Yağmur Atsız kimdir? Yağmur Atsız kitapları ve sözleri
Yazar,Şair Yağmur Atsız hayatı araştırılıyor. Peki Yağmur Atsız kimdir? Yağmur Atsız aslen nerelidir? Yağmur Atsız ne zaman, nerede doğdu? Yağmur Atsız hayatta mı? İşte Yağmur Atsız hayatı...
Yazar,Şair Yağmur Atsız edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Yağmur Atsız hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Yağmur Atsız hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Yağmur Atsız hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...Doğum Tarihi:
Doğum Yeri: 4 Kasım 1939
Yağmur Atsız kimdir?
Yağmur Atsız (d. 4 Kasım 1939, İstanbul), Türk yazar, şair, gazeteci. Tarihçi, yazar, şair Nihal Atsız'ın oğlu, Türkolog Buğra Atsız'ın ağabeyidir.
Haydarpaşa Lisesi'nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne başladı. Daha sonra Almanya'ya giderekBonn Üniversitesi'nde öğrenim gördü. 1967'de buradan mezun olduktan sonra bir süre Türkiye'de Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'nde görev yaptı. 1971'de Almanya'ya geri dönen Atsız, televizyon ve radyo kurumlarında film yapımcılığı ve politika yorumculuğu yaptı. 1977'den itibaren iki yıl boyunca Bonn Büyükelçiliği'nde basın danışmanlığı görevinde bulundu. Nokta, Pazar Postası, Yeni Yüzyıl,Milliyet, Tercüman, Maya, Türk Edebiyatı gibi gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Hâlen Star gazetesinde yazmaya devam etmektedi.
Yağmur Atsız Kitapları - Eserleri
- Bütün Şiirleri
- Ömrümün İlk 65 Yılı
- Faniler ve Zebaniler
- Bloknot
- Yaşasın Arsene Lupin
- Cervantes İnebahtı'nın Tek Kollusu
- Yeni Dünya Düzeni
Yağmur Atsız Alıntıları - Sözleri
- Gelirken İstanbul'dan ne istersin? diye sordun Bana kadınlarımızın kahkahasını getir! (Faniler ve Zebaniler)
- Aşk bir mazerettir. (Bütün Şiirleri)
- Sanki suçsuzluktan sanıktık (Faniler ve Zebaniler)
- Sen herşeyi ama herşeyi biriktirip Sonra hiç birşeyi bulamayan adam (Faniler ve Zebaniler)
- 1950'ler İstanbul'u rengârengdi. Ama nedense bir "ebrû" olmanın bilincini kaybedip kendini bir "mozayik sanma cehâletine yuvarlanmışdı. Bir mozayik kompozisyonunda taşları her zaman söküp yerine başkalarını yerleşdirebilirsiniz. Ama bir "ebrů" öyle değildir, değişdirmek istediğiniz an bütünü mahvedersiniz. Varak yırtılır.. (Ömrümün İlk 65 Yılı)
- Orhan Amca'yla Atsız '' Dünya Güzeli'' Neşvet Hanım için, o sıralar Yahyâ Kemâl Bey'in dillere destân olan ''Mehlikaa Sultan'' adlı şiirinden esinlenerek bir nazire yazmışlar. Bilirsiniz ki o şiirin ojinali şöyle başlar: Mehlikaa Sultan'a âşık yedi genç Gece şehrin kapısından çıkdı Mehlikaa Sultan'a âşık yedi genç Karasevdâlı birer âşıkdı. Nazire'nin ilk dörtlüğü hâlâ ezberimdedir: Sarışın Neşvet'e âşık iki genç Gece şehrin kapısından çıkdı Sarışın Neşvet'e âşık iki genç Sarı sevdâlı birer âşıkdı. ... Orjinali şöyle gider: Bir hayâlet gibi Dünya Güzeli Girdiğinden beri rü'yâlarına Hepsi meshûr, o muammâ güzeli Gitdiler görmeğe Kaf Dağlarına. Nazire'de gaalibâ şöyleydi: Bir üzüm salkımı şeklinde o kız Girdiğinden beri rü'yâlarına Ediyor içleri cız-cız-cız-cız Sanki kar yağdı bütün dağlarına... (Orhan Amca: Orhan Şaik Gökyay Neşvet Hanım: Ediz Hun'un annesi) (Ömrümün İlk 65 Yılı)
- Annem anlatdığına göre bu Dr. Sezâi Bedreddin Bey'e doğumdan sonra sormuş: -Aman, Doktor Bey, oğlum inşallah karışmaz marışmaz... Hekim, bütün bebekler gibi doğum ertesi maymun benzeri buruşuk ve kıllı yaratığı ayak bileklerinden bir kere daha tutup kaldırarak Anneme göstermiş: -Hanımefendi, şunu kim alır zannediyorsunuz? Çok nüktedan bir adamdı... Sonra -nedendir bilinmez- intihar etdi... İstanbul'un böyledir bahârı Bir nükte kılar her intihârı... (Ömrümün İlk 65 Yılı)
- Çünkü şiir hiç aceleye gelmez.. (Bütün Şiirleri)
- Atsız’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’i tutduğunu çok kimse bilir de savaşdan sonra ona uzun süre yataklık ettiğini ve “Führer”in bu sayede güvenlik kuvvetlerinin, en önemlisi “Galip Müttefikler”in eline geçmekten kurtulduğunu bilen pek yoktur. Artık Mumaileyh hayatta olmadığı ve cürüm unsuru da zaten zaman aşımına uğradığına nazaran bu hususa ilişkin gerçeği ifşa etmekte bir sakınca görmüyorum. Amacım müstakbel tarihçilere, araştırmacılara muavenet (…) Hadisenin perde arkası şudur: Belki bilirsiniz ki Nazi Almanya’sı 1945 yılı Mayıs’ında kayıdsız-şartsız teslim olduğu sırada Atsız İstanbul’da tutukluydu… O zamanki deyişle “mevkuf” (…) Şöyle veya böyle, Atsız “mevkufiyetden avdeti’nde tam bir kaosla yüz yüze kalmıştır. Merhum, ruh gibi arkadaşı Adolf’ün akıbetinden endişe ediyordu. 1946 yılı başlarında dolaşan rivayetlere göre gerçi Atsız’ın can-ciğer-kuzu-sarması ahbabı belki Berlin düşerken intihar etmişti ama bu da kesin değildi. Üstelik ayrılırken işleri kime devretmişti. (…) Neyse, Atsız avdet ettikten sonra bizim okulda yeni bir “cemiyet oyunu” türedi: “Salonda at yarışı” yahut “Kızma- Birader!” gibi Atsız’a laf dokundurma müsabakası… “Muhatap” da bacak kadar boyumla ben… İleri-geri neler söylendiğini burada tekrar etmem gereksiz. Ama her hal ve karda rahatsızlık duyuyor ve kendimi sosyal bakımdan aşağılanmış, “declasse” hissediyordum. Bunu Atsız’a da anlattım. Altı-yedi yaşlarında bir çocukdum. Atsız bana önce -sonradan klasik reçetesi olarak tesbit ettiğim ve kendisine bile yaramadığını bizzat itiraf ettiği- o hoş fakat boş “aldırmamakla mukavemet” tedbirini tavsiye etdi. Ama iğnelemeler ve laf dokundurmaların ardı arkası kesilmeyince bir ikindi üzeri kütübhanede beni yanına çekip bir “contre-attaque” bir “karşı taarruz” planı açıkladı. Buna göre ertesi gün teneffüslerden birinde en samimi olduğum arkadaşımı bir kenara çekip ağzından yemin alarak, yani ser verip sır vermeyecek şekilde, ona Atsız’ın bizim tavanarasında Hitler’i sakladığı ‘sırrı’nı tevdi edecektim. Atsız ilave etdi: “Ama sadece en güvendiğin tek bir kişiye söyleyeceksin!” Ben ertesi günü bu tavsiyeyi, daha doğrusu direktifi, sahiden yerine getirdim. O sıralar, eğer yanlış hatırlamıyorsam, öğleden önce 20 dakikalık uzunca bir teneffüsümüz vardı. O ara en güvendiğim sınıf arkadaşımı bir köşeye çekdim. Aile efradı arasında bir sürü diplomat ve sair Mülkiyeli bulunan bir seçkin zümre çocuğuydu. (…) Aldığım talimat mucibince ona önce tumturaklı bir yemin ettirdim. “İki gözüm önüme aksın!” veya “Annemin ölüsünü göreyim ki…” kabilinden bir şey… Ardından sırrımı faşetdim: “Babam Hitler’i bizim tavan arasında saklıyor. Ama bak, kimseye söylemeyeceksin. Yoksa başımıza büyük belalar gelebilir.” Sırdaşım çok heyecanlandı. Hitler’in nasıl bir adam olduğu, hangi yemeklerden hoşlandığı gibi konularda bir alay soru sordu. Fakat ben talimatlı olduğum için buraları meskût geçdim. Üç gün sonra, bir Pazar günüydü ve onun için hepimiz evdeydik, saat ikindi üzeri evimizin kapısı önünde iki siyah otomobil durdu. 1946 yılının Maltepesi’ni bilenler hatırlayacaklardır ki o sıralar bu “sayfiye semti’nde otomobil, adeta Taksim Meydanı’na inmiş bir uzay aracı kadar beklenmedik bir hadiseydi. Hafta içi Bağdat Caddesi’nden Kartal veya Kadıköy istikametine günde belki iki taraflı 20-30 motorlu taşıt ya geçer ya geçmezdi. Bizim evin bulunduğu Şeyhülislam Feyzullah Efendi Caddesi’nin doğuya bakan yakasında, yani Dragos tarafında bir dere akardı. 300 metre ilerisinde Ayazma Deresi yahut Gülsuyu… Arası bakla tarlası. O iki siyah arabadan kravatlı ve takım elbiseli beş altı şahıs indi. Siyasi Şube’den geliyorlarmış. Şöyle bir muhavereyi hayal-meyal hatırlıyorum: -Efendim, Nihal Atsız Beyefendi’yle mi teşerrüf ediyorum? -Estağfurullah, benim, Efendim. -Beyefendi, Adolf Hitler adlı biri hakkında görüşmek istiyoruz. Acaba misafiriniz mi? -Hayır, ne münasebet? -Efendim, evinizin tavan arasında barınıyormuş… -Hiç dikkatimi çekmedi. Lakin bizzat kontrol etmek isterseniz, buyurunuz! Bizim Maltepe’deki ev iki katlıydı. Üst katdaki tuvaletin tavanında ise -gerekirse çatı onarımları vs. için- yukarıya bir kapı vardı. Evin gerçekden bir çatıarası mevcuddu ama en yüksek yerinde orta boylu bir insanın ancak hafifçe kamburunu çıkararak dolaşabileceği yükseklikte… Tozlu bir yer… Gerekirse merdivenaltı yahut arka bahçedeki vaktiyle at ahırı olan kömürlükten alınan merdivenle dama çıkılırdı. “Siyasi Şube” mensubları bizim evi sıkı bir aramadan geçirdiler. Hatta bahçedeki sarnıca bile bakdılar. (Ömrümün İlk 65 Yılı)
- gözlerin nasıl bulanık gözlerin sisli bir orman saklı korkulardan sanık sanki kaçarkan vurulan (Faniler ve Zebaniler)
- ...Bedriye Hanım uykuyla uyanıklık arası kolan vurur ve Atsız, Roman'ın kahramanlarından Çalık'ın bir hikâyesini tasvir ederken Annem, kısa bir gaflet ânından sonra silkinip bağırıvermişdi: -Çalığı öldürürsen gözünü oyarım! Zavallı Çalık'a bu da pek kâr etmedi...Roman bitdiği vakit o koskoca, upuzun kalem bir kibrit çöpü gibi kalmıştı. Demin kalkıp bakdım. Bitiş tarihi olarak metnin sonuna şöyle yazmış: ''13 Nisan 1946, Saat. 21.00, Maltepe'' (Ömrümün İlk 65 Yılı)
- Bunun üzerine yüzbaşısı bu yiğit askeri on iki kişiyle birlikte bir refakat teknesine koyar. Orada Türkler'e karşı kahramanca vuruşan Cervantes muharebenin bitiminde ağır yaralıdır. Göğsünde iki kurşun yarası vardır. Sol eli de bir başka kurşun darbesiyle haşat olmuştur. Ona İşte bu yüzden "El Manco de Lepanto" ( İnebahtı tek kollusu lakabı takılır. (Cervantes İnebahtı'nın Tek Kollusu)
- . Doymaz ego demişdim... O ego son nefesine kadar da doymayacak emînim. Oysa buna ne ihtiyâcı vardı ki ve ne ihtiyâcı var? Gerçekten değerli eserler vermiş bir müzisyen, sempatik, nüktedan... Kimse ondan diploma miploma sormamışdır hiç... Zâten ülkemizde tahsilli olmadıkları halde sanat ve edebiyat alanlarında çok yüksek yerlere varmış insanlar az değildir... ''Autodidaktlar''... [...] Fakat psikolojik problemlerin mantıklı izahı mümkin değil tabii... Bu durumda ona ömrü boyunca süzümona en yakın arkadaşlarını harcarken aslında kendini harcadığını anlatmak da imkansız... Zülfü dendi mi ben 20 senedir dâimâ ''Cyrano de Bergerac''ın o hârikulâde ''Vedâ Tiradı''ından iki mısrâı hatırlarım: Rahmetlinin Cyrano de Bergerac'dı adı, Her şey olayım derken hiçbir şey olamadı. Ama arada çok önemli bir fark var: Cyrano vuruşarak yaşamış ve vuruşarak ölmüşdür. Zülfü'nün ise vuruşmakdan ödü patlar... Zülfü bir vak'adır... . (Ömrümün İlk 65 Yılı)
- Sanki bir ağacın kökünü kuruturcasına Seni söküp atmak istediler içimden aldırmadım. (Bütün Şiirleri)
- Yeniden doğmuş gibiyim. Dün akşam saat 19:50 sularında Ölmüş olduğumu bilmesem, Emin olunuz ki inanmazdım Bugün anlı-şanlı bir teneşir tahtasında Sıramın gelmesini beklediğime… (Dünya ne kadar da lime lime!) (Faniler ve Zebaniler)
- Cervantes'in "sıradan" kadınları hayatın ta orta yerinden fırlayıp Biz okuyucuların hayatına giriveren "etten kemikten" yaratıklardır. (Cervantes İnebahtı'nın Tek Kollusu)
- Sadece Don Quijote'de 600 kadar şahıs vardır. Bunlar, Rönesans sonları İspanyası'nın akla gelebilecek hemen her türlü mesleklerinden ve toplumsal katmanlarından gelme figürlerdir. (Cervantes İnebahtı'nın Tek Kollusu)
- Kimbilir Atsız'ın hayâtında en yakınlarının dahi bilmediği daha neler vardı? Gönül isterdi ki en azından gençler, onyıllardır doksandokuzluk tesbih çeker gibi "Atsız çok büyük adamdı!" demekden öteye pek de bir şey yapmayan ağabeylerinden farklı olarak kolları sıvayıp 'Acabâ Atsız gerçekden büyük adam mıydı ve öyle idiyse neden büyük adamdı?' sorusuna cevap arama zahmetine katlansınlar... (Ömrümün İlk 65 Yılı)
- Her şehir insanı biraz yaralar Terkederken anlayabildiğimiz kadar (Faniler ve Zebaniler)
- Atsız kendine " Her Devrin Menkûbu ” ibâreli bir kartvizit bastırarak dalgasını geçer olmuşdu . Gençler anlamaz . "menkûb" nekbete düşmüş, gözden ve mevkıyden düşmüş kimse demekdir. (Ömrümün İlk 65 Yılı)