Samih Nafiz Tansu kimdir? Samih Nafiz Tansu kitapları ve sözleri

BİYOGRAFİ

Türk Tarihçi, Yazar, Gazeteci ve Öğretmen Samih Nafiz Tansu hayatı araştırılıyor. Peki Samih Nafiz Tansu kimdir? Samih Nafiz Tansu aslen nerelidir? Samih Nafiz Tansu ne zaman, nerede doğdu? Samih Nafiz Tansu hayatta mı? İşte Samih Nafiz Tansu hayatı... Samih Nafiz Tansu yaşıyor mu? Samih Nafiz Tansu ne zaman, nerede öldü?

Türk Tarihçi, Yazar, Gazeteci ve Öğretmen Samih Nafiz Tansu edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Samih Nafiz Tansu hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Samih Nafiz Tansu hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Samih Nafiz Tansu hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...

Doğum Tarihi: 6 Şubat 1906

Doğum Yeri: Köprülü, Makedonya

Ölüm Tarihi: 1976

Ölüm Yeri: İstanbul, Türkiye

Samih Nafiz Tansu kimdir?

Gazeteci, yazar ve eğitimci Sami Nafiz Tansu 6 Şubat 1906'da Köprülü / Makedonya'da doğdu. Balkan Savaşı'ndan sonra ailesi İstanbul'a göç etti. Öğrenimine, Üsküdar-Paşakapısı'ndaki Fıstıklı İlkokulunda başladı. Daha sonra İstanbul Sultanisi'ne geçti. İlk, orta ve lise öğrenimini orada yaparak 1925 yılında mezun oldu. İstanbul Darülfünun Edebiyat ve Hukuk şubelerine aynı zamanda devam etti. Tarih-Coğrafya Bölümü sınavını verdi ve 1928'de Hukuk Şubesinden mezun oldu. Öğretmenliğe İzmir Muallim Mektebinde başladı. Sonra Ankara Lisesi'ne tarih öğretmeni ve müdür yardımcısı oldu. 1934'te İstanbul Kabataş Lisesi'ne nakledildi ve aynı zamanda Boğaziçi Lisesi'nde ders verdi. İzmir'e bulunduğu yıllarda Vakit ve Son Saat gazetelerinin İzmir muhabirliğini yaptı. Çalışmalarını Ankara'da muhabirlik ve yazarlık yaparak sürdürdü. İstanbul'a dönünce Tasvir-i Efkar, Vatan ve sonra Cumhuriyet gazetelerinde çalıştı. Milli Eğitim Bakanlığı onu, sanat tarihi alanında uzmanlık eğitimi alması için İtalya'ya Roma Üniversitesine gönderdi. 1947'den 1949'a kadar iki yıl Roma Üniversitesinde yüksek lisans yaptı. 1949-51'e kadar da sanat tarihi doktorası sınıflarına devam etti. İtalya'da iken Cumhuriyet'in Roma muhabirliğini de yaptı.Yurda dönüşünde Galatasaray Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. Çeşitli fırsatlardan faydalanarak Avrupa'nın hemen her tarafını gezip gördü. Son yıllarında Rusya'ya ve Japonya'ya gitti. Bu gezi izlenimleri ile çeşitli yazıları sırasıyla Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Sabah, Dünya, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde çıktı. Samih Nafiz Tansu 1976 yılında İstanbul'da öldü.

Samih Nafiz Tansu Kitapları - Eserleri

  • İttihat Ve Terakki
  • İki Devrin Perde Arkası
  • Şeyh Şamil
  • İttihad ve Terakki İçinde Dönenler
  • Madalyonun Tersi
  • Romanofların Sonu
  • Emir Süleyman

Samih Nafiz Tansu Alıntıları - Sözleri

  • Nihayet 1915 senesi 6-7-8 Ağustos günlerinin kahramanlık destanları,19.Tümen Komutanı Mustafa Kemal'in Conkbayırı'nda,Anafartalar'da,Seddülbahir'de kazandığı sürekli ve birbirini tamamlayıcı zaferlerini dünyaya ilan etmişti.Düşmanın Anzak birlikleri işte buralardan denize dökülmüş,Türk askerinin, -''Allah Allah'' sesleri,uzak dağlardan denizlere doğru akisler bırakmıştı. (İttihat Ve Terakki)
  • Osmanlı İmparatorluğu'nun bir ucunda Yemen isyanları, diğer bir ucunda Arnavutluk hadiseleri ve Makedonya meseleleri müzmin bir hal almışken ve başta saray olmak üzere Osmanlı Devleti bunlarla başa çıkamazken, İstanbul sanki bütün bu meselelerden uzak yabancı bir diyarmış gibi zevk ve sefasında berdevamdı. Abdülhamid'in sarayı, onun etrafını çevirmiş sömürmekte bulunan aristokrat tabakası, anayurdun davalarını bigane, başka bir alemde yaşıyor, ona herşey hakikatten uzak görünüyordu. (Ödemişli Mülazım Nazım Bey) (İttihat Ve Terakki)
  • Hele Talat Paşa 'nın, Abdulhamit 'in cenazesinde gözlerinden yaş gelecek derecede ağlaması da göstermişti ki, İttihat ve Terakkiciler her şeye rağmen Sultan Abdulhamit 'in büyük bir devlet adamı olduğunu kabul etmişlerdi. (İttihat Ve Terakki)
  • Türkler, dindar oldukları kadar, belki de ondan daha fazla vatanseverdiler. Tarihin hiç bir döneminde ve Türklerin kurduğu hiçbir devlette dinsel duygular Türklere milli benliklerini unutturmamıştır. (İki Devrin Perde Arkası)
  • .... son kurşuna kadar kahramanca dövüşen Türk erleri, bu Türk subayları, imparatorluğun can alacak bir mıntıkasında vatanları için canlarını feda etmekten zerre kadar tereddüt duymuyordu. Bu meçhul kahramanların maalesef ne bir tarihi şimdiye kadar yazılmış, ne de onlar için bir abide dikilmiştir. Rumeli'nin Türk milletine neye mal olduğunu, ne fedakarlıklar pahasına müdafaa edildiğini ve ne feci bir harpten, Balkan Harbi'nden sonra nasıl elden çıktığını bilmek, her Türk genci için şüphe yok ki vatan vazifesidir. (İttihat Ve Terakki)
  • ..... Fakat Türk askerinin tarihte yapamadığı hiçbir emir gösterilemezdi. O, tam bir mutavaatla kendisine verilen emri, hemde son noktasına kadar, her şeye rağmen yerine getirmişti. (İttihat Ve Terakki)
  • Ya İstiklal Ya Ölüm! (Şeyh Şamil)
  • Ah, yaşamak ne güzel bir şeydi. (Şeyh Şamil)
  • Düşün ki yüzbaşı, saltanat makamımıza bu iki Yahudi, rüşvet verme cesaretinde bulunmuşlardı. ‘Terk edin burayı, vatan parayla satılmaz’ diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!” (İki Devrin Perde Arkası)
  • Talât Bey arkadaşları ikinci bir içtimaa ikna etmiş ve Emin Bese'nin evinde toplanmışlardı. Bu defa söz sahibi yakışıklı kurmay subayı Enver Bey'indi. - Arkadaşlar dedi, geçen seferki toplantıda verdiğimiz kararı hiç beğenmedim. Size şu kadarını sormak isterim. Memleketin mukadderatını şayed bu hükümetin kurtaracağına emin iseniz mesele yoktur. O zaman dedikoduya lüzum yok, dağılalım. Yok bunun aksi fikrinde iseniz derhal çaresine bakalım! Hükümeti devirelim!.. Meclistekilerin hemen hepsi bir ağızdan: - Hükümete itimadımız yoktur! diye bağırmışlardı. Enver Bey sevinçli bir yüz, parlayan gözleriyle cevap verdi: - O hâlde ne duruyoruz, arkadaşlar, yarından tezi yok iş başına!.. Toplantıdakîlerin biri sormuştu: - Bunu kim yapacak, hükümeti kim devirecek!.. Enver Bey derhal atılarak: - Sadık ve azimli arkadaşlarımla beraber ben!.. (İttihat Ve Terakki)
  • Ben seni çok seviyorum. (Şeyh Şamil)
  • Veliaht Yusuf İzzettin Efendi, Enver Paşa’nın damat olmasına sert bir şekilde karşı çıkmıştı. Abdülhamit burada durmuş, Enver Paşa’nın yüzüne bakmış, onun dikkatle kendisini dinlediğini görünce sözüne devam etmişti. “Oğlum Enver, otuz üç sene saltanat sürdüm, padişahlığım süresince bireyin özgürlüğüne, kişiliğine daima saygılı oldum. Fakat herkesin gönlünce bir özgürlüğü, gelişigüzel bir serbestliği de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele basında çok geçerli olan açık saçık resim ve yazılara, sinsi düşüncelerin egemen olmasına asla izin vermedim. Milli değerlerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların uygarlığına daima saygı duydum. Fakat Hristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa yeğlemedim ve üstün tarafını da görmedim. Başkalarını gelişigüzel taklit etmekten hoşlanmam. Ustalık bu uygarlığı kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu uygarlığın iyi yönlerini sarayıma getirdim. Yıldız’da cuma ve pazartesi geceleri temsiller, konserler verilmesini emretmiştim. Batının sanatçılarını bizzat sarayda hem izledim, hem de müziklerini dinledim. Bu toplantılara haremi, sultanları, damatları, hatta haremağalarımla kalfalarımı dahi davet ettim. Ben de güldüm, onlar da güldüler; ben de dinledim, onlar da dinlediler, izlediler, neşelendiler veya hüzünlendiler. Amacım saray, halka örnek olsun, batının gelişmesi yukarıdan aşağıya ülkeye kontrollü girsin diyeydi. Dileğim Rumeli ve Anadolu halkının sosyal hayatının gelişmesini sağlamaktı. Padişah olarak bu ülkenin tarihinde ilk Vekiller Meclisi’ni ben açtırdım. Fakat milletvekillerinin yeter derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce, aynı Meclis’i ben kapattırdım. Bilir misin ki Meclis-i Mebusan’ın verdiği savaş ilanı kararı bize neye mal oldu? Bu Rus savaşı yüzünden tüm Balkanlar’ı, Rumeli’yi kaybettik. Bu kararı hiç beğenmedim. Fakat önleyemedim. Mithat Paşa bu konuda çok dayatmıştı. Savaşın korkunç sonuçlarını çabuk gördüm. Plevne’nin şanlı savunmasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen yenildik. Rus orduları Ayastefanos’a kadar geldiler. Su baylar İstanbul’a girdi ve bize onursuz bir antlaşma imza ettirdiler. Bunu imzalarken Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Saffet Paşa’nın hüngür hüngür ağladığını işittiğim zaman son derece kederlenmiştim. Şimdi sizler de bir savaşa girmiş bulunuyorsunuz. Bu da acele olmuş, duygusal davranılarak ülke tehlikeye atılmıştır. İnşallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve onurlu sonuçlanır. Fakat Allah korusun yıkımla biterse ister misiniz ki bu da bize bir Anadolu’ya mal olsun, o zaman elimizde ne kalır damat?” Enver Paşa’yı derin bir düşünce almıştı. Abdülhamit Kızıl Sultan, zalim padişahtı, söylediklerini kısmen kendisini temize çıkarmak gayretiyle değiştiriyor, atlıyor, bazı gerçekleri değiştiriyordu. Fakat uzakları pekala görüyordu. Padişahın sözleri asla yabana atılamazdı. Abdülhamit tekrar sözüne devam etti: “Hareket Ordusuyla İstanbul üzerine yürüdünüz, başardınız, şehri ele geçirdiniz, saraya kadar dayandınız, beni tahttan indirdiniz, hepsi güzel. Unutmayınız ki emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerin bildirmiştim. Eğer bir direniş görseydiniz bu size çok pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Önlemlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar. Üstelik 31 Mart Olayı’nı benden bildiler. Hâlbuki bu olayla hiçbir ilgim yoktu. Ayaklananları kışkırtanlar elbette vardı. Fakat bunlar asla saraya bağlı kimseler değillerdi. Her dönemde devletin düşmanları olacaktır. Bunları araştırmaksızın, kanıtsız ve asılsız suçlamalarla herkese bulaştırmak vicdani bir hareket değildir. Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı bildirmekle görevlendirilen bir kurula katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasu’dur. Bu Yahudi’yi ne diye karşıma çıkardınız? Bununla hilafet makamı ve saltanatı elin Yahudi’sine aşağılattınız. Selanik’te bir Mason locasının büyük üstadı olan bu kişi ile Hazreti Peygamber’den beri el üstünde tutula gelen hilafet, sonuçta bir Yahudi’nin bildirmesiyle yüce Osmanlı hanedanının elinden alınmış oldu, övünebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve rahat içindesin, geleceğin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir öğüt vereyim: ‘Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!’ Dikkat et! Allah yolunu açık etsin! Allah millete, devlete yok olmayı göstermesin!” (İki Devrin Perde Arkası)
  • “Allah bir yerde bir çöküntü göstermesin. İlk önce dostlar yağmacılıkta, nankörlükte o kadar ileri gider ki, düşmanlar bile hayran kalır.” Sultan Abdülhamit Han (Madalyonun Tersi)
  • ....Konfüçyüs'un şu sözünü hatırlayalım: -Siyaset bir eve saadet getirmez ! (İttihat Ve Terakki)
  • Nâzım Paşa odalarından fırlamışlardı. Nâzım Paşa, Enver’i görünce şaşırmış ve “Bu ne cesaret, burada ne arıyorsunuz asi herifler” diye bağırmaya başlamıştı. Enver, paşayı selâmlamış ve “Vatanı satanlara ordu izin vermeyecektir” demişti. İşte tam bu sırada, yanında duran Yakup Cemil kolunu paşanın arkasından çevirip sağ şakağına tabancayı yaklaştırarak onu vurmuş ve yere sermişti. Enver öfkeyle, “Eyvah, ne yaptınız, bu cinayete ne gerek vardı?” diye bağırınca, hâlâ tabancasından duman çıkan Yakup Cemil, Nâzım Paşa’ya bir kurşun daha sıkarak, “Bu herife lâf anlatılır mı?” diye cevap vermişti. (İki Devrin Perde Arkası)
  • Talat Paşa, nasıl bir insan olduğunu özellikle Abdülhamit’in ölümünde göstermişti. O da herkes gibi tahttan düşmüş hükümdarın cenazesinde bulunmuştu. Cenaze denizden Beylerbeyi Sarayı’ndan alınarak Sarayburnu’na ve oradan Topkapı Sarayı’na getirilmişti. Cenaze alayı, hocaların tekbirleriyle kaldırılmış ve Sultan Mahmut Türbesi’ne getirilmişti. Tabutun üstünde kıymetli sırma işlemeli Ayet-i Kerime yazılı yeşil bir atlas örtü vardı. Elmas taşlı bir kuşakla bağlıydı. Cenazenin arkasında saygıyla yürüyen Talat Paşa, Sultan Mahmut Türbesi’nin köşesini dönerken dayanamamış, sağ elini yüzüne kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. (İki Devrin Perde Arkası)
  • Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sultan Hamit, Beylerbeyi Sarayı’nda koruma altında bulundurulduğu sıralarda, Enver Paşa birkaç defa ziyaretine gittiği halde Talat Paşa buna gerek görmemiş ve tahttan indirilmiş hükümdarın yakınına bile uğramamıştı. Fakat Abdülhamit’in hastalandığını ve hastalığının ağırlaştığını haber aldığı zaman telaşa düşmüş ve yanındakilere: “Ben Abdülhamit’in dostu değilim, fakat şunu da açıkça söylemeliyim ki o, Avrupa siyasetinde büyük bir deneyim sahibiydi, hatta bazı hükümdarlarla, diplomatlar üzerinde önemli etkileri de vardı, yazık, bir gün bizim işimize yarayabilirdi” demişti. (İki Devrin Perde Arkası)
  • Hayatta hiçbir şey,ne şöhret,ne servet,ne güzellik,ne huzur hiçbir şey devamlı kalmıyor,hayat baştan başa bir rüya... Müslümanların güzel bir sözü var, Allah alnımıza güzel yazı yazmış olsun!'diyelim ve vatanımıza,milletimize,devletimize mutlu günler ve başarılar ihsan etsin dileğinde bulunalım. (Madalyonun Tersi)
  • Abdülhamit saltanatı süresince daima kuruntu ve korku içinde yaşamış, özgürlüğün gelişmesini isteyenlerden ve özgürlük sözcüğünden son derece ürkmüştü. Tahttan indirilme olasılığı onun en çok düşündüğü, son derece yıldığı bir durumdu. Yıllarca hafiyeleri, sadık köleleri ona memleketi hep başka türlü göstermiş ve tanıtmışlardı. Yalnız kendi çıkarlarını düşünmüşler ve padişahı kendileri için geçim aracı olarak görmüşlerdi. Abdülhamit, bir hafiye ve körü körüne bağlı insanlar çemberi içinde güya rahat yaşayacağına inanmıştı. Hepsine durmadan paralar yedirmiş, bağışlar dağıtmıştı. Fakat sonunda neticeyi hiçbir şey değiştirmemişti. 31 Mart’a rağmen nihayet Hareket Ordusu İstanbul’a gelmiş, sokak çatışmaları yapılmış, ne Taşkışla’daki askerler, ne Beşiktaş’a giden yolları tutan karakol, ne emrindeki ünlü paşalar ve hafiyeler, ne de yıllarca ekmeğini yiyen kulları, tahttan indirilmesine engel olmuşlardı. Abdülhamit, 33 sene saltanattan sonra korktuğuna uğramıştı. Harbiye Nezareti’nden atılan topları duyuyor, Taşkışla’nın bombardımanı onu titretiyordu. Halkın neşeli, sevinçli sesi, ta saraya kadar yankılanıyordu. Hele gece olup da İstanbul’un donandığını, göklere yükselen havaî fişeklerin manzarasını gördüğü zaman çok üzülmüştü. “Bu insanlar” demişti, “vaktiyle benim cülusumu da böyle karşılamışlar, o kadar sevinmişlerdi.” (İki Devrin Perde Arkası)
  • Esasen Sait Halim Paşa, İngiliz elçisiyle mektuplaşıyordu. İngiliz elçisinin dostça, bize bu felâkette tarafsız kalmamızı öneren satırları sadrazamın kafasında yer etmişti. O da samimi olarak bunların doğruluğunu onaylıyordu. Ne Dâhiliye Nazırı Talat Bey’de, ne de Cemal Paşa’da, herhangi bir savaşa girme heves ve arzusu asla yoktu. Enver Paşa da, haberi duyduğu zaman son derece sinirlenmişti. Bizim emrimizde fakat kendi ülkesine yararlı olmaya çalışan Alman Amirali Soşon Paşa, bu oldubittiyi kasıtlı olarak yapmıştı. Anılarında bunu açıkça belirtmişti: “Bu bombardımanı yapmaya zorunluydum. Ötede vatandaşlarım kan ve ateş içinde ana vatanı korurken, ben burada, Bosfor’un (İstanbul Boğazı) mavi sularına, güzel mehtaplarına bakarak koskoca savaş yıllarını elbet boş geçiremezdim. Benim yapacağım ana vatanın yükünü hafifletmekti, işte o da bu şekilde yapılırdı, Türkleri yanı başımızda savaşa zorlamakla olurdu” demişti. Gerçek o ki seferberliğin ilanı, bütün bir ülkenin her köşesinde sevinç uyandırmıştı. Çünkü savaş atalarımızın eskiden beri düşmanı olan Ruslarla başlıyordu, buna sevinmeyecek bir Türk düşünülemezdi. (İki Devrin Perde Arkası)