tatlidede

"Küçük Mardin" Savur'un şer'iyye sicilinden yansımalar

"Küçük Mardin" Savur'un şer'iyye sicilinden yansımalar

Daha küçük bir çocukken çevremdeki büyüklerin tembellik yapan veya sebepsiz yere keyif çatan insanlar için hafif dalga geçecek tarzda “Begê Stewrê” tabirini sıkça kullandıklarını hatırlarım. Stewrê’nin Savur’un Kürtçedeki karşılığı olduğunu, Savur’un beylerinin de pek meşhur olduğunu zaman içinde öğrenecektim. Yaşadığım şehrin bu küçük ve şirin ilçesinin zihnimde ilk yer edinişi bu halk tabiri üzerinden gerçekleşmiş oluyordu. Oysa günümüzde Savur, artık beylerinden çok, Aziz Sancar gibi Nobel ödüllü bir şahsiyetin ismiyle özdeşim kurmanın gururuna sahip. 
“Küçük ve şirin” dediğime bakmayın. Savur’un ta Asurluların yazılı tabletlerine kazınacak kadar köklü bir mazisi var. Tarih boyunca Hurrilerden Akatlara, İskitlerden Perslere; derken Roma, Sasani ve nihayet Osmanlılar gibi pek çok büyük devlet ve uygarlığın etkinlik sahası olacak kadar gözde bir yerleşim merkezi olmuş. Hatta çok ilginçtir ki Osmanlının bir döneminde Midyat, Mazıdağı ve Bismil’e kadar olan geniş bir alanın Savur’a bağlandığı bile olmuş.
Geçmişinde bu kadar uygarlık çeşitliliği olması şehrin isminde de çeşitliliğe yol açmış belli ki. Kürtçedeki “Stewrê” dışında Asurlular “Şura”, Ermeniler “Sor”, Süryaniler “Sawro” ismini kullanmışlar ve benzeri pek çok isimden sonra en son Osmanlılar döneminde de bugünkü ismiyle anılır olmuştur. Yalnız, Asurdaki “Şura” ismi dikkatimi çekti burada. Bilimsel bir temele dayandıramayız belki ama bugün semiz ve lezzetli domatesleriyle meşhur olan ve hâlen Savur’a bağlı “Şur (Şûrê)” köyü geldi aklıma. Kim bilir, belki de bu isim Asur dönemindeki “Şura” isminin sözlü gelenek aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılmış halidir. Şüphesiz, en doğrusunu Allah bilir.
Geçmişi Mardin kadar eski olan ve Mardin’in etkilendiği her hadiseden etkilenen Savur’a öteden beri “Küçük Mardin” dendiğini az çok herkes bilir. Mardin’e yapılan her saldırı veya siyasi güçler arasındaki her el değiştirme Savur için de geçerli olmuş. Benzerlik bununla da sınırlı değil elbette. İlk dikkati çeken, iki yerleşimin mimari yapı ve yerleşim düzeni bakımından birbirini epeyce andırmasıdır. Tıpkı Mardin gibi, Savur’un da bir kalenin yamacına kurulmuş olması, kırkı aşkın tarihî yapıyla donatılmış olması ve araç geçemeyecek kadar dar geçişli sokakların varlığı ve bu sokaklarda taşımanın at ve merkeplerle yapılabiliyor olması Savur’un Mardin’e benzetilmesini sağlayan özelliklerdir. Etnik ve dinsel çeşitlilik de iki şehre zenginlik katan ortak özelliklerdendir. 
Bu benzerlik kıyaslamasında yerlileri Savur’u bir adım öne çıkarırlar. “Evet, Mardin’de bu kadar tarih, mimarî eser ve sâir güzellikler var, fakat bizdeki tabiat güzelliği orda yok.” şeklinde tatlı ve masum bir çekişmeye kapı aralarlar. Hakikaten de Savur’un özellikle sonbaharı kartpostallık manzaralar sunmakta ve insanın ağzını açık bırakan renk cümbüşüyle insan ruhuna sinen bir iç huzuru sağlamaktadır. 
***
Bu denli tarihsel bir derinliği ve önemi olmasına rağmen Savur’la ilgili yeterli bilimsel çalışma yapılmamasından yakınan akademisyen dostum Edip Özkan bir Savurlu olarak sorumluluk hissetmiş ve kolları sıvayıp yüksek lisans tezinde 233 no’lu Savur şer’iyye sicilini incelemiş. Savur’un 1900-1907 yılları arasındaki sosyal hayatı ve ekonomisi adına çok zengin veriler içeren bu şer’iyye sicilinde dönemle ilgili ilgi çekici notlar yer alıyor. Yazının geri kalan kısmında dikkatimi çeken birkaç notu paylaşacağım.
Tarih kaynaklarında belirtildiğine göre, Doğu Seferi’ne çıkan Büyük İskender Pers komutanı III. Darius’u Erbil’de yenerek Yukarı Mezopotamya’nın hâkimi olmuştur. Tarihçi Abdülgani Efendi “Mardin Tarihi” adlı eserinde bu savaşın yapıldığı yerin Irak’taki Erbil değil, Savur’a bağlı olan ve geçmişte sağlam bir kaleyi de içine almak suretiyle büyük bir yerleşim yerine dönüşen ve günümüzdeki adı “Koşuyolu” olan Erbil köyü olmalıdır. Tarihçiler bu konuda ittifak ediyorlar mıdır, pek bilmem ama heyecan verici bir ihtimal bu.
Çalışmada verilen bilgiye göre Savur’un resmi merkezi bir süreliğine bugün bir köy/mahalle olan Avine (‘Ewêna) imiş. Bahsettiğimiz şer’iyye sicilindeki mühürde “Mahkeme-yi Şer’iyye-yi Kaza-yı Avine” ve “Avine Nâibi” ifadelerinden bu durum açıkça anlaşılıyor. Avine, Karadeniz fıkralarına benzer tarzdaki fıkralarıyla bilinen Sürgücü (Sûrgiçî) aşiretinin de merkezidir.
Meyvelik bahçelere halk arasında “veydi” denildiğini ve incas da denilen Savur eriğinin o dönemdeki şöhretini çalışmanın sayfaları arasında gezinirken öğreniyorum. Seyyahların da dikkatini çeken bu özel ve lezzetli eriğin namı ta İstanbullara, saraylara kadar ulaşmış meğer. Alman asıllı seyyah Carlsten Niebuhr 1766’da Mardin’den geçerken bu erikten bahsetmiş ve her sene Osmanlı padişahına gönderildiğinden dem vurmuştur. Diyarbakır Salnâmesi ve Şerefnâme’de buradaki ağaçların çoğunluğunun erik ağacı olduğu belirtilirken Abdüsselam Efendi de Mardin’de yetiştirilen erik ve kirazları över. Katip Çelebi de Savur’da “iccas” denilen eriğin pek meşhur olduğunu ve bu erikten her sene 800 kg. kadarının Nefis-i Hümâyûn (yani padişah) için İstanbul’a gönderildiğini anlatır.
Bugün olduğu gibi geçmişte de kavak yetiştiriciliği ve ticareti halkın önemli gelir kapılarından biriydi. Bölgede kavak yetiştirmek için uygun iklim ve bakım şartları fazlasıyla mevcut; fakat böyle bir faaliyetten iyi para kazanmak için nakliye ve pazar şartlarının iyi durumda olması gerekmez mi, diye düşünüyor insan. Hele Savur’da yetişen kavakların Musul ve Bağdat’a kadar sorunsuz ve kolayca taşındığı düşünüldüğünde, bu nasıl mümkün olabilir diye bir daha düşünmek gerek. Eski Savurluların, nakliye şartlarının bu denli olumsuz olduğu bu upuzun kavakları o kadar uzağa sevk etmek için geliştirdikleri zekice bir yöntem varmış. Eskiden Savur çayının debisi çok güçlüymüş ve bu da kavak sevkiyatı için önemli bir avantaj sağlıyordu taşıma işinde. Kesilen kavak ve söğüt ağaçları bu çaya bırakıldıktan sonra yüzdürülerek Dicle nehrine kadar ulaştırılırmış. Burada, hayvan derisinin yüzülmesinden çıkarılan tulumların şişirilmesi ve yan yana dizilerek üzeri direklerle kapatılıp birbirine sıkıca bağlanmasıyla oluşturulan ve bir çeşit sal olan keleklere yüklenirmiş. Keleklere bindirilen kavaklar kereste ihtiyacı had safhada olan Musul ve Bağdat’a kadar götürülür ve iyi para kazanılırmış. Keleklerle yapılan bu nakliye işinin Asurlulara kadar dayandığı belirtilmektedir.   
Savur Şer’iyye sicilindeki kayıtları değerlendirerek o dönemle ilgili daha pek çok veriye ulaşan Edip Özkan, çocuklara konulan isimleri de incelemiş ve anne babasıyla aynı ismi taşıyan çok sayıda kişiye rastlamış. Bu uygulamanın sebebinin doğum öncesi veya hemen sonrasında vefat eden anne veya babanın isminin yaşatılma kaygısından ileri geldiğini tespit etmiş. Daha da ilginci, henüz anne karnındayken babası vefat eden çocuklar, cinsiyeti belli olmamasına rağmen kayıtlara erkek olarak yazılır ve mirastan erkek evlatmış gibi pay ayrılırmış. Doğmamış durumdaki bütün Müslüman ve Süryani bebekler kayıtlara Abdullah (Allah’ın kulu) ismiyle kaydedilirmiş.
Savur’un o dönemdeki aile hayatı ve özellikle kadınların sosyal ve hukuki durumlarıyla ilgili enteresan bilgileri de içeren çalışma, bu yönüyle bir döneme ışık tutuyor. Kadın ve aile hayatıyla ilgili gerçek örnekler üzerinden ele alınan konular arasında şunlar var: Savur kasaba merkezinde genç kızlar genelde vekil aracılığıyla evlenirken kırsal kesimdeki kızlar mahkemeye giderek evlenmeye rızaları olduğunu bizzat kendileri belirtmişlerdir. Savurlu kadınlar şer’i hukukun kendilerine verdiği mehir hakkına sahip çıkmış, kocaları bunu suistimal ettiklerinde mahkemeye başvurmaktan geri durmamışlardır. Boşanma konusunda kadınlara erkeğe göre fazla hak tanınmamasına rağmen kimi durumlarda kadınlar da kocalarına karşı boşanma davası açmış, boşanmayı sağlamak amacıyla mehir ve nafakadan vazgeçmiş ve hatta üstüne para verdikleri olmuş. İncelenen kayıtlara bakılırsa o dönemin Savur’unda çok eşlilik sanılanın aksine çok az. İncelenen 145 kayıttan sadece 12 kişinin birden fazla kadınla evlilik yaptığı gözlenmiştir. Yine mevcut örneklerden hareketle, evlenen bir kadının belli ölçülerde ekonomik bağımsızlığının olduğu görülmektedir, zira babasından kalan tarlaları kendisinin rızası olmadan ekip biçen kocasını mahkemeye veren kadınlara rastlanmaktadır. Mirasla kazandığı parayı senet karşılığında kocasına borç veren kadın örneklerinin de bulunması kadının ekonomik bağımsızlığına iyi bir işarettir. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün olsa da bu seçilmiş konu örneklerine bakarak kadınların sınırsız hak ve yetkilere sahip olduğunu zannetmek pek doğru olmayacaktır.
Görüldüğü üzere Osmanlı döneminde tutulan sadece bir resmi evraktaki bilgilerden bile bir yerleşim bölgesinin birçok özelliği hakkında detaylı bilgilere ulaşılabilmektedir. Kuşkusuz bu durum, dünyanın gelmiş geçmiş en teşkilatçı devletlerinden biri olarak Osmanlının belge ve arşive verdiği önemle ilgilidir. Bugün arşivlerde elimizde yüz milyona yakın Osmanlı arşiv belgesi bulunması bunun delilidir. Bu dikkat ve hassasiyet sayesindedir ki Savur gibi o dönemin küçük bir kasabasıyla ilgili bu kadar itinalı ve teferruatlı bilgilere ulaşabilmekteyiz. 

Yorumlar

Image
Yusuf Öztürk
29.10.2020 / 14:55

Güzel yazılar tarihe ışık tutması açısından. Fırat Ensari şahıslar ve dönemleri açısından ilgimizi çekerken sizin de bu tarz ve geçmişle olan tarihi süzgeçten eleyerek yazdığınız makaleler bir ihtiyaç. Devamı dileklerimle...

Yorum Yaz