Herzog - Saul Bellow Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Herzog kimin eseri? Herzog kitabının yazarı kimdir? Herzog konusu ve anafikri nedir? Herzog kitabı ne anlatıyor? Herzog PDF indirme linki var mı? Herzog kitabının yazarı Saul Bellow kimdir? İşte Herzog kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: Saul Bellow

Çevirmen: Özde Duygu Gürkan

Yayın Evi: İletişim Yayıncılık

İSBN: 9789750505348

Sayfa Sayısı: 482

Herzog Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

20. yüzyılın birey üzerindeki yıkıcılığını ele alan Herzog, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Saul Bellow'un başyapıtı olarak kabul ediliyor. Herzog, hayatı her anlamda altüst olmuş, "Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş," diye düşünecek kadar kendinden vazgeçmiş bir adamın hikâyesini anlatır. Başarısız yazar, başarısız hoca, başarısız baba Moses Herzog, kendisini kişisel felaketlerinden ve modern zamanların yıkıcılığından sağ çıkabilmiş bir kazazede olarak görür. İçini dökmek ve sıkışmışlığından kurtulmak amacıyla tanıdığı tanımadığı, hayatta ya da ölü, önemli ya da önemsiz bir sürü insana, hiç göndermeyeceği mektuplar yazmaya başlar. Arkadaşlarına, düşmanlarına, meslektaşlarına ve ünlülere dünya görüşünü, çektiği acıları, içinden çıkamadığı sorunları, özlem ve hıncını anlatır, kalbini açar. Amerikan edebiyatının en önemli romancılarından olan Saul Bellow, Herzog'da adeta içinde yaşadığı çağın duygusal, düşünsel ve ahlâki röntgenini çeker. "Madam Bovary'yi Charles'ın ya da Anna Karenina'yı Karenin'in bakış açısından anlatma hevesine kapılan biri, Herzog'da bunun kusursuz bir şekilde gerçekleştirildiğini görecektir."

-Philip Roth-

(Tanıtım Bülteninden)

Herzog Alıntıları - Sözleri

  • Zira ölmek her şeyin bitmesi anlamına gelir ama ölümü yaşamak onu tecrübe etmek demektir.
  • İnsanlar kütüphanede hayatlarını kaybedebilirler.Uyarılmaları gerekir.
  • Keder,Bayım,aylaklığın bir türüdür.
  • Çok düşünenler hiçbir şey yapmaz ve hiç düşünmeyenler görünüşe göre her şeyi yapar.
  • Öfkelenmek öyle yıpratıcı ki bu hissi asıl adaletsizliğe saklamak lazım.
  • Sən daxilində gizlənmiş iblisi ələ verməmək üçün özünü fağır göstərirsən.Onu niyə boğursan?Bəlkə yola gedəsiniz,hə?
  • Kendını arzulamayan kadını hiçbir erkek tatmin edemez.
  • "Tanrı aşkına ağlama, seni budala! Yaşa ya da öl ama her şeyi zehir etme."
  • Xoşbəxtliyin ardınca düşmüsənsə,peşmançılığa hazır ol.
  • Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş, diye düşündü Moses Herzog.
  • Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş...
  • Toplumsal hayat, özel hayatı dışlar. Toplumumuz daha politik (en kapsamlı anlamıyla "politik" -bütünlük saplantısı, dürtüsü) bir hale geldikçe bireysellik daha da kayboluyormuş gibi görünuyor.
  • Nefret etmek , insanın kendine duyduğu saygıdan ileri gelir
  • "Tarihin sevgi dolu yüreklerin tarihi olduğunu mu sanıyorsun? Seni aptal! Şu milyonlarca ölüye bak. Onlara acıyabilir misin, onların duygularını paylaşabilir misin? Hiçbir halt edemezsin! Çok fazla ölü var. Onları yakıp kül ettik, buldozerlerle gömdük. Tarih yumuşak mizaçlı insanların sandığı gibi sevgiyle değil zulümle örülü...''
  • Doğrudanmı,elə iyrənc bir çağ yetişib ki,əxlaqi duyğular ölür,vicdan kar olur və azadlığa,qanunlara,ictimai ədəb-ərkan qaydalarına hörmət və daha nələrsə qorxaqlıq,düşkünlük,qanla əvəz edilir?

Herzog İncelemesi - Şahsi Yorumlar

20. yy Hastalığı – Yabancılaştırma: Günümüzde hala daha varlığını devam ettiren bu hastalıklı “kavram”, diğer bir deyişle “yabancılaştırma” Saul Bellow’un “Herzog”unda ziyadesiyle mevcut. Hastalık desem de, bu gerçek manada biyolojik bir hastalık değil. Biyolojik bir hastalık olmasa da, biyolojik bir hastalık kadar etkili. Herzog’un “saçlarının dökülmesi” gibi kendisine kasti veya bilinçdışı olarak bunu uyguladığını görebiliyoruz. Ama bu sadece bireyin kendisine yapabileceği bir şey değil, aynı zamanda toplumun da senin için uygulayabileceği bir durumdur. 20. yy Amerika’sının “kitlesel kültürü” de tam olarak buna müsaittir. Yabancılaştırmayı dört katagoriye ayırabiliriz. Bireysel İzolasyon, Sosyal(Mekanik) İzolasyon, Düşünce İzolasyonu, Duygu İzolasyonu. Bunlarla beraber de yabancılaştırmayı hastalık saydığımız gibi daha alt diğer hastalık olarak sayabileceğimiz hastalıklara ulaşabiliriz. Herzog’un hastalığa düşkünlüğünü de göz önünde bulundurursak bunlar da eylemsizlik, aşağılık kompleksi, üstünlük kompleksi, duygu-durum ifade korkusu olarak sıralanabilir. Herzog’un izolasyonu kitabın başında bize gösterilir. İkinci evliliğinden sonra kendisini uzak bir köye atan Herzog, kelimenin tam anlamıyla bir izolasyon yaşamaktadır. İzole bir yaşam süren Herzog, delirmiş olup olmadığını sorgular. “Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş” Bunu söyleyerek anca delirmiş biri kendisini böyle bir duruma sokar diye düşünür. Çünkü delirmediyse durum vahimdir. Ölü insanlara dahi yarım kalmış mektuplar yazması bunu kanıtlar niteliktedir. Dış dünyayı algılamakta güçlük çeken Herzog “her şeye dikkatle bakmasına rağmen kendini yarı kör gibi hissediyordu.” Zihninde oluşturduğu mektuplarla heyecana kapılan Herzog bunları fragman fragman bir araya getirmekte güçlük çeker. Bunlar da onun kendini ifade etmekteki yaşadığı güçlüğü gösterir. Zihni karmaşıktır. Bu durum etrafına da yansımıştır. İzole olduğu ev Herzog’un zihnini temsil eder. Ev çok ihmal edilmiştir. Eskiden önem verdiği şeylere artık önem vermemektedir. Yemeklerde artık “seçici” değildir. Komforuna düşkün değildir. Kargaların sesini tatlı bulması da zihnindeki acıyla pararellik taşır. Özetle yaşadığı alan zihninin bir yansıması gibidir. Bu alan onun bireysel izolasyonudur. İnsanlarla konuşmak yerine onlara mektup yazması da bunu kanıtlar. Herzog’un bu hale gelmesinin sebebi tabiki sadece kendisi değildir. Kendisine uyguladığı gibi toplum da aynı şekilde ona yabancılaştırma uygular. Bunun fiziksel ve manevi olarak iki yönü vardır. Fiziksel olarak eski karısı onun kendi yaşadığı şehirde yaşamasını engeller. Polise resmini verdiğini söyleyerek Herzog’u tehdit eder. Yaşadığı yeri kaybeden Herzog kendisine yapılan ihanetle birlikte hayatındaki dostlarını da kaybeder. Bunun üstüne kendisini tamamen insanlardan soyutlayan Herzog’un hayatı hiç iyiye gitmez. Zihnindeki karmaşaları düzeltmek yerine kendisinde kusur görmeye meyillenir. Açıkçası bu noktada kendisini bunu hakeden bir insan olarak nitelendirir. “Aşkta tembeldi. Zekâ parlaklığı konusunda sönüktü. Güç konusunda pasifti. Kendi ruhu karşısında kaçımsardı. Kendi sertliğinden tatmin olmuş, hükmünün katılığından ve gerçekçiliğinden memnun bir halde kanepede yatmayı sürdürüyordu.” Böylece eylemsizlik hastalığına tutulur. Bu acıyı hakettiğini söyleyerek kendi benliğine bir darbe vurur. Kendisini yabancılaştırmıştır. “.....kendi egotizmi ise askıdaydı, yerini tamamen pasifliğe bırakmıştı. Başına gelmek üzere olan şeyi hak ediyordu, uzun süre boyunca ciddi günahlar işlemişti; bu acıya layıktı. Hepsi bu” Anlatıma bakarsak da bir karmaşıklık söz konusu. Anlatım da Herzog’un zihni ile bir pararellik oluşturur. Sanki anlatım da kendisine bir yabancılaştırma uygulamaktadır. Doğrusal ilerlemeyen bu anlatım sık sık geçmişe döner. Şimdiki zaman yabancılaştırılmıştır. Geçmişte takılı kalan anlatım da şimdiki zamanda bir eylemsizliğe tutulur. Çok ilerlemez. Bireysel problemlerin yerini evrensel problemler alır. Zihin mektuplarında makalelere veya geçmiş argümanlara bulaşır. “Çok düşünenler hiçbir şey yapmaz ve hiç düşünmeyenler görünüşe göre her şeyi yapar” Böyle düşüncelerle Herzog sanki kendisinden kaçmaya çalışıyor gibidir ama ironik olarak da kendisine daha çok yaklaşır. Aşırı düşünmekle adeta modern bir Hamlet’e benzer. Durumu biliyordur ama elinden bir şey gelmiyordur. Valentine Claudius’u temsil ederken Madeleine de Gertrude’u temsil eder. Kızı Junie ise tek taraflı bir mektup sirkülasyonunun verdiği mistiklikten dolayı Hamlet’in babası gibidir. Kızının suistimal edildiğini duyunca uzun bir direnmeden sonra görevi ağır gelir ve kızını kurtarmaya karar verir. Bu sahne Hamlet’in “oyun sahnesine” eş değer görülebilir. Çok düşünmek onun bir hastalığıdır. Başkalarının ellerinde de kıvanç duymak onun için bir gurur meselesidir. Aşağılık ve üstünlük kompleksi arasında git-geller yaşar böylece. Düşüncelerini uzaklaştırdığı gibi aynı zamanda duygularını da uzaklaştırma eğilimindedir. Doğal sevgi veya Herzog’un tabiriyle “patates-sevgi” de onun için korkutucudur. Tekrar bir sevgiye tutulmaktan korkar. Umudunu kaybetmiştir. Tekrarlama korkusu vardır. Yapmak istediği şeyleri toplumsal veya bireysel nedenlerden dolayı kendisinden uzaklaştırır. Romano onun cinselliğe olan ihtiyacını karşılar karşılamasına ama henüz onun sevgi ihtiyacını ona veremez. Bunu verememesinin sebebi tabiki Herzog’un kendisidir. Herzog Romano’dan kaçmak için elinden geleni yapar. Aynı zamanda ona yardım etmek isteyen çiftten de kaçar. Arkadaşının tatil teklifini reddeder ve kaçar. Kimseye yük olmak istemeyecek kadar gururludur. Böylece kibri de kendisini yabancılaştırmak için kullandığı bir araçtır. Kendisi de bunun farkındadır ki o yüzden kendisini hastalıklı veya kaçık olarak nitelendirir. Bu yönden toplumun gözünde de kaçıktır. Bunu kanıtlar nitelikte Herzog içinde onu yönlendiren bir varlığın olduğunu belirtir. Bu varlık ona vahşice dürüst bir davranış sergiler. Romano ise ona: “Uysal ve yumuşak başlı biri gibi davranmayı seviyorsun ve içindeki şeytanı örtbas ediyorsun. Neden o küçük şeytanı bastırasın ki? Neden onunla arkadaş olmayasın; neden, ha?” Bu alıntıyla Herzog’un içindeki vaziyetin dışarı vurmuşluğunu da görüyoruz. Histerik bir durum görmekteyiz. Daha önce belirtildiği gibi kendisi de bunun farkındadır. Hatta bunu dile getirir. Kendisine gelebilmesi için tamamen dönüşüm geçirmesi gereklidir. “Bende düzeltilmesi gereken çok şey var. Neredeyse her şey.” Herzog’a göre şehir de karmaşadan ibarettir. “20. yüzyılın devrimleri, kitlelerin seri üretim sayesinde özgürleşmesi insana özel bir yaşam sunuyor ama onu dolduracak hiçbir şey vermiyordu.” Şehir yaşamı böylece herkesin içiçe olduğu ama anlam yoksulluğundan müzdarip bir durumdadır. Mekanik bir işleyiş söz konusudur. Kitle neyin olacağına karar verir ve bu kitle için önemlidir. İnsanlar, seçili karakterlerden; katalogdan seçer gibi bir karakter seçer ve o rolün altında yaşamaya çalışır. Toplumun değerleri bireyin değeri haline gelir. Ama bu ikisi zıtlaşırsa bireyin yabancılaştırılması ile son bulur. Yabancılaşanlar da birbirine tutunmaya çalışabilir. Veya bireysel izolasyona dönüşebilirler. Ama öyle bir zaman gelmiştir ki yabancılaşanlar da kendi aralarında bunu uygulamaya devam eder. Yahudi Yahudi’ye Yahudi olduğundan dolayı bile bir dışlama söz konusu olabilir. Baba Herzog’un da bu durumdan acı çekmesi bunu kanıtlar niteliktedir. Hristiyanlık ve Yahudiliğin zıtlığı gibidir. Romantizm ile Sanayileşmenin zıtlığı gibidir. Herzog’un yazdığı ilk makale de buna ayna tutar niteliktedir. Herzog güncel yaşamıyla birlikte adeta bir Romantik gibidir. Şehirleşmenin sonucundaki o karmaşaya adapte olamayıp entelektüel doygunluğu, ilhamı almak için çareyi doğada görüyor olabilir. Doğanın sevgisiyle beraber karganın sesi bile ona tatlı gelecektir. Ama doğa da ona istediğini vermez. Çünkü aklı, şehirlerin birbirine giren sokakları gibi beyninde damarlarla iç içe ve karmaşıktır. Toplumun mekanik yapısından, Herzog, aynı zamanda diğer etnik kökenlerdeki göçmenler gibi kendisi de sıkıntı yaşamaktadır. Yahudiliğe farklı bir bakış açısı vardır. Romano Herzog’u Amerikalı olarak nitelendirmeyince Herzog’un üzülmesi de o dönemin ırk problemini gösterir. Eski geleneklerle Modern Amerika arasında kalmışlık söz konusudur. Nereye ait olduğuyla ilgili bireysel bir problem yaşar insan böylece. İkisine de ait olamadığı için ikisinden de yabancılaşmış olur. Arada kalmışlık 20yy. Amerika'sının genel bir özelliğidir. “Hayli uzun bir süre boyunca Yahudiler dünyayı yabancılamışlardı ve şimdi de dünya onları yabancılıyordu.” Sonuç olarak Herzog hayatında kendisini tam anlamıyla yabancılaşmış buluyordu. Düşünceler ve duygular yarım bırakılıp rasgele bir yere atılıyordu. Toplum ve bireylerde ise bunun tesellisini bulamıyordu. Romano’nun içtenliğini farkettiğinde ise aşk onu kurtarmıştı. Tam anlamıyla kurtarmasa da kurtuluşun ilk adımını vermişti. Patates-sevgi önemliydi. Bir insanın kendisine yapabileceği en kötü şeylerden birini yapmaktaydı. Yabancılaştırma insanı bir at sineği gibi bırakmayan bir meseleydi. Hesiodos’un yaratılış hikayesi gibi Karanlık ve Gece’den Sevgi doğmuştu. Sevgi de bir anlamda Kaostu. Patates sevgi galip gelmişti. Belirsizliği başka bir belirsizliğe bırakmıştı. Ama bu sefer daha sabit, kendinden emin adımlarla ilerliyordu. Kitabın sonuna yaklaştığımızda bunu anlatımlarda da görebiliyoruz. Anlatım daha berrak bir anlatıma sahip olup, fragmanlar da birbirini tamamlar nitelikte birbirine giriyordu. Aklını kaçırmadığı besbelliydi. Yabancılaştırma insanı içten ve dıştan bir parazit gibi saran bir hastalıktı. Herzog tam anlamıyla iyileşmişti. Bu suratına ve vücuduna da yansımıştı. Tekrardan gençleşmişti sanki. İyileşen Herzog bunu arkadaşında da görünce ona bunları söyler: “Kendine fazla hoyrat davranma Luke ve duygularına karşı böyle fantastik saldırılar düzenleme” Artık sevgiye direnmeyen Herzog: “Artık daha fazla acı çekme talimi yapmadan kalbimi açmak istiyorum. Ve bunun için herhangi bir acı doktrinine ya da teolojisine gerek yok. “ Eskiden ona acı veren yer artık mutluluk vermeye başlar böylece. Onu temsil eden ev artık ilgi görmüş, güzelleşmeye başlamış bir yer haline gelir. Evin yeni hali de böylece onun zihninin yeni yapısıyla bize pararellik gösterir. Bir sonraki adım da mektup yazmayı bırakmaktır. Eskiden açıklamaktan korktuğu duyguları artık rahatlıkla açıklayabilmektedir. Böylece zihnini nihayet doğa ile buluşturmayı başarmıştır. (Atalay Özer)

Herzog, unutulmayacak bir karakter: Herzog, depresif, edilgen ve oğul, kardeş, baba, koca, sevgili, profesör, Amerikalı ve Yahudi olarak da başarısız (diyebileceğimiz) biri, kült bir karakter. Daha önce duymamış olduğuma şaşırdığım ve üzüldüğüm bir kitap oldu. Felsefe (özellikle varoluşçuluk ama Sartre'sız) ve kurgunun bir arada olduğu, sürekli o kimmiş bu neymiş diye aramalar yaptıran bir kitap, çok çok sevdim. Kitap tezlere, yayınlara konu olmuş. Öykü, yazarı Saul Bellow'un hayatı ile epey parallelik taşıyor. Yukarıda belirttiğim başarısızlıklarını düşünüp, tanıdığı tanımadığı herkese, ölülere (Nietsczhe, Heidegger) ve hatta tanrıya bile mektup yazarken bize hayatını anlatıyor Herzog. Bunu yaparken de gerçekliği dil aracılığıyla yakalamaya çalışıyor. Bir yandan da dalga geçiyor, mesela filozofların soyut teorileri ile, kardeşlerinin materyalizmi ile ve modernliğin getirdikleri ile. Beni epey de güldüren bir karakter oldu. Boşandığı eşi Madeleine ile yaşadıkları kitabın odağında, oraya takılmış. Madeleine'i tam bir canavar gibi betimliyor, amacının entellektüel ve akademik dünyada kendi yerini almak olduğunu söylüyor. Mahkemede bir davaya tanıklık ediyor ve bu nokta öyküde bir dönüşüm yaratıyor, heyecan artıyor ve sonra özgürleşme geliyor. Bu açıdan bir bildungsroman mıdır tartışmaları da varmış. Kitapta bolca William Blake alıntıları var. Sayfa 47'de "Arabanı ve sabanını ölülerin kemikleri üzerinden sür" cümlesini görünce Olga Tokarczuk'un Sür Pulluğu'nu Ölülerin Kemikleri Üzerinde" kitabını ve oradaki Blake tutkusunu hatırladım, sevindim. Bellow, kitabı editörü Pat Covici'ye ithaf etmiş. Covici Steinbeck'in de editörüymüş. (odikitap)

herzog , bilinmeyi hak eden bir karakter: Herzog , kendiyle varolmaya çalışan bir adamın hikayesi. Bazen kendını bulan bazen kaybeden bazen geçmişine bağlı bazen günü yaşayan biri. Kısacası sen ben gibi yaşayan ama bunu sorgulayan ve acı çeken biri. Okunmayı hak eden bir kitap (Ayşe Erol)

Herzog PDF indirme linki var mı?

Saul Bellow - Herzog kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Herzog PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Saul Bellow Kimdir?

10 Haziran 1915'te, ailesinin kısa bir süre önce Rusya'dan göçerek yerleştiği Kanada'nın Quebec şehrinde doğdu. Dokuz yaşındayken ailesiyle beraber bu sefer Amerika'ya, hayatının büyük bölümünü geçireceği ve roman ile hikâyelerinin büyük kısmının ana mekânı olan Chicago'ya göç etti. Babası soğan ithalatçılığı yapıyordu. Çok küçük yaştan itibaren kitap okumaya meraklı olan Bellow, bir röportajında söylediğine göre, Tom Amca'nın Kulübesi'ni okuduğunda yazar olmaya karar verdi. Chicago Üniversitesi'nde başladığı İngiliz Edebiyatı eğitimini iki sene sonra yarıda bırakarak, Northwestern Üniversitesi'nin antropoloji bölümüne geçti. Antropoloji eğitiminin edebiyatı üzerindeki etkisi pek çok eleştirmen tarafından vurgulanmıştır.

Bellow romancılık kariyerinden önce geçimini bir süre gazete ve dergilere kitap eleştirileri yazarak sağladı. İlk romanı Boşlukta Sallanan Adam 1944'te, ikinci romanı Kurban ise 1947'de yayımlandı. 1948'de aldığı Guggenheim bursuyla iki sene Paris'te ve başka Avrupa şehirlerinde kaldı. Asıl başarı ve ünü bu iki yıl içinde yazmaya başlayıp 1953'te yayımladığı ve yayımlanır yayımlanmaz prestijli Ulusal Kitap Ödülü'ne değer bulunan Augie March'ın Maceraları ile elde etti. Bu renkli, dopdolu ve grotesk roman, teknik anlamda olduğu kadar "Amerikalılık" kavramına getirdiği yeni yorumla da birkaç nesil Amerikan yazarını derinden etkilemiştir. Bellow'un en önemli edebi mirasçılarından, İngiliz romancı Martin Amis'e göre Augie March o hep sözü edilmiş ama bir türlü kimse tarafından yazılamamış olan "büyük Amerikan romanı"dır. Philip Roth'a göreyse Bellow kendisinden sonraki "göçmen" Amerikalı yazarlar için "edebi Kristof Kolomb"dur ve Augie March'la "Amerikan edebiyatı nasıl yapılır" sorusunun cevabını keşfetmiştir.

Bellow Augie March'ın Maceraları'nın ardından, 1956'da çok daha farklı, çok daha kısa ama bir o kadar güçlü olan dördüncü romanı Günü Yaşa'yı yayımladı. Bu kitapta Augie March'ın tam zıddı karakterde bir kahraman olan Tommy Wilhelm'in bir gün içinde yaşadığı ruhsal çöküntü anlatılır. 1959 tarihli Yağmur Kral Henderson Bellow'un 1960'lardan 2000'lere kadar yazacağı kitapların tema ve yapılarının habercisi olarak görülebilir. Bellow'un "hayatın anlamını arayan erkek entelektüel kahraman"larının ilki olan Eugene Henderson, içinde bulunduğu ruhsal bunalımdan çıkış yolunu Afrika'ya gitmekte bulan çılgın ve mutsuz bir milyonerdir ve aralarına katıldığı yerli kabilelerinden biri tarafından "Yağmur Kral" ilan edilir. Bellow'un beş senede yazdığı ve 1964'te yayımladığı en büyük kitabı Herzog'un kahramanı Moses Herzog da tıpkı Eugene Henderson gibi bir orta yaş krizinin, entelektüel ve psikolojik bir bunalımın içinden hitap eder okuyucuya. Ailesi darmadağın olmuş, akademik hayatı çıkmaza girmiş Herzog, ailesine, arkadaşlarına ve ölmüş ya da yaşayan ünlülere hiç göndermeyeceği mektuplar yazar ve dünyayla, tarihle, kendi hayatıyla ve hayal kırıklıklarıyla ilgili sorular sorar, özürler diler, şikâyet eder. Bu kitapla Bellow ikinci defa Ulusal Kitap Ödülü'nü kazanmıştır.

Bellow 1970 yılında Bay Sammler'ın Gezegeni'ni yayımladı ve bu kitapla beraber üst üste üç Ulusal Kitap Ödülü kazanan ilk Amerikan yazarı oldu. 1975'te de Pulitzer Ödülü'nü kazanacak olan Humboldt'un Hediyesi'ni yazdı. 1976'da İsveç Akademisi tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. Akademi ödülü verirken Bellow'un "derin bir insanlık kavrayışıyla çağdaş kültürün incelikli bir çözümlemesini eserlerinde birleştirmesine" dikkat çekti.

Bellow'un bu tarihten sonra yazdığı kitaplar, sırayla Dean'in Aralığı (1982), Daha Fazla Kalp Kırıklığı Ölümü (1987), Bir Hırsızlık (1989), Belarus Bağlantısı (1989), Beni Hatırlatacak Bir Şey: Üç Hikâye (1991), İşin Aslı (1997), Ravelstein (2000) ve Toplu Hikâyeler (2001)'dir.

20. yüzyılın en büyük romancılarından biri sayılan Saul Bellow, 5 Nisan 2005'te, doksan yaşında Chicago'da öldü.

Saul Bellow Kitapları - Eserleri

  • Boşlukta Sallanan Adam
  • Günü Yaşa
  • Herzog
  • Yağmur Kral
  • Bay Sammler'in Gezegeni
  • Humboldt'un Armağanı
  • Augie March’ın Maceraları
  • Endişe
  • Kurban
  • Özüm Haqqında Xatirə
  • To Jerusalem and Back

Saul Bellow Alıntıları - Sözleri

  • Onda hayal kırıklığına uğramam onun suçu değildi. (Boşlukta Sallanan Adam)
  • İnsan ancak sevdiği şey kadar iyidir. (Günü Yaşa)
  • Sorun babamın sorunlarıma sırtını dönmesi değil, hissettiğim karmaşayı bilmezlikten gelmesi. Buna dayanamıyorum. (Günü Yaşa)
  • Belki en iyisi insanın içinde bir düzen olması. Çoğunun aşk dediği şeyden daha iyi. Belki bu aşktır. (Bay Sammler'in Gezegeni)
  • "Tarihin sevgi dolu yüreklerin tarihi olduğunu mu sanıyorsun? Seni aptal! Şu milyonlarca ölüye bak. Onlara acıyabilir misin, onların duygularını paylaşabilir misin? Hiçbir halt edemezsin! Çok fazla ölü var. Onları yakıp kül ettik, buldozerlerle gömdük. Tarih yumuşak mizaçlı insanların sandığı gibi sevgiyle değil zulümle örülü...'' (Herzog)
  • “Hem akıllı hem deli olabilir. Bu günlerde birini öbüründen ayırt edemez olduk.” (Günü Yaşa)
  • “Günahların affı daimidir, doğruluk bir ön koşul değildir.” (Yağmur Kral)
  • Afrika’ya gittiğimi açıklayacaksam önce doğrularla yüzleşmeliyim. En iyisi paradan başlamak. Zenginim. Benim ihtiyardan vergileri düştükten sonra üç milyon dolar miras kaldı, ama kendimi serseri olarak görüyordum ve haklı nedenlerim vardı, başlıca neden de serseri gibi davranmamdı. Yine de tek başımayken sık sık kitaplara bakar, bana yardım edecek kelimeler arardım, günün birinde şunları okudum; “Günahların affı bitmeyen bir süreçtir; doğruluk bir önkoşul değildir.” Beni o denli etkiledi ki, bu sözü kendi kendime tekrar edip durdum. Ama sonra hangi kitapta olduğunu unuttum. Babamın bana bıraktığı, bazılarını kendisinin yazdığı binlerce kitaptan birindeydi. Onlarca kitap karıştırdım, ama paradan başka bir şey bulamadım; babam kitap ayracı olarak kâğıt para kullanırdı -o sırada üstünde ne varsa- beşlikler, onluklar, yirmilikler. Bazıları otuz yıl önce tedavülden kalkan, arkası sarı büyük banknotlardı. Eski günlerin hatırına onları gördüğüme sevindim; çocukları içeri sokmamak için kütüphanenin kapısını kapattıktan sonra, bütün günü bir merdivenin basamaklarında kitapları karıştırarak geçirdim, paralar yere yığıldı. Ama affetmeye ilişkin o cümleyi bulamadım. (Yağmur Kral)
  • “Güldüğümüz sürece, iyiyiz.” (Humboldt'un Armağanı)
  • Yüzyılın en büyük suçunu alelade bir alçaklık olarak göstermek fikri hiç de sıradan bir şey değil. Politik planda, psikolojik planda Almanların dahiyane bir fikri var. Sıradanlık sadece bir kamuflajdı. Ölümü iğrenç olmaktan çıkarmanın, onu sıradan, sıkıcı ve önemsiz göstermekten daha iyi bir yolu mu var? Dehşet verici bir siyasi sezgiyle işi kılıfına uydurmanın bir yolunu buldular. (Bay Sammler'in Gezegeni)
  • "Belki de insan kayboldu mu tam kaybolmalı; hayran olduğum Rus yazarlardan biri, bir toplantıya çok geç kaldıysanız, daha yavaş yürümenizi önerir." (Humboldt'un Armağanı)
  • Keder,Bayım,aylaklığın bir türüdür. (Herzog)
  • Güneş, sanki ölüm yokmuşçasına parlıyordu. (Bay Sammler'in Gezegeni)
  • Ayırt etmeyi bilmek gerekirdi. Ayırt etmek, ayırt etmek, ayırt etmek. Önemli olan ayırt etmekti, açıklamak değil. Açıklamak düşünen kitleler içindi, yetişkinleri eğitmek için. Genel bilincin gelişmesi için. Entelektüel seviyeyi, sözgelimi, proletaryanın 1948'deki ekonomik seviyesine çıkarmak için. Ama ayırt etmek? Çok daha yüksek bir faaliyet biçimi. (Bay Sammler'in Gezegeni)
  • Evet, tavanları seviyorum ve yüksek tavanları alçak olanlara tercih ediyorum. Edebiyatta, sanırım alçak tavanlı başyapıtlar var; Suç ve Ceza mesela; ve yüksek tavanlı başyapıtlar: Kayıp Zamanın İzinde. (Bay Sammler'in Gezegeni)
  • "İnsandan aşağı, insandan üstün diyorsun. Lütfen söyler misin insan nedir?" (Kurban)
  • Unutma, bizler doğanın değil, doğa üstünün çocuklarıyız. (Humboldt'un Armağanı)
  • . O çok güzel ama ne demek istediğimi anlıyorsan, o buzluktaki tatlım. Soğuk tatlılar yayılmaz. ... (Humboldt'un Armağanı)
  • "Yaşamak istiyorsun. Grun-tu-molani. İnsan yaşamak ister." (Yağmur Kral)
  • "Milli bayramlarda fırlatılan bir havai fişek gibisin tam" dedi Jimmy. " Sana sadece patlayacak kadar barut dolduruyorlar. Yukarı çıkıyorsun. Sonra patlamanın ardından füze geri düşüyor. Artık çocukları yetiştirmek ve karını memnun etmek için yaşıyorsun." (Augie March’ın Maceraları)