm(ler) üretmeye sevk etmelidir. Aksi takdirde hiçbir şeyin bizleri Allah katında ve rûzi mahşerde mükellef kılındığımız sorumluluğumuzdan kurtaramayacağı bilinmelidir.

 

{ OHAK-DER YK Başkanı M. Burhan Hedbi }

 

Yorum Yaz