Duvar - Jean-Paul Sartre Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Duvar kimin eseri? Duvar kitabının yazarı kimdir? Duvar konusu ve anafikri nedir? Duvar kitabı ne anlatıyor? Duvar kitabının yazarı Jean-Paul Sartre kimdir? İşte Duvar kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: Jean-Paul Sartre

Çevirmen: Eray Canberk

Orijinal Adı: Le Mur

Yayın Evi: Can Yayınları

İSBN: 9789750735745

Sayfa Sayısı: 218

Duvar Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Varoluşçuluk'un babası sayılan Jean-Paul Sartre (1905-1980) Aydınlanma Çağından bu yana çağının tanığı ve bilinci (vicdanı) olabilmiş, edebiyata, felsefeye ve politikaya ilişkin görüşleriyle çağını etkilemiş, tartışmalara yol açmış ender bir yazar. Duvar'da yazarın beş öyküsü yer alıyor. Kitaba adını veren Duvar adlı öyküde, Frankocular tarafından ölüme mahkum edilen bir cumhuriyetçinin direncini yitirip bir arkadaşını ele verişi; Oda'da kocasının deliliğini paylaşmaya çalışan Eve'in çabaları, çağcıl Erostrates'te kalabalığın üzerine ateş ettikten sonra teslim olan Paul Hilbert'in gerçeküstücü eylemi; Gizlilik'te iktidarsız kocasını daha erkeksi biri için terk eden `soğuk' bir kadının öyküsü ele alınıyor. Son öykü Bir Yöneticinin Çocukluğu'nda ise bir sanayi yöneticisi olmaya hazırlanan Lucien'in cinsel gelişimine koşut olarak düşünsel bunalımları işleniyor. Bunalımlar çağı olmak özelliğini sürdüren yirminci yüzyılı ve onun insanını tanımak için Duvar vazgeçilmez bir kitap.

Duvar Alıntıları - Sözleri

  • Her şeyi ciddiye alıyordum; sanki ölümsüzmüşüm gibi.
  • Her şeyi ciddiye alıyordum; sanki ölümsüzmüşüm gibi.
  • İnsan dünyada bir başınaydı.
  • Ama bak; güzeldin, akıllıydın, neşeliydin, kendini bile bile ve bir hiç uğruna harap ediyorsun.
  • Beni koruyan şey sağlam ahlâkım oldu!
  • İnsanın geri dönmeyi istediği zamanlar vardır.
  • Birbirimize benziyorduk ve işin kötüsü birbirimizin aynası gibiydik.
  • “Düşüncelerimi, onları anlayamayan insanlara göstermeye ihtiyacım yok!”
  • Her şeyi ciddiye alıyordum; sanki ölümsüzmüşüm gibi.
  • Düşünüyorum, dedi, öyleyse varım. Madem ki varlığınızdan kuşkuya kapılıyorsunuz, öyleyse varsınız.
  • Düşüncelerimi, onları anlayamayan insanlara göstermeye ihtiyacım yok!
  • Acı çekmenin korkusu vardı.
  • Düşüncelerimi onları anlayamayan insanlara göstermeye ihtiyacım yok!
  • Yaşam bu; ne yargılanabilir, ne anlaşılabilir.

Duvar İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Bir gece yarısı soğuk bir yerde tutulurken kapı açılıyor ve birisi size söyle söylüyor: "Ölüme mahkûm edildiniz. Yarın sabah kurşuna dizileceksiniz." Ne hissederdiniz, söyler misiniz? 4 ay önce Dostoyevski'nin Budala kitabını okumuştum. Kitabın bir kısmında karakterlerden birisi çoğu insan için bazen sıradan gibi gözükebilecek bir soru sordu. "6 ay sonra öleceğini bilsen geriye kalan ömründe ne yapardın?" 4 ay geçti dostlar, 4 ay... 4 aydır her gece bunu düşündüm. "Ömer sen ne yapardın?" O çok sevdiğin kitapların arasına mı gömülürdün. Her bir sayfayı daha hızlı çevirmeye mi çalışırdın ölümden kaçarcasına? Her bir sayfada ölüme mi yaklaştığını hissederdin yoksa? Ne yapardın Ömer, ne! Ailenle mi geçirirdin geriye kalan vaktini? Hep beraber saatlerce sohbet mi ederdiniz yahut film mi izlerdiniz? Ya da tek başına bir kenara geçip bütün sanat filmlerini mi izlemeye çalışırdın? Veyahut dünyayı mı gezmeye çalışırdın? Vakitsiz ayrılıkların, söylenememiş son sözlerin, boğazda düğümlenen "seni seviyorum." ların peşinden mi koşardın? Ölecek olsan, ne yapardın Ömer? 4 aydır kendime gelemiyordum. Bu öyle bir soruydu ki beni içten içe kemiriyordu. Bu öyle bir soruydu ki sanki hayatımda en önemli olan şeyi belirliyordu. Ama aslında belirlemiyordu da. Ortada kalakalmıştım. Sonra, ansızın Sartre çıktı karşıma. Okudum okudum okudum. Belki de tesadüf ya hani, geriye kalan 2 aylık ömrümde cevabı onda buldum. Ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini Duvar'da buldum. Beni aylarca yatağa gömen, kaybolmama neden olan, düşünceler denizinde boğulup gitmeme neden olan o lanet Dostoyevski'den beni Sartre kurtardı. Sartre! Anlamsızlık, anlamsızlık ve yine anlamsızlık. Yarın sabah kurşuna dizilecek olan Pablo Ibbieta'nın 12 saatlik tüyler ürpertici hikayesi. Anlamsızlık, anlamsızlık ve yine anlamsızlık. Camus'nün bir otomobilin içinde ölü bedeninin sergilenirken ceketinin cebinden çıkan tren bileti gibi "absurde". Saçma, saçma, saçma! Her bir sayfasında titrediğim, ölümü ve hayatı hissettiğim, Camus'nün ölümüyle, saçmasıyla karşılaştığım, Anlamsızlık, anlamsızlık ve yine anlamsızlık olan, Hayat, Varoluş, ve "... derin ve donuk, bitmez tükenmez sözcükler." Sartre'ı size anlatamam. Duvar'ı da... Kitabı okurken nasıl parçalandığımı da anlatamam. Benden bunları beklemeyin. Size ne tür bir etki bırakacağını da bilemem. Bildiğim tek bir şey varsa o da bu kitabın cevap olduğudur. Okumak isteyen herkese keyifli okumalar dilerim. (Ömer Gezen)

Yarın kurşuna dizileceksin mösyö!!! Ölüm müdür insanı çaresizleştiren yoksa insan mıdır ölüm karşısında çaresizleşen? Nedir bu ölüm korkusu? Bir insanın geçmiş yaşantısındaki varoluşunda yaptığı anlamsız şeyler bir anda anlamlı ve hayatın en değerli vakiti olabilir mi ölüm korkusu karşısında? Sevdiğin kadın ile aranda duvar örülebilir mi ölüm karşısında? Bu sual karşısında Pablo’nun cevabı evet oldu. Zira sevdiği kadının gözlerinden; Pablo’ya bir şeyler ulaşırdı: bir yaşama hevesi, mutluluk, belki de cinsel bir ihtiras. Ama ölümün korkutucu duvarı karşısında bütün duyguları körelmiş, aşkı, dürtüleri, mutluluğu çöp poşetine konup hiçliğe atılmıştı Pablo için. İnfazın delirtici melodisi yavaş yavaş kendini belli ediyorken, Pablo kendi vücudunun bile kendisine ait olduğunu düşünmüyordu, onu anlamaya çalışıyor, kendisinden bağımsız hareket ettiğini düşünüp anlamlandıramıyordu, çok korkutucu değil mi? Tom karakterine gelecek olursak, Pablo bu bedbaht yoldaşı ile pek iyi anlaşamadığını itiraf etmem gerek, kendisini sevmez, asla bir ortak noktaları yoktur, fikirleri, düşünceleri, sevdikleri şeyler asla ortak bir doğruda değildir. Lakin, ölüm dostlar! Ölüm! İki zıt insanı bile ikiz kardeşe çevirebilen bir hikmete sahip! Pablo ve Tom ikilisi apansızca aynı şeyleri düşünüp, aynı hisleri yaşayıp, aynı korkuları yaşamaya, aynı yaraları vücuduna almaya, terleyip, titremeye başlamışlardı. Çünkü ikisi de silahları, mermileri, süngüleri düşünüp çıldırıyorlardı! Başka bir şey düşünemiyor, başka şeyler düşünürken bile silah seslerini duyuyorlardı. Ölüm karşısında geçmişin bir önemi var mıdır? Her şey anlamsız mıdır? Kendime şu soruyu soruyorum sevgili okurlar: öleceğiz, kefene sarılıp sonsuzluğa uğurlanacağız, o zaman nedir bu çaba? Ne diye okul okuyup mülakatlara giriyoruz? Ne diye sabahlara kadar çalışıp sınavlara gireriz? Ah bunları düşündükçe boğuluyordum. Anlamsız, absürt her şey anlamsız! Hayat, aile, mutluluk kelimeleri tek başınayken kulağa güzel geliyorken, en sona ölümü getirince her şey sıfırlanıyordu, o zaman nedir bu anlam arayışı? Belki de hayat, ölüm olduğu için değerliydi, sınırı olduğu için paha biçilmezdi! Dikkatimi çeken birkaç bir şeyden daha bahsedecek olursam o da şudur: Belçikalı bir tane doktor var, hüküm giymişler ile sohbet etmek için, sağlıklarını kontrol etmek için gelmiş bir tane doktor. Paul, Tom, Juan ve doktor arasında bir duvar olduğunu düşünüyorum, çünkü doktor özgür, işi bitince evine gidecek, kafa rahatlığına sahip, lakin hükümlüler ise çaresiz, tutsak, kafalarında cam kırıkları var, düşündükçe yok olup canları yanıyor, ölüm düşüncesi ile titreyip, terliyorlar. Duvar; doktor, özgürler, gardiyanlar ve tutsaklar, ezilenler, korkanlar, çaresizler, hükümlüler arasında görünmez bir duvardır. (Mitenka)

Sartre garip bir adam. İki kitabını okudum, her ikisinde de bittiği zaman: "ne ki bu şimdi, kitap mı?" diye sordum. Sonra kitaptan alıntılarıma baktığımda da "evet, kitap." dedim, "içindeki saçmalığı korkmadan, utanmadan dışa vurabilme cesaretine sahip bir kitap." Gerçi Bulantı'yı daha çok sevmiştim ama neyse. Duvar'a da şöyle bir bakalım. Kitap beş hikayeden oluşuyor. İlk hikaye kitabın adını taşıyor. İdama mahkum üç kişinin bir gecelik öyküsünü okuyoruz Duvar'da.. Kişilerde meydana gelen psikolojik değişimlerin vücutlarına nasıl yansıdığını anlatıyor yazar. Hikaye kahramanın ağzından birinci tekil şahısla anlatıldığından sonu önceden tahmin edilebiliyor. Ama yine de gerçekten hoş bir sonla bitiyor. İkinci hikaye Erostrate. Tanınmış biri olmak için Efes Tapınağı'nı yakan Erostrate'in hikayesini öğrenen Paul Hilbert, kafasında kurduğu hikayenin kahramanının o olduğunu anlıyor. Hikaye boyunca insanlara duyduğu nefreti dillendiren Paul, çağının Erostrate'i olmayı hedefliyor. Kafasında sürekli bir cinayet planı var. Öldüreceği kişilerin kim olduğunun da önemi yok onun için, önemli olan "insan öldürmek." "Amerikanvari hazırlanmış ıstakozu sevip sevmemekte özgürüm ama insanları sevmiyorsam bir zavallıyım ve gün ışığında bana yer yok." diyor.İlginç bir bakış açısı. Ama bitirdikten sonra "anlamsız bir bunalım öyküsü" diye not tutmuşum. Şu an öyle gelmiyor ama. Her insanın belirli bunalımları oluyor zaman zaman insanlara karşı. Bu da Paul'ünki. Saygı göstermek lazım :) Üçüncü hikayemiz Özel Hayat. Bu bölümü okuduğumda "eğer Sartre yazarsa, günümüzde pek çok ergende yazar olma kapasitesi vardır" diye düşünmüşüm." Cümleye bak : "İnsanın birini sevebilmesi için her şeyiyle, yemek borusuyla, karaciğerleriyle, bağırsaklarıyla sevebilmesi gerekir." Kocası Henry'yi kabalığı, ailesine saygısızlığı ve iktidarsızlığı nedeniyle terk etmek isteyen ve bunu deneyen Lulu'nun öyküsü Özel Hayat. Pierre ile kaçmak üzereyken kendisinin ve kocasının berbat ruh hali onu bundan vazgeçiriyor. Birkaç alıntı da bundan olsun: "Sırtım olmasın isterdim. Ben onları görmediğim zaman insanların bana bir şeyler yapmalarından hoşlanmıyorum." Bir erkek yazarın kaleminden güzel bir itiraf: "Onun için pudramı değiştirmiştim. Böylesini seviyor diye gözlerimi boyamıştım ama o hiçbir şeyi görmedi. Yüzüme bakmaz ki göğüslerime bakıyor." "Tanrım yaşam bunun için mi, bunun için mi giyinip kuşanmak, yıkanmak ve güzel olmak, tüm romanlar da bunun üstüne mi yazılmışlar, her zaman bu mu düşünülüyor, sonunda işte meydanda, olup biter." Dördüncü öykümüz Bir Yöneticinin Çocukluğu. Küçükken kendisine bir kız çocuğu gibi muamele edilen ve babası gibi kendisi de yönetici olacak olan Lucien'in büyüme öyküsü. Büyüdükçe önce hiçbir şeyin varolmadığına inanıyor Lucien. Sonra Freud'a merak salıyor. Freud'un "Psikanalize Giriş"ini okumaya başladığını söylediğinde basit bir reklamda gibi hissettim kendimi. Berliac'la tanışıyor ve Berliac onu kendi fikir babası Bergere ile tanıştırıyor. Bergere eşcinsel ve aslında pek de gönüllü olmadığı halde Lucien bir kere onunla ilişkiye giriyor. Ancak daha sonra bundan dolayı kendisinden ve Bergere'den nefret ediyor. Lucien yahudi düşmanı bir kişi aynı zamanda. Hem de yahudi biriyle aynı ortamda duramayacak kadar düşman. Ayrıca o zamanın Fransa'sında bile dikkate değer bir nokta: Her haltı yediği halde kendisi için el değmemiş bir kızın bulunduğuna inanan bir zibidi var karşımızda. Kızın tek ödevi de kendini ona saklamakmış. Öykünün sonunda bıyık bırakmaya karar veriyor Lucien. Yüzü çok çocuksu görünüyormuş. Beşinci öykümüz Oda.Psikolojik problemli Pierre ile Eve'in hikayesi. Eve hasta kocasını bir an bile bırakmak istemezken, ailesi kocasını bir an önce hastahaneye yatırması gerektiği konusunda kendisine baskı yapıyor. Eve bunu asla istemiyor çünkü o da kocasının yarattığı garip dünyayı çok seviyor ve kocasına olan sevgisinden kendisi de o dünyaya gerçekten inanmak, Pierre'nin yanında olmak istiyor. Pierre nesnelerin canlı olduğuna ve kendisine sık sık saldırdıklarına inanıyor ve Eve de buna inanmaya, nesnelerin hareketini yakalamaya uğraşıyor. Eve Pierre'e aşık ama sanırım onun cismine aşık.Kitabın sonunda sanırım Pierre'in yaşlanacağını düşündüğünde:"Daha önce öldürürüm seni" diyor. Kitap da bu cümleyle bitiyor. Yoksa kendisi sarkıp buruşmadan kocasını öldürmekten mi bahsediyor? Bu noktayı da anlamadım doğrusu. E şimdi deseniz ki "okuyalım mı bu kitabı?", eğer ki kendi içinizde saçmalamayı seven bir insansanız, saçmalıklarınızla barışıksanız, o zaman evet derim. Değilse muhtemelen "saçma"gelecektir, vakit harcamayın :) (S.E.)

Kitabın Yazarı Jean-Paul Sartre Kimdir?

Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız yazarve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı.

1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı. 1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943).

1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.

Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine dolaylı katkısı olmuştur. 1960'ların sonlarında Sartre, kurulu komünist partileri reddettiği için Maocuları destekledi. Sartre daha sonra Maocularla ittifak halinde olduğunu reddetmiş ve Mayıs olaylarından sonra "Eger biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." demiştir. Bundan sonra kendisinin anarşist olarak tanıtılmasını uygun karşılamıştır.

Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. "121'ler Manifestosu" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.

1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolükonusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvarolarak belirtilebilir.

Sartre'ın Varoluşçuluğu:

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.

Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur.

Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. İsa, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur, öyle ki, Sartre; insan kendi özgürlüğüne mahkum edilmiştir der. Sartre'a göre insan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.

Öte yandan varoluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsal ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, kendi felsefi konumunu ifade etmek için özgül bir şekilde anladığı anlamda hümanizmi vurgular. Sartre Varoluşçuluk Hümanizmdir der ve bu isimde felsefi bir çalışması vardır.

Bulantı

Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, "kendi-için-şey"dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.

Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.

Varoluşçu Marksizm

Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; "Marksizm hümanizmdir", der Sartre.

Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Sartre'a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya daDiyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için" der Sartre, "marksizm aşılamazdır".

Sartre ve Aydın tavrı:

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir.

Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.

Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır.

Jean-Paul Sartre Kitapları - Eserleri

  • Bulantı
  • Duvar
  • Akıl Çağı
  • Varoluşçuluk
  • Yıkılış
  • Yaşanmayan Zaman

  • Edebiyat Nedir?
  • Sözcükler
  • Aydınlar Üzerine
  • Varlık ve Hiçlik
  • İş İşten Geçti
  • Sartre Sartre'ı Anlatıyor
  • Baudelaire

  • İmgelem
  • Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar
  • Toplu Oyunlar
  • Toplu Oyunlar 2
  • Kirli Eller
  • Öznellik Nedir?
  • Ego'nun Aşkınlığı

  • Denemeler
  • Saygılı Yosma
  • Yöntem Araştırmaları
  • Hepimiz Katiliz
  • Materyalizm ve Devrim
  • Altona Mahpusları
  • Özgür Olmak

  • Şimdi Umut: 1980 Söyleşileri
  • Tuhaf Savaşın Güncesi
  • Çark
  • Gizli Oturum
  • Mezarsız Ölüler
  • Sinekler
  • Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı

  • Şeytan ve Yüce Tanrı
  • Bir Şefin Çocukluğu
  • Altona Men - Without Shadows - The Flies
  • Komünistler Devrimden Korkuyor
  • Çağımızın Gerçekleri
  • Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor
  • Yazınsal Denemeler

  • Yabancının Açıklaması
  • Estetik Üstüne Denemeler
  • In Camera and Other Plays
  • Briefe an Simone de Beauvoir 1
  • Sahibin uşaqlığı
  • Seçilmiş Əsərləri
  • The Age of Reason

  • Yöntem Araştırmaları

Jean-Paul Sartre Alıntıları - Sözleri

  • Emek, hayatın yeniden üretilmesi yoluyla nesnelleşmeyse, emek yoluyla nesnelleşen nedir? İhtiyaçla tehdit edilen nedir? Jouissance'la (haz, keyif) birlikte ihtiyacı ortadan kaldıran nedir? Cevap elbette ki pratik biyolojik organizmadır ya da diğer bir deyişle, bu terim bizi öznellik açısından ilgilendirdiği ölçüde, psikosomatik birliktir. Sonuç olarak, burada içselliğiyle dolaysız bilgiden kaçan bir birliği kavrıyoruz. (Öznellik Nedir?)
  • Özgürlük, metafizik değil, pratik özgürlük, proteinle koşullanmıştır. İnsanlar, açlıktan kurtulduğu, uğraşlarını ona yakışan koşullar altında yapabildikleri gün, yaşam insanca olacaktır. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Dokunmayın bana. Birinin bana dokunmasından nef­ret ederim. Acımanızı da kendinize saklayın. Haydi! (Gizli Oturum)
  • Aşk, aşktan daha fazla bir şeydir. (Denemeler)
  • Ben de herkes gibi değiştim: bir sürerlilik içinde. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Bize ihanet eden, kendi sözlerimiz, kendi eylemlerimiz, kendi alçaklıklarımızdır. (Altona Mahpusları)

  • Köksüzlerin ağırlığı olmaz. (Sinekler)
  • "O halde bu, proletaryanın hiçten yola çıkarak icat ettiği ya da 'yarattığı' bir şey değil, daha ziyade bütünlüğü içindeki evrim sürecinin zorunlu sonucudur; bu yeni öğe, ancak proletarya onu bilincine yükseltip pratik kıldığında somut bir gerçeklik halini almaya dair soyut bir imkân olmayı yine de bırakmaz. (Öznellik Nedir?)
  • İnsan dönüp kendi geçmişine bir anlam yakıştırarak onu bir çeşit değişikliğe uğratabilir. Yani kendi kişisel tasarısına göre, geçmişini farklı bir biçimde sahiplenir. Bir başka deyişle geçmiş, insanın özgürlük anlayışına göre kimlik kazanır.. (Ego'nun Aşkınlığı)
  • "Yeniden kendimi hissedebilmek istiyorum. İçten ve yoğun bir duygu beni kurtaracak." (Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor)
  • "Eskiden beklemek umurumda değildi. Şimdiyse ya­pamıyorum artık." (Kirli Eller)
  • Cehennem, başkalarıdır. (Toplu Oyunlar)
  • “Neden iki ayrı kişi olduğumuzu anlamıyorum. Kendim kalarak, sana dönüşmeyi isterdim.” (Toplu Oyunlar)

  • Gerçekten savaşsaydım, pek fena olmazdı. Fakat, savaşmıyorum işte. Silah altına alınmışım, o kadar. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • "Bizi hiçbir zaman sevmediler!.." (Yıkılış)
  • Öncelikle en başında boşluk korkutmuştu sanatçıyı. Kuş uçmaz kervan geçmez, bu ıpıssız mekanda kendi boşluğunu kavramaya çalışırken, bir aşağı bir yukarı, aylarca gezinmişti. Sadece kendi korkunç yalnızlığı eşlik etmişti ona... (Estetik Üstüne Denemeler)
  • " Belli bir grubun emrindeki bilim, bir ideolojiye dönüşür. '' (Aydınlar Üzerine)
  • "İnsan özgür olmaya mahkûmdur." (Varoluşçuluk)
  • Söyleyebildiğim zaman söyleyeceğim. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • Biz rüzgar ektik, o ise fırtınadır. Şiddetin çocuğu, şiddetten her an kendi insanlığını ya­ratıyor. Biz onun sırtından insandık, o da bizim sırtımızdan ken­disini insanlaştırıyor. Yeni bir insana doğru hem de daha ni­teliklisinden. (Hepimiz Katiliz)