Levent Ünsaldı kimdir? Levent Ünsaldı kitapları ve sözleri
Sosyolog Levent Ünsaldı hayatı araştırılıyor. Peki Levent Ünsaldı kimdir? Levent Ünsaldı aslen nerelidir? Levent Ünsaldı ne zaman, nerede doğdu? Levent Ünsaldı hayatta mı? İşte Levent Ünsaldı hayatı...
Sosyolog Levent Ünsaldı edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Levent Ünsaldı hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Levent Ünsaldı hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Levent Ünsaldı hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...Doğum Tarihi: 1 Ocak 1976
Doğum Yeri:
Levent Ünsaldı kimdir?
01 ocak 1976 doğumlu olan Ünsaldı'nın lisans eğitimi Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'dür. Yüksek lisansını Fransa'nın Lille üniversitesinde, doktorasını da Fransa sorbonne'da vermiştir.
Levent Ünsaldı Kitapları - Eserleri
- Sosyoloji Tarihi
- Burada Ne Oluyor?
- Eğlendirerek Hükmetmek
- Bir Ekonomizm Eleştirisi
- Türkiye'de Asker ve Siyaset
Levent Ünsaldı Alıntıları - Sözleri
- Kitleselleşmenin olduğu her yerde, eleştiri zincirden boşalmaktadır. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Sürpriz koşular her zaman olabilir. (Adalet sarayında son dakika devreye giren ve dosyanın seyrini değiştiren çaycı bir mittir, ama mitler boş kurgular olmak zorunda da değildir.) Böylelikle etkileşimler, rollerin belli konvansiyonlar dâhilinde “oynandığı” bir sahne olmaktan (veya daha doğrusu sadece bu olmaktan) çıkıp “stratejik” bir boyut kazanır. Örneğin 2 numaralı sahne, her iki tarafın karşılıklı hamlelerine gayet müsaittir. Etkileşimin seyrinin alacağı renge göre, telefonlar açılabilir, “tanıdıklar” devreye sokulabilir, “müdür” görülebilir, tanıdık bir diğer kilit oyuncudan arabuluculuk talep edilebilir, akrabalardan destek alınabilir, siyasi, mezhepsel veya etnik bağlantılar işe koşulabilir. Diğer taraf, buna karşılık, güçlü bir “kayıtsızlık stratejisi” dâhilinde kendisine veya her türden bilgiye erişimi sınırlayabilir veya tamamen kapatabilir; güç ilişkilerinin seyrine göre pozisyonunu yeniden gözden geçirebilir. Ancak burada iki noktanın altını önemle çizmek gerekir İlkin, kadraj uçlarının görece açıldığı tamamıyla açıklığı ya da kadraj yokluğu demek değildir; ikinci olarak ise, faaliyetin örgütlenme şekli çatışmaların ulaşabileceği eşik ve katılımcıların yapabileceği hamlelerin de sınırıdır. Öyle ki genelde mesele ne tam bir savaş ilanı (açıkça çatışmalı bir etkileşim) ne de tam bir sulhtur (her seviyede ahenkli ve pürüzsüz bir etkileşim); daha ziyade, ilişkinin bir tür stratejik gerilim üzerinden devam ettirilmesidir. Bazı alanlarda bu, sürekli bir ilişki kipine de dönüşmüş olabilir. Örneğin, özellikle küçük-orta ölçekli işletmeler düzeyinde, Türk ticaret hayatının gündelik pratiklerinde, sorgulanabilir olanın sının en yaratıcı fantastik roman yazarının zihninin sınırıdır. Yazılı sözleşmeye pek itibar edilmez, “söz senettir” ifadesi geniş bir yankı bulur. Ancak sorun şudur ki, bu ifade her dillendirildiğinde muhatabında yarattığı yegâne his devasa bir kuşkudur. İki tarafı bir araya getiren ve bir sözleşme çerçevesinde tesis edilebilecek “paylaşılan sorumluluk” ilkesi Türk ticaret hayatına oldukça yabancı bir kavramdır. Bir sorun veya aksaklık çıktığında, bu problemden sorumlu taraf, bırakın herhangi bir sorumluluğu doğrudan üstlenmeyi ve aksaklığı gidermeye çalışmayı, kavranılması olanaksız gizemli bir nedensellik zinciri kurarak sorumluluğu hep bir başkasına yıkar ve böylece sorunu çözümsüz bırakmaya meyleder. “Hallederiz” ifadesi burada, mutlu yarınları müjdeler gibi yapıp muhatabın talebini başka yarınlara bırakan sihirli bir “geçiştirme” sözcüğüdür; özellikle, ödemelerin geldiği o büyük hesaplaşma anlarında gayet kullanışlıdır. O günlerde (ki genellikle Cuma günlerine denk getirilir; zira “[ödemeyi] pazartesi atacağım” demek iki gün daha kazandırır), taraflar birbirlerine, “mekânı basmaktan” “avukata vermeye” kadar bir dizi tehdit cümlesini büyük bir rahatlıkla sarf ederler. Aslına bakılırsa, tarafların hiçbiri bu türden bir kopuşu ne öngörür ne de ister; tersine, bu gerginliği bir ilişki biçimine dönüştürürler. (Burada Ne Oluyor?)
- “İmparatorluklar yaşlanırken tarih sonsuza dek aynı kalır.” (Sosyoloji Tarihi)
- "Bir inananın ne hissettiğini kavramak isteyen kendini onun yerine koymalıdır. Yoksa iş görme engelli birinin renklerden bahsetmesin benzer." - Emile Durkheim, Dinsel yaşamın ilk biçimleri. (Sosyoloji Tarihi)
- Televizyon yaşamın ve benliğimizin elimizden alınışının benimsenmesinden başka bir şey değil. Artık gerçeğin içinde değiliz, olması gerekenin gösterisiyle baş başayız. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Geçmişin "nostaljik ancak yok olmaya mahkum büyüsü" ve yarınların "mecburi tatsızlığı" arasında Tönnies konumlanmakta zorlanır. (Sosyoloji Tarihi)
- Spor bize toplumsal bağları kuruyormuş gibi gösterilse de aslında genelleştirilmiş bir rekabeti pazarlamaktadır. Ayrıca siyasal liberal proje için değerli olan bireyselliği de körüklemektedir. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Geçenlerde duşakabini değiştirmek için bir usta çağırdım eve. Fazla maharet gerektirmeyen sıradan bir montaj işlemi esasında. Hoş beşten sonra işe koyuldu. Ve çok kısa bir süre sonra, beklenen ama her zaman gizemini koruyan o müthiş soru geldi: “Abi, sende şuraya uygun vida var mı?” “Yok” dedim; “usta olan ben miyim sen misin” diye de hafifçe çıkıştım. Ters bir bakışla ve içinden söylenerek elindeki tornavidaya gözlerini çevirdi... Ne işe yarar ki vidasız bir tornavida? Kot pantolonun arka cebinde yarım yamalak durması ve “ustalığın alametifarikası” olması dışında. Bir ustayı usta yapan nedir gerçekten? Bir ustanın neden “başında” durulur ki, eğer gerçekten bir ustaysa? Eğer duruyorsam ve değilse, onu neden çağırdım? Tornavida artık yan tarafta bir yerde duruyor; ne işe yaradığı belli belirsiz öylece uzanmış yatıyor. Eller devreye girdi, duşakabini zorlayarak takmaya çalışıyor. Nesne direniyor. Olan biteni tedirginlikle izliyorum. Sinirler geriliyor. Müdahale etmem lazım. İşte şimdi zamanı deyip tam ağzımı açacakken sözümü kesiyor, sadistçe bir rövanş hissiyle: “Usta olan ben miyim sen misin?” Açıkçası, cevabı kolay olmayan bir soru. Ustanın ustalığı, vida istemesinde, ürün kullanım ve montaj kılavuzunu değersiz bir paçavraymışçasına bir köşeye atmasında ve benim ise onun “tepesinde” sürekli durmamda saklı belki de. Usta, muhtemelen ilk defa vida istemiyordu ev sahibinden ve ben de elbette bu türden bir senaryoyla ilk kez karşılaşmıyordum. Başlangıçta her ne kadar kaotik gözükse de, tıpkı Serengeti düzlükleri gibi, usta-müşteri karşılaşmalarında da sıradan bir gün diyorum kendi kendime. Ama yine de kafamda ŞU kaçamak ve ısrarcı soru: N’apıyoruz biz burada? (Burada Ne Oluyor?)
- "Toplum ve birey eş zamanlı olarak hem yaratan hem de yaratılandır.." (Sosyoloji Tarihi)
- “Bireycilik “demokratik kökenli modern bir olgudur” ; “her bireyin kitlelerden bağlarını koparan ve ailesi ve arkadaşlarıyla bir kenara çekilen ve böylece kendine küçük bir çember yarattıktan sonra kendi arzusuyla toplumu geniş ölçüde kendi haline bırakan olgun ve sakin bir duyguyu içerir.” (Sosyoloji Tarihi)
- Wittgenstein’a göre kural, yaptırıcı gücü kendinden menkul ve olası tüm tatbik biçimlerini de yine kendinde barındıran dışsal ve mekanik bir “takip emri” veya tazyik değildir. Diğer taraftan, tam tersinden gidersek, bir kuralla tatbiki arasına her zaman için bir failin yorumunun girdiği, yani her kural tatbikinin bir yorum olduğu iddiası da yine Wittgenstein’a göre şu paradoksa götürecektir: “Her eylem biçimi kuralla ilişkilendirilebildiği ölçüde, bir kural hiçbir eylem biçimini belirleyemez [. . .] Eğer her şey kuralla ilişkilendirilebilirse, her şey bu kuralın tersini de ifade edebilir. Ve dolayısıyla burada ne mutabakat ne de çelişki söz konusu olacaktır.”57 O halde ne bir yorum ne de takibini bize kendinden dayatan bir tazyiktir kurala uymak; sadece ve sadece pratiktir, toplumsal manada paylaşılan ve kabul gören uygulamanın kendisidir, bir topluluk veya grupta tesis edilmiş usullere uygunluktur.58 Eğer böyleyse, dilsel bir kuraldan, bir şehir planına, herhangi bir trafik işaretinden, toplumsal bir norma, tüm bu farklı pratik ve usuller bizim üzerimizdeki güçlerini nereden almaktadırlar? Wittgenstein’ın cevabı işte tam da burada “kuralın antropolojisine” ulaştırır bizi: Kurala itaat kuralın kendisinden kaynaklanmaz ; kurala uymalı mıyım (amir hüküm olarak kural) veya kurala uymak istiyor muyum (bir oyunu tesis eden konvansiyon olarak kural) sorusu, esasen, kuralın ve daha da ötesinde tüm bir oyunun dayandığı ve tamamıyla toplumsal olan normatif tammlamalara ve otoriteye ilişkin bir sorudur. (Burada Ne Oluyor?)
- 1967 de Guy Debord’un Gösteri Toplumu20 adlı eserinde yazdığı gibi, yaşamın gösterisini tüket mekteyiz. Televizyon yaşamın ve benliğimizin elimizden alınışı nın benimsenmesinden başka bir şey değil. Artık gerçeğin içinde değiliz, olması gerekenin gösterisiyle baş başayız. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- ... Bir ölümlünün kutsal bir metinle yapabileceği en iyi şey yanlış anlamadır. (Burada Ne Oluyor?)
- Her canlının kendi varlığını sürdürme mücadelesinin en gülünç tarafı, belki de arzuladığı nesne tarafından kolayca öldürülebilmesidir. Alabalığı olta iğnesi, fareyi peynir tuzağa düşürür. Ancak, bu canlıların en azından yemi ve peyniri yiyecek olarak görmek gibi bir mazeretleri vardır, insanoğlunun pek böyle bir tesellisi olmayıp yaşamını alt üst eden günahlar çoğunlukla zayıflıktan başka bir şey değildir, örneğin hiç kimse alkol almak zorunda değildir. Eğlencelerinden birinin denetimini kaybettiği anın bilincine varmak, yaşamlarımızın en önemli meydan okumalarından biridir. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Durmaksızın sınırlarını aşmak, gittikçe daha ötelere gitmek. Bu da sonuçta bir tür intihar girişimidir. Bu etkinlikler kış olimpiyat oyunlarında da gerçekleştiriliyor. Yarışmaların amacı kayakla akrobasi gösterileri yapmak, bu da kırıklara ve diğer travmalara yol açıyor. Ne var ki bugün, bütün spor etkinleri şiddette, çatışmada aşırıya kaçmış durumda. Daha hızlı, daha yukarı, daha güçlü: Citius, altius, fortius. Olimpiyat oyunlarının sloganı böyledir. Rekorlar kitabının bütün ideolojisi aşırı uç etkinliklere yol açmaktadır. Düşünce kendi ölümüyle karşılaşmaktır, zira en uç sınır ölümdür. Bunu, ölümcül riski yücelten günümüzün toplumuyla ilişkilendirebiliriz. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Üniversite, sürekli yenilenen ve kılı kırk yaran akademik atama ve yükseltme kriterleri ile kendi "evrensel" hususiyetini tesis edermiş gibi gözükürken yine aynı zamanda rektör ve onun siyasi hamilerinin yakın gözetimi altında eş-dost-ve-akrabalardan müteşekkil ufak bir aile sıcaklığı da yaşatabilir. (Burada Ne Oluyor?)
- İnsansızlaştırılmış olanın yeniden insanlaştırılmasına girişmek dokunaklı bir durum. Araçsızlaştırılmış alanlarla birlik te, eskiden agorada ve köy meydanında buluşulan bir yer olarak mahalle pazarı etrafında bir zamanlar var olan toplumsallaşma alanının yeniden yaratıldığına inandırmak istiyorlar. Bugün, güvenlik saplantılı, elektrik tabancalarıyla (taser)1' donatılmış, evsizleri kovalayan bir belediye zabıtasının kimi zaman cirit attığı alışveriş galerileri var. Artık var olmayan bir şeyi yeniden yaratma girişimi, bireylerin seçimine değil bir gösteriye dayanıyor. Yayalara ayrılmış bu sokaklar tabelalarla, ticaret zincirleriyle dolu. Her şey sahte. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Televizyon görüntüsü çifte etkiye sahip. Hipnotize eden bir etkisi var. Uyuşukluğa itiyor, izleyicisini uyutuyor, zira ke sintisiz olarak akan bir görüntü var. Psikolojik, neredeyse biyolojik bir biçimde inceleyebiliriz bu görüntü akışını. Görüntüler birbirini kovalıyor. Bu, bir güçsüzlük yaratıyor, görüntülerin içerikleri hiçbir zaman gerçekten belirlenemiyor. Sinemada ve televizyonda bilginin % 90’ı kaybediliyor. Görsel-işitsel tasarım da devasa bir kayıp söz konusudur. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Bir kamera bizi dünyanın gidemediğimiz yerlerine götürüyor. İzlemek hiçbir şeyin bize di- renmediği duygusunu uyandırıyor bizde. Bu güç duygusu bir güçsüzlük gizliyor geride, varlıklar gerçek dışı, zira onlarla hiçbir ilişkimiz yok. (Eğlendirerek Hükmetmek)
- Birey, en ufak bir düşünümsellikten yoksun, yani davranış kodları seviyesinde neyi içselleştirdiğinin veya yaptığının farkında olmayan, Garfinkel'in nefis ifadesiyle "kültürel ahmak" değildir. Kültürel evren, ne bir grubun (veya halkın) ruhu ne de bu yöndeki yarı psikanalist yarı kültüralist nedensellik zincirlerinin dehlizidir. Sadece bir sinyalizasyon sistemidir ve her sinyal sistemi gibi zıtlıkları ve ikilikleri ile beraber vardır. (Burada Ne Oluyor?)