Ego'nun Aşkınlığı - Jean-Paul Sartre Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Ego'nun Aşkınlığı kimin eseri? Ego'nun Aşkınlığı kitabının yazarı kimdir? Ego'nun Aşkınlığı konusu ve anafikri nedir? Ego'nun Aşkınlığı kitabı ne anlatıyor? Ego'nun Aşkınlığı kitabının yazarı Jean-Paul Sartre kimdir? İşte Ego'nun Aşkınlığı kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: Jean-Paul Sartre

Çevirmen: Serdar Rifat Kırkoğlu

Yayın Evi: Hil Yayınları

İSBN: 9789757638773

Sayfa Sayısı: 96

Ego'nun Aşkınlığı Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Fransız varoluşçuluğunun öncüsü Sartre, 1934'te gittiği Berlin Enstitüsü'nde Edmund Husserl'in çalışmalarıyla filizlenen fenomenoloji hareketiyle yakından ilgilenmiştir. Buradaki çalışmalarında bilinç ve Ego kavramlarının ayrıntılı bir fenomenolojik analizine girişir ve kendi konumunu Husserl'inkinden ayırt etme ihtiyacı hisseder. Çok geçmeden Husserl felsefesinde nelere katılmadığını açıklayan Ego'nun Aşkınlığı'nı kaleme alır. İlk kez 1936'da yayımlanmış bu eser, Sartre'ın düşünsel dönüşümünü takip etmek açısından oldukça önemlidir.

Ego'nun Aşkınlığı Alıntıları - Sözleri

  • "Aslında yolumuzu tıkayan odur. Bu yüzden, "kendini iyi tanımak" insanın kaçınılmaz olarak kendi üzerine başkasının bakış açısını geliştirmesi, yani zorunlu olarak sahte bir bakış açısı geliştirmesidir. Kendini tanımayı denemiş olan herkes şunda görüş birliğine varacaktır ki bu içe bakış girişimi ta kökünden itibaren, başlangiçta tek bir kerede, tek bir hamlede verilmiş olan şeyi ayrılmış parçalarla, soyutlanmış fragmanlarla bir yeniden kurma çabası olarak ortaya çıkar."
  • Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba çünkü insan kendi bilincine mahkumdur.
  • ''Düşünüyorum'' bir olasılık koşuludur.
  • İnsan dönüp kendi geçmişine bir anlam yakıştırarak onu bir çeşit değişikliğe uğratabilir. Yani kendi kişisel tasarısına göre, geçmişini farklı bir biçimde sahiplenir. Bir başka deyişle geçmiş, insanın özgürlük anlayışına göre kimlik kazanır..
  • "Sartre'in 1934'te burs alarak gittiği Berlin Enstitüsü'ndeki çalışmalarının ürünü olan ve felsefesinin çıkış noktası bakımından asli bir önem taşıyan Ego'nun Aşkınlığı, ne yazık ki bir hayli gölgede kalmış ama kendi düşünsel gelişimi bakımından son derece önemli açılımlar getiren bir yapıttır. Sartre bu yapıtında, Husserl'in "Her bilinç bir şeyin bilincidir" şeklinde ifade edilen temel ilkesinden yola çıkarak bilinç ve Ego kavramlarının ayrıntılı bir fenomenolojik analizine girişir. Sartre'a göre; eylemlerin, duyguların, düşüncelerin kaynağı olan bir iç ben bir kitabı okurken ya da araba kullanırken bir ben bilincine sahip değilimdir. Ben ancak refleksif bir düşünüm edimiyle ortaya çıkar. Ego ancak, geçmişteki psişik etkinlikleri üzerine düşünen bilinç tarafından oluşturulur. Yani Ego, daha önceki deneyimlerin psişik kalıntılarından yaratılır ve onların ideal ve dolaylı birliğini temsil eder. Ben denilen şey düşsel bir yapıntıdır, bilincin dışındadır. Ego dediğimiz şey bilincin sentetik bir ürünüdür, birlik sağlayan değil birleştirilmiş olandır, içkin değil aşkındır."
  • Şu da var ki Sartre'nin hesaplaştığı filozofların çoğu farklı türde idealizmlerin temsilcileridir. Felsefe tarihinde "nesnel idealizm''in en büyük sözcüsü sayılabilecek Hegel," öznel idealizm"in temsilcisi Descartes, " transandental ben" kavramını reddetmekle birlikte "yönelmişlik" (intentionnalite) ilkesini felsefenin odağına koyduğu Husserl ve tabi ki "fenomen numen" ikiciliğini tamamen reddettiği "eleştirel idealist" Kant.
  • "Ego, refleksif bilinç tarafindan kavranan ama aynı zamanda kurulan bir nesnedir. Gizil bir birlik merkezidir ve bilinç onu,gerçek üretimin izlediği yönün ters yönünde kurar: Gerçekte birincil olan, bilinçlerdir; bunların aracılığıyla durumlar, sonra da bunların aracılığıyla Ego kurulur. Ama düzen kendinden kaçmak için kendini Dünya'ya hapseden bir bilinç tarafindan ters yüz edildiğinden, bilinçler durumlardan yayılıyormuş ve durumlar da Ego tarafından üretilmiş gibi ortaya çıkarlar. Bundan da bilincin, Ego'ya, onun için kesin gerekli olan yaratıcı gücü verebilmek için kendi kendiliğindenliğini nesne Ego'nun içine yansıttığı sonucu çıkar. Ne var ki bir nesnede tasarımlanan ve tözleştirilen bu kendiliğindenlik, yozlaşmış ve değeri düşmüş, yaratıcı gücüniü büyülü bir biçimde edilgin olarak koruyan bir kendiliğindenlik olur. Bundan da Ego kavramının derin usdışılığı ortaya çıkar."
  • "Ego bilinç için değil, kendisi için içseldir. Doğal olarak yine çelişik bir karmaşık durum söz konusu olmaktadır: Gerçekte mutlak bir içselliğin asla dışı yoktur. O yalnızca kendisi tarafından tasarımlanabilir ve bu yüzden de biz, başkasının bilinçlerini kavrayamayız. "
  • "Transandantal bilinç, kişisel olmayan bir kendiliğindenliktir. Kendisinden önce hiçbir şey tasarımlanamadan, kendini her an var olabilmek için belirler. Böylelikle de bilinçli yaşamımızın her anı bize ex nihilo (yoktan var eden) bir yaratışı açınlar. Yeni bir düzenlemeyi değil, yeni bir varoluşu. Yaratıcıları olmadığımız bu yorulmak bilmez varoluş yaratımını hemen yakalamakta her birimiz için iç daraltıcı bir şey vardır. Bu düzlemde insan kendinden sürekli olarak kaçma, kendinden kendini hep beklenmedik bir zenginlikle şaşırtma izlenimi içindedir ve Edilgin Ben'in bilinç tarafindan bu aşılışını açıklamakta görevli kıldığı da yine bilinçaltıdır. Aslında Edilgin Ben bu kendiliğindenlik üzerinde hiçbir şey yapamaz çünkü istenç bu kendiligindenlik için ve bu kendiliğindenlik tarafından kurulan bir nesnedir."
  • Sartre'a göre; eylemlerin, duyguların, düşüncelerin kaynağı olan bir iç ben ya da ego yoktur. Sözgelimi, bir kitabı okurken ya da bir arabayı kullanırken bir ben bilincine sahip değilimdir. Ben ancak refkeksif bir düşünüm edimiyle ortaya çıkar. Ego ancak, geçmişteki psişik etkinlikleri üzerine düşünen bilinç tarafından oluşturulur.
  • Acaba tembel ya da çalışkan mıyım? Buna hiç kuşkusuz beni tanıyanlara başvurur ve onlara görüşlerini sorarsam karar veririm. Ya da pekala beni ilgilendiren olguları toplayıp onları bir başkası sözkonusuymuşcasına nesnel biçimde yorumlamaya girişebilirim. Ne var ki Ben'e doğrudan doğruya başvurmak ve onu tanımak için mahremiyetinden kazanç sağlamayı denemek boş bir çaba olurdu. Çünkü aslında yolumuzu tıkayan odur. Bu yüzden ''kendini iyi tanımak'' insanın kaçınılmaz olarak kendi üzerine başkasının bakış açısını geliştirmesi, yani zorunlu olarak sahte bir bakış açısı geliştirmesidir.
  • Eğer kişi aşağılık kompleksinden kurtulmakta güçlük çekiyorsa bu, onun bu kompleksi sürekli seçiyor oluşundandır. Yani, Sartre'ın bir başka kavramıyla ifade edersek, bu kişi sürekli bir "kendini aldatma" içindedir.
  • “Filozofların çoğu için, Ego bilinçte ikamet etmekte ama biz burada, ego'nun, ne biçimsel ne de maddesel olarak bilincin içinde bulunduğunu göstermek istiyoruz. O dışardadır, dünyanın içindedir; başkasının ego’su gibi, dünyaya ait bir varlıktır.”
  • ''Yeni bir düzenlemeyi değil, yeni bir varoluşu. Yaratıcıları olmadığımız bu yorulmak bilmez varoluş yaratımını hemen yakalamakta her birimiz için iç daraltıcı bir şey vardır. Bu düzlemde insan kendinden sürekli olarak kaçma, kendinden taşma, kendini hep beklenmedik bir zenginlikle şaşırtma izlenimi içindedir.''
  • Ben bir köylünün veya bir tüccarın ogluyum.Sıcak bir memlekette veyahut karlı bir dağda büyüdüm.Çelimsiz veya güçlü kuvvetliyim.Bütün bunlar benim elimde olmayan şeylerdir.Ama ben benim dışımda var olan ve beni dışarıdan çeviren bu şartlara karşı istediğim şekilde hareket edebilirim.Onlarla ogunebilirim veya onları iğrenç bulabilirim.Onlari kabul etmek ve benimsemek gibi onlara karşı isyan etmek de elimdedir.Onlari ben secmedim ama onlara karşı almak istediğim tavrı ben secebilirim.

Ego'nun Aşkınlığı İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Kitabın çevirmeni Serdar Rifat Kırkoğlu'nun kitabın giriş bölümü olarak yazmış olduğu "Bir Düşüncenin Güzergahı" adlı 39 sayfalık giriş bölümü Varoluşçuluk ve Sartre hakkında hiç de azımsanmayacak kadar geniş ve anlaşılır bir bilgi içeriyor.Kitabın geri kalanı anladım demek için ise biraz Kant, biraz Descartes, ve bir o kadar da Heidegger ve Kierkegaard ontoloji bilgisi gerekiyor. Ve eğer Sartre haklıysa varoluş özden önce geliyorsa; kitabın giriş bölümünden sonraki kısımlarını tekrar okuyup anlamam için sanırım özsel olarak kendimi yenilemeye ihtiyacım var :)) (Bülent Yüney)

Edmund Husserl, tek tanrılı dinlerin ve felsefi alanda ise Sokrates sonrası ve Descartes ardılı düşünce sisteminin sebep olduğu felsefenin çöküşünün önüne geçmek ve felsefeye yeni bir hareket alan katmak amacıyla fenomenolojiyi geliştirerek kuramsal fenomenolojiyi yaratmıştır. Fenomenolojik görüşte kendilik olgusu şiddetle eleştirilmekte, hakikat ve gerçek kendiliğinden var olan bir durum değil, bilince bağlı olarak değişen durumlardan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. Yani dünya yaşantınızdaki her tecrübe ve buna binaen edinilen bilgi, farkındalık hali sizin gerçeğinizdir der. Bu noktada Sartre'ın da görüşlerinden etkilendiği isimlerden biri Edmund Husserl'dir. Husserl fenomenolojisini varoluşçu yorumla yeniden tasarlayan Sartre fenomenolojik düşünceyi Ben ideasına bağlamış ve bu kitap ortaya çıkmaya başlamıştır. Kitapta yüzde yüz varoluşçu fenomenoloji okuyacağınızı söyleyemem, çünkü Husserl fenomenolojisini çok da fazla harmanlayamamıştır Sartre. Çoğu noktada aynılık olsa da kısmi noktalarda farklı değerlendirmeler mevcut. Kitabı tam anlamıyla çözümleyebilmek için öncelikle Husserl fenomenolojisini okumak gerektiğinin altını çizeyim. Doğrudan buna başlayan okur için oldukça sıkıcı, ''Ne diyor bu adam?'' tepkisi verebilirsiniz. Tıpkı yazılmış önceki incelemede olduğu gibi. :) Yaşamı, tecrübeyi ve bilgiyi bilince entegre eden bu görüşü ben'lik ile ilişkilendirerek aslında Kant'ın numen fenomen ayrımıyla ortaya çıkan ve sonu gelmeyen dualist düşünceye konuyu bağlamak yerine kendine varlık ve kendi için varlık çözümlemeleriyle bilinç fenomen ilişkisini varlığa, varoluşa, benliğe bağlamıştır. Kitapta bu fenomenolojik değerlendirme temelinde birey, özgürlük, düşünce yeniden tasarlanmıştır. Sartre'ın felsefi düşüncesini daha da belirginleştirmiş olan fenomenoloji bu kitapla hayat bulmuştur. Dolayısıyla Sartre okumaları için oldukça değerlidir. (Uğur De Molinari)

Fikir olarak her türden, her alandan kitapları okuma taraftarıyım ancak okunması gereken milyonlarca kitap olduğu düşünülünce özellikle yoğun bir hayatı olan insanların bazı kitaplar hakkında sadece fikir sahibi olmasının yeterli olduğunu düşünüyorum. İşte tam da böyle bir eserin incelemesini yapıyorum. Sartre' nin ilk eserinden olduğu düşünülünce sanırsam böyle oluşu da gayet normal. Çünkü felsefe üzerine yazmak oldukça ciddi bir iş. Her ne kadar okunmasının gerekli olmadığını düşünsem de eser bana hiçbir şey katmadı diyemem. Ayrıca kısa bir kitap oluşuna bakmayın gene oldukça zihin yorucu bir eser. Okumakta zorlandım da diyebilirim. Tavsiye edebileceğim bir eser değil maalesef .. (Z.)

Kitabın Yazarı Jean-Paul Sartre Kimdir?

Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız yazarve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı.

1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı. 1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943).

1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.

Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine dolaylı katkısı olmuştur. 1960'ların sonlarında Sartre, kurulu komünist partileri reddettiği için Maocuları destekledi. Sartre daha sonra Maocularla ittifak halinde olduğunu reddetmiş ve Mayıs olaylarından sonra "Eger biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." demiştir. Bundan sonra kendisinin anarşist olarak tanıtılmasını uygun karşılamıştır.

Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. "121'ler Manifestosu" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.

1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolükonusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvarolarak belirtilebilir.

Sartre'ın Varoluşçuluğu:

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.

Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur.

Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. İsa, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur, öyle ki, Sartre; insan kendi özgürlüğüne mahkum edilmiştir der. Sartre'a göre insan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.

Öte yandan varoluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsal ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, kendi felsefi konumunu ifade etmek için özgül bir şekilde anladığı anlamda hümanizmi vurgular. Sartre Varoluşçuluk Hümanizmdir der ve bu isimde felsefi bir çalışması vardır.

Bulantı

Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, "kendi-için-şey"dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.

Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.

Varoluşçu Marksizm

Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; "Marksizm hümanizmdir", der Sartre.

Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Sartre'a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya daDiyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için" der Sartre, "marksizm aşılamazdır".

Sartre ve Aydın tavrı:

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir.

Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.

Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır.

Jean-Paul Sartre Kitapları - Eserleri

  • Bulantı
  • Duvar
  • Akıl Çağı
  • Varoluşçuluk
  • Yıkılış
  • Yaşanmayan Zaman

  • Edebiyat Nedir?
  • Sözcükler
  • Aydınlar Üzerine
  • Varlık ve Hiçlik
  • İş İşten Geçti
  • Sartre Sartre'ı Anlatıyor
  • Baudelaire

  • İmgelem
  • Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar
  • Toplu Oyunlar
  • Toplu Oyunlar 2
  • Kirli Eller
  • Öznellik Nedir?
  • Ego'nun Aşkınlığı

  • Denemeler
  • Saygılı Yosma
  • Yöntem Araştırmaları
  • Hepimiz Katiliz
  • Materyalizm ve Devrim
  • Altona Mahpusları
  • Özgür Olmak

  • Şimdi Umut: 1980 Söyleşileri
  • Tuhaf Savaşın Güncesi
  • Çark
  • Gizli Oturum
  • Mezarsız Ölüler
  • Sinekler
  • Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı

  • Şeytan ve Yüce Tanrı
  • Bir Şefin Çocukluğu
  • Altona Men - Without Shadows - The Flies
  • Komünistler Devrimden Korkuyor
  • Çağımızın Gerçekleri
  • Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor
  • Yazınsal Denemeler

  • Yabancının Açıklaması
  • Estetik Üstüne Denemeler
  • In Camera and Other Plays
  • Briefe an Simone de Beauvoir 1
  • Sahibin uşaqlığı
  • Seçilmiş Əsərləri
  • The Age of Reason

  • Yöntem Araştırmaları

Jean-Paul Sartre Alıntıları - Sözleri

  • Emek, hayatın yeniden üretilmesi yoluyla nesnelleşmeyse, emek yoluyla nesnelleşen nedir? İhtiyaçla tehdit edilen nedir? Jouissance'la (haz, keyif) birlikte ihtiyacı ortadan kaldıran nedir? Cevap elbette ki pratik biyolojik organizmadır ya da diğer bir deyişle, bu terim bizi öznellik açısından ilgilendirdiği ölçüde, psikosomatik birliktir. Sonuç olarak, burada içselliğiyle dolaysız bilgiden kaçan bir birliği kavrıyoruz. (Öznellik Nedir?)
  • Özgürlük, metafizik değil, pratik özgürlük, proteinle koşullanmıştır. İnsanlar, açlıktan kurtulduğu, uğraşlarını ona yakışan koşullar altında yapabildikleri gün, yaşam insanca olacaktır. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Dokunmayın bana. Birinin bana dokunmasından nef­ret ederim. Acımanızı da kendinize saklayın. Haydi! (Gizli Oturum)
  • Aşk, aşktan daha fazla bir şeydir. (Denemeler)
  • Ben de herkes gibi değiştim: bir sürerlilik içinde. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Bize ihanet eden, kendi sözlerimiz, kendi eylemlerimiz, kendi alçaklıklarımızdır. (Altona Mahpusları)

  • Köksüzlerin ağırlığı olmaz. (Sinekler)
  • "O halde bu, proletaryanın hiçten yola çıkarak icat ettiği ya da 'yarattığı' bir şey değil, daha ziyade bütünlüğü içindeki evrim sürecinin zorunlu sonucudur; bu yeni öğe, ancak proletarya onu bilincine yükseltip pratik kıldığında somut bir gerçeklik halini almaya dair soyut bir imkân olmayı yine de bırakmaz. (Öznellik Nedir?)
  • İnsan dönüp kendi geçmişine bir anlam yakıştırarak onu bir çeşit değişikliğe uğratabilir. Yani kendi kişisel tasarısına göre, geçmişini farklı bir biçimde sahiplenir. Bir başka deyişle geçmiş, insanın özgürlük anlayışına göre kimlik kazanır.. (Ego'nun Aşkınlığı)
  • "Yeniden kendimi hissedebilmek istiyorum. İçten ve yoğun bir duygu beni kurtaracak." (Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor)
  • "Eskiden beklemek umurumda değildi. Şimdiyse ya­pamıyorum artık." (Kirli Eller)
  • Cehennem, başkalarıdır. (Toplu Oyunlar)
  • “Neden iki ayrı kişi olduğumuzu anlamıyorum. Kendim kalarak, sana dönüşmeyi isterdim.” (Toplu Oyunlar)

  • Gerçekten savaşsaydım, pek fena olmazdı. Fakat, savaşmıyorum işte. Silah altına alınmışım, o kadar. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • "Bizi hiçbir zaman sevmediler!.." (Yıkılış)
  • Öncelikle en başında boşluk korkutmuştu sanatçıyı. Kuş uçmaz kervan geçmez, bu ıpıssız mekanda kendi boşluğunu kavramaya çalışırken, bir aşağı bir yukarı, aylarca gezinmişti. Sadece kendi korkunç yalnızlığı eşlik etmişti ona... (Estetik Üstüne Denemeler)
  • " Belli bir grubun emrindeki bilim, bir ideolojiye dönüşür. '' (Aydınlar Üzerine)
  • "İnsan özgür olmaya mahkûmdur." (Varoluşçuluk)
  • Söyleyebildiğim zaman söyleyeceğim. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • Biz rüzgar ektik, o ise fırtınadır. Şiddetin çocuğu, şiddetten her an kendi insanlığını ya­ratıyor. Biz onun sırtından insandık, o da bizim sırtımızdan ken­disini insanlaştırıyor. Yeni bir insana doğru hem de daha ni­teliklisinden. (Hepimiz Katiliz)