Koleksiyoncu - John Fowles Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Koleksiyoncu kimin eseri? Koleksiyoncu kitabının yazarı kimdir? Koleksiyoncu konusu ve anafikri nedir? Koleksiyoncu kitabı ne anlatıyor? Koleksiyoncu kitabının yazarı John Fowles kimdir? İşte Koleksiyoncu kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: John Fowles

Çevirmen: Münir Göle

Editör: Ayten Koçal

Orijinal Adı: The Collector

Yayın Evi: Ayrıntı Yayınları

İSBN: 9789755393087

Sayfa Sayısı: 304

Koleksiyoncu Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Koleksiyoncu, İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından John Fowles'un, birçok yayınevinden geri çevrilme talihsizliğini yaşayan; ama yayımlandığında kendisine bugünkü ününü getiren ilk romanı.Fransız Teğmenin Kadını, Yaratık, Mantissa ve Büyücü gibi başyapıtların habercisi...

Koleksiyoncu, bir kelebek koleksiyoncusuyla, aşık olarak kaçırıp zindana kapattığı bir resim öğrencisi arasındaki "mecburi" ilişkinin romanıdır görünürde.Ama Fowles'un olağanüstü üslubu ve ustalığıyla, bu ilişki, başka birçok ilişkiye de gönderme yapmakta, ahlaki kaygılarla baskı altına aldığımız yabanıl doğallığımız içinde, aslında neyi nereye kadar haklı ve geçerli bulabileceğimiz gerçekliğiyle bizi yüzleştirmektedir.

Farklı yolculuklara açık bir kurgusu olan bu roman, sadece kendimize göre haklı olan bir tutku adına yapabileceklerimizin ikna edici ve masum bir anlatısı olarak okunabileceği gibi, içimizdeki "iktidar" ve "teslim olma" isteğinin hangi şartlarda ortaya çıkabileceğinin alıntısı olarak da okunabilir.Ya da iki ayrı sosyal tabakanın birbirine yakınlaşma çabalarının, aslında alt sınıfın üst sınıfa yaranma, üst sınıfın ise öğretmenlik kisvesine bürünerek "yığınları" mümkün olduğunda kendisinden uzak tutma kaygısından başka bir şey olmadığının çarpıcı bir anlatısı olarak da yorumlanabilir.

Sadece bir psikolojik gerilim romanı olarak okunduğunda bile inanılmaz tatlar alacağınız Koleksiyoncu, bunun ötesine geçmekten ve kendi karanlıklarıyla yüzleşmekten korkmayanlara... Ya da Fowles'un dediği gibi, "Her insan kendisi için bir giz olmalıdır" sözüne inananlar için...

Koleksiyoncu Alıntıları - Sözleri

  • Sen kendini seviyorsun aslında. Aşk değil bu, “bencillik” dedim. Beni değil benim için hissettiklerini düşünüyorsun.
  • Her şeyden o kadar uzağım ki. Normallikten. Işıktan. Olmak istediğimden.
  • Sıradan insan uygarlığın lanetidir.
  • Her şey aşağılık ve bencillik ve yalan. İnsanlar kabullenmeye yanaşmıyor; çünkü sigortaların attığını göremeyecek kadar açgözlülüklerini doyurmaya vermişler kendilerini. 
  • "Su beden için neyse, amaç da zihin için odur."
  • Beni gerçekten sevseydi yanından uzaklaştırmazdı.
  • “Düşüncelerim kötü çizimler gibi.Hemen yırtılıp atılması gerek.”

Koleksiyoncu İncelemesi - Şahsi Yorumlar

İnsanı, yarattığı dehşetle sarıveren bir hikaye Fowles’un kurguladığı. Gencecik bir kızın, ezik bir karakter olan kelebek koleksiyoncusu Ferdinand tarafından kaçırılmasını ve hapsedilmesini konu alan bu hikaye, Fowles’ın sürükleyici anlatımı kadar kurgunun gerçekçiliği nedeniyle de okurunu bir anda çarpıyor. Hele tam da Türkiye’deki kadın taciz ve cinayetlerinin giderek artan bir hızla gözlerimizin önünde gerçekleştiği ve koskoca bir toplum olarak bir avuç sapık adama karşı sanki ellerimiz bağlı, hiçbir şey yapamadığımız utanılası şu günlerde, beni iliklerime kadar titretti. Korku değil titrememin sebebi, Ferdinand benzeri insanların sayısının çokluğu da değil. Fowles’ın Ferdinand üzerinden ustalıkla gösterdiği o tahammül edilemez fütursuzluk ve arsızlık !!! Babası ölmüş, annesi onu terketmiş ve hastalıklı bir ruh haline sahip olduğunu sandığımız halası tarafından büyütülmüş Ferdinand ezik bir karakter; basit bir memuriyet ile hayatını kazanmaya çalışıyor ve kendisi ile çoğunlukla dalga geçen, içine karışamadığı toplumdan uzakta sessiz bir yaşam sürüyor. Kazandığı bir ikramiye, Ferdinand’a bu çemberden çıkması için bir fırsat yaratıyor. O da bu fırsatı uzun süredir gizlice izlediği güzeller güzeli Miranda’yı kaçırmak için kullanıyor. Fowles bize kelebek koleksiyoncusu Ferdinand ile kaçırıp bir mahzene kapattığı genç ve güzel resim öğrencisi Miranda arasında yaşananları anlatıyor ilk bakışta. Ancak ustalıkla kurguladığı diyalogları ve iki kahramanının iç sesleri ile Fowles, insanın kanını donduran gerçeklikleri okurunun durmaksızın yüzüne çarpıyor. Miranda’ya tümüyle bir nesne olarak bakıyor Ferdinand; onun duyguları, aklı, ruhu değil istediği.… Onu sanki kelebeklerinden biriymiş gibi kanatlarından sabitleyip dolaba kaldırmak ve sadece kendi istediği zaman bakmak tüm arzusu. Bu sapkınlığını “aşk” olarak niteliyor. Benzerini çevremizde görebileceğimiz çoğu hemcinsi gibi… Evet Ferdinand çok ileri gidiyor ve “sevdiği” kadını bir evde, dört duvar arasında fiilen de tutsak ediyor. Ancak…. “Evliliğin kutsallığı” bahanesi altında karısına hayatı zindan eden, ayrılmak istediğinde törelerle, geleneklerle, şiddetle ezen erkeklerden bir farkı var mı? Ben göremedim. Zayıf ve sıradan bir insan Ferdinand. Az eğitimli, modern dünyadan ve entellektüel kesimden korkan, geleneklere koşulsuz şartsız bağlılığı erdem sayan bir zihniyetin arızalı ürünü. Miranda’nın dili ile “zayıf insanların tiksindirici zorbalığı”nı taşıyor üzerinde. “İnsan değil, insan kıyafetine bürünmüş bir boşluk…” o. Önceleri onu namuslu kılan tek şey yoksul olması, bir yere ve bir işe sıkışmış olmak. Parayı bulduktan sonra ise tüm namussuzluğu ile ortaya çıkıyor: “Bu tıpkı kör bir adamı süratli bir arabaya koyup canının istediği gibi sürüp, canının istediği yere gitmesini söylemek gibi”… Miranda’nın dehşeti büyük. Onca yalnızlık çektiği anlarda bile ne yaparsa yapsın, kendini kaçırıp bir mahzene hapseden adama düşünsel olarak yaklaşamaz o. Fowles düşünen insanın çıkmazlarını ve çaresizliğini çok güzel anlatır; erdemleri için yaşar düşünen insan; ve Miranda onca çaresizliğin içinde dahi o erdemlerinden uzaklaşıp o zamana denk savunduğu görüşlerinden vazgeçemez. Eline bir şişe alıp kafasında kırıvermek, ya da tesadüfen bulduğu baltayı kafasına şiddetle savurmak Miranda’nın yapabileceği bir şey değildir. O şiddete karşıdır ve böyle adi bir sapık yüzünden kendi değerlerinden ödün verecek de değildir. Fowles’ın önümüze serdiği gerçek çok acıdır: Dünyadaki insanların büyük çoğunluğu ya düşünmemeyi seçmiş, ya da düşünmenin ne demek olduğunu bile bilmeyen, dayatılana göre yaşadığının farkında bile olmayan kişilerdir. Ferdinand bu düşünmekten korkan, görgüsüz ancak parası olan ve para ile fütursuzlaşan “yeni Kitle”yi temsil eder, Miranda ise hala ahlaki değerleri savunan “Azıcık”tır. “Kendi silahlarımla savaşmalıyım, onunkilerle değil. Bencillik ve zorbalık, utanç ve hınçla değil…” der. Halbuki aslında o da bilir ki, sadece değerlerle savaşılmaz. Zira, “Sonradan görme sıradan insan uygarlığın lanetidir.” Ve Ferdinand’ın “ahlak"tan anladığı sadece cinselliktir. "Sıra sıra kelebekler arasındaki bir örnekten başka bir şey değilim. Hizayı bozduğum zaman bana karşı kin besliyor. Ölü olmam gerekiyor; iğnelenmiş, hiç değişmeyen, sürekli güzel. Güzelliğimin kısmen canlı olmamdan kaynaklandığını biliyor, ama ölü beni istiyor; beni canlı ama ölü arzuluyor. Canlı ve değişken olmam, farklı bir şekilde düşünmem, ne yapacağımın belli olmaması ve geri kalan her şey canını sıkmaya başladı." (AkilliBidik)

Koleksiyoncu son derece başarılı bir psikolojik gerilim romanı. Okurken hem geriliyor hem de insandaki hayatta kalma içgüdüsüne hayran oluyorsunuz. Yazarın başarılı kurgusu sayesinde hem bir sapığın gözünden olaylara tanık oluyor, ardından daha uzun bir bölüm boyunca bu olayları bir de tutsak edilen bir genç kadının gözünden okuyorsunuz, öyle ki kitabın olayları zaten okuduğunuz halde bu bölümde adeta Miranda'nın yanında bir tutsakmışsınız gibi sil baştan bir gerilim yaşıyorsunuz. Tabii olayların sonucunu en son kısma bırakan yazar bu noktada da doğru bir karar vererek, biz okurları son ana kadar tetikte tutmayı başarıyor. Spoiler vermeden romanda, dikkatimi çeken temel noktalara değinmekle yetineceğim bu yazıda. Kahramanımız Ferdinand, üç yaşında babasını trafik kazasında kaybetmiş, hemen ardından annesi bir erkekle kaçarak onu terk etmiş ve halasının yanında büyümüş. Vergi dairesinde sıradan bir masabaşı memurudur. Sessiz, içine kapanık, anlaşılıyor ki kadınlarla ilişkisi de oldukça soğuk bir tiptir. Bulunduğu sosyal sınıftan memnun değildir, burjuva sınıfından insanlara da ayrım gözetmeksizin hınç duymakta, onları küçümserken hayranlığını gizli tutmaktadır. Ve bir gün şans kapıyı çalar ve piyangodan büyük ikramiyeyi kazanarak hatrı sayılır miktarda bir paranın sahibi olur. Hemen işinden ayrılır ve birkaç apartman alıp, bunların kirasıyla mutlu mesut yaşar diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu, daha çok klasik zengin olmayan bir Türk'ün piyango parasını ne yapacağının hayalidir. Romanı okurken aslında bu plan, Ferdinand için en iyisi olurmuş diyoruz. Ancak o, saplantılı bir sapık olarak bu yoldan gitmiyor ve tabii ki, uzun zamandır hayran olduğu ve kendisine soracak olursanız aşık olduğu kadının peşinden şehre gidip onu kaçırıyor ve şehrin dışındaki bir kır evinin mahzenine kapıyor. Ferdinand'ı diğer sapıklardan ayıran bazı noktalar bulunuyor. Bir kere bu eylemi sadece kendini eğlendiren bir hayal olarak kurguluyor, eyleme geçtiğinde bile sanki bir oyundaymış gibi davranıyor ve bir anda kendisi de anlamadan Miranda'yı kaçırıyor. Oyundaymış dedim, burası önemli; çünkü Ferdinand'ın duyduğu aşkta annesizliğin önemli bir payı bulunuyor. Yani benim çıkarımım bu yönde. Şöyle ki, Ferdinand diğer sapıkların aksine, Miranda'ya tecavüz etmiyor ya da onun Stockholm sendromu gibi bir duruma meyletmesini de istemiyor. Onun kendisini anlamasını arzuluyor aslında, ona yönelik fantazileri bile sadece yan yana yatmakla sınırlı, tabi bize dürüst davrandıysa. Ben bu konuda dürüst olduğunu düşünüyorum, zaten yalan söyleyecek bir zekaya da pek sahip olduğunu söyleyemem. Velhasıl kelam, Miranda'ya olan hisleri bir çocuk ile gencin annesine karşı hislerinin bir sentezi gibidir. Ona mutlak bir masumiyeti atfeder ve bunun için de tabii ki, ona aseksüellik kazandırır. Bununla birlikte, Ferdinand'ın kitaba da adını veren kelebek koleksiyonculuğunun arkasındaki motivasyon da buna dayanır. Kelebekleri en güzel ve en masum halleriyle dondurur, sonra da onları herkesin gözünden uzağa kapatır. Hatta kendi gözlerinden bile uzaklaştırır. Öte yandan, Ferdinand'ın Miranda'ya olan yaklaşımından hareketle farklı bir çıkarım şu şekilde yapılabilir: Ferdinand, bodrum katındaki odayı son derece özenli bir şekilde donatır. Akabinde Miranda ne isterse alır ve Miranda'ya da çok nazik davranır. Ancak Miranda doğal olarak kaçmak ister, bu yönde çabalar. Bundan dolayı Ferdinand da ona, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadım temalı serzenişlerde bulunur hatta kızar, en çok da hayal kırıklığına uğrar. Bu durum, aklıma ataerkil yapının anaerkil yapı üstünde kurduğu hakimiyetin nasıl da kendini tüketecek bir hüviyette olduğu hissini bana verdi. Şöyle ki, kadınların üstünlüğü veya eşitliği hususundaki mutabakat, tarım ve şehirleşme ile birlikte ataerkil yapıdan yana kayınca, yeni yapının muktedirleri ve de aslında yeni dönemin ruhu, yavaş yavaş anaerkil unsurları kendi işine geldiği yönde yonttu ve dönüştürdü. Gelinen noktada kadınlar ne kadar çalışıyor olsalar da artık, ataerkil sistemin hakimiyetini koruduğu toplumlarda yine erkeğin sözünü dinlemesi, erkekten daha aşağıda olması gerektiği hissiyle büyürler, hayatın her alanında da bu yönde emarelere, uygulamalara şahit olurlar. İşte, Ferdinand'ın Miranda'ya serzenişlerinde, bu durumun simgelendiğini düşünüyorum: bakın, size (kadınlara) değer veriyorum, ne ihtiyacın varsa aldım, nazik davranıyorum, hatta imkanım olduğu halde sana tecavüz etmiyorum vesaire deyip ama onları en önemli şeyden, özgürlüklerinden yoksun bırakıyor. Sonra da onların haklı şikayetlerini, isyanlarını "kadınların nankör" olmasına bağlayıp öfkeleniyor. Ataerkil yapı, kendi içinden bu şekilde çürümeye zorunlu bir sistem olarak Ferdinand'da cisimleşiyor adeta. Girişte de dediğim üzere, ilk bölümde Ferdinand'ın hayatının ilk yıllarından Miranda'yı kaçırışına kadarki süreci özet şeklinde okuyoruz, sonra da Ferdinand'ın gözünden olayları okuyoruz. Diğer bölümde ise bu olayları bir de Miranda'nın tuttuğu günlükten bir daha okuyoruz. Her ikisi de birbirlerini gözlemliyor, analiz ediyor. Bu noktada Miranda'nın çok daha başarılı olduğunu görüyoruz ve Ferdinand'ın hem Miranda'yı hem de kendisini hiç anlamadığını fark ediyoruz, öyle ki, Ferdinand'ı asıl Miranda'nın gözlemlerinden yola çıkarak daha iyi anlama imkanı buluyoruz. Ayrıca ikinci bölümde aklıma, uzun zaman önce izlediğim bir film geldi: adını hatırlayamadığım bu filmde, bir adam canlı canlı gömülmüş, eline de bir lamba verilmiş. Film boyu hem buradan kurtulmaya çalışıyor hem de buraya nasıl düştüğünü anlamaya çalışıyor kahraman. Bu şekilde kapalı alanlarda tıkılı kalmak beni yeterince gerer, haliyle hem filmdeki adamla hem de Miranda'yla empati kurma şansım oldu diyebilirim. Ve beni romanda en çok geren nokta ise, Miranda'nın, Ferdinand'ın aniden ölse kendisinin burada ölene kadar tıkılı kalacağını düşünmesi oldu. Bu bölümde sizi en çok gerecek nokta farklılık gösterebilir, zira Miranda'nın ruh hali çok başarılı şekilde aktarılmış, hem güçlü bir irade ortaya koyarak zor bir psikolojik kıskanç içinde zekice planlar yapıyor ve bunları cesurca eyleme döküyor hem de korkuyor, geçmişini anımsıyor ve G.P. ile olan ilişkisini normal hayattakinden çok daha derinlemesine analiz ediyor, ve bir yandan da Ferdinand'ı anlamaya, onu çözmeye çalışıp onunla empati kurmaya gayret ediyor. Bu açıdan kendisinin de fark ettiği üzere, her ne kadar kendisi bodrumda onun esiri konumunda olsa da aslında, Ferdinand zaman zaman hem Miranda'ya duyduğu sapık, garip hislerin tutsağı hem de daha genel açıdan bakacak olursak, işlerliği doğru yoldan sapmış ve adeta bir siste kaybolmuş hastalıklı zihninde bir tutsaktır. Sonuç olarak çok hoşuma giden bir kitap oldu Koleksiyoncu, herkese tavsiye ederim. Keyifli okumalar. (Kaan)

Aşk değil saplantı: O kadar tanıdık bir konu ki... Neredeyse her gün dünyada ve ülkemizde bir gerçeği yaşandığı için kitabı sevmem en baştan olanaksız bir hal aldı. Ayrıca 15-20 sayfa okuduktan sonra sonunun ne olacağı az çok belli oluyor. Konu toplumda kendine yer edinememiş, anti-sosyal, özgüvensiz, hiçbir şey olamamış bir adamın; kendine bakmayacağından emin olduğu bir kadının hayatını zehir etmeye çalışması üzerine. Bu kadını gözüne kestiren kitabın başkişisi, bir yolunu bulur ve kadını gözlerden uzak bir yerde, bir evin mahzenine kapatır ve kitap adamın kadına yaşattıkları üzerine devam eder. “Güç, insanı yoldan çıkarır.” Kitap dört bölümden oluşuyor, ilk bölümde hikaye sona yakın bir noktaya kadar ilerliyor, ikinci bölümde ise aynı hikaye en baştan bu sefer kadının gözünden bu noktaya kadar aktarılıyor (bu kısım sayesinde kadının da olaylar karşısında neler hissettiğini anlayabiliyoruz, eğer bu kısım olmasaydı kesinlikle çok sıradan bir kitap olurdu), kalan iki kısa bölümde ise hikaye biraz daha ilerleyip tamamlanıyor. Ayrıca kitapta bir sürü farklı kitabın adı geçiyor, o kitapların karakterleriyle ilgili birçok ayrıntıya yer veriliyor. Tabii bu kitapları okumayanlar için (bir tanesi de ben) bahsi geçen birçok şey havada kalıyor, bu yönüyle kötü. Ancak en çok bahsi geçen kitap kitap/firtina--9631’yı okursanız kitapta bahsi geçen en temel konuya hakim olabilirsiniz (Ben öyle yaptım ve kesinlikle çok faydalı oldu). Bunun dışında hayatım çok keyifli, çok mutluyum, huzurluyum (nerede yaşıyorsanız artık); biraz psikolojimi bozmak istiyorum derseniz, okuyun. Onun dışında çok da gerekli değil ya. Bilemedim, siz karar verin.. (YecBRO)

Kitabın Yazarı John Fowles Kimdir?

John Robert Fowles, (d. 31 Mart 1926, Essex - ö. 5 Kasım 2005, Lyme Regis) İngiliz roman ve deneme yazarı.

Londra yakınlarındaki Essex, Leigh-on-Sea'de doğdu. Oxford Ünivesitesi'nde gördüğü Fransızca eğitiminin ardından Fransa ve Yunanistan'da öğretmenlik yaptı. İlk romanı olan Koleksiyoncu'nun başarı kazanmasının ardından kendini tamamen yazarlığa adadı.

1968 yılından başlarak İngiltere'nin güneyinde küçük bir liman kasabası olan Lyme Regis'te yaşamını sürdüren ve 1979'da Lyme Regis Müzesi'ne küratör olarak atanan Fowles, 5 Kasım 2005'te ölmüştür.

Postmodern romancıların öncülerinden biri olarak kabul edilen Fowles, yayımlanan ilk eseri The Collector (Koleksiyoncu) ile büyük üne kavuşmuş ve ticari başarı kazanmıştır. Aslında Koleksiyoncu, Fowles'un üzerinde çalışmaya başladığı ilk romanı değildir. 1950'li yılların başında yazımına başladığı Büyücü adlı eseri, Fowles'un üzerinde çalıştığı ilk romandır ve ancak 1965 yılında basılabilmiştir.

Mitolojik öğelere ve Shakespeare'in ünlü oyunu Fırtına'ya çeşitli göndermelerin bulunduğu metafizik bir eğlence treni olarak nitelendirilen Büyücü, Fransız Teğmenin Kadını ile birlikte yazarın en önemli eseri olarak kabul edilir. Fransız Teğmenin Kadını, Harold Pinter'in yazdığı senaryo ile filme de çekilmiş, Karel Reisz yönetimindeki filmin başrollerinde Jeremy Irons ve Meryl Streep oynamıştır. Bu filmin dışında The Collector (1965), The Magus (1968) ve televizyon için The Ebony Tower (1984) adlı eserleri de sinemaya uyarlanmıştır.

Eserlerin birçoğu Türkçe'ye de çevrilmiştir. Roman ve denemelerinin dışında, şiirleri (Poem, 1973), çevirileri (Cinderella, Charles Perrault, 1974), senaryoları, adaptasyonları (Lorenzaccio, 1983--Alfred de Musset'nin bir oyunu) ve editörlük yaptığı çalışmalar (Thomas Hardy's England, Jo Draper) da vardır. Ayrıca yazar hakkında yazılmış eserler de mevcuttur.

John Fowles Kitapları - Eserleri

  • Fransız Teğmenin Kadını
  • Büyücü
  • Koleksiyoncu
  • Mantissa
  • Abanoz Kule
  • Daniel Martin

  • Zaman Tüneli
  • Yaratık
  • Aristos
  • Ağaçlar
  • The French Lieutenant’s Woman

John Fowles Alıntıları - Sözleri

  • İnsan neyse odur aynı zamanda ne giyerse de odur. (Mantissa)
  • payandayla desteklenmiş kırık parçaların ne kadar değerli olduklarını bilmek istiyorsan harabeye sor." (Daniel Martin)
  • Fakirleri hiçbir şey havadan gelen para kadar sarsmaz. (Fransız Teğmenin Kadını)
  • Geçmişte olan her şey şu anımızın sahibidir. (Büyücü)
  • “Neden romana daldım? Çünkü, Wittgenstein’ın dediği gibi, roman şu son elli yıldır yaşamın, her ne ise, dışına çıktı. Bu çıkışı koşullar dayattı. Romancıların suçu değil bu. Roman, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda yaşamdan zaten bir adım uzaklaşmıştı. Ama filmin, televizyonun ve ses kaydının gelmesinden sonra iki adım daha uzaklaşıyor. Bugün roman genel olarak, başka sanat biçimlerinin çok daha iyi betimlediği şeylerle ve konularla ilgilidir.” (Zaman Tüneli)
  • "Benim daima, her gün bir şey yazmam gerek." (Zaman Tüneli)

  • Seni niçin hor gördüklerini söyleyeyim mi sana? Çünkü karşılığında sen onları hor görmüyorsun. (Yaratık)
  • Biz-ler ödün verme dehamızla övünürüz ki ödün vermek aslında seçimi reddetmektir ve sırası gelince bu büyük ölçüde korkaklık, hissizlik ve bencil bir tembellik içerir. (Daniel Martin)
  • Ben kitaplardan fırlama bir şey değilim. Ben fevkalade ölçülerde gerçeğim. (Mantissa)
  • Bir erkek için sorgusuz sualsiz itaat edilmesi önemlidir ve bir kadın sorgusuz sualsiz itaati kendi nihai zaferinin bir aracı haline getirebilmelidir.. (Fransız Teğmenin Kadını)
  • "Affetmek unutmaktır." (Büyücü)
  • Kimse “bir romancı”nın gerçekten söylemek istediği ya da hissettiği şeyi söylediğini düşünemez; onun neyi kastettiği ya da neyi hissettiği bile pek anlaşılmaz... (Zaman Tüneli)
  • Görmek istemediklerine gözlerini kapatabilirsin ama hissetmek istediklerine kalbini kapatamazsın. (Zaman Tüneli)

  • ... insanlar nedense başkalarını, kendilerine yakın olanlardan daha iyi tanırdı. (Abanoz Kule)
  • “Yazarlar için en büyük sorun, elindeki malzemesi için en doğru ‘ses’i bulmaktır; ‘ses’le, yarattığı şeyin ardındaki yaratıcıdan alınacak genel izlenimi kastediyorum.” (Zaman Tüneli)
  • “Peki geleceğin bir yardımı olmaz mıydı?” “O ulaşılamaz bir şey. Şimdiki zamana zincirlenip kalıyorsun. Neysen ona. (Abanoz Kule)
  • Yazmak, yemek yemek ya da sevişmek gibidir: Yapay değil, doğal bir işlemdir. (Zaman Tüneli)
  • Kısa yaşamımız bir kez yanıp kül olunca, ölüm sonu gelmeyen bir uykudur.. (Aristos)
  • "Esas trajedi buydu. Bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi.” (Büyücü)
  • İnsanların unutmadığı şeyler çözülmeyen şeylerdir. Hiçbir şey bir gizem kadar güçlü olamaz. (Abanoz Kule)