Balıkçı ve Oğlu - Zülfü Livaneli Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Balıkçı ve Oğlu kimin eseri? Balıkçı ve Oğlu kitabının yazarı kimdir? Balıkçı ve Oğlu konusu ve anafikri nedir? Balıkçı ve Oğlu kitabı ne anlatıyor? Balıkçı ve Oğlu kitabının yazarı Zülfü Livaneli kimdir? İşte Balıkçı ve Oğlu kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: Zülfü Livaneli

Yayın Evi: İnkılap Kitabevi

İSBN: 9789751042125

Sayfa Sayısı: 140

Balıkçı ve Oğlu Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Toplumsal konulara duyarlılığı ile tanınan edebiyatçı ve fikir adamı Zülfü Livaneli, bu kez Ege balıkçılarının ve hayal kurmaktan bile mahrum bırakılan göçmenlerin kaderine eğiliyor. Usta edebiyatçı Livaneli, Balıkçı ve Oğlu ile son yılların en can yakıcı ve büyük dramı “göçmenliği” balıkçı Mustafa, Mesude ve Samir bebek üzerinden anlatıyor. O güne dek sıcak evlerinde televizyondan izledikleri haberlerden aşina oldukları ölü insan bedenleri ve yarı ölü bir bebek evliliklerinin tam ortasına düşerek bir bomba etkisi yaratıyor; aile ilişkilerini bambaşka bir çehreye büründürüyor. Balıkçı ve Oğlu, Ege’nin tarihinden bugününe, balık çiftliklerine ve rant hırsıyla dağlara, kıyılara saldıran şirketlerin yarattığı ekolojik yıkıma dair çok şey söylüyor. Bunun ötesinde göçmenlerin bir bilinmeze doğru göze aldıkları yolculuğu, hayatta kalma çabalarını ya da ölümü; kısacası “deryaya yakın, dünyadan uzak” yaşamlarını odağına alıyor. Livaneli’nin belki de en şiirsel romanı olan Balıkçı ve Oğlu; aile, aşk, ebeveynlik, evlat, kadın dayanışması, dostluk, göç, doğa üzerine çağdaş bir epope. Zülfü Livaneli’nin, uzun bir aradan sonra yazdığı ve heyecanla beklenen yeni romanı Balıkçı ve Oğlu, ustalıkla seçilen tasvirlerle okurun zihninde capcanlı bir anlatı oluşturuyor.

Balıkçı ve Oğlu Alıntıları - Sözleri

  • Çiçeğe dokunuşu çiçekten güzel.
  • " İnsanlığın her anlamda can çekiştiği bir noktadayız.! "
  • “Çiçeğe dokunuşu çiçekten güzel.”
  • Çözemediğin bir sorun olunca öyle yaparsın zaten. Ya uyursun ya kaçarsın.
  • Çözemediğin bir sorun olunca öyle yaparsın zaten. Ya uyursun ya kaçarsın.
  • "İnsanlığın her anlamda can çekiştiği bir noktadayız."
  • O incecik, zarif, hayal gibi görüntüsüyle yaseminlere elini uzatışına bakmış ve demişti ki “ Çiçeğe dokunuşu çiçekten güzel.”
  • İnsanlığın -her anlamda- can çekiştiği bir noktadayız.
  • ".. sanki başka birinin başından geçiyordu her şey kendisi de dışarıdan izliyordu."
  • "Çiçeğe dokunuşu çiçekten güzel."
  • Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı.
  • "Adına hayat, ölüm, sevda denilen garip şeyler üzerine düşündü."
  • Deniz ekmek kapısı, deniz hayat, deniz sevgili, deniz zalim, deniz suskun, deniz sevecen, deniz öfkeli.
  • Kadın kadını anladı, kadın kadını hissetti, kadın kadını sezdi.

Balıkçı ve Oğlu İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Livaneli, Mülteciler, KHK'lılar ve Meriç Nehri'nde Boğulan Çocuklar: Balıkçı ve Oğlu, Zülfü Livaneli'nin son romanı olarak birkaç ay önce piyasaya çıktı. Yayınevini değiştiren Zülfü Livaneli'nin yeni yayınevindeki ilk eseri idi.   Balıkçı ve Oğlu her ne kadar roman olarak adlandırılsa da bir uzun hikaye gibi değerlendirilmeli. İsmi ile çağrışım yaptığı Ernest Hemingway tarafından kaleme alınan İhtiyar Balıkçı ve Deniz hikayesini hem hatırlatan, hem de ona atıfta bulunan bir eser olarak göze çarpıyor. Ancak oradaki eserin herhangi bir sosyal kaygısı yahut meselesi yoktu. Burada ise bir balıkçının hikayesi üzerinden dünyanın son yıllardaki en önemli sorunlarından birisi durumunda olan mülteciler yahut düzensiz göçmenler meselesini bir ışık tutmaya çalışıyor. Bunu yaparken bir Ege köyünde yaşayan ve çoğunluğu denizle içli dışlı olan, balıkçılık yapan köylülerin çevre ile olan ilişkilerini de göz önünde tutuyor. Yani Livaneli sosyal meselelere duyarlığını bu defa Ege Denizi'ndeki düzensiz göçmenler yani mülteciler sorununun yanı sıra denizde, denizin kirlenmesi ve bu şekilde balon balığı adı verilen bir nevi kötü balıkların ve doğal akışın dışına çıkmış yaratıkların istilası ile karada ise kapitalist ve kötü insanların çevreyi talan etmelerini, para uğruna her şeyi yakıp yıkmalarını ele alıyor. Hatta roman sonundaki röportajında Moğol istilasında bile Anadolu'nun belki bu kadar zarar görmediğini belirtiyor.     Livaneli kendi görüşüne uygun olarak -ki sanatçı derdi olan insandır, düşüncesine sahip bir kalem olarak bu son eserinde genelde bir ama aslında pek çok meseleyi irdeleyen bir uzun hikaye oluşturmuş. Bu anlamda babalık, annelik ve evlat acısı gibi konuları yerleşik insanların penceresinden anlattığı gibi mülteciler üzerinden de işlemeye devam ediyor.     Edebi tarafına baktığımızda aslında tipik bir Livaneli anlatısı olarak görülebilir. Hatta bir önceki romanı Huzursuzluk’un adeta deniz ve sahil köyü üzerinden işlenişi gibi de okunabilir. Orada da yine insanlığın ortak meselelerinden birisi üzerinden bir anlatım vardı. Aynı şey burada da var…     Açıkçası düzensiz göçmenler meselesi bizim için maalesef en fazla, haber değeri taşıyan ve sayılarla ifade edilen ölümleri ihtiva eden bir mesele. Halbuki bunlar büyük trajediler içeriyor ki, Türkiye bir geçiş alanı ve çoğu, Müslüman ülkelerden gelen Asyalı ve hatta Afrikalı göçmenlerin sistemli bir para hırsı işleyişi içerisinde Türkiye üzerinden Yunanistan'a, daha doğrusu Avrupa ülkelerine gönderilişleri anlaşılıyor. Ancak bu yapılırken ciddi bir pazar oluşturulmuş ve insani duygular tamamen bir tarafa atılmış durumda. Livaneli çok da hacimli olmayan eserinde doğal olarak bu insanların niçin ülkelerini terk edip Avrupa'ya gitmek istediklerini pek anlatmıyor. Çünkü o özneye değil yükleme ağırlık vermiş durumda; yani mülteci olmak konusuna yine bu az hacimli kitabında doğal olarak değinemediği konulardan birisi de Suriye meselesi… Sadece Suriyelilerin de göçmen olduklarını ancak Türkiye hükümetinin ( daha doğrusu tek kişinin ) hadiseye bakışından dolayı Türkiye'de kalabildiklerine, diğerlerinin ise sınır dışı edildiklerine değiniyor.   Eserde Ege köylüsü olan Mustafa ve eşi Mesude ile Afgan bir kadın ile onun yeni doğan bebeğinin hayatları birbiriyle kesişiyor. Livaneli burada evrensel bir konu olan annelik duygusunu merkezde tutarak kalem oynatıyor. Edebi seviyesinin çok üst düzey olduğu söylenemezse de çabuk okunabilen ve hikayesi ile sizi içine alabilen bir anlatıma sahip olduğu gerçek… Bu anlamda Livaneli okurları için herhangi bir sürprizden söz etmek mümkün değil.   İçerisinde çok fazla aforizma yok. Güncel konular ve hatta cümleler de kendisine yer buluyor. Birtakım alegoriler kullandığını söyleyebilirim. Örneğin balon balıklarının istilacı balıklar olması ve Ege kıyılarını talan eden insanların da istilacı balıklar ile aynı olduğu gibi… Öyle ki, balon balıkları aslında Ege Denizi’nin yerlisi değiller; oraya sonradan gelmiş ve bütün işleyişi darmadağın etmiş durumdalar. Aynı şekilde, Ege kıyılarında balık çiftlikleri yahut maden ocakları kuran ve bu uğurda çevreyi tarumar eden insanların da aslında Egeli olmadıkları gerçeğini anlatıyor.   Livaneli'nin toplumsal konulara değinmesi her şeye rağmen takdiri hak eden bir konu; ancak kitabı okurken benim aklımda hep şu vardı: Sadece başka ülkelerin mültecilerinin acıları mı var? Evet, onları anlamalı ve sahip çıkmalıyız, meseleye milliyet ya da din adına değil, insanlık adına bakmalıyız. Mülteciler konusunda mutlaka empati kurmamız gerekiyor. Onların da insan ve değerli olduklarını her zaman hatırda tutmalıyız. Ama maalesef Türkiye'nin önemli bir sorunu daha var. O da kendi mültecilerimiz!     Türkiye'deki siyasi iktidarın oluşturduğu mülteciler… İktidarın damgaladığı, işlerinden attığı, cezaevlerine koyduğu ya da koymak istediği o kadar çok insan var… Üstelik onların çoğu bizim çevremizden ve biz onları tanıyoruz… Fakat ya korkudan ya inandığımız için ya da siyasal iktidara verdiğimiz destekten dolayı görmezden geliyoruz. Bazen düşmanlık besliyoruz. Bu nedenle mesela Zülfü Livaneli, Ege'de batan bir botta kurtulan minik Afgan bebek ile onun annesini anlatırken acaba aynı Ege Denizi'nde, esas mesleği öğretmenlik, doktorluk, mühendislik olan ve bizim ülkemizin çocukları iken siyasi bir hesaplaşma sonucunda suçlanarak yaşayan ölülere çevrilen KHK’lılardan bahsedebilir mi? Çünkü o KHK’lıların bir kısmı gerek Ege Denizi'nde, gerekse Meriç Nehri'nde ilkel sallar ile botlarla ve yanlarındaki çocukları ile birlikte sınırı geçmek isterken öldüler. Arama motoruna Meriç Nehri, ölen mülteciler, Türk aile gibi şeyler yazdığınızda karşınıza çok sayıda Türk aile çıkacak. Mesela Maden ailesi… Anne, baba ve üç çocuğu Meriç Nehri'nde boğularak öldüler. Kendi devletleri tarafından terörist olarak suçlanan bu ebeveynin çocukları da hayatlarını kaybetti…    Ya da yine yakın zamanda hayatını kaybeden 9 yaşındaki Nurefşan gibiler… Bunlardan haberdar bile değiliz çünkü hakim medya bu haberleri vermiyor ya da verse bile devletin resmi ajansı gibi “Beş Fetö'cü Meriç Nehri'nde boğularak öldü” başlığıyla veriyor. Oysa “Beş fetö'cü” dediği kişilerin üç tanesi çocuktu. Birisi iki yaşındaydı. O yüzden etrafımızdaki bu trajedilerinden hem haberdar olmayabiliyoruz, hem de daha kötüsü, benim şurada yazdıklarımı okurken bile irkiliyoruz. “Aman başımıza bir şey gelmesin” diye korkuyoruz. Ölen bir bebekti oysaki…     Livaneli'nin romanında satır aralarında belirttiği şey neydi?  “Anne, ülkesi Afganistan'a iade edildiğinde büyük ihtimalle Taliban tarafından öldürülecek.”     Özetle, “senin mültecin, benim mültecim” diye bir durum söz konusu değil. Yönetenler tarafından insanların ne ile suçlandıklarının da önemi yok. Önemli olan, işte bu hikayedeki Samir ya da Deniz gibi insanların da var olduğu…    Umarım Livaneli, hadi bunun romanımı yazmaktan korkuyor olabilir ama zaman zaman bunlardan da bahsetmeyi başarabilir. Çünkü o insanların, acılarını, uğradıkları haksızlıkları anlatabilecek bir kalemleri yok…    (Mehmet Y.)

Bana yine hüsran...: Benim Livaneli’nin edebiyatçı kimliği ile ilgili derdim var. Bir yerlerden elime geçiyor kitapları; hakkındaki çarşaf çarşaf haberlerle de etkileniyor, okumaya karar veriyorum. Sonuç benim için yine hüsran. “Balıkçı ve Oğlu” için de hissettiklerim böyle. Bodrum köylerinden birinde, balıkçı Mustafa’nın denizden kurtardığı Afgan bebeğin çevresinde kurgulanmış hikaye. Konu çok can alıcı; son dönemlerin en önemli sorunlarından birini, ölümü göze alıp ülkelerinden kaçan göçmenleri masaya yatırıyor Livaneli. Bence iyi işlense, göçmen ticaretinin merkezlerinden olan bir ülkenin yurtdışında da tanınmış bir entellektüelinin böyle bir eseri tüm dünya çapında iyi yankı elde edebilir, soruna daha fazla dikkat çekebilirmiş. Ancak Livaneli popüler edebiyatın tüm tuzaklarına düştüğünden ve tanınmış olmanın verdiği cesaretle eserinin zaten çok satacağını bildiğinden; az emek, çok mesajla bu seviyenin oldukça gerisinde kalmış. Bence hep aynı sarmala düşüyor yazar: Önce ilgi çekici bir konu buluyor, hakkında araştırma yapıyor. Kitabında onun bu derin araştırmalarının farkına varabilmemiz için her birini birer cümle ile özellikle vurguluyor ki, konuya uzak biz cahiller, yanlışlıkla atlamayalım. Sonra hikayeyi süsleme amaçlı yüzeysel konu ve karakterleri ortaya karışık serpiştiriyor. Düz, son derece basit cümlelerle hikayeyi anlatıyor; aralara birkaç da betimleme serpiştirip görevini tamamlıyor. Ortaya okuruna yüksekten bakan, onu bilgece aydınlatmaya çalışan, ancak edebi olarak vasat bir eser çıkıyor. Bu arada yanlış anlaşılmasın, popüler edebiyatın çoğu eseri zaten böyle. Bu tarzın seveni de çok, başta annem, dolayısıyla bu tarz kitapları beğenip okuyan insanları eleştiriyor değilim kesinlikle. Livaneli çıkıp popüler edebiyat yaptığını, çok satmayı eserin derinliğinden önde tuttuğunu falan söylese zaten o kadar da takılmayacağım. Ancak yazar, ilginç bir şekilde kendini hala dev aynasında görüyor ve kitabının sonundaki söyleşi kısmında biz anlayamayanlara, araya bu sefer Dostoyevskiler, Hemingway’ler, Stendhal’ler serpiştirip, iyi bir yazar olduğunu anlatmaya çabalıyor. “Ajitasyon romanlarını hiç sevmem, şu “mesaj” sözünden de hiç hoşlanmam” demiş örneğin. “Yazar kendini duygusallığa kaptırarak anlatısını abartırsa, o kitap bir sanat yapıtı olmaktan çıkar, arabesk olur, melodram olur.” da demiş. Eeee, tamam da hepsini yapmış bu romanında… Üstelik Bodrum’un yapılaşmasından pıtırak gibi artan balık çiftliklerine, rüşvetlerle kurulan ilişkilerden, orman sahalarındaki madenlere vermediği didaktik mesaj kalmamış. İyi bir müzisyen, orta seviyede bir entellektüel, kötü bir yazar Livaneli benim gözümde. Yıllar öncesinin bu sesini yükselten cesur adamı hala o eski mirası yemekte ısrar ediyor; belki de bunu affedemiyorum… (AkilliBidik)

Balıkçı ve Oğlu - Zülfü LİVANELİ: İnsanlığın -her anlamda- can çekiştiği bir noktadayız. Zülfü Livaneli'nin söyleşisinde yer alan bir cümle. Onun eser hakkında söyleşisi ile son buluyor Balıkçı ve Oğlu. 21. yüzyıl düşünüldüğünde "insanlığın can çekişmesi" tabiri çok da haksız sayılmaz aslında. Nereden başlasam bilemedim incelememe. O kadar hassas konulara değinilmiş ki eserde. Gündemi yakından takip ettiğini ve sorunlara duyarsız kalmadığını göstermek istemiş yazar. Bunlardan ilki "mültecilik". Eserin başkahramanlarında mültecilik kavramına rastlıyoruz. Eser devam ederken eklenen kahramanlar da mültecilik kavramını devam ettiriyor. Ülkemize son yıllarda gerek Suriyeli gerek Afgan mülteciler geliyor. Yazar onların çektiği sıkıntıları, hayat mücadelelerini anne Zilha ve oğlu Samir aracılığıyla göstermiş. Hani hatırlar mısınız, sahile Aylan bebek vurmuştu? Onun hikayesine o kadar benziyor ki Samir bebeğin öyküsü. Hatta yazar onun ismini de geçirerek gerçekleri anlattığını okura adeta bildirmiş. "Gümüşlük sahiline vuran, herkesin yüreğinin burkulduğu Aylan bebeği anlatacaktı." (s. 33) Ele alınan bir diğer hassas konu "annelik". Buna ebeveynlik demek daha doğru olur aslında. Çünkü evladını kaybeden bir anne ile babanın evlat özlemi hacimsiz ama derinden ele alınmış. Evladını kaybetmenin acısını yalnızca o duyguyu yaşayanlar bilebilir diye düşünüyorum. O boşluğun dolmayacağını bilerek yaşamanın ne demek olduğunu... Ya da doldurma çabalarını... Rabbim kimseye o acıyı yaşatmasın diyebiliyor okur yalnızca. Gündemden bir diğer konu da balık çiftliklerinin denize, balıklara verdikleri zararlar. Onların varlığının nelere yol açtığını ustaca romana yerleştirmeyi başarmış yazar: "Konu sen değilsin ama sen de sözü edilmesi gereken bir yarasın." Ve son zamanlarda gerek insanlara gerek deniz canlılarına zarar veren balon balığı istilası. "Bu insanlar balon balıklarından da tehlikeli diye düşün­dü Mustafa, daha canavar, daha kötü, daha yok edici." (s. 104) Kısacası -o kadar yazdın bunun kısacası mı kaldı diyor olabilirsiniz- günlük hayattan çıkarımlarını kalemiyle birleştirerek bir eser meydana getirmiş Livaneli. Şiir tadinda akıcı, gazete tadında açıklayıcı, aşkın, anneliğin, ayrılığın, acının, hayata tutunma çabasının ele alındığı bir eser Balıkçı ve Oğlu. Hemingway'in Yaşlı Adam ve Deniz'ini okumuş muydunuz? Yazar bir Hemingway tutkunu. İlk gençliğinden beri bir deniz romanı yazmak istiyor ve nihayetinde bu hayali gerçek oluyor. "Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı." diyor eserinin 60. sayfasında. Hayvan bir bebeği kurtarıyor, insan insana kıyıyor. İnsan insanı anlamıyor bunun ötesi var mı? Sonra haber yapıyoruz balinalar titreşimle bilmem şu kadar mesafeden haberleşiyor diye, biz burnumuzun dibindeki insanlar ile bile iletişim kuramazken. (Mikail Balcı)

Kitabın Yazarı Zülfü Livaneli Kimdir?

Zülfü Livaneli, (d. 20 Haziran 1946, Ilgın), Türk müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen.

İlk yılları

Tam adı Ömer Zülfü Livanelioğlu’olup, aslen Artvin’in Yusufeli ilçesinden olan Livanelioğlu ailesinin büyük dedeleri Ömer Efendi 93 Harbi’nde Artvin’in Ermeni ve Rus işgaline uğraması üzerine Erzurum’a gelerek Ahmet Muhtar Paşa’nın ordusuna katılmıştır.

Ömer Efendi Harput Redif Taburu’na mülazım rütbesiyle atanır. Daha sonra burada çıkan çatışmada şehit düşer. Ömer Efendi’nin tek oğlu olan Zülfü Efendi, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde sorgu hakimi olarak görev yapar. Soyadı Kanunu çıktığında babasının geldiği Artvin/Yusufeli/Livane Sancağına izafeten Livanelioğlu soyadını alır. Zülfü Efendi’nin erkek çocuklarından üçü de hakim olmuştur. En büyükleri ve Zülfü Livaneli'nin babası olan Mustafa Sabri Livanelioğlu, Yargıtay Başkanlığı’na kadar yükselmiştir.

Kariyeri

Ankara Cumhuriyet Lisesi mezunudur. Daha sonraki tarihlerde ABD Fairfax Konservatuarı'nı bitirmiştir. Zülfü Livanelioğlu bağlama çalmayı teyzesi Nazmiye (Türeli) Yücel'in eşi olan eniştesi Turhan Yücel'den Ilgın'da yaşadığı yıllarda ve yaz tatillerinde öğrendiğinde, eniştesi Turhan bey'in kendisine hayatını değiştirecek bir sermayeyi hediye ettiğinden haberi yoktu.

Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi onlarca yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye’nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300'e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı.

Türkiye'den ansızın ayrılarak İsveç'e sürgün yıllarında bulaşıkçıklık dahil muhtelif işlerde çalışan Livaneli'nin en büyük arzusu bir gün Türkan Şoray ile tanışabilmek ve o zaman Türkiye'de suçlanan kişilerin uğrak yeri haline gelen İsveç'te bulunan ünlü yazar, gazeteci veya şairlerle karşılaşabilmekti.

Bugüne kadar dört uzun metrajlı film yönetti: "Yer Demir Gök Bakır", "Sis", "Şahmaran" ve "Veda". Valencia Film Festivali'nde "Altın Palmiye" ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde "AltınAntigone" ödülüne layık görüldü. "Sis", "En iyi Avrupa Film Ödülü"ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon şirketine satıldı.

Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk-Kul Forumu'nda yer aldı.

Livaneli, Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikhail Gorbaçov, Mikis Theodorakis gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu.

1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, 1978 yılında yaptığı "Nazım Türküsü" adlı albümde Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi.

"Arafatta bir çocuk", "Geçmişten Geleceğe Türküler", "Sis", "Orta Zekalılar Cenneti", "Diktatör ile Palyaço", "Sosyalizm öldü mü", "Engereğin Gözündeki Kamaşma" ve "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" ve "Mutluluk" ve Leyla'nın Evi, Sevdalim Hayat, Son Ada ve Sanat Uzun, Hayat Kisa, Serenad kitaplarının yazarı olan Livaneli, hâlen Vatan Gazetesi'nde köşe yazarlığına devam etmektedir. Sanatçı uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir.

Ömer Zülfü Livaneli Ülker Hanım'la evlidir ve bir kızı vardır. Kızı Aylin Livaneli eğitimi ve yaptığı pek çok işten sonra müzik ile ilgilenmiş. 5 albüme imza atmıştır. Müziğe ara veren Aylin Livaneli şuan yurt dışında ekonomi üzerine eğitim almaktadır. Yayınlanmış 3 kitabı bulunmaktadır. Livaneli vejetaryendir.

19 Mayıs 1997 tarihinde, Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanmıştır.

Siyasi kariyeri

Livaneli 1994 yerel seçimlerinde, Sosyaldemokrat Halkçı Parti'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday oldu. Anavatan Partisi'nin adayı İlhan Kesici, Refah Partisi'nin adayı Recep Tayyip Erdoğan ve Doğru Yol Partisi'nin adayının Bedrettin Dalan olduğu çekişmeli seçim sürecinde oyların %20,30'unu alan Livaneli üçüncü geldi. Erdoğan ise %25,19'luk bir oranla Belediye Başkanı seçildi. Livaneli, 2002 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'den İstanbul milletvekili seçildi. Partinin 13. Olağanüstü Kurultayı'nda yeter sayıda imza bulamadığı için genel başkan adayı olamadı ve parti yönetimini ağır şekilde suçlayarak istifa etti. Livaneli, istifasını açıklarken şunları söyledi:

"CHP yönetimi, Atatürk'ün laik, devrimci, halkçı, çağdaş ve reformcu çizgisini 21. yüzyıla taşıyamadığı için ülkemizi içinden çıkılması güç bir siyasi karmaşaya sürükledi. Bu büyük tarihsel ve siyasi kaymayı engelleyebilmek ve CHP'yi özündeki devrimci, reformcu ilkelere tekrar kavuşturabilmek için, parti içinde her düzeyde büyük çaba harcadım. Ama ne yazık ki bu çabalar da diğerleri gibi sonuçsuz kaldı. Partideki muhalif fikir ve kişileri yok etme alışkanlığı, bu kurultaydan sonra da bir kıyıma dönüşerek devam ediyor. CHP içinde kalarak mücadele etme yolları artık tükendi. Parti, örneği görülmemiş bir şekilde antidemokratik ve oligarşik bir yapıya dönüştürüldü."

Zülfü Livaneli Kitapları - Eserleri

  • Serenad
  • Son Ada
  • Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm
  • Leyla'nın Evi
  • Engereğin Gözü
  • Mutluluk

  • Edebiyat Mutluluktur
  • Arafat'ta Bir Çocuk
  • Harem
  • Sevdalım Hayat
  • Bütün Kuşların Uykusu
  • Kardeşimin Hikayesi
  • Son Ada'nın Çocukları

  • Veda
  • Konstantiniyye Oteli
  • Diktatör ile Palyaço
  • Sanat Uzun Hayat Kısa
  • Orta Zekâlılar Cenneti
  • Yaşar Kemal
  • Dünya Değişirken

  • Arkadaşıma Veda
  • Gorbaçov'la Devrim Üstüne Konuşmalar
  • Huzursuzluk
  • Atatürk’ün İzinde
  • Elia ile Yolculuk
  • Sosyalizm Öldü mü?
  • Gölgeler

  • Nefesim Nefesine
  • Rüzgarlar Hep Gençtir
  • Sis
  • Şapka
  • Gökyüzü Herkesindir
  • Bizi Sürükleyen Nehir
  • Balıkçı ve Oğlu

  • Mutluluk

Zülfü Livaneli Alıntıları - Sözleri

  • Halkın "Kurtar bizi baba." diye sığındığı bir başbakan, depremde çöken hastane için "Canım, 29 yıl ayakta durmuş ya!" derse, kıyamet niye kopmaz? Deprem bölgesinde can çekişen insanların çadırını, ekmeğini dağıtamayan devlet, nasıl bir devlettir? Ve halk, televizyon kamerası karşısında, neden "Allah devletimizden razı olsun." der? Dünyanın her köşesinden gönderilen yardım malzemesini çalan halk, nasıl bir halktır? Erzincan'da gördükleri kabalık, becerisizlik, cehalet ve kötü niyet kargaşasından dehşete düşen İsviçreli ekip "Ne haliniz varsa görün!" diyerek çekip gitmekte haklı mıdır, değil midir? Dış ülkelerden gelen yardım ve ekip gönderme taleplerini 48 saat cevaplamayan Dışişleri Bakanlığı, ne derece başarılı bir bakanlıktır? Siz bu soruları soranlardan mısınız, yoksa bu sorulara kızanlardan mı? (Diktatör ile Palyaço)
  • Her şeyi bırakıp uzaklara gitmek isteğim büyüyordu içimde... (Serenad)
  • Nesine yar nesine Ölürüm ben sesine Bir daha vursa idi Nefesim nefesine" (Nefesim Nefesine)
  • İyiler her zaman kötüleri yenecek kadar güçlüdür. Yeter ki, güçlerinin farkına varıp birleşsinler. (Son Ada'nın Çocukları)
  • bu yaşam, en ufak bir çabaya bile değmezdi (Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm)
  • "Aşk diye ballandıra ballandıra göklere çıkardıkları şeyin anlamıyor bir türlü." (Leyla'nın Evi)

  • " Bir yer var iyiliğin ve kötülüğün ötesinde. Seninle orada buluşacağız." Mevlana (Huzursuzluk)
  • Hep umutlu hep iyimsersin. Bunlar güzel özellikler ama bazen gerçekleri görmeni engelliyor (Son Ada'nın Çocukları)
  • Her şeyini yitiren bir insanın son sığınağı onurdur. (Bizi Sürükleyen Nehir)
  • Düşmanlık dolu bir dünyaydı bu. Niye bu kadar anlayışsızdı insanlar, birbirine karşı? Niye sırtlan gibi dişlerini gösteriyorlardı? (Arafat'ta Bir Çocuk)
  • üzüntü çürütür insanı diye uyarıyor, ama kızmak iyi gelir, ferahlarsın diyordu: “Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür.” (Elia ile Yolculuk)
  • Köydeyken, çocuğun çok karnı agrirdi. Ağrıyı çeksin diye sabahları yalınayak toprakta yürütürlerdi. (Bütün Kuşların Uykusu)
  • Keşke; kan revan, hapis, zulüm, ölüm orucu yerine, binbir çiçekli kültür bahçesinin mis kokuları arasında yaşayabilseydik. Yaşar Kemal'in türkülerini paylaşabilseydik. (Yaşar Kemal)

  • "Tıpkı baban gibisin. Hep umutlu hep iyimsersin. Bunlar çok güzel özellikler ama bazen gerçekleri görmeni engelliyor." (Son Ada'nın Çocukları)
  • Alçalmaya başladık, diyor pilot ah diyorum, çoktan be kaptan çoktan alçalmaya başladık biz. (Gökyüzü Herkesindir)
  • Zayıflığını gösterecek kadar güçlü ol. (Bizi Sürükleyen Nehir)
  • Doğrudur; kitap okumak karın doyurmuyor. Ancak karnı tok, beyni boş adamlardan çektiğimiz kadar hiç kimseden çekmedik. (Serenad)
  • ...yüreğim sızlayarak seni özlediğimi bilmeni isterim. (Son Ada)
  • Aşk, insanın içindeki karanlığa da çok yakın, aydınlığa da. (Sanat Uzun Hayat Kısa)
  • "Ağzımı açtım sonra kapadım; o kadar korkmuştum ki bir şey söyleyemedim. Bildiğim tüm sözcükleri unutmuştum." (Şapka)