Moğolların Efendisi Cengiz Han - Harold Lamb Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Moğolların Efendisi Cengiz Han kimin eseri? Moğolların Efendisi Cengiz Han kitabının yazarı kimdir? Moğolların Efendisi Cengiz Han konusu ve anafikri nedir? Moğolların Efendisi Cengiz Han kitabı ne anlatıyor? Moğolların Efendisi Cengiz Han PDF indirme linki var mı? Moğolların Efendisi Cengiz Han kitabının yazarı Harold Lamb kimdir? İşte Moğolların Efendisi Cengiz Han kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
Kitap Künyesi
Yazar: Harold Lamb
Çevirmen: A. Gökçe Bozkurt
Yayın Evi: Tutku Yayınevi
İSBN: 9786054308309
Sayfa Sayısı: 254
Moğolların Efendisi Cengiz Han Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
(...) Göçebe ordu ilk olarak kendisine kat be kat üstün, medenî bir memleketi istila hareketine girişiyordu. Artık bundan sonra Cengiz Han'ı iş başında ve savaş meydanında göreceğiz. Ordunun ilk müfrezeleri çoktan Gobi'den ayrılmışlardı. Bunlar casuslardan ve bilgi verebilecek insanları yakalayıp getirmekle görevli savaşçılardan ibarettiler. Ordunun ucu Çin Sed-di'ne varmıştı, bunların arkasından ikişer ikişer memlekete dağılmış süvari okçuları geliyorlardı. Bu keşif kollarını en iyi atlara binmiş seçme savaşçılardan otuz bin kişilik bir ileri kolu takip ediyordu. Her askerin en azından iki bineği vardı. Kol kıdemli generallerden Muhuli, kabına sığmayan Cebe Noyan ve Cengiz Han'ın kurmayları arasında önde gelen Subotay ismindeki hayret verici delikanlının kumandasındaki üç fırkadan oluşuyordu. Bu ileri müfrezeleriyle posta ulakları aracılığıyla sürekli irtibatını koruyan ordunun büyük kısmı, çöl düzlüklerinde tozu dumana katarak ilerliyordu. Çoğunluğu kıdemli Yaka Moğolların-dan oluşmuş yüz bin adam, merkezi teşkil ediyordu. Sağ ve sol kanatlardaki kuvvetler de aynı miktardaydılar. (...)
-Kitabın İçinden Sayfa 81-
Moğolların Efendisi Cengiz Han Alıntıları - Sözleri
- "Yün,insanı rüzgâra karşı nasıl muhafaza ederse,ben de,düşmanlarının darbelerine öylece perde olacağım.İşte senin için yapacağım budur!"
- Öyle anlaşılıyor ki,merhamet,bu genç göçebeler arasında pek değer verilmeyen bir şeydi; aksine intikam ise,bir yükümlülük olarak yerine getirilmeliydi.
- "Güneşin doğduğu memleketten çıkmış bir insan alayının, kendilerini Hazar denizinden ayıran mesafeyi, arkalarında bıraktığı milletleri tahrip ederek ve geçtikleri yerlerde ölüm saçarak at üzerinde kat ettiklerini hiç duydunuz mu? Ondan sonra da ganimetler yüklenerek sağ salim dönsünler ve bütün bunlar da iki seneden az bir zamanda olsun. Evet, hiç böyle bir şey duydunuz mu?"
- Bu Toğrul Han'dır ki,Avrupa'da "Prester John" efsanesinin doğmasına sebep olmuştur...
- "Bir dilenci gibi,elleri boş gitmek," Temuçin böyle diyordu,dostlukla karşılanmaya değil,hor görülmeye sebep olur!"
- Seni nasıl bir kinin kovaladığını öğrenince,bir daha canlı göremeyeceğimizi zannettik.
- Buhara Şah, yüksek sıradağları indikten sonra, ordusuyla beraber kuzeye, Sir nehrine doğru yürüdü. Maksadı, nehri geçmeye teşebbüs etmeleri halinde savaşa tutuşmak için Moğolların gelişini beklemekti. Fakat boş yere bekledi. Bu sıralarda neler olup bittiğini anlamak için, haritaya bakmak gerekir. Muhammed Şah memleketinin bu kuzey kısmı, bereketli vadiler kumlu, otsuz ve tozla örtülü kırmızı kilden ibaret çor yaylalarla ayrılmıştı. Şehirlere ancak nehir boylarında ve tepeler arasındaki vadilerde tesadüf edilebiliyordu. Bu çöl bölgesinde kuzeydoğu yönünde akan iki nehir, dokuz yüz kilometre uzaktaki Aral denizine dökülüyordu. Bunlardan birincisi, eski adamların Iaksart dedikleri Sir nehriydi. Bu nehir boyunca da surla çevrilmiş, birbirlerine kervan yollarıyla bağlanmış, çöl ortasında insan ve mesken sıraları vücuda getiren şehirler vardı. Daha güneyde- ikincisi de, eskilerin Oksüs dedikleri Amu nehriydi. Sahillerinde Buhara gibi, Semerkant gibi Müslüman şehirleri yükseliyordu. Moğolların ne tarafa yöneldiklerini bilmeyen Şah, Sir nehrinin arkasında ordugah kurmuştu. Güneyden gelecek taze kuwetlerle yeniden tarh edilmiş vergi hasılatını bekliyordu. Bu seferberlik, gelen heyecan verici haberler arasında yarıda kaldı. Moğolların, sağdan, yani hemen ordunun arkasından üç yüz kilometre mesafedeki yüksek boğazlardan çıktıkları görünmüştü. Olay şöyle gerçekleşmişti: Cebe Noyan, Cüci’den ayrıldıktan sonra, güney yönündeki dağları geçmiş ve Harzem boyunu bekleyen Türk müfrezelerine baskın yaptıktan sonra, süratle Amu membalarındaki buzulları çevirmişti. Bu suretle yüz elli kilometre ötede, Semerkant şehri yolunun üstüne düşüyordu. Cebe Noyan’ın emri altında yirmi bin asker vardı, fakat Şah bunu bilemezdi. Şah takviye kuweti alacak yerde, Semerkant ve Buhara gibi şehirler ile Amu nehri üzerindeki başlıca savunma hattını kaybetmek üzereydi. Bu yeni tehlikeyi bertaraf etmek için, Mu-hammed Şah, Müslüman tarihçilerin acı acı tenkit ettikleri bir şeyi yaptı: Ordusunun yarısını korunaklı şehirlere taksim etti. Sir boyundaki kuwetleri takviye için kırk bin kadar asker gönderdi, kendisi de ordunun ana kütlesiyle ile güneye yürüdü, otuz bin kişiyi Buhara’ya gönderdi, kalan kuwetleri de tehdit altında bulunan Semerkand’a sevk etti. Şah, Moğolların kaleleri zapt edemeyerek, akın ve yağmadan sonra çekileceklerini düşünerek böyle hareket etmişti. Bu iki tahmininde de yanılıyordu. Şah’ın iki oğlu, valisinin Moğol tacirlerini idam ettiği Ot-rar’da, yani Sir nehrine doğru ve daha kuzeyde görünmüşlerdi. Tacirlerin idamını emreden İnalcık daha şehrin valisi bulunuyordu. Moğollardan bir zerre merhamet beklenemeyeceğini bildiği için, en iyi askerleriyle kaleye kapandı ve beş ay direniş gösterdi, sonuna kadar mücadeleyi bırakmadı. Moğollar son askerini de öldürdükleri veya esir ettikleri ve atacak oku kalmadığı zaman, kulelerden birine çekilerek onlara taşla karşılık verdi. Bu ümitsiz mücadeleye rağmen canlı olarak ele geçirildikten sonra, Han’a gönderildi ve Cengiz Han öç işkencesi olmak üzere kulaklarıyla gözlerine erimiş gümüş dökülmesini emretti. Otrar şehrinin surları temellerine kadar yıkıldı ve ahalisi götürüldü. Bu olay cereyan ederken ikinci bir Moğol ordusu da Sir nehrine yaklaşmış ve Taşkent’i almıştı. Üçüncü bir kol da Sir’in daha yukarı taraflarını dolaşarak ikincil öneme sahip şehirleri birer birer zaptediyordu. Türk kıtası Cend’i terketti. Şehir halkı, Moğollar’ın merdivenlerle surlara tırmandıklarını görünce teslim oldular. Mücadelenin bu ilk senesinde ve böyle vaziyetlerde Şah'ın savaşçıları ve Türk kıtaları Moğollar tarafından katledilir ve çoğu İran yerlisi olan ahali, istedikleri gibi yağma ettikleri şehirden dışarıya çıkarılırdı. Ondan sonra esirler seçilir, güçlü kuwetli delikanlılar, ilk şehir önündeki kuşatma işlerinde kullanılmak, sanat erbapları da hünerlerinden yararlanılmak üzere alıkonulurdu. Bir defasında Moğollara elçilik vazifesini gören tacirlerden biri, bir şehir ahalisi tarafından parça parça edilmişti. O zaman durup dinlenmek bilmeyen müthiş bir Moğol hücumu başladı. Kale fethedilinceye ve şehrin ahalisi kılıçtan geçirilinceye veya okla vücutları delininceye kadar, ölenlerin yeri yeni savaşçılarla dolup boşandı. Cengiz Han, Sir boyunda hiç görünmemişti. Ordunun ana kütlesini beraberine alarak kaybolmuştu. Herhalde kızıl kumlu çölde geniş bir daire çizmişti. Çünkü çölden çıkıp göründüğü ve Buhara yolunu tuttuğu zaman batıdan geliyordu. Muhammed Şah’ın yalnız etrafı çevrilmiş değildi, güneydeki oğluyla, takviye kuwetleriyle ve hatta Horasan ve İran ile irtibatının kesilmesi tehlikesine maruzdu. Doğudan Cebe Noyan ilerlerken, Cengiz Han da batıdan geliyordu. Semerkant’ta bulunan Şah ise, demir bir mengenenin üzerine doğru kapandığını hissetmekteydi. Bu durumda atabeylerinin bir kısmını Buhara ile Semer-kant arasında taksim ederek, diğerlerini de Belh ve Kunduz’a gönderdi. Maiyetindeki asilzadelerle birlikte filleriyle, develeriyle ve savaş erkanıyla Semerkant'ı terketti. Bütün servetini ve ailesini de beraber götürüyordu. Amacı yeni bir ordunun başına geçmekti. Bu düşüncesinde de hayal kırıklığına uğradı. Milletinin kendisine İkinci İskender lakabını verdiği Cenga-ver Muhammed, askeri teknikte de çok geri kalmıştı. Han’ın oğulları tarafından idare edilen Moğollar, Sir nehri sahillerinde ateş saçarak, Cebe Noyan ile Cengiz Han tarafından doğrudan doğruya hedefe yöneltilen gerçek hücumları gizlemiş oldular. Han, bir an önce çölden çıkmak istiyordu. O sabırsızlık içinde yolunun üstüne çıkan küçük kasabalara dokunmadan geçti. Yalnız buralardan atlarına su istemekle yetindi. Muham-med Şah’ı Buhara’da bastırmak istiyordu. Fakat Buhara’ya gelince, Şah’ın kaçtığını öğrendi. Cengiz Han, tarihçinin söylediğine göre, daire şeklinde on beş fersahlık bir surla çevrilmiş, etrafı bahçeler ve sayfiyelerle kuşatılmış güzel bir nehrin geçtiği akademiler beldesi olan bir İslam kalesi önünde bulunuyordu. Şehirdeki kıtalar yirmi bin kadar Türk’ten ve birçok Acem’den oluşmaktaydı. Buhara, surlarının içinde bir çok imamlara ve seyitlere, İslam alimlerine ve mütercimlere sahip olmak şerefiyle seçkin bir şehirdi. Bu şehirde Müslüman zahitlerin hamiyeti gibi için için gizli bir ateş yanıyordu. Bunlar o sırada büyük bir tereddüt içindeydiler. Sur hücumla zaptedilemeyecek kadar dayanıklıydı ve halk kütlesi savunma yapmak isterse, Moğolların surda bir yarık açabilecekleri ana kadar aylar geçmesi lazımdı. Cengiz Han büyük bir hakikat olarak şunları söylemişti: “Bir surun kuweti, onu müdafaa eden insanların cesaretinden' ne büyük, ne de küçüktür.” Türk kumandanları, ahaliyi kendi talihlerine bırakarak, Şah’a katılmak üzere bir çıkış yapmayı tercih ettiler ve geceleyin Şah’ın askerleriyle, nehir arkının kapısından çıktılar, Amu nehrine doğru yol aldılar. Moğolları onların geçmesine izin verdi, fakat artlarından saldıkları üç fırka, nehir kenarında onlara yetişti. Türkler burada hücuma uğradılar ve hemen hepsi de kılıçtan geçirildi. Kıtaları tarafından terk edilen Buhara eşrafı, hakimleri ve imamları bir danışma meclisinde durumu tartıştıktan sonra kuşatmaya gelen garip Han’ı karşılamaya çıktılar ve şehrin anahtarlarını ona teslim . ettiler. Cengiz Han da buna karşılık halka bir şey yapılmayacağını vaat etti. Şehrin valisi, kendi askerleriyle kaleye kapandı. Moğollar hemen kaleye hücum ettiler ve kale çatısı ateş alıncaya kadar alevli oklar attılar. Şehrin geniş sokaklarını bir süvari dalgası doldurdu. Bunlar . ambarları ve erzak depolarını kırarak içeriye girdiler, atlarını kütüphanelere soktular. Keder ve ümitsizliğin son haddine gelen Müslümanlar, Kur’an sayfalarının at nalları altında parçalandığını gördüler. Bizzat Cengiz, atını şehrin büyük camiinin önünde durdurdu ve burayı Şah’ın sarayı zannederek sordu. Kendisine bunun Şah’ın sarayı değil, Allah’ın evi olduğunu söylediler. Derhal atını merdivenlere sürdü ve camiye girdi. Orada atından inerek, ön tarafında büyük bir- Kur’an duran kürsüye çıktı. Orada siyah lake zırhı ve kenarları meşinden miğferi içinde, toplanan ve bu acayip zırhlı nahoş adamı, yıldırımla vurmak için göğün ateşini bekleyen mollalara ve alimlere hitap etti: “Ben buraya, sizden orduma erzak bulmanızı emretmek için geldim. Ovada ne saman var, ne buğday! Askerlerimin de buna ihtiyacı var. Onun için ambarlarınızın kapısını açınız.” Fakat eşraf alelacele camiden çıktıkları zaman, Gobi savaşçılarını çoktan ambarlara girmiş, atlarını ahırlara sokmuş buldu-. lar. Ordunun bir kısmı çölde, içi dolu ambarın kapısında daha uzun bekleyemeyecek kadar uzun, günlerce devam eden zorlu bir yürüyüş yapmıştı. Cengiz Han camiden çıkarak, hatiplerin halkı toplayarak ilim ve mezhep meseleleri hakkında vaazlar verdikleri meydana gitti. Yeni gelenlerden biri muhterem bir seyide: “Bu adam kim?” diye sordu. Öteki sesini alçaltarak: “Sus!” dedi, “bu adam üstümüze inmiş ilahı gazaptır!” Tarihçinin anlattığına göre, Cengiz Han halka hitap^ etmesini bilen bir adamdı. Hatiplerin kürsüsüne çıktı ve Buhara halkının karşısına geçti. Önce Müslümanlara dinleri hakkında sorular yöneltti ve ağır bir tavırla da Mekke’ye kadar gitmenin hata olduğunu, zira Allah’ın kudretinin bir tek yerde değil, dünyanın her tarafında bulunduğunu izah etti. Kendisini dinleyenlerin ruh hallerini anlamakta usta olan ihtiyar Han, Müslümanların itikatlarını tahrik ederek korkularını artırdı. Cengiz, Buharalılar’a bir müşrik afet, vahşi ve garip bir kuwetin cisimleşmiş şekli gibi görünüyordu. Halbuki Buhara, surları içinde ancak zahit Müslümanlar görmeye alışmıştı. Cengiz: “Şahınızın günahları çoktur,” dedi, “ben, başka şahları nasıl ezdimse, onu da mahvetmek için Allah’ın gazabı ve afeti gibi buraya geldim. Ona ne yardım edin, ne de himayede bulunun. ” Buhara’nın zenginleri Moğolların koruması altına alındılar. Bu muhafızlar zenginleri ne gece ne gündüz yalnız bırakıyorlardı. Bunlardan bütün servetlerini getirmedikleri zannedilen bazılarına işkence edildi. Moğol zabitleri memleket şarkılarını dinlemek ve memleket dansçılarını görmek için musiki bilenlerle rakkaseleri buldurmuşlardı. Camilerde ve saraylarda ağır bir tavırla bağdaş kurmuş, ellerde kadeh, hayatları şehirde ve bahçelerde geçen bu insanların eğlencelerini seyrediyorlardı. Kaledeki muhafızlar kahramanca karşı koydular ve Moğolları gazaba sevk eden zayiata uğrattılar. Nihayet vali de, adamları da öldürüldü. Son servetler mahzenlerden, kuyulardan, gömüldükleri topraklardan çıkarıldıktan sonra, şehir halkı ovaya götürüldü. Müslüman tarihçiler, kendi milletlerinin geçirdiği bu felaketi şöyle anlatıyorlar: “Bu, müthiş bir gündü. Her tarafta birbirlerinden ebediyen ayrılmaya mecbur edilen erkeklerin, kadınların, çocukların iniltileri geliyordu. Kadınlar barbarlar tarafından kaçırılmıştı. Bu sahneleri seyreden aciz insanların ıstıraptan başka tesellileri kalmamıştı. Erkeklerden bazıları ailelerinin başına gelen bu utancı görmektense, savaşçıların üzerlerine atılmayı tercih ettiler ve mücadele ederken öldürüldüler.” Moğollar şehrin muhtelif aksamına ateş vermişlerdi. Alevler, kurumuş kilden yapılmış ve ahşap evler arasında süratle yayıldı ve Buhara’nın üzerinden güneşi örten bir duman perdesi yükseldi. Ata binmiş Moğolları yalınayak takip edemeyen esirler, yolda müthiş ıstıraplar çekerek Semerkant’a sevk edildiler. Cengiz Han, Buhara’da iki saat kalmış ve Şah’ı takip için Semerkant’a koşmuştu. Yolda Sir ordusundan bir müfrezeye ve oğullarına rast geldi. Kuzey cephesinde zapt edilen şehirleri birer birer saydılar. Semarkant, Şah’ın en korunaklı şehirlerinden biriydi. Hatta şehri çeviren bahçelerin etrafına yeni bir sur inşa etmeğe başlamıştı. Fakat Moğolların seri yürüyüşü, bu işi yarıda bıraktı. Zaten eski surlar bile oldukça korkunçtu. Bu surların kulelerle sağlamlaştırılmış on iki demir kapısı vardı. Şehri müdafaa için yirmi zırhlı fil ile yüz on bin savaşçı orada kalmıştı. Moğol ordusu, sayı bakımından muhafızlardan daha azdı. Cengiz Han, köylüleri ve Buhara’dan getirilen esirleri kendi işinde kullanmak amacıyla oraya topladı. Eğer Şah’ın adamları orada kalsaydı ve Timur Malik gibi bir adam savunma komutasını eline almış olsaydı, Semerkant daha uzun süre karşı koyardı. Fakat Moğolların seri ve düzenli hazırlıkları, Müslümanları dehşete düşürdü. Bunlar, uzaktan esir kafilelerini görünce, orduyu olduğundan çok fazla kuwetli zannettiler. Mahsurlar bir dışarı çıkma hareketi yaptılar ve Moğolların alışılmış tuzaklarından birine düştüler, hayli hırpalandılar. Bu karşılaşmada verdikleri zayiat, muhafızların maneviyatını bozdu ve imamlarla hakimler, Moğolların, surun bir kısmına hücuma hazırladıkları günün sabahı, şehrin teslimini bildirmek üzere dışarı çıktılar. Otuz bin Kankalı Türk, kendiliklerinden Moğollara katıldılar ve iltifatla karşılandılar. Bunlara da Moğol askeri elbiseleri verildi, fakat bir iki gece sonra da hepsi katledildi. Moğollar, Harzem Türklerine, özellikle kendilerine ihanet edenlere hiç güven duyamamışlardı. Moğollar, kuşatma işleri için sağlam yapılı, seçme ve usta sanat adamlarım orduya aldıktan sonra, halkın geri kalanını evlerine. dönmek üzere salıverdiler. Fakat yaklaşık bir sene sonra, bunlar da orduya davet edildiler Ye Liyu Çu Tsay, Semerkant hakkında şunları yazar: “Şehrin etrafında, birkaç yüz kilometre mesafeye kadar, meyvelikler, ormancıklar, çiçekli bahçeler uzanıyor. Su kemerleri, dereler, dört köşe havuzlar, yuvarlak göller birbirini izliyor. Semerkant hakikaten güzel bir yer... ’ ’
- Orhonlar Cengiz Han Semerkant’ta iken, Muhammed Şah’ın güneye çekilmek üzere şehri terk ettiğini öğrenmişti. Moğol serdarı, Muhammed Şah’ı, istilacılara karşı yeni bir ordu toplamaya zaman bırakmadan yakalamak istiyordu. Harzem hükümdarına yetişmeyi başaramayınca Cebe Noyan’la Subatay’ı çağırttı ve onlara şu emri verdi: “Muhammed Şah dünyanın öbür ucuna da gitse takip ediniz. Onu ölü ya da diri mutlaka bulunuz. Size kapılarını açan şehirlere dokunmayınız. Karşı koyanlara hücum ediniz. Bu görevi zorlu bulmayacağınızı zannederim.” Gerçekten, on iki kadar memleket dahilinde bir hükümdarın peşinden saldırmak garip bir görevdi ve hakikaten de buna en layık olan Orhonlulara verilecek bir işti. Han bunlara iki fırka, yani yirmi bin asker verdi. İki Orhonlu, süvarilerin başına geçerek, aldıkları talimata uygun olarak derhal güney yönünde hareket ettiler. 1220 senesinin Nisan ayında Muhammed Şah, Semerkant’ın güneyinde, yüksek Afgan dağlan kıyılarındaki Belh’e çekilmişti. Celaleddin daha uzaklarda, kuzeyde Aral denizi civarındaki çöl bölgelerinde bulunan savaşçılardan yeni bir ordu oluşturmaya uğraşıyordu. Fakat Cengiz Han, Şah’la Celaleddin’in muhtemel birleşme noktası olan Semerkant’ta bulunuyordu. Muhammed Şah, savaşçı aşiretlerin kendisini bekledikleri Afganistan’a geçmek istedi. Fakat kendi korkusu ile etrafındakilerin farklı tavsiyeleri arasında tereddüt ederek, nihayet batıya döndü, çölü geçti ve İran’ın kuzeyindeki dağlık havaliye doğru yönelerek Nişabur’a ulaştı. Bu suretle Moğol ordusu ile arasında sekiz yüz kilometrelik mesafe açtığını zannediyordu. Cebe Noyan ve Subotay, Amu geçidini kapatan korunaklı bir mevkiyle karşılaştılar. Atlarını yüzdürüp nehirden geçtikten sonra, ileri müfrezelerin keşif kollarından Muhammed Şah’ın Belh’i terk ettiğini öğrendiler. Onlar da batıya doğru yürüdüler, çöle daldılar ve gerek kendi emniyetleri, gerek atlara mümkün olduğu kadar ot bulabilmek için ayrıldılar. İki seçkin bölüğün her askerinde gücü kuvveti yerinde birkaç binek vardı. Kuyuların ve derelerin kenarlarında da taze ot buldular. Birçok defalar at değiştirerek günde yüz yirmi kilometreden fazla yol yürüdüler. Ancak yemek pişirmek için gün batarken attan iniyorlardı. Çölün öbür ucunda kadim Merv şehrinin beyaz duvarları ve gül bahçeleri karşısına geldiler. Şah’ın şehirde bulunmadığına ikna olduktan sonra, dörtnala Nişabur’a ilerlediler ve üç hafta sonra, Muhammed Şah’ın bunların üstlendikleri görevi öğrenerek, av bahanesiyle kaçmasını takiben Nişabur’a vardılar. Nişabur kapılarını kapattı ve Orhonlar hırsla kalelere hücum ettiler. Şehrin surlarını zapt etmeyi başaramadılarsa da, Şah’ın kesinlikle sur dahilinde bulunmadığını anladılar. Fakat batı yönünde, Hazar denizine giden kervan yollarından takibi bırakmadılar. Moğol korkusundan kendisini emniyet altına almak için bu yolu takip eden Şah, şimdiki Tahran şehrinin bulunduğu yere yakın bir mevkide rast geldikleri otuz bin kişilik bir Acem ordusunu bozguna uğrattılar. O sırada Şah’ın bütün izleri kaybolmuştu. Moğollar bu seferlerde ayrıldılar. Subotay dağlık bölgeden kuzeye, Cebe Noyan da- tuzlu çöl sınırını takiben güneye aktı. Artık Harzem denilen bölgeden çıkmışlardı. Akın öyle seri haldeydi ki, geldiklerine ilişkin haberden önce onlar varacakları yere yetişiyorlardı. Bu sıralarda Muhammed Şah önce ailesini, sonra servetini göndermişti. Mücevherlerini içeren bir kasacığı kalelerden birine sakladıktan sonra, - daha sonra Moğollar bu mücevherleri bulmuşlardı - daha önce birçok defalar çatıştığı Halife’nin saltanat sürdüğü Bağdat’a gitmeye karar verdi. Sağdan, soldan topladığı yüz kadar savaşçıyla Bağdat’a giden büyük yolu takibe başladı. Fakat Hemedan’da Moğollar peşinden göründüler, adamlarını dağıttılar ve hatta Şah’a, kim olduğunu bilmeksizin bir kaç ok attılar. Şah kurtuldu ve tekrar geriye, Hazar denizine doğru geldi. Türk savaşçıları arasında hoşnutsuzluk ve isyan alametleri başlamıştı ve Muhammed Şah karısıyla birlikte küçük bir çadırda kalmayı uygun gördü. Bir sabah çadırı boş, fakat oklarla doldurulmuş buldu. Zabitlerden birine: “Yer yüzünde Moğol akınının giremeyeceği bir yere sığınamayacak mıyım?” dedi. Kendisine Hazar denizinde gemiye binerek oğulları ve atabeyleri kendisini müdafaa edebilecek bir ordu toplayıncaya kadar, bir adaya çekilmesini tavsiye ettiler. O da bu tavsiyeyi kabul ederek, kıyafetini değiştirdikten sonra, şüpheli taraftarlarından bir kaçı ile beraber boğazları geçti ve Hazar denizinin batı sahillerinde bir küçük şehir, oldukça sakin bir balıkçı ve tacir şehri aradı. Fakat Şah artık yorgun ve hasta düşmüştü, maiyetinden, esirlerinden, ziyafet ve cümbüş arkadaşlarından mahrumdu. Yine de isminin itibarını düşürmek istemedi. Camide dua okumak istedi ve bu yüzden kimliği uzun süre meçhul kalmadı. Daha önce zulmünü görmüş bir Müslüman, Şah’a ihanet ederek, orada bulunduğunu Moğollara haber verdi. Moğollar Kazvin’de başka bir Acem ordusunu daha dağıtmışlar, dağ dağ Şah’ı arıyorlardı. Muhammed Şah, tam bir balıkçı kayığına bindiği sırada, Moğollar şehre girdiler. Arkasından bir hayli ok atıldı, fakat Şah sahilden uzaklaşmayı başarmıştı. Göçebe Moğollardan bazıları hırslarından atlarını suya sürdüler ve kuvvetleri kesilinceye kadar kayığın peşinden yüzdüler ve nihayet dalgalar arasında boğulup gittiler. Fakat el sürememiş olmakla beraber, şahı da öldürmüşlerdi. Hastalıktan ve sefaletten bitkin bir hale gelen İslam hükümdarı, küçük adasında, çırılçıplak bir halde öldü. Kefen olarak kendisine ancak taraftarlarından birinin kefenini bulabildiler. Şah’ı ölü veya diri yakalamak emrini alan Cebe Noyan ve Subotay, hükümdarın, Katay İmparatoru Vay Vanç gibi bedbaht bir halde adada gömüldüğünü bilmiyorlardı. İki Orhon Reisi Muhammed Şahın hemen bütün servetini Cengiz Han’a gönderdiler. Cengiz Han, Muhammed Şah’ın oğluna Urgenç’te katılacağını tahmin ederek, o tarafa bir birlik gönderdi. Hazar denizinin karla örtülü çayırlıklarında kışlayan Subotay, Han’a katılmak için denizi dolaşarak kuzeye yürümeyi düşündü. ,Bu sefer için izin almak üzere Semerkant’a bir haberci saldı. Cengiz Han buna razı olduğu gibi, kendi Orhunu’nun ordusunu kuwetlendirmek için birkaç bin Türkmen daha gönderdi. Subotay da asker toplamak işini kendi üstüne almıştı. Muhammed Şah’ı takip ederken geride bıraktığı birkaç önemli şehri zapt etmek için güneye kısa bir sefer yaptıktan sonra, Moğollar kuzeye döndüler ve Kafkasya’ya girdiler. Önce Gürcistan’da göründüler. Moğollarla bu dağlı savaşçılar arasında çetin bir mücadele başladı. Cebe Noyan, Tiflis’e giden uzun bir vadinin bir yamacında saklandı. Subotay da eski Moğol hilesine başvurarak, güya kaçıyormuş gibi yaptı. Gürcistan dağlarında siper alan beş bin kişi, hemen yerlerinden fırladılar ve bu savaşta büyük zayiata uğradılar. Moğollar Kafkas dağlarından bir yol bularak İskender’in demir kapısını geçtiler. Kuzeydeki meyillere çıkınca, karşılarında dağlılardan, Çerkeslerden ve Kıpçaklardan oluşan bir ordu buldular. Moğollar sayıca çok azlardı. Geri de çekilemezlerdi. Fakat Subotay, Kıpçakları bunlardan ayırmayı başardı ve Moğollar da gerçekten büyük bir kahramanlık gösteren Çerkesleri yarıp geçtiler. Ondan sonra da Hazar denizinin öte tarafındaki tuzlu steplerde Kıpçakları kovalayarak, bu yiğit göçebeleri de dağıttılar ve hepsini daha kuzeye, Rus prenslerinin topraklarına attılar. Moğollar orada da, son derece cesur yeni bir düşman karşısında kaldılar. Bunlar, Kiev’den ve daha uzak dukalıklardan toplanmış seksen iki bin askerden oluşan Rus askerleri, önlerinde kuvvetli Kıpçak kuwetleri olduğu halde Dinyeper boyunca iniyorlardı. Kalkan taşıyan sağlam yapılı bu step göçebelerine, ta eski zamanlardan beri düşmanlık yemini etmiş savaşçılardı. Moğollar Dinyeper’den uzaklaştılar ve Rus kütlelerini gözetleyerek, savaşa tutuşmak için önceden belirledikleri yere varıncaya kadar, dokuz gün geri çekildiler. Kuzeyli savaşçılar muhtelif kamplara ayrılmışlardı. Bunlar muhakkak korkunç adamlardı. Fakat kavgacıydılar ve Subotay’a. karşı çıkarabilecek reisleri yoktu. Steplerde Moğollarla Ruslar arasında çarpışma iki gün devam etti. Bu çarpışma ilk teması teşkil ediyordu. Grandük ve asilzadeleri Moğolların okları altında can verdiler. Geriye kalanlardan çok azı tekrar Dinyeper’i çıkabildi. Cebe Noyan ile Subotay bir kez kendi kendilerine kalınca Kırıma doğru sarktılar ve Ceneviz ile ticaret yapan bir kaleyi zapt ettiler. Ondan sonra ne yapacaklardı? Kimse bilmiyordu. Avrupa’ya girmek için Dinyester’i geçerlerken, haberciler vasıtasıyla hareketlerini takip eden Cengiz Han, kendilerine birkaç bin kilometre doğuda bir yerde tayin ettiği mahalle gelmelerini emretti. Cebe Noyan yolda öldüyse de, bu ölüm Moğolların o zamanlar Volga üzerinde bulunan memleketi istila ve yağma için yollarına devam etmelerine engel olmadı. Bu hayret verici yürüyüş, belki de, insanlık tarihinin bugün bile kaydetmediği en büyük süvarilik harikası olup kalmıştır. Ancak harikulade metanetleri ve kendi kuvvetlerine kesin bir güveni olan insanlardır ki, böyle bir şey yapabilirler. Acem tarihçi şöyle yazar: “Güneşin doğduğu memleketten çıkmış bir insan alayının, kendilerini Hazar denizinden ayıran mesafeyi, arkalarında bıraktığı milletleri tahrip ederek ve geçtikleri yerlerde ölüm saçarak, at üzerinde kat ettiklerini hiç duydunuz mu? Ondan sonra da ganimetler yüklenerek sağ salim dönsünler ve bütün bunlar da iki seneden az bir zamanda olsun. Evet, hiç böyle bir şey duydunuz mu?” İki birliğin doksan derece kuzeyde dörtnala gidişinin acayip sonuçları oldu. Savaşçıların yanı başında Katay alimleri, Uygurlar ve bunların arasında da Nesturi Hristiyanlar gidiyorlardı. Ya da biz öyle tasavvur ediyoruz, zira Müslüman tacirleri ordunun bazı fertlerine dini el yazmaları satmışlardır. Subotay hiç de körü körüne yürümüyordu. Kataylılar ve Uygurlar geçtikleri nehirlerin, balık veren göllerin, gümüş ve tuz ocaklarının durumlarını kaydediyorlardı. Yol boyunca konaklar tesis ediliyor ve fethedilen memleketler için darogalar tayin ediyorlardı. Moğol savaşçısı ile birlikte mandarin vali beraber gidiyordu. Moğollara katiplik ve tercümanlık yapan bir ermeni keşişi, Kafkas’ın altında uzanan topraklarda, Moğolların on yaşından yukarı erkeklerin kayıtlarını bile tuttuklarını nakleder. Subotay Güney Rusya'nın, kara toprak havalisinde geniş otlaklar bulmuştu. Bu otlakları hatırladı. Senelerden sonra dünyanın öteki ucundan gelerek Moskova'yı zaptetti ve Cengiz Han, Doğu Avrupa'yı istila için Dinyeper’i geçtiği sırada kendisini geri çağırdığı yerden yürüyüşüne devam etti. Venedik ve Ceneviz tacirleri Moğollarla ilişki kurmaya çalıştılar ve sonra gelen nesil Poloların, Venizlerin, Büyük Han imparatorluğu için yola çıktıklarını gördüler.
- Matem içinde iki sene geçti. Tulu, hükümet naibi olarak Karakurum’da ikamet ediyordu. Fakat süresi sona erdiğinden, Cengiz Han’ın arzusuna uygun olarak yeni bir hakan, bir imparator seçmek için, prensler ve kumandanlar Gobi’ye döndüler. Cengiz Han’ın isteğine uyup, miraslarına sahip çıkarak reislerinin kralları haline geldiler. Şimdi Han’ın en büyük oğlu olan Çağatay, Orta Asya’dan ve Müslüman memleketlerinden, Ögeday Gobi ovalarından, Cüci'nin oğlu Muhteşem Batu, Rusya steplerinden geliyordu. Moğol göçebelerinin hayatını yaşayarak gençlikten orta yaşlılığa geçmişlerdi; her biri toprakların bir kısmının hakimi ve varlığını bilmedikleri zenginliklerin sahibi bklunuyorlardı. Han’ın savaşçılar arasında yetiştirilen Asyalı oğulları, kudretli ordulara sahiptiler. Yeni memleketlerinde zevk ve sefanın şarabını tatmışlardı. Cengiz Han demişti ki: “Benim sülalem altınla işlenmiş kumaşlar .giyecekler- seçkin yemeklerle beslenecekler ve muhteşem atlara bineceklerdir. Kollarının arasına güzel ve genç kadınları alacaklar ve bu nimetlerin kimin tarafından kendilerine ihsan edildiğini unutacaklardır.” Gerçekten Tulu'nun vekilliğinden iki sene sonra Cengiz Han’m mirası çocukları için hemen hemen kaçınılmaz bir kavga ve mücadele kaynağı olabilirdi. Büyük oğlu Çağatay, Moğol adetlerine göre Han unvanını istemek hakkına sahipti. Fakat Han’ın arzusu, sayısız adamlarının içine işlemişti. Demir bir el tarafından tesis edilen düzen, hala birlik bağı idi. İtaat; kardeşlerin birbirine sadakati, kavga olmaması, işte yasanın esası buydu. Cengiz Han, birçok defa oğullarına eğer aralarında iyi ge-çinemezlerse, imparatorluğun mahvolacağını, kendilerinin de ziyan olacağını bildirmişti. Bu yepyeni imparatorluğun ancak bir kişinin hakimiyetine herkesin itaat etmesiyle yaşayabileceğini anlatmıştı ve kendisine halef olarak ne savaşçı Tulu’yu, ne de katı yürekli Çağatay’ı değil, fakat sade ve alçak gönüllü Ögeday’ı seçmişti. Oğulları hakkındaki derin sezgisi, onun bu seçiminde etkin olmuştu. Hiçbir zaman Çağatay en küçük oğlu Tulu’ya itaat etmeyecek ve savaş ustası, sert ağabeyine uzun süre hizmette bulunmayacaktı. Prensler Karakurum’da toplandıkları zaman, asillerin en büyüğü olan Tulu, Ulu Noyon, hükümet idaresinden istifa etti ve Ögeday’dan tahtı kabul etmesi istendi. Seçilen kişi, amcalarından ve ağabeyinden yüksek mevkide olmanın kendisine yakışmayacağını söyleyerek bunu reddetti. Ya Ögeday fazla ısrar ettiğinden, ya da kahinler izin vermediğinden, kırk gün endişe ve kararsızlıkta geçti. O zaman orhonlar ve ihtiyarlar Öge-day’ın yanına gittiler ve hiddetle: “Ne yapıyorsun?” dediler, “bizzat Han seni halef olarak seçti!” Tulu da babasının sözlerini tekrar ederek onlara katıldı ve Ye Liu, Tch’on Ts’a’i, Çinli hakim, hazine bakanı, her hangi felaketin önüne geçmek için bütün ustalığını gösterdi. Tulu, şaşırmış bir halde bakana günün uğursuz olup olmadığını sordu. Çinli derhal: “Bundan sonra hiçbir gün bu kadar iyi olamayacaktır.” diye cevap verdi. Ögeday’ı keçelerle örtülmüş yolun üzerindeki altın tahta çıkmaya sevketti. Yeni imparator tahta çıkınca, Ye Liu Tch’ou, Ts’a’i, Çağatay’a yaklaştı ve dedi ki: “Sen en büyük evlatsın, fakat imparatorun bir tebaasısın. Sen büyük olduğundan tahtın önünde ilk secdeye kapanan olmak için bu andan yararlan.” Bir anlık tereddütten sonra Çağatay kardeşinin ayaklarına kapandı. Toplantı otağında hazır bulunan bütün subaylar ve asiller de onun gibi yaptılar ve Ögeday, hakan ilan edildi. Hepsi çıktılar ve güneşe, güneye doğru eğildiler ve ordugahtaki sayısız insanlar da aynı şeyi yaptılar. Bunu sevinç günleri takip etti. Cengiz Han’ın bıraktığı hazineler, tanınmayan memleketlerden toplanan servetler, öteki prenslere, zabitlere ve ordunun Moğollarına dağıtıldı. Ögeday, ülkeyi o zamanın bir Moğol’u için müsamahayla idare etti ve Ye Liu Tch’ou Ts'ai’in nasihatlerini dinledi. . Ye Liu Thcu Ts’a’i bir taraftan efendilerinin imparatorluğunu kuwetlendirmek için, diğer taraftan Moğolların insanları yerlerinden püskürtmelerinin önüne geçmek için, kahramanca bir metanetle çalıştı. Bir gün müthiş Subotay’a kafa tutmağa cüret etti. O zaman, bu orhon Sung memleketinde bir savaştaydı; büyük bir şehrin ahalisini öldürmek istiyordu. Hakim bakan şu uyarıda bulundu: “Katay'da, bu son seneler zarfında ordularımız bu adamların mahsulleri ve servetleri ile yaşadılar. Eğer biz onları yok edersek, çıplak toprak ne işimize yarar?” Ögeday bu uyarının doğruluğunu takdir etti ve şehirde toplanan Çinliler bırakıldı. Vergi tahsildarlığını düzenleyen Ye Liu Tch’ou Ts’a’i oldu. Moğollar’a yüzde bir baş hayvan, ve Ka-tay’ın her ailesi gümüşten veya ipekten belirli bir meblağ vereceklerdi. Ye Liu Tch’ou Tsai, idarenin ve hazinenin yüksek işlerine eğitimli Çinlilerin tayin etmesini söyledi. Ögeday’a: “Bir vazo yapmak için çömlekçiye müracaat edersin,” dedi. “Sicilleri ve hesapları tutmak için bilgili adamlar kullanmalı.” Moğol: “Peki,” dedi, “bunu yapmaktan seni kim men ediyor?” Ögeday kendisine yeni bir saray yaptırırken, Ye Liu Tch’ou Ts’ai genç Moğollar için okullar kuruyordu. O zaman Ordu Balık, yani hükümet şehri adıyla bilinen olan Karaku-rum’a her gün beş yüz yük arabası geliyordu. Bu arabalar, erzak, hububat ve imparatorun hazinesine ve mağazalara kıymetli eşya getiriyordu, Çöldeki Hanların hakimiyeti dünyanın yarısında sıkıca sağlanmıştı. İskender imparatorluğunun aksine, Moğol fatihinin nüfuz alanı ölümünden sonra da olduğu gibi kalmıştı. Moğol aşiretlerini bir tek reisin hakimiyetine itaat ettirmişti. Han onlara şiddetli, sert fakat istediği gayeye en iyi' şekilde uyan bir kanunlar derlemesi bırakmıştı. Askeri hakimiyeti esnasında imparatorluğun idare' esaslarını' vazetmişti'. Bu son görevde Liu Tch’ ou Ts'a’i, ona çok büyük desteklerde bulunmuştu. Belki de Han’ın çocuklarına bıraktığı miras, Moğol ordusu olmuştu. Han’ın vasiyetine göre Ögeday, Çağatay, Tulu, onun başlıca göçebesini, yani insanları paylaşmışlardı. Fakat seferberlik, sevkıyat ve savaş sırasındaki manevra sistemleri, Cengiz Han’ın vücuda getirdiği şekilde kalmıştı. Subotay ve öteki kumandanlardan başka, Han’ın oğulları imparatorluğun genişlemesi vazifesini mükemmel şekilde takip etmeye gücü yeten reislere sahiptiler. Cengiz Han, oğullarına ve tebaasına yanlış bir fikir olarak Moğolların dünyanın doğal hakimleri ' olduklarını öğretmişti. En büyük imparatorlukların direnişini tamamıyla kırmıştı; eserin tamamlanması, Subotay ve Han’ın oğulları için çok rahat bir görev olmuştu. Sadece Han’ın ektiğini biçmek gerekiyordu. Ögeday idaresinin başlangıcında Tarmagan isminde bir Moğol kumandan, Celaleddin'i mağlûp etti ve onu ortadan kaldırdı. Aynı kumandan, imparatorluğun Hazar denizinin güneyindeki bölgelerini kuwetlendirdi. Aynı tarihte Subotay ve Tulu, Hovan-go Ho’un güneyine doğru ilerliyorlar ve Çin’in bakiyesini kendilerine itaat ettiriyorlardı. 1235’te Ögeday bir meclis topladı ve ikinci Moğol fetihlerinin büyük dalgası ortaya atıldı. Batu, Altın Göçebenin ilk Hanı, Avrupa’nın felaketi için Subotay’la beraber batıya gönderildi. Adriyatik’e ve Viyana kapılarına kadar gitti. Başka ordular Kore’de, Çin’de ve Basra’nın güneyinde savaştılar. Bu dalga 1241’de Ögeday’ın ölümüyle çekildi. Subotay, bir defa daha büyük bir davet üzerine gayesi olan Avrupa’dan koparılıp çekildi. Bunu takip eden on sene olaylarla doluydu. Çağatay’ın evi ile Ögeday’ın evinin daima büyüyen husumeti vardı. Bir ihtimal İsevi bir Nesturi olan ve İsevi bakanlarla kuşatılmış bulunan Ki-yuk, taht üzerinde kısa bir süre için görünmüştü; İsevi nazırlardan birisi de Ye-Liu Tch’ou Ts’ai’nin oğluydu. Kiyuk, çadırının önünde bir kilise inşa ettirmişti. Daha sonra hakimiyet Ögeday’ın evinden Tulu’nunkine, oğulları Mengü ve Kubilay Han’ın şahıslarına geçti ve fütuhatın daha uzağa yayılacak olan üçüncü dalgası yayıldı. Kubilay’ın kardeşi Hülagü, Subotay’ın oğlundan yardım görerek El-cezire’yi istila etti. Halifelerin nüfuzunu her zaman için kırarak Bağdat ve Şam’ı zaptetti ve Kudüs’ün yakınına kadar geldi. Haçlılar tarafından işgal edilen Antakya, Moğol tahtının nüfuzuna geçti. Moğollar İzmir’e kadar Asya’ya girdiler ve İstanbul’a yaya olarak bir haftalık mesafeye geldiler. . Hemen hemen bu sıralarda Kubilay ordusunu Japonya’ya karşı sevkediyor ve sınırlarını Malezya hükümetlerine, Tibet’in ötelerine kadar yayıyordu. Onun hakimiyeti (1259 -1294) Moğolların saadet devri olmuştur. Kubilay, babalarının adetlerini terk etti ve sarayını Çin’e naklederek adetlerinde Moğol’dan çok Çinli oldu. Ülkeyi yumuşak huylulukla yönetti ve itaat eden halka iyi davrandı. Mar-co Polo, onun sarayından bize canlı bir tasvir bırakmıştır. Sarayın Çin’e nakli, merkezi imparatorluğun parçalanmasına bir delildi. 1300 senesine doğru Gazan Han zamanında nüfuzlarının son sınırına ulaşan Hülagü sülalesinden İran ilhanları, Hakan’la temas edebilmek için çok uzak mesafede bulunuyorlardı. Bununla birlikte hızla Müslüman oluyorlardı. Rusya sınırında bulunan Altın Göçebe’nin de durumu farklı değildi. Kubilay Moğolları ise Buda inancına geçiyorlardı. Cengiz’in bu küçük torununun ölümünü, din ve siyaset kavgaları takip etti. Moğol İmparatorluğu süratle ayrı ayrı krallıklara ayrıldı. 1400 senesine doğru bir Türk fatihi, Timurlenk, eskiden imparatorluğun parçalarını oluşturan Orta Asya ve İran topraklarını birleştirdi. Cüci’nin oğlu Batu tarafından kurulan Altın Ordu’yu mağlûp etti. 1368 tarihine kadar Moğollar, Çin’in hakimi olarak kaldılar ve yalnız 1555’te müthiş İvan tarafından Rusya’daki son kaleleri alındı. Hazar Denizi kıyılarındaki sülalelerinden Özbek-ler 1500’de Şeybani Han idaresinin altında çok kudretli oldular. Büyük Moğolların birincisi olan Cengiz Han’ın sülalesinden Kaplan Babür’ü Hindistan’a püskürttüler. XVIII. asrın ortasında Cengiz Han’ın doğumundan altı yüz sene sonra, Han’ın son halefleri de kalelerini terk ettiler. O zaman Hindistan’da yerlerini İngilizlere bıraktılar. Doğuda, Moğollar meşhur Çin imparatoru Kien Lung’un ordularına mağlûp oldular. Kırım’ın Tatar Hanları, büyük Katherina’nın tebaası oldular. Aynı tarihte bedbaht Kalmuk veya Torgout göçebesi, Volga'daki otlaklarını bırakarak doğuya, asıl memleketlerine doğru uzun ve müthiş bir yürüyüşe başladı. De Lu-incez, bu göçü “Fuite d’un tribu Tartare”de kuwetli bir tarzda tasvir etmiştir. XVIII. asrın ortasında Asya haritasına bir bakılırsa, Cengiz Han savaşçılarının sülaleleri olan son göçebelerin en son sığınağını görürüz. Aral suyu ile fırtınalı Baykal gölünün arasında bulunan geniş mıntıkalar, o tarihteki haritalarda, Tataristan veya müstakil Tataristan adı altında gösterilebilmiştir. Kıtanın bu merkezi dağ sıralarında Kalmuklar, Moğollar, Kerayitler yazlık otlaklarından kışlığa dolaşıp duruyorlardı. Eskiden aynı vadilerin, Jean le Pretre d’Asie’yi ölüme giderken, ve Cengiz Han’ın kuyruklarından tuğlu sancağını dünyaya dehşet vermek için ilerlediğini gördüklerinden şüphe etmeden, Keçe yurtlarında yaşıyorlar ve sürülerini güdüyorlardı. Moğol İmparatorluğu böylece son buldu, parçalandı ve imparatorluğun içinden çıktığı göçmen aşiretleri yeniden teşekkül etti. Bir zamanlar savaşçıların toplandığı vadilerde bir avuç sakin sürü bekçileri kaldı. Moğol süvarilerinin kısa ve müthiş yürüyüşleri hemen hemen ardında hiç bir iz bırakmadan geçti gitti. Çöl şehri olan Karakurum, kum dalgaları arasına gömülmüştür. Cengiz Han’m mezarı, ana vatanının bir nehrinin yakınındaki bir ormanda saklı duruyor. Fetihlerinden topladığı servetler, kendisine hizmet eden adamlara dağıtıldı. Gençlik arkadaşı Burta’nın gömüldüğü yeri bildirecek hiçbir mezar kalıntısı yok. Moğolla-rından hiç biri, hayatının olaylarını bir destan halinde toplama-mıştır. Fetihlerin bir çok kısmı bize kadar düşmanları tarafından getirilmiştir. Cengiz Han medeniyete öyle büyük bir darbe indirmişti ki, gerçekten de dünyanın yarısında her şeyin yeni baştan yapılması gerekmiştir. Çin, Jean le Pretre, Katay, Noire, Harzem İmparatorlukları ve Cengiz Han’ın ölümünden sonra Bağdat Halifeliği, Rusya ve bir zaman için Polonya’nın birçok prenslikleri mahvolmuşlardı. Han, bir memleket fethettiği zaman, başka savaşların hepsi son bulurdu. İyi ya da kötü, bütün olayların gidişatı değişmişti ve bu Moğol fethinin bakiyeleri, devam eden bir barışa sahip oluyorlardı. Eski Rusya’nın büyük prensleri Vladmir ve Susdal’ın kanlı mücadeleleri, büyük afete gömüldü. Cengiz Han’ın etki alanında olmayan bu adamlar, bizim için birer hayaldir. İmparatorluklar Moğol çığı altında yıkıldı ve hükümdarlar delice bir dehşetle ölüme koştular. Eğer Cengiz Han mevcut olmamış olsaydı, ne olacaktı? Bunu bilmiyoruz. Fakat şu oldu: Roma barışı gibi, Moğol barışı da ilim ve fende ilerlemeyi getirdi. Milletler, daha doğrusu millet kırıntıları, birbirlerine karışmışlardı ve Müslüman ilmi Orta Asya’ya kadar gitmiş, Çinlilerin icat ve keşif gücüne sahip fikirleri ve yönetim ustalıkları batıya etki etmişti. Moğol ilhanları devlet yönetiminde bulundukları zaman, İslamiyet’in harap olmuş bahçelerinde, bir saadet devri olmasa da, ona yakın bir devir yaşatıyorlardı ve XIII. asır Çin’de edebiyatın, özellikle de tiyatro piyeslerinin ihtişamlı devri olmuştur. Moğol göçebeleri çekildikten sonra, siyasi toplanmalar tekrar gerçekleştiği zaman, çok doğal, fakat hiç beklenmeyen bir şey oldu: Savaşçı Rus prensliklerinin harabesi üzerinde Büyük İvan’ın imparatorluğu meydana geldi ve Moğollar tarafından birleştirilen Çin, bir tek imparatorluk şeklinde ortaya çıktı. Moğollar ve onların düşmanları olan Memluklann ortaya çıkması, Haçlıların uzun süren devrini kapadı. Moğolların hükümranlığı esnasında Müslümanlar, Süleyman mabedini ve İsevi hacıları da Kutsal Topraklan bir zaman için rahat rahat ziyaret edebildiler. İlk defa olarak Avrupalı papazlar Orta Asya’da maceracılık yapabildiler. İnsanlığın bu büyük kargaşasının en önemli sonuçlan belki de, daima büyüyen İslam nüfuzunu mahvetmek olmuştur. Harzem ordusuyla Müslümanların başlıca askeri kuweti, Bağdat ve Buhara ile Halife ve imamların eski ilim ve fenni de kayboldu. Arapça, dünyanın yansında konuşulan tek dil olma özelliğini kaybetti. Türkler batıya doğru püskürtüldüler ve Osmanlılar denilen bir hanedan daha sonra İstanbul’un hakimi oldu. Kubilay, taç giyme törenine başkanlık etmek için Tibet’ten çağrılan kırmızı şapkalı bir lama, rahiplerin tören usullerini beraber getirdi. Cengiz Han, zulmet devrinin engellerini kırmıştı. Yollar açmıştı. Avrupa, Çin’in sanatlarıyla temas etti. Oğlunun sarayında Ermeni prensleri ve İran uleması, Rus prensleriyle temas ediyordu. Yolların açılmasını, düşüncelerde genel bir değişim takip etti. Avrupa’da, Uzak Doğu hakkında büyük bir merak uyandı. Marco Polo, Frere Rubriguis’u Kambalqu’ya kadar takip etti. İki asır sonra Vasco de Gama, denizden Hindistan yolunu bulmak için hareket ediyordu ve Christophe Colomb da Amerika’ya ulaşmak üzere, fakat Büyük Han’ın İmparatorluğuna erişmek amacıyla gemiye biniyordu. Katliamlar Moğol atlılarının adımlarını takip eden uğursuz ölüm makinesini, bu kitapta devamlı ve etraflı bir şekilde tarif edemedik. Milletleri baştan aşağı ölüm kabusuna atan kasaplık, Avrupalılar, Müslümanlar ve Çinliler tarafından yazılan genel Moğol tarihlerinde tasvir edilmiştir. Biz burada ancak Kiev’in imhası gibi, Altın Başlar Avlusu gibi - Moğollar kubbeleri yaldızlı kadim Bizans kalelerine bu ismi vermişlerdi - boğazlama sahnelerini işaret ettik. Bu yerde ihtiyarları öldürdüler. Genç kadınların ırzlarına geçtiler, çocukları hırpaladılar ve bütün bunlar kıtlık ve veba dolayısıyla daha müthiş bir hal aldı. Çürüyen cesetlerden çıkan koku, öyle korkunç ve tahammül edilemez haldeydi ki Moğollar bile “Mubalig” dedikleri bu dehşet diyarına uğramıyorlardı. Tarihi inceleyenler, insan ırklarının bu emsalsiz imhası ile sonradan teşekkülünü son derece anlamlı bulur. .. Moğolların Cengiz Han sebebiyle medeniyete vurdukları darbe “Cambridge Ortaçağ Tarihi” tarihçileri tarafından çok güzel özetlenmiştir. “İnsan hayatına hiç bir kıymet vermemekle beraber, korkunç genişlikteki çölleri, dağlardan ve denizlerden engelleri, iklimin zorluğunu, açlığın ve vebanın tahribatını kahretmeye muktedirdiler. Hiçbir tehlike onları korkutamazdı, hiç bir kale onlara karşı koyamazdı, merhamet dileyen hiç bir feryat yüreklerine etki etmezdi. Biz tarihte yeni bir devletin, ya bir çıkmaza girmesi veya sonuna kadar uzayıp gitmesi muhtemel bir çok facialara bir darbede son vermiş bir kuwetin karşısında bulunuyoruz.” Tarihte bu yeni devlet, medeniyetin gidişini değiştirmeye muktedir bir adamın kurduğu bu devlet, Cengiz Han’la beraber meydana çıktı ve torunu Kubilay Han’la beraber, Moğol imparatorluğunun dağılması başladığı zaman, ortadan kayboldu. O zamandan beri de bir daha meydana çıkmadı. Bu kitapta Cengiz Han’ın savunması yapılmış değildir. Fakat Cengiz Han da büsbütün kana boğulmuş değildir. Bu fatih hakkındaki bilgilerimizin büyük bir kısmı, Çinlilerle beraber Moğolların katil kudretlerine kurban olmuş Orta Çağ Avrupalıları, Acemleri, Suriyelileri tarafından nakledilmiş hikayelere dayanıyor. Etrafındakilerden büyük bir hürmet ve itibar gören Cengiz Han, bize ne oğullarından, nazırlarından ne de kumandanlarından hiç birini öldürtmeyen bir hükümdar halinde görünüyor. Cüci ve Han’ın kardeşi Kassar, Cengiz’e zulmünü tatbik edecek fırsatlar vermişlerdi. Savaşta mağlûp olan Moğol subaylarının idamı, hayret edilecek bir tedbir olamaz. Çünkü o hiç bir zaman böyle bir emir vermemişti. Bütün milletlerin elçileri gelip kendisiyle görüştüler ve sağ salim döndüler. Olağanüstü haller dışında, emirleriyle hiç bir esire işkence edilmiş olduğunu bilmiyoruz. Keraitler, Uygurlar, Liyatunglar, Demir Adamlar gibi hemcins ve savaşa istekli milletlere Cengiz Han bağışlayıcı-lıkla muamele etti. Oğulları babaları gibi Ermenilere, Gürcülere, Filistin’de kalan Haçlılara aynı muameleyi yapmışlardı. Cengiz Han, kendisine ve milletine faydalı gördüklerini alı-koyar, geriye kalanı imha ederdi. Doğduğu memleketten uzaklaşıp yabancı medeniyetlerine dahil oldukça, bu imha daha kapsamlı bir hal aldı. Çağdaş tarihçiler, insan hayat ve eserlerinin bu emsalsiz imhasından. dolayı, neden Müslümanların hiddetle andıklarını, buna karşılık Budistlerin neden Cengiz’in özel dehası önünde saygıyla boyun eğdiklerini artık anlamaya başladılar. Çünkü Cengiz Han, ne Peygamber Muhammed Aleyhisse-lam gibi dini gayelerde, ne de İskender ve Napoleon gibi tebaasını ve politikasını büyütmek için, milletlere savaş ilan etmiş değildi. Hata buradan ileri geliyor. Bu sırrı, ancak Moğol karakterinin iptidai sadeliği izah edebilir. Cengiz Han, yer yüzünden oğulları ve milleti için ne arzu ettiyse aldı. Fakat savaşla aldı, çünkü başka bir yol bilmiyordu. İstemediği şeyi, ne işe yarayacağını bilmediğini, imha ederdi. Asya Keşişi Jan On ikinci asır ortalarında Avrupa, Asyalı - Johannes Presbyter Rex Armenioe, Indioe -bir Hristiyan hükümdarın galibiyetlerini gördü. Son araştırmalar gösteriyor ki, Kudüs’ün doğusunda saltanat süren bir Hristiyan krala ait rivayetler, o zamanlar Ermenistan ve Hint ile şöyle böyle ilgili bir bölgede, Gürcistan’daki Jan tarafından Müslümanlara karşı elde edilen galibiyetlerden ileri gelmektedir. Mecusi krallarının da bu memleketten çıktıkları hatırlara geldi. Bu sırada Haçlı ruhu Avrupa'yı tutuşturmaya başlamıştı. Ermenistan’dan Katay'a kadar dağılan Nesturi Hristiyanlar, Papa III. Aleksandr’a hitaben bir mektup yazıp göndermişlerdi. İfade tarzına göre, bu mektubun Asyalı keşiş Jan’dan geldiğine hükmedilebilirdi. Bu mektupta azametlerden, harikalardan, çölde ruhani tören alaylarından, etek öpen yetmiş kraldan, emsalsiz hayvanlardan, çölde kurulmuş bir şehirden, kısacası o günün masal yaratıklarından bahsediliyordu. Bu mektuptaki tariflerin içinde, gerçek olarak büyük bölümü Hristiyan olan Keraitlerden, Vang Han’dan da bahsediliyordu. Ne^uriler ona “Ung Han” ya da “Kral Jan” derlerdi. Bulunduğu Karakurum, uzun zamanlar ihmal edilmiş Nestu-rilerin kalesi gibi gösteriliyordu. Burası bir çöl şehri, kendisi de hanları, kralları hakimiyeti altında tutan bir imparatordu. Bir çok tarihi kayıtlar Kentlerden bir kraldan bahseder. Marco Polo, bu efsanedeki Keşiş Jan'ın, Vang Han olduğunu keşfetmiştir. Cengiz Yasası 1. Yeri ve göğü yaratan, ölümü, hayatı, serveti, fakirliği istediği gibi dağıtan, her şeyde mutlaka hükmünü yürüten bir tek Tanrı'nın varlığına iman etmenizi emrederim. 2. Dini reisler, vaizler, rahipler, ruhani hayata bağlı kimseler, müezzinler, doktorlar ve cenaze yıkayıcıları, genel hizmetlerden muaftırlar. 3. Her kim olursa olsun, prensler, hanlar, subaylar ve genel heyet halinde toplanmış diğer Moğol asilzadeleri tarafından seçilmedikçe imparator ilan edilemez. Aksi hareket edenler idam edilirler. 4. Moğol tebaasından aşiret ve milletlerin reisleri başka bir nam, unvan taşıyamazlar. 5. İtaat etmemiş bir millet, bir prens veya bir hükümdarla barış anlaşması yapmak, katiyen yasaktır. 6. Bir orduyu on, yüz, bin, on bin kişilik gruplara taksim eden talimatname bakidir. , 7. Savaş başladı mı, her nefer silahlarını kendisine komuta eden subayın elinden alacaktır. Nefer silahlarını iyi durumda muhafazaya ve savaştan önce subayına teftiş ettirmeye mecburdur. 8. Başkumandan emir vermedikçe, düşman malını yağma etmek yasaktır. Aksi hareket edenler idam edilir. Bu emir verilirse nefer de, subayı da istifade edecek ve imparatorun tahsildarına hakkını verdikten 9. Ordudaki neferlerin idmanlara devamını temin için, her kış büyük bir av düzenlenecektir. Bunun için Mart ve Ekim aylan arasında geyik, karaca, dağ keçisi, tavşan ve bazı kuşları öldürmek yasaktır. 10.Yenecek hayvanları enselerinden kesmek yasaktır. Kasap, hayvanı bağlamaya ve göğsünü açarak kendi elleriyle kalbini çıkarmaya mecburdur. 11.Şimdiye kadar yasak olmakla beraber, bundan sonra hayvanların bağırsak ve kanlarının kullanılmasına izin verilmiştir. 12.Yeni imparatorluğun subay ve reislerine ayrıcalık ve dokunulmazlıkları temin edilmiştir. 13.Savaşa gitmeyen her erkek, belirli bir zaman için, itirazsız memleket için çalışmaya mecburdur. 14.Bir at, bir sığır veya kıymetli eşya çalanlar idamla cezalandırılırlar ve vücutları ikiye ayrılır. Daha az öneme sahip mallara yönelik hırsızlıklar için, ceza, çalınan eşyanın kıymetine göre sopadır; yedi, on yedi, yirmi yedi, yedi yüz kadar sopa! Fakat çalınan eşyanın kıymetinin dokuz misli iade edilirse, ceza affedilir. 15.İmparatorluğun hiç bir tebaası bir Moğol’u hizmetçi veya esir olarak kullanamaz. 16.İstisnalar haricinde her erkek orduya dahildir. 1 7. Yabancı esirlerin kaçmasının önüne geçmek için, bunlara yatacak yer, yiyecek yemek, giyecek elbise vermek yasaktır. Aksi hareket edenler idam edilirler. Rast geldiği esiri yakalayıp da amirine teslim etmeyen her erkek aynı şekilde ceza görür. 18.Evlenme yasası her erkeğin kansını satın almasını emreder. Birinci ve ikinci derecede akraba arasında nikah yasaktır. 19.Bir erkek iki kardeş ile evlenebilir, bir çok cariye kullanabilir. Kadınlar emlak işleriyle meşgul olabilirler, istedikleri gibi satın alıp, satabilirler. Erkekler ancak av ve savaşla meşgul olacaklardır. İlk eşin çocukları diğerlerine göre üstünlük sahibidirler ve bütün emlake onlar varistirler. 20. Zinanın cezası ölümdür. Böyle bir suç işleyenler derhal idam edilirler. 21.Eğer küçük çocuklardan başka kimseleri olmayan iki aile birleşmek isterse, bu çocuklardan biri erkek, diğeri kız ise evlenebilirler. Çocuklar ölmüş olsalar bile nikahları kıyılabilir. 22.Fırtına zamanında akar su kenarında yıkanmak ve çamaşır yıkamak yasaktır. 23.Casuslar, yalancı şahitler, sefahate düşkün adamlar, büyücüler idam edilirler. 24.Görevlerini yerine getirmeyen ve Han tarafından davet edildikleri zaman gelmeyenler, özellikle uzak vilayetlerdekiter idam edilirler. Eğer kusurları o kadar ağır değilse, bizzat Han’ın huzuruna gelmelidirler. Bu yirmi dört madde muhtelif kaynaklardan alınmıştır. Bundan dolayı eksiktir. Çok dikkati çeken yenilecek av hayvanları hakkındaki yasanın onuncu maddesi, o devrin dini hurafeleriyle izah edilebilir. Yasanın on birinci maddesiyle, tatbik zamanlarında uzak membalarının muhafazasının hedeflendiği anlaşılıyor. Yirmi ikinci maddedeki sudan ve şimşekten bahseden yasa ise, Rubri-kisn’in açıklamasına göre, şimşekten dehşetle korkan Moğolla-rı fırtına zamanlarında nehirlere ve göllere atılmaktan men etmek gayesine yönelikti. Petis de la Croix’ya göre, Timurlenk de Cengiz Han’ın yasasını muhafaza etmiştir. Moğolların Hint Moğolları Serdarı Babür der ki: “Cetlerim ve ailem, biz her zaman Cengiz Han’ın yasalari-na saygıyla riayet ettik. Bizler toplanışlarımızda, bayram ve şenliklerimizde, oturuş ve kalkışlarımızda Cengiz’in koyduğu usullerden hiç dışarı çıkmadık.” Moğol Ordusunun Sayısal Kuvveti Tarihçilerin Moğol ordusunu düzensiz bir kütle olarak tarif etmeleri kadar doğal ve ortak bir hata olamaz. En tanınmış çağdaş tarihçilerden Dr. Stanlay Lane-Poole bile bu “nihayet-sizliğe” karşı koyamamıştır. O, der ki: “Cengiz Han’ın arkasından, deniz kumlarına benzeyen nihayetsiz göçebe orduları geliyordu.” (Turkey, Stories of the Nations) Moğollar hakkındaki bilginiz, Maühieu Parislin ve ortaçağ rahiplerinin bunlar hakkında ortaya koydukları fikirlerin üzerinden yeteri derecede geçmiş olduğu için, Cengiz Han ordusunun Hunlar gibi bir göçebe kütlesi değil, düzenli bir istila ordusu olduğuna emin olabiliriz. Ordu üyelerinin listesi Sir Henry Hozvart tarafından şu şekilde düzenlenmiştir: Han’ın muhafızları 1.000 Tulu’nun kumanda ettiği merkez 101.000 Ordunun Doğu ve Batı alemine karşı savaştığı zamanlardaki miktar ve değeri buydu. Görülüyor ki, Cengiz Han en önemli orduyu toplamıştı. Diğer müfrezeler 10.000 Katayla-rın, Uygurlardan İdikut’un ve Han Elmalik’in kuwetlerinden oluşmuştu. Zaten bu son ikincisi istilanın başlarında geri gönderilmişlerdi. Sağ kanat Sol kanat Diğer müfrezeler Toplam 47.000 52.000 29.000 230.000 Tanınmış büyük alimlerden Leon Cahun, bir Moğol ordusu askerinin 30.000 kişiyi geçmediğini söyler. Halbuki Cu-ci’nin 200.000 kişilik kuweti ile müttefikler hesaba katılmazsa, bu savaşa üç kolordu iştirak etmişti. Böylece bu hesaba göre 150.000 savaşçıdan oluşuyordu. Gerçekten yukarı Asya’nın kurak vadilerinde bu miktardan fazla ordu bir kışı geçiremezdi. Ölümüne yakın zamanlarda Cengiz Han’ın kumanda ettiği ordunun dört kolordudan, muhafızlardan, hepsi 130.000 kişiden ibaret olduğunu biliyoruz. Gobi’deki nüfusa gelince, hepsini tahminen nihayet 1.500.000 olarak tespit edebiliriz. Bu adet üzerinden, filen savaşa girebilecek 200.000 kişi çıkabilirdi. İran isimli eserinde Sir Percy Sykes, Moğollardan bahsederken “sayıca zayıf olduklarını, fakat hareket üslerinden binlerce kilometre uzaklarda savaştıklarını” söyler. O devrin Müslüman tarihçileri, düzenli ordunun miktarını abartılı olarak 500.000’den 800.000’e kadar çıkarıyorlardı. Fakat güvenilir tanıklıklar, Cengiz Han’ın 1219 ve 1225 seneleri arasında Tibet’ten Hazar denizine kadar olan memleketlerin hayret verici bir surette itaat altına almayı en çok 100.000 kişilik ve Dinyeper’den Çin denizine kadar olan kıtayı da 250.000 kişilik bir ordu ile temin ettiğini göstermektedir. Bu rakamdan ancak yarısının Moğol olması muhtemeldir. Tarihçiler, savaşların sonunda 50.000 Türkmen müttefikten bahsederler. Cüci’nin kuwetleri ise yabani Kıpçaklar ve çöl adamları tarafından takviye edilmişti. Çin’de şimdiki Koreli ve Mançurili-lerin ataları, Moğol bayrakları altında savaşırlardı. Cengiz Han’ın oğlu Ögeday’ın saltanat devrinde Orta Asya’nın diğer Türk aşiretleri de, kendilerine savaşma fırsatı vermiş olan Moğollarla birleşmişlerdi. Bu aşiretler, Subotay ile Ba-tu’nun Doğu Avrupa'yı fethettikleri ordunun büyük kısmını teşkil ediyorlardı. Ögeday’ın ordularında muhakkak fiilen savaşçı olan yarım milyon kişi vardı. Mengü ve Kubilay, bu miktarı iki katına çıkardılar. MOĞOLLARIN İSTİLA PLANI Cengiz Han’ın ordusu, bir düşman memleketini istila ettiği zaman, belirli bir plan izlerdi. Bu usul, Moğollar 1270 senesine doğru Mısır’a doğru yürüyüşlerinde Memlûklar tarafından durduruldukları zamana kadar mutlak başarılarla sonuçlandı. - Hanın genel karargahında bir kurultay toplantıya davet edilirdi. Fili hizmette kalmalarına izin verilen yüksek rütbeli subaylar dışında, bütün diğerleri bu mecliste hazır bulunmakla yükümlüydüler. Burada durum görüşülür ve savaş planı yapılırdı. Yollar belirlenir ve muhtelif fırkalara şu veya bu görev verilirdi. - Casuslar gönderilir, bilgi alınabilecek adamlar yakalanıp getirilirdi. . - Kastedilen memleket aynı zamanda bir çok noktalarından istila edilirdi. Ayrılan fırkaların, muhtelif kolorduların her birinin belirli bir hedefe yürüyen başkumandanları vardı. İstediği manevrayı yapmakta, nasıl isterse düşmana o şekilde hücum etmekte serbesttiler. Fakat haberciler vasıtasıyla Han’ın veya Orhonun genel karargahıyla daima temasta bulunmaya mecburdular. - Ayrılan fırkalar, memleket tahrip edilirken, korunaklı büyük şehirlerin önüne gözcü birlikleri yerleştirirlerdi. Memleketten erzak toplanır ve eğer savaş uzun süre devam edecekse, geçici menzil teşkilatı kurulurdu. Moğollar arkalarında nadiren korunaklı bir şehir bırakırlardı. Genellikle şehri kuşatırlar, bir iki fırka esirler ve savaş aletleriyle geride kalır, ordunun büyük kısmı yoluna devam ederdi. Eğer düz ve çıplak bir yerde düşman ordusuyla karşılaşırlarsa, Moğollar bir veya iki usul takip ederlerdi. Eğer mümkünse bir gün, bir gecelik seri yürüyüşle, iki veya daha fazla Moğol fırkası, belirli bir saatte savaş yerinde toplanmak suretiyle düşmana baskın verirlerdi. 1241’ de Peşte civarında Macarlara karşı da böyle hareket ettiler. Eğer bu hızı sağlayamazlarsa, seri hareketlerinde düşmanı veya kanatlarından birini saralardı. Başka tedbirleri de vardı: Kaçıyor gibi görünürler ve düşman kuwetleri dağılıncaya kadar geri çekilirlerdi. Düşman dağıldığı zaman bineklerini değiştirirler ve geri dönerek hücuma geçerlerdi. Bu manevra Dinyeper civarında koca bir Rus ordusunu hezimete uğrattı. Bu görünürde geri çekilmelerde genellikle saflarını açarlardı ve böylelikle düşman farkına varmadan kuşatılmış olurdu. Eğer düşman ordusu toplu kalır ve mertçe savaşırsa, Moğolların kuşatma hattı, düşmanın geri çekilmesine yol bırakmak için açılırdı. O zaman da düşmana geri çekilirlerken taarruz ederlerdi. Buhara ordusunun kaderi de bu olmuştu. Bu tedbirlerin çoğunu hünerleri onlardan eksik olmayan Türkler ve Moğolların kısmen ataları olan Hunlar da kullanmışlardı. Kataylar süvari kolları halinde manevraya alışmışlardı. Çinliler ise savaş düzenlerini çok iyi biliyorlardı. Cengiz Han şüphesiz ki, bu tecrübelerden faydalandı, fakat mücadelede en büyük etken yenilmez kararı, yerinde harekete geçmek gibi özel bir yeteneğe sahip olması ve adamlarını demir gibi bir düzene tabi tutması olmuştur. Bizzat Çinliler bile Cengiz’in ordusunu Tanrı gibi idare ettiğini söylüyorlardı. Önemli kuwetlerini, görünürde hiç zahmetsiz geniş arazi üzerinde bir yerden bir yere sevk edişi, birbirinden çok uzak meçhul, kıtalarda, birçok savaşları aynı zamanda idare edişinde gösterdiği zeka ve beceri, daima olumlu sonuçlar veren kuşatmaları, parlak zaferleri, bütün bunlar bir araya geldiği zaman bütün Avrupa’nın görülmeyecek bir insanla karşı karşıya olduğumuzu anlarız” Demetrius Boulger, Büyük Moğol Serdarı’nı işte böyle tarif ediyor. Moğollar ve top barutu Cengiz Han ile' Moğollarının Çin gibi kapalı bir imparatorluğu açtıkları zamandan çok önce, Çinliler tarafından yapılan o zamana ait keşifler hakkındaki kesin bilgilerimiz çok azdır. Daha sonradan, yani 1211 senesinde Çin’de top barutundan bahsedildiğini sık sık işitiyoruz. Bu barutu Çinliler Ho- Pao dedikleri savaş makinelerinde kullanırlardı. Bir kuşatma olduğu zaman, Ho - Paoların ahşap kuleleri tahrip ettiğinden bahsedilir. Bu barut bir defa patladı mı, gök gürültüsüne benzeyen bir gürültü meydana gelirdi ve bu ses takriben kırk sekiz kilometreden işitilirdi. Bunda abartı olsa gerektir. 1232’de Kai-Fong kuşatmasından bahseden bir Çinli tarihçi şunları söyler: “Moğollar güllelerden sakınmak için yer altında kazdıkları çukurlara kapandıkları için, Şin-liyenli dediğimiz ateş püskürme makinelerini, Moğol istihkamcılarının bulundukları yerlere zincirler vasıtasıyla indirmeye mecbur olduk. Bunlar patladılar, insanları da, kalkanlarını da parça parça ettiler. ” Muhakkak ki, Çinliler de, Moğollar da top barutunun tutuşma özelliğini biliyorlardı. Fakat Moğollar top dökmesini bilmiyorlardı. Onun için gülle kullanmakta, fazla ilerleme de göstermediler. Gene gergin kirişli kuşatma aletleri kullanmaya devam ettiler. Oysa aynı Moğollar, 1238 ile 1240 arasında Orta Avrupa’yı bir baştan öbür başa geçtiler ve Rus Polon-yası’nda bulundular. Fribourg-en-Brisgau da onların istila sahaları dahi-lindeydi. (Schwartz’ın yazdıklarına karşı söylemek gerekir ki, Moğollar Avrupa’da top barutu kullanmamışlardır.) Roger Bacon’a gelince, görünüşe göre o da, herkesin kullanması için top barutu imal etmiş değildir. O yalnız böyle bir maddenin varlığından ve yanıcı çzelliğinden bahsetmiştir. Roger Bacon, sadece Saint Louis’nin Moğollar nezdine elçi olarak gönderdiği rahip Guillaume de Rubriquis ile buluşmuş, konuşmuş ve onun coğrafi bilgilerinden faydalanmıştır. Roger Bacon, Opus Majus’da Gillaume de Rubriquis’in kitabından bahsederken der ki: “Bu kitabı gördüm ve yazarı ile 1 görüştüm.” (Buna verilecek cevap şu olabilir: Rubriquis, kitabında top barutundan hiç bahsetmemiştir. Moğol sarayındaki altı aylık ikameti esnasında, kitabın yazarının barut hakkında bilgi edindiğine emin değiliz. Zaten Bacon, Rubriquis’in dönüşünden kısa bir süre önce, barutun özel terkibinden - güherçile ve kükürt - ilk defa bahsetmiştir. Dikkate değerdir ki, top barutunun Avrupa’da görünen iki mucidi, Moğol istilasından fikirlerin heyecana düştüğü ve istilacıların kullandıkları silahlarla alakadar oldukları sürece, takriben yetmiş beş sene yaşadılar ve her ikisi de Moğollarla az çok münasebette bulundular. Herkes bu noktaya az ya da çok önem vermekte gene serbesttir. Fakat şurası muhakkaktır ki, ateşli silah ilk olarak Rahip Schzvart zamanında Almanya’da görünmüştür. Toplar olgunlaştılar ve bunların kullanımı Avrupa’da süratle ilerledi. İstanbul’u ve Türkler’i geçerek Asya’ya girdiler. Bu suretledir ki biz Babür’ü 1525'te Türklerin kullandıkları büyük bir topla silahlanmış görüyoruz. İlk madeni top sekizinci asırda Çinde dökülmüştür. , Çok ilginçtir, 1581’de biz Avrupalı Kazakların ellerinde fitilli tüfeklerle Tatar imparatorluğunu istila ettiklerini görüyoruz. Halbuki Asyalıların kullanmasını bilmedikleri boş bir topu düşmanı yıldırımla vurulmuşa çevireceğini bekleyerek boş yere sürükleyip taşıdıklarını da görüyoruz. Özetle, Çinliler top barutunu imal etmişler ve Bacon kardeşlerle Schwartz’dan çok önce yanıcı özelliğe sahip olduğunu anlamışlardır. Fakat savaşta barutu çok az kullanmışlardır. Avrupalılar ise barut yapımını öğrenmişler, belki de barutu kendileri icat etmişlerdir. Bu konu tartışmalıdır. Yalnız kullanılması mümkün ilk'topu onların imal ettikleri kesindir. Bu konu hakkındaki gerçeği şüphesiz ki hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz. Yalnız Mathieu Paris ile Thomas de Spalato ve diğer ortaçağ tarihçilerinin savaşta duman ve ateş çıkaran Moğolların saldıkları korkudan bahsetmeleri de ayrıca dikkat çekicidir. Büyük olasılıkla bu, o tarihte Avrupa’da bilinmeyen top barutunun Moğollar tarafından toprak çanaklarda kullandıklarını gösteriyor. Carpin, Moğolların kullandığı ve ateşinin bir tür körükle parlatıldığı ateş saçan aletlerden bahseder. Her halde Moğollar arasında dumanın ve ateşin bu suretle görünüşü, ortaçağ tarihçilerince Moğolların birer cin olduklarına alamet sayılmıştır. Büyücüler ve haç Moğol fırkaları Subotay ile Cebe Noyan’ın kumandası altında Kafkasya’yı geçtikleri zaman rast geldikleri bir Hristiyan Gürcü ordusunu bozmuşlardı. Gürcü kraliçesi Rusudan Ani piskoposu David aracılığıyla Papa’ya . bir mektup gönderdi. Bu mektubunda Moğolların Gürcü safları önünde haçlı bayrak açtıklarından bahsetmişti. Bu olaydır ki, hatalı olarak Gürcüleri, Moğolların Hristiyan oldukları yanılgısına düşürmüştür. Leh tarihçileri de Leignitz savaşından bahsederlerken Moğolların Yunanca X harfine benzeyen bir işarete sahip koca bir bayrakla çıkageldiklerinden bahseder. Bir tarihçi, bunun haçı küçük görmek için, koyunun haç şekline konulmuş uyluk kemiklerinden yapılmış olması ihtimalinden bahseder. Bunu icat eden şamanlar, büyü için koyunların uyluk kemiklerini sık sık kullanırlardı. Bu manzara bayrağın etrafında uzun etekli adamların taşıdıkları çömleklerden kasırga gibi çıkan dumanlarla daha korkunç bir hal alıyordu. Moğol orhonları gibi zeki kumandanların düşmanı aldatmak için haç kullanmış olmalarına pek o kadar da ihtimal verilemez. Yalnız Moğol ordusuna mensup Nesturi Hristiyan-ların haç arkasından yürümüş olmaları ve Leignitz’te bu haçın yanında rahiplerin ellerinde buhurdanlarla giderken görülmüş olmaları muhtemeldir. Orta Avrupa’ya karşı Subotay Bahadır Moğollar ve Avrupalılar, Cengiz Han sağken boy ölçüşme-mişlerdi. Ancak 1235’te Ögeday’ın idaresi zamanında, büyük şûranın kararından sonra karşılaştılar. Olup bitenler özetle şunlardır: Cüci’nin oğlu Batu, 1223'te Subotay’ın geçtiği araziye sahip olmak için, Altın Ordunun başında batıya doğru yürüdü. Batu, 1238’den 1240 sonbaharına kadar, Volga’yı, Rus şehirlerini, Karedeniz steplerini istila etti. Kiev’i ele geçirdi. Lehistan’ın güneyinde akınlar yapmak için kollar gönderdi. Lehistan o zamanlar birtakım prensliklere ayrılmıştı. 1241 Martında karlar erimeye başladığı zaman, Moğolların genel karargahı Karpatlar’ın kuzeyinde, şimdiki Lemberg şehrinin bulunduğu yerle Kiev arasında kurulmuştu. Savaşın ruhunu teşkil eden Subotay’ın karşısında şu düşmanlar vardı: Tam karşıda Lehistan hükümdarı Afif Boleslas, bir ordu toplamıştı. Biraz daha kuzeyde, Silezyada, Hanri le Pieux Lehlerden, Bavyeralılardan, Tötonya şövalyelerinden, bu barbar istilasını defetmek üzere Fransa’dan gelen Templiersler’den oluşan 30.000 kişilik bir ordu toplamıştı. Boleslas’ın takriben yüz elli kilometre arkasında, Bohemya Kralı, Avusturya’dan, Saks’tan, Bramdeburg’dan müfrezeler alan, daha kuwetli bir orduyu seferber ediyordu. Moğolların soldaki cephelerinde Galiçyalı Miyeseslas ve diğer asilzadeler, Karpatlar dahilindeki topraklarını savunmaya hazırlanıyorlardı. Moğolların solunda ve daha ileride, yüz bin kişiden oluşan Macar ordusu, Kral IV. Bela’nın bayrağı altında, Karpatlar’ın öte tarafında toplanmaktaydılar. Eğer Batu ve Subotay güneye yönelip Macaristan’a girse-lerdi, Leh ordusunu arkalarında bırakırlardı. Eğer batıya, Lehlerin üzerine yürüseydiler, Macarları ordularının kanatlarında bırakmış olacaklardı. Görünüşe bakılırsa Subotay ve Batu, Hristiyan ordularının hazırlıklarından tamamen haberdardılar. Bir sene önce yaptırdıkları keşifler, hücum edecekleri memleketler hakkında kendilerine değerli bilgiler temin etmişlerdi. Oysa Hristiyan Kralları, Moğollar’ın, hareketi hakkında çok az bilgi sahibiydiler. Yer, atların tutunmasına kafi gelecek derecede kuruyunca, Batu, Pripet boyunca uzanan bataklıklara ve Karpat sıra dağlarını çerçeveleyen rutubetli ormanlara aldırış etmeyerek yürüyüşe başladı. Ordusunu dörde böldü ve Lehlere karşı güvenini kazanmış iki kumandanın idaresinde en kuwetli birliklerini sevk etti. Bu kumandanlar Cengiz Han’ın hafitleri Kaydu ve Baybar idiler. Bu ordu süratle batıya yürüdü ve Bohslasın Lehlerine, bir kaç Moğol keşif kolunu takip ettiği sırada rastladı. Lehler her zamanki kahramanlıklarıyla hücum ettiler, fakat mağlûp oldular. Boleslas, Moravya’ya kaçtı ve ordusunun bakiyesi de kuzeye çekildi. Moğollar bunları takip etmediler. Bu olay 18 Mart’ta vuku buldu. Krakova yakıldı ve Kaydu ile Baybar’ın Moğolları, kuwet-lerini Bohemlerle birleştirmeye vakit bırakmadan Silezya Düküne hücum etmek için, aceleyle yollarına devam ettiler. 9 Nisan’da, Laygniç ovasında Hanrile Pieuxn’nün ordusuna tesadüf ettiler. Bu karşılaşmayı takip eden savaş hakkında çok şey bilmiyoruz. Yalnız şunu biliyoruz ki, Alman ve Leh kuwetleri Moğol hücumu karşısında hezimete uğradılar ve neredeyse tamamen imha oldular. Hanriv ve Baronlarının kuwet-leri son askerlerine kadar öldürüldüler. Laygniç, savunmacıları tarafından yakıldı ve savaşın ertesi günü Kaydu ve Baybar, buradan seksen kilometre mesafede, Bohemya Kralı Wenceslas’ın daha büyük ordusuyla karşılaştılar. Wenceslas, yavaş yer değiştiriyor, oysa Moğollar bir görünüp bir kayboluyorlardı. Ordusu muazzam ve idaresi güçlü, Moğol fırkasının saldıramayacağı kadar kuwetliydi. Fakat Ka-tay atlılarına yetişemiyordu. Kataylılar bundan yararlanarak atlarını dinlendirdiler, aynı zamanda Silezya’yı ve güzel Morav-ya’yı Wenceslasın gözleri önünde tahrip ve yağma ettiler. Nihayet hileye başvurarak kendileri Batu’ya katılmak üzere güneye dönerlerken, onları kuzeye göndermenin yolunu buldular. Ponce d’ Aubon, Saint Louis’ye şunları yazmıştı: “Biliniz ki, Almanya’nın bütün baronları ve kral ile bütün ruhaniler ve Macar rahipleri Tatarlara karşı yürümek için, haçları ellerine aldılar. Kardeşlerimizin söylediklerine bakılırsa, eğer Tanrı’nın emir ve iradesiyle Hristiyanlar mağlûp olurlarsa, bu Tatarlar, kendilerini durdurabilecek kimse olmadan, memleketimize kadar gelebileceklerdir.” Bu mektup yazıldığı sırada, Macar ordusu çoktan mağlûp edilmişti. Subotay ve Batu, üç fırkayla Karpatlar’a geçiyorlardı. Sağ kanat Galiçya’dan Macaristan’a girdi. Subotay’ın kumandasındaki sol kanat Moldavya’ya iniyordu. Yollarına çıkan önemsiz ordular mahvedildiler ve üç kol, kuwetlerini, Pesth civarında, Bela’nın ve Macarlarının karşısına çıkardılar. Nisan başlarında, tam Leigniç savaşından önceydi. Subotay ve Batu, kuzeyde ne olup bittiğini bilmiyorlardı. Öder üzerinde bulunan Cengiz Han’ın küçük hafitleri ile irtibat sağlamak için bir fırka gönderdiler. Rahip Ugolin’in küçük ordusu bunlara karşı yürüyordu. Bataklık bir yere kadar gerilediler ve pervasız Macarları sardılar. Rahip hayatta Ralan üç arkadaşı ile kaçtı. Bu sırada ordu Tuna’yı geçmeye başlamıştı. Macarlar, Hır-vatlar, Almanlar ve Macaristanda kalmış bazı Fransız Tampli-ersleri, hepsi yüz bin kişi. .. Moğollar bunların karşısında yavaşça gerilediler. Batu, Subotay, ve Kiev fatihi Mengü, orduyu bırakmışlar, savaş için seçilecek yeri araştırıyorlardı. Burası, dört tarafı Sayo nehri, bağlarla örtülü Tokay tepeleri, karanlık ormanlar ve büyük Lomniç dağları ile çevrilmiş Mohi mevkiiydi. Moğollar nehri geçtiler, geniş bir taş köprüyü bozmadan bıraktılar ve sahilden sekiz kilometre mesafede bir ormana daldılar. Beldenin ordusu körü körüne geldi, ağır yükleri, silah hamalları ile Mohi’de ordugah kurdu. Köprünün öte tarafına bin kişi koydu. Ormanlarda keşfe çıktılar ve düşmanın izine tesadüf etmediler. Geceleyin Subotay, Moğolların sağ kanat kumandasını aldı ve geniş bir çember çevirerek, kuwetlerini nehir kenarına, daha önce gördüğü geçit yerine getirdi. Kuwetlerinin nehri geçişlerini kolaylaştırmak için, bir köprü inşasına başladı. Şafakla beraber, Batu’nun ileri kolları, taş köprü istikametinde geri döndü ve birdenbire baskın vererek köprüyü bekleyen müfrezeyi imha ettiler. Batu, kuwetlerinin önemli bir kısmını öbür sahile sevk etti. Köprüyü geçen atlıların hamlelerini durdurmaya çalışan Bela süvarilerine karşı yedi mancınık işliyordu. . Fakat Moğol dalgası, düşman saflarına girdikçe büyüyor ve dokuz at kuyruklu müthiş bayrak, dumanlar arasında ilerliyordu. “Uzun, sakallı, geniş ve beyaz bir çehre, etrafa kötü bir koku dağıtarak gidiyordu.” Avrupalılardan biri bayrağı böyle tarif eder. .. Muhakkak, Bela’nın askerleri kahraman insanlardı. Savaş, aralıksız ve inatla öğleye kadar devam etti. Bu sırada Subotay, kuşatma manevrasını bitirdi ve Bela'nın ordusunun arkasında göründü. Moğollar saldırıya geçtiler ve Macarları perişan ettiler. Onlar da Alman şövalyeleri gibi savaş meydanında neredeyse son neferine kadar öldüler. O zaman Moğol safları boğazlar yolunu serbest bırakarak batıya doğru açıldılar. Macarlar bu taraftan kaçtılar ve Moğollar peşlerine düştüler. İki gün devam eden yol, Avrupalı neferlerin cesetleriyle doldu. Kırk bin kişi ölmüştü. Bela, geriye kalan taraftarlarından ayrıldı. Hatta ihtiyar kardeşini dahi bırakmıştı. Atının sürati sayesinde takip edenlerden yakayı kurtardı. Tuna sahilinde saklandı. Oraya kadar takip edildiği için Kar-patlar’a kaçtı. Oradan, Lehistan kralı ve felaket arkadaşı Boleslas’ın kapandığı manastıra sığındı. Moğollar Peşte’yi zaptettiler ve Gran mahallelerini ateşe verdiler. Neyştat’a kadar Avusturya’ya girdiler. Alman ve Bohem orduları ile karşılaşmaktan kaçınarak Raguza dışında sahildeki şehirleri yakaraktan Adriyatik’e kadar gittiler. İki aydan kısa sürede Elbe kaynağından denize kadar Avrupa’yı dolaştılar, üç muazzam ve on iki kadar küçük orduyu tarumar ettiler. On iki bin kişilik bir kuwetle Laroslav de Sternberg’in kumandasında savunulan Olmutz dışında bütün şehirleri zaptettiler. Batı Avrupa’yı kaçınılmaz afetten hiçbir şeyin kurtarması ihtimali olmadığı anlaşılıyordu. Bela ve Sen Lui gibi idaresiz hükümdarların sevk ve idare ettiği Avrupa orduları, muhakkak kahramanca çarpıştılar. Fakat Subotay, Mengü, Kaydu gibi hayatlarını savaş içinde geçirmiş kumandanların sevk ettikleri Moğol ordularının seri manevralarıyla başa çıkacak kabiliyette değildiler. Savaş bitmemişti'. Karakurum’dan gelen postacı, Moğolla-ra Ögeday’ın ölümü haberini ve Gobi’ye dönüş emrini getirdi. Ertesi sene toplanan büyük bir şûrada Mohi savaşının acayip bir yansıması oldu. Batu, Subotay’ı savaş meydanına geç gelmekle ve bu suretle birçok Moğol’un ölümüne sebebiyet vermekle suçladı. İhtiyar general sert bir sesle şu cevabı verdi: “Hatırla ki senin önündeki nehir derin değildi ve bir köprü vardı. Benim geçtiğim yerde nehir derindi ve ben bir köprü inşa ettirmek zorunda kaldım.” Batu, sözün doğruluğunu onayladı ve artık Subotay’ı suçlu görmedi. Avrupalıların Moğollar hakkında düşündükleri Bu kitapta, Moğol ordularının o tarihte Avrupa ordularına açıkça üstün olduklarını yeteri derecede izah edebildiğimizi zannediyoruz. Moğollar daha hızlı hareket kabiliyetindeydiler. Subotay kendi fırkasıyla Macaristan’ı istila ederken üç günde 450 kilometre mesafe kat etmişti. D’Auban, Moğolların bir günde Şartr ile daire arasındaki mesafeye denk bir mesafe kat ettiklerini söyler. Çağdaş Avrupa tarihçilerinden Thomas de Spalaton, Mo-ğollardan bahsederken, yer yüzünde hiçbir milletin onlar kadar düşmanı, özellikle düzlük yerlerde kahramanlık kuweti ve askeri strateji sayesinde perişan edemeyeceğini söyler. Bu fikri, müthiş 1238 -1242 istilasından kısa süre sonra Moğol Han’Ina gönderilen Rahip Karpen tarafından da desteklenmektedir: “Hiçbir krallık, hiçbir eyalet, Tatarlara karşı koyamaz, diye yazar ve devam eder, “Tatarlar savaşta sadece kuwete değil, hile ve aldatmacaya da müracaat ederler. ” Askeri işlerden anladığı görünen bu cesur rahip, Tatarların sayıca Avrupalılardan az olduğuna, kuwetli ve iri yarı olmadıklarına işaret eder ve daima ordularının kumandalarını ellerine alan Avrupalı hükümdarlara ne kadar kabiliyetsiz de olsalar savaş zamanlarında Tatarların askeri teşkilatlarını aynen almalarını tavsiye eder. Der ki: . “Ordularımız Tatarlarda olduğu gibi idare edilmeli ve şiddetli düzene tabi tutulmalıydı. Savaş meydanları, mümkün olduğu kadar dört tarafı kapalı düzlük sahalardan seçilmeliydi. Ordu hiç bir zaman tek parça bir kütle halinde yığılmamalı, aksine çeşitli fırkalara ayrılmış olmalıydı. Her yöne keşif müfrezeleri göndermeliydi. Generaller kıtalarını gece günüz tetikte bulundurmalı ve ordular daima savaşa hazır bulunmalıydılar. Zira Tatarlar cin gibi uyanıktır. Eğer Hristiyan prensleri ve hükümdarları Moğolların ileri hareketlerini durdurmak isterlerse, bir dava etrafında birleşmeli ve ortak hareket etmelidirler.” Karpen, Moğolların silahlarına da dikkat etmiş ve Avrupalı askerlere kendi silahlarını düzeltmelerini tavsiye etmiştir. “Hristiyan prenslerinde de yaylar, mancınıklar ve Tatarların o korkunç toplarından olmalıydı. Bundan başka demir topuz ve uzun saplı baltalarla donatılmış askerleri de olmalıydı. Çelik ok uçları Tatarlarınki gibi ıslatılmalı, yani sıcakken tuzlu suya batırılmış olmalıydı. Bu suretle oklar, zırhlara daha iyi işlerdi.” Moğolların ok kullanışları da Karpen üzerinde derin bir etki bırakmıştır: “Moğollar, önce oklarıyla savaşçıları ve atlarını yaralar veya öldürürler, bu suretle askeri de atı da sarstıktan sonra, göğüs göğse dövüşe başlarlardı.” - O tarihte, Papa’ya karşı meşhur mücadeleye girişen İmparator II. Frederik, diğer prenslerden yardım isterken, İngiltere kralına şunları yazmıştı: ‘Tatarlar kısa boylu adamlardır, fakat adaleleri kuwetlidir. Mağrurdurlar, cesur ve cüretkardırlar ve amirlerinin birer işareti üzerine her zaman kendilerini tehlikeye atmaya hazırdırlar. Fakat içimizi çekerek itiraf etmelidir ki, daha önce bunların sırtlarında deriden ve demir parçalarından elbise varken, şimdi hepsi öldürdükleri Hristiyanlardan aldıkları daha mükemmel zırhlarla donanmıştır. Üstelik bunların bizimkilerden daha iyi binekleri vardır. ” Bu satırları yazdığı tarihte İmparator Frederik galip Moğol istila ordusu tarafından Büyük Han’ın tebaası olmaya davet edildi. Moğollar kendi açılarından çok yumuşak şartlar teklif ediyorlardı: İmparatorla milletinin teslim olmalarını istiyorlardı. Kendisini sağ bırakacaklarda ve İmparator kendisine verilecek bir memuriyete geçmesi için Karakurum’a davet ediliyordu. Fredrik, bu tekliflere sadelikle, yırtıcı kuşları pek iyi tanıdığı için, Han’ın kuşçu başılığı görevini çok iyi yapabileceğini cevaben bildirmişti. 3 Boyun eğme, bazen de arka arkaya toplanan ağır bir vergi, bu durumda izlenilen yoldu. Cengiz Han, haklı ve iyi bir sebep olmadıkça asla savaşa girmezdi. Moğollarla Avrupalı hükümdarlar arasında haberleşmeler Batu ile Subotay 1242’de Avrupa’yı terk ettikleri zaman, yeni bir Moğol istilası korkusu, Hristiyan hükümdarlarını çeşitli tedbirler almaya sevketti. IV. İnnosan, Hristiyanlığı kurtarma çarelerini araştırmak üzere Lion meclisi ruhanisini toplantıya davet etti. Sen Lui, yeteri derecede şaşkınca bir dille, Tatarlar bir daha göründükleri takdirde Fransa atlılarının kiliseyi savunmak için can vereceklerini söyledi. Bundan sonra da felaketlerle sonuçlanan Mısır Haçlı seferlerine başladı. Hazar denizinin güneyinde Baysun Han’ın kumandasında bulunan Moğollara çok defalar rahipler ve posta Tatarlan gönderdi. Bu giden elçilerden biri, Karakurum’da Han’ın nezdine gönderilmişti ve tuhaf bir olay yaşandı. Joinville’in bize anlattığına göre, elçiler ellerinde hediyelerle içeriye girdikleri zaman Han, etrafındaki olan asilzadelere dönerek demiş ki: “İşte Fransa itaat ediyor ve işte bize gönderdiği cizye!” Moğollar birçok defalar Sen Lui'yi Han’a itaat etmeye, cizye vermeye ve diğer hükümdarlar gibi Han’ın himayesi altına girmeye teşvik ettiler. Sen Lui’ye, o zaman mücadele halinde bulundukları Selçuklularla Anadolu’da savaşa girişmesini tavsiye ettiler. Sen Lui, bir kaç sene sonra, zeki ve iri yarı Rabruquis’ i Han’ın sarayına gönderdi ve ona elçi gibi gitmemesini ve hareketinin bir itaat şeklinde yorumlanmasına meydan vermemesini tavsiye etti. Sen Lui’nin ordudan aldığı mektuplardan birinde, Moğol-lar arasında bir çok Hristiyan bulunduğu zikredilmektedir. “Biz kuwet ve vazifeyle arz etmeye geldik ki, bütün Hristi-yanlar Müslüman memleketlerinde esaretten ve cizyeden kurtulmalı, hürmet ve itibarla muamele görmelidirler. Hiç kimse onların mallarını ellerinden almamalı. Yıkılan kiliseler yeniden yapılmalı ve Hristiyanların çan çalmalarına müsaade edilmelidir.” Filistin’deki Hristiyanlara karşı tutumları ne olursa olsun, Moğollar, Avrupa ordularının Müslümanlara karşı yardımlarını samimiyetle istiyorlardı. 1274’te Papa’ya, sonra İngiltere Kralı 1. Edvard’a on altı kişiden oluşan bir heyet gönderdiler. İngiltere Kralı belirsiz bir cevap verdi, çünkü Kudüs’e gitmeye hiç de niyeti yoktu: . “Kutsal toprakları Hristiyan düşmanlarının elinden kurtarmak konusundaki kararı sevinçle öğrendik. Sizlere çok minnettarız ve teşekkürler ederiz. Fakat şimdilik Kutsal Topraklar’a ulaşma tarihimiz hakkında sizlere hiç bir bilgi veremeyiz.” Bu esnada Papa, Hazar denizi civarında Han’a elçiler gönderdi. Bu adamlar Han’ın ismini bilmediklerinden Moğolları gücendirdiler ve kan döktükleri için, Moğollara cani diyerek hakaret ettiler. Moğollar da bütün dünyayı idare eden bir adamın ismini bilmediği için Papa’yı cahillikle itham ettiler. Düşmanları öldürmeye gelince, bunu bizzat Gök’ün oğlunun emriyle yaptıklarını söylediler. Bayşu bir ara rahipleri öldürmek istedi, fakat nihayet elçi olduklarını düşünerek, hepsini de sağ salim geri gönderdi. Bayşu’nun, IV. İnnosa’nın elçilerine verdiği mektup kaydedilmeğe değerdir: “Büyük Han’ın emriyle, Noyan Bayşu şu kelimeleri gönderir: Papa, adamlarının bizi bulup mektuplarını teslim ettiklerini biliyor musun? Gönderdiğin adamlar hakaret içeren sözler söylediler. Bunu senin emrinle mi yaptıklarını bilmiyoruz. Onun için sana bu haberi gönderdik. Eğer yerde ve suda hüküm sürmek istersen, bizzat buraya kadar gelmelisin, bizi bulmalısın ve bütün dünyanın üstünde hüküm süren adamın huzuruna varmalısın. Eğer gelmezsen, ne olacağını kestiremeyiz. Orasını Allah bilir. Yalnız gelip gelmeyeceğine, gelirsen dostça mı, düşmanca mı geleceğine dair bize bir haber ilet!” 4 Bu mektupta gene şu tehditkar cümle görünüyor: “Ne olacağını kestiremeyiz. Orasını Allah bilir.” Moğollar, harbe karar verdikleri zaman bu cümleyi kullanmaları adettendi. Moğollar daima Cengiz Han'ın adına önce elçiler gönderirler ve şartlarını bildirilerdi. Eğer bu şartlar reddedilirse, ihtarda bulunurlar ve savaşa hazır-lanırlardı. Cengiz Han’ın mezarı Londra gazetelerinden birinde, Profesör Fierre Kozloff’un Moğol fatihinin mezarının yerini bulduğuna dair yazılmış bir makale, büyük bir ilgi uyandırmıştı. Profesör Kozloff, 11 Kasım 1927’de Leningrad’dan gönderdiği telgrafla New York Ti-mes’da bu yazıyı tekzip etti. Profesör Kozloff, 1925 - 1926 senelerinde Güney Go-bi’de, Karakotoda yaptığı son seyahatin sonuçlarından bahsederken, orada bulunan eski bir belgeye dayanarak, Cengiz Han’ın mezarının bulunduğu yerin henüz bilinmediğini beyan etmiştir. Bu kaybolmuş mezar için, birbirinden farklı bir çok emareler vardır. Reşidin, Cengiz Han’ın, Urga civarında, Yaka Kuruk denilen bir tepede yakıldığından bahseder. Quatremetre ve diğerleri, bu tepenin Urga civarında Kamula tepesi olduğunu söylerlerse de, bütün bunlar da şüpheleri ortadan kaldıracak mahiyette değildir. Arhimandrit Palladüis der ki: “Moğol devrinden kalan belgeler arasında, Cengiz Han’ın kabrinin bulunduğu yeri gösteren açık bir bilgi mevcut değildir.” Daha sonradan işitilen ve E.T.C, Werner tarafından zikredilen bir rivayete göre, Cengiz Han’ın kabri Etjen Koroda, Or-dos memleketindedir. Üçüncü ayın yirmi birinci gününde, Moğol prenslerinin burada bir törende hazır bulunmaları adet olmuştur. Büyük' Han’dan kalan eşya - bir eyer, bir yay ve diğer eşyalar - bir kabir değil, fakat birbiri üzerine yığılmış duvarla çevrilmiş bir arsaya getirilmiş. Buraya beyaz keçeden iki çadır kurulmuş. Zannedildiğine göre burada taştan bir sanduka var. Fakat bu sandukanın içinde ne olduğunu kimse bilmiyor. M. Wernern, Moğolların, hala özel imtiyazlara sahip beş yüz aile tarafından muhafaza altında bulundurulan bu arsada büyük fatihin kemikleri bulunduğunu söylemekte hakları olduğunu düşünmektedir. Bu yer Çin Seddi'nin öte tarafında, Ho-ang’ın güneyinde, 40 derece kuzey ve 109 derece doğudadır. Bu fikre göre, Cengiz Han’ın neslinden Moğol prensi bir tanıklığı nakleder. Bu tanıklık belki de belirsiz raporlardan ve birbirine uymayan bilgilerden daha önemlidir. Kalaylı alim Ye Lui Tchou Tsai Cengiz Han’ın dikkatini çeken bu genç Kataylı kadar, çok az kişi hayatında, bu derece güç bir rolü oynamak mecburiyetinde kalmıştır. Çin filozofları içinde birinci olmakla beraber, ordu nereye gittiyse o da gitti ve Moğollar felsefe, yıldız ilmi ve tıp tahsil eden bu gencin ağır mesaisini kolaylaştırmadılar. Yay imalinde ustalığıyla tanınan bir subay, bir gün, uzun sakallı büyük Katay’lı ile eğleniyordu: “Bir ilim adamının savaş yoldaşları arasında işi ne?” Ye Lui Chou Tsa’i, ona şu cevabı verdi: “Güzel yay yapmak için ağacı işlemesini iyi bilen bir adam lazımdır. Fakat koca bir ülkeyi idare için, hakim bir adam olmak gerekir.” Genç filozof ihtiyar fatihin sohbet arkadaşı oldu ve Batıya doğru uzun yürüyüş süresince Moğollar kıymetli talan eşyalarını toplarlarken, o da kitapları, yıldız ilmi masalarını şahsen kullanmak üzere topladı. Ordunun geçtiği memleketlerin coğrafyasını kaydediyor ve orduda salgın bir hastalık çıktı mı, kendisiyle alay eden subaylardan bir filozof intikamı almaktan zevk duyuyordu, çünkü onlara Ravent özü şırınga ediyor ve iyileştiriyordu. Cengiz Han kendisini çok takdir ettiği için, o da ordunun geçişini gösteren katliama engel olmak için hiç bir fırsat kaçırmıyordu. Bir rivayete göre, aşağı Himalaya boğazlarında Cengiz Han, karacaya benzeyen, fakat yemyeşil ve tek boynuzlu acayip bir mahlûk görmüş ve Ye Lui Tchou Tsai’yi çağırarak bu hayvan hakkında izahat istemiştir. Kataylı ağır bir sesle şu cevabı vermiştir: “Bu garip hayvana Kiyo-Tuan derler. Yer yüzünün bütün dillerini bilir, yaşayanları sever ve katliamdan nefret eder. Bize görünüşü hiç şüphesiz senin için bir uyarı olacak. Ey benim Han’ım, gel bu yoldan dön!” Cengiz’in oğlu Ögeday’ın saltanatı zamanında Kataylı, imparatorluğu bilfiil idare etti ve Moğol zabitlerinin doğrudan doğruya ceza uygulamalarına engel oldu. Bunun için hakimler ve hazineyle meşgul olmak üzere vergi tahsil memurları tayin etti. Canlı zekası ve sakinlikle gösterdiği cesaret, göçebe fatihlerin hoşuna gidiyor ve kendisi de onlar üzerinde etki yapmasını biliyordu. Ögeday içki kullanıyordu. Halbuki hükümdarın mümkün olduğu kadar fazla yaşaması Ye Lui Tchou Tsai’nin menfaatineydi. Serzenişleri Han’ın üzerinde hiçbir etkide bulunmayınca, Kataylı bir gün kendisine içinde uzun süre şarap durmuş bir kase getirdi. Şarap, kasesinin iç duvarını aşındırmıştı: “Eğer şarap demiri böyle aşındırırsa, bağırsaklarınızı ne hale getirdiğini bir düşünün!" dedi. Ögeday bundan sonra içki konusunda ileri gitmedi. Fakat gene ifratıdır ki, ölümüne sebep oldu. Bir gün danışmanının bir hareketine hiddetlenerek, Ye Liu Chou Tsai’yi hapse attırdı. Sonra fikrini değiştirerek, onun hapisten çıkarılmasını emretti. Fakat Kataylı hapishanedeki hücresini bırakmadı. Ögeday, danışmanın neden tekrar saraya gelmediğini öğrenmek için bir memur gönderdi. Kataylı şu cevabı gönderdi: “Sen beni danışman tayin ettin. Sonra beni hapse attın. Demek ki kabahatim vardı. Şimdi beni hapisten çıkarıyorsun, demek ki, masumum. Senin için beni oyuncak gibi kullanmak güç bir iş değildir. Fakat bu durumda memleket işlerini nasıl idare edersin?” Kendisini eski vazifesine iade ettiler ve bu milyonlarca halkın hesabına iyi bir şey oldu. Ögeday öldükten sonra ihtiyar Kataylının elinden geniş yetkilerini aldılar ve onun görevini Abdürrahman isminde bir Müslüman’a verdiler. Yeni danışmanın sert tedbirlerinden kederlenen Ye Lui Chou Tsai, kısa bir süre sonra öldü. Bazı Moğol subayları, Hanların sarayında senelerce büyük bir servet yığdığını düşünerek, Kataylı ’nın ikametgahını yağma ettiler. Müzik aletleri, el yazmaları, haritalar, kitabeler kazılı taşlardan oluşan gerçek bir müzeden başka bir şey bulamadılar.
- Moğollar ve top barutu Cengiz Han ile' Moğollarının Çin gibi kapalı bir imparatorluğu açtıkları zamandan çok önce, Çinliler tarafından yapılan o zamana ait keşifler hakkındaki kesin bilgilerimiz çok azdır. Daha sonradan, yani 1211 senesinde Çin’de top barutundan bahsedildiğini sık sık işitiyoruz. Bu barutu Çinliler Ho- Pao dedikleri savaş makinelerinde kullanırlardı. Bir kuşatma olduğu zaman, Ho - Paoların ahşap kuleleri tahrip ettiğinden bahsedilir. Bu barut bir defa patladı mı, gök gürültüsüne benzeyen bir gürültü meydana gelirdi ve bu ses takriben kırk sekiz kilometreden işitilirdi. Bunda abartı olsa gerektir. 1232’de Kai-Fong kuşatmasından bahseden bir Çinli tarihçi şunları söyler: “Moğollar güllelerden sakınmak için yer altında kazdıkları çukurlara kapandıkları için, Şin-liyenli dediğimiz ateş püskürme makinelerini, Moğol istihkamcılarının bulundukları yerlere zincirler vasıtasıyla indirmeye mecbur olduk. Bunlar patladılar, insanları da, kalkanlarını da parça parça ettiler. ” Muhakkak ki, Çinliler de, Moğollar da top barutunun tutuşma özelliğini biliyorlardı. Fakat Moğollar top dökmesini bilmiyorlardı. Onun için gülle kullanmakta, fazla ilerleme de göstermediler. Gene gergin kirişli kuşatma aletleri kullanmaya devam ettiler. Oysa aynı Moğollar, 1238 ile 1240 arasında Orta Avrupa’yı bir baştan öbür başa geçtiler ve Rus Polon-yası’nda bulundular. Fribourg-en-Brisgau da onların istila sahaları dahi-lindeydi. (Schwartz’ın yazdıklarına karşı söylemek gerekir ki, Moğollar Avrupa’da top barutu kullanmamışlardır.) Roger Bacon’a gelince, görünüşe göre o da, herkesin kullanması için top barutu imal etmiş değildir. O yalnız böyle bir maddenin varlığından ve yanıcı çzelliğinden bahsetmiştir. Roger Bacon, sadece Saint Louis’nin Moğollar nezdine elçi olarak gönderdiği rahip Guillaume de Rubriquis ile buluşmuş, konuşmuş ve onun coğrafi bilgilerinden faydalanmıştır. Roger Bacon, Opus Majus’da Gillaume de Rubriquis’in kitabından bahsederken der ki: “Bu kitabı gördüm ve yazarı ile 1 görüştüm.” (Buna verilecek cevap şu olabilir: Rubriquis, kitabında top barutundan hiç bahsetmemiştir. Moğol sarayındaki altı aylık ikameti esnasında, kitabın yazarının barut hakkında bilgi edindiğine emin değiliz. Zaten Bacon, Rubriquis’in dönüşünden kısa bir süre önce, barutun özel terkibinden - güherçile ve kükürt - ilk defa bahsetmiştir. Dikkate değerdir ki, top barutunun Avrupa’da görünen iki mucidi, Moğol istilasından fikirlerin heyecana düştüğü ve istilacıların kullandıkları silahlarla alakadar oldukları sürece, takriben yetmiş beş sene yaşadılar ve her ikisi de Moğollarla az çok münasebette bulundular. Herkes bu noktaya az ya da çok önem vermekte gene serbesttir. Fakat şurası muhakkaktır ki, ateşli silah ilk olarak Rahip Schzvart zamanında Almanya’da görünmüştür. Toplar olgunlaştılar ve bunların kullanımı Avrupa’da süratle ilerledi. İstanbul’u ve Türkler’i geçerek Asya’ya girdiler. Bu suretledir ki biz Babür’ü 1525'te Türklerin kullandıkları büyük bir topla silahlanmış görüyoruz. İlk madeni top sekizinci asırda Çinde dökülmüştür. , Çok ilginçtir, 1581’de biz Avrupalı Kazakların ellerinde fitilli tüfeklerle Tatar imparatorluğunu istila ettiklerini görüyoruz. Halbuki Asyalıların kullanmasını bilmedikleri boş bir topu düşmanı yıldırımla vurulmuşa çevireceğini bekleyerek boş yere sürükleyip taşıdıklarını da görüyoruz. Özetle, Çinliler top barutunu imal etmişler ve Bacon kardeşlerle Schwartz’dan çok önce yanıcı özelliğe sahip olduğunu anlamışlardır. Fakat savaşta barutu çok az kullanmışlardır. Avrupalılar ise barut yapımını öğrenmişler, belki de barutu kendileri icat etmişlerdir. Bu konu tartışmalıdır. Yalnız kullanılması mümkün ilk'topu onların imal ettikleri kesindir. Bu konu hakkındaki gerçeği şüphesiz ki hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz. Yalnız Mathieu Paris ile Thomas de Spalato ve diğer ortaçağ tarihçilerinin savaşta duman ve ateş çıkaran Moğolların saldıkları korkudan bahsetmeleri de ayrıca dikkat çekicidir. Büyük olasılıkla bu, o tarihte Avrupa’da bilinmeyen top barutunun Moğollar tarafından toprak çanaklarda kullandıklarını gösteriyor. Carpin, Moğolların kullandığı ve ateşinin bir tür körükle parlatıldığı ateş saçan aletlerden bahseder. Her halde Moğollar arasında dumanın ve ateşin bu suretle görünüşü, ortaçağ tarihçilerince Moğolların birer cin olduklarına alamet sayılmıştır. Büyücüler ve haç Moğol fırkaları Subotay ile Cebe Noyan’ın kumandası altında Kafkasya’yı geçtikleri zaman rast geldikleri bir Hristiyan Gürcü ordusunu bozmuşlardı. Gürcü kraliçesi Rusudan Ani piskoposu David aracılığıyla Papa’ya . bir mektup gönderdi. Bu mektubunda Moğolların Gürcü safları önünde haçlı bayrak açtıklarından bahsetmişti. Bu olaydır ki, hatalı olarak Gürcüleri, Moğolların Hristiyan oldukları yanılgısına düşürmüştür. Leh tarihçileri de Leignitz savaşından bahsederlerken Moğolların Yunanca X harfine benzeyen bir işarete sahip koca bir bayrakla çıkageldiklerinden bahseder. Bir tarihçi, bunun haçı küçük görmek için, koyunun haç şekline konulmuş uyluk kemiklerinden yapılmış olması ihtimalinden bahseder. Bunu icat eden şamanlar, büyü için koyunların uyluk kemiklerini sık sık kullanırlardı. Bu manzara bayrağın etrafında uzun etekli adamların taşıdıkları çömleklerden kasırga gibi çıkan dumanlarla daha korkunç bir hal alıyordu. Moğol orhonları gibi zeki kumandanların düşmanı aldatmak için haç kullanmış olmalarına pek o kadar da ihtimal verilemez. Yalnız Moğol ordusuna mensup Nesturi Hristiyan-ların haç arkasından yürümüş olmaları ve Leignitz’te bu haçın yanında rahiplerin ellerinde buhurdanlarla giderken görülmüş olmaları muhtemeldir. Orta Avrupa’ya karşı Subotay Bahadır Moğollar ve Avrupalılar, Cengiz Han sağken boy ölçüşme-mişlerdi. Ancak 1235’te Ögeday’ın idaresi zamanında, büyük şûranın kararından sonra karşılaştılar. Olup bitenler özetle şunlardır: Cüci’nin oğlu Batu, 1223'te Subotay’ın geçtiği araziye sahip olmak için, Altın Ordunun başında batıya doğru yürüdü. Batu, 1238’den 1240 sonbaharına kadar, Volga’yı, Rus şehirlerini, Karedeniz steplerini istila etti. Kiev’i ele geçirdi. Lehistan’ın güneyinde akınlar yapmak için kollar gönderdi. Lehistan o zamanlar birtakım prensliklere ayrılmıştı. 1241 Martında karlar erimeye başladığı zaman, Moğolların genel karargahı Karpatlar’ın kuzeyinde, şimdiki Lemberg şehrinin bulunduğu yerle Kiev arasında kurulmuştu. Savaşın ruhunu teşkil eden Subotay’ın karşısında şu düşmanlar vardı: Tam karşıda Lehistan hükümdarı Afif Boleslas, bir ordu toplamıştı. Biraz daha kuzeyde, Silezyada, Hanri le Pieux Lehlerden, Bavyeralılardan, Tötonya şövalyelerinden, bu barbar istilasını defetmek üzere Fransa’dan gelen Templiersler’den oluşan 30.000 kişilik bir ordu toplamıştı. Boleslas’ın takriben yüz elli kilometre arkasında, Bohemya Kralı, Avusturya’dan, Saks’tan, Bramdeburg’dan müfrezeler alan, daha kuwetli bir orduyu seferber ediyordu. Moğolların soldaki cephelerinde Galiçyalı Miyeseslas ve diğer asilzadeler, Karpatlar dahilindeki topraklarını savunmaya hazırlanıyorlardı. Moğolların solunda ve daha ileride, yüz bin kişiden oluşan Macar ordusu, Kral IV. Bela’nın bayrağı altında, Karpatlar’ın öte tarafında toplanmaktaydılar. Eğer Batu ve Subotay güneye yönelip Macaristan’a girse-lerdi, Leh ordusunu arkalarında bırakırlardı. Eğer batıya, Lehlerin üzerine yürüseydiler, Macarları ordularının kanatlarında bırakmış olacaklardı. Görünüşe bakılırsa Subotay ve Batu, Hristiyan ordularının hazırlıklarından tamamen haberdardılar. Bir sene önce yaptırdıkları keşifler, hücum edecekleri memleketler hakkında kendilerine değerli bilgiler temin etmişlerdi. Oysa Hristiyan Kralları, Moğollar’ın, hareketi hakkında çok az bilgi sahibiydiler. Yer, atların tutunmasına kafi gelecek derecede kuruyunca, Batu, Pripet boyunca uzanan bataklıklara ve Karpat sıra dağlarını çerçeveleyen rutubetli ormanlara aldırış etmeyerek yürüyüşe başladı. Ordusunu dörde böldü ve Lehlere karşı güvenini kazanmış iki kumandanın idaresinde en kuwetli birliklerini sevk etti. Bu kumandanlar Cengiz Han’ın hafitleri Kaydu ve Baybar idiler. Bu ordu süratle batıya yürüdü ve Bohslasın Lehlerine, bir kaç Moğol keşif kolunu takip ettiği sırada rastladı. Lehler her zamanki kahramanlıklarıyla hücum ettiler, fakat mağlûp oldular. Boleslas, Moravya’ya kaçtı ve ordusunun bakiyesi de kuzeye çekildi. Moğollar bunları takip etmediler. Bu olay 18 Mart’ta vuku buldu. Krakova yakıldı ve Kaydu ile Baybar’ın Moğolları, kuwet-lerini Bohemlerle birleştirmeye vakit bırakmadan Silezya Düküne hücum etmek için, aceleyle yollarına devam ettiler. 9 Nisan’da, Laygniç ovasında Hanrile Pieuxn’nün ordusuna tesadüf ettiler. Bu karşılaşmayı takip eden savaş hakkında çok şey bilmiyoruz. Yalnız şunu biliyoruz ki, Alman ve Leh kuwetleri Moğol hücumu karşısında hezimete uğradılar ve neredeyse tamamen imha oldular. Hanriv ve Baronlarının kuwet-leri son askerlerine kadar öldürüldüler. Laygniç, savunmacıları tarafından yakıldı ve savaşın ertesi günü Kaydu ve Baybar, buradan seksen kilometre mesafede, Bohemya Kralı Wenceslas’ın daha büyük ordusuyla karşılaştılar. Wenceslas, yavaş yer değiştiriyor, oysa Moğollar bir görünüp bir kayboluyorlardı. Ordusu muazzam ve idaresi güçlü, Moğol fırkasının saldıramayacağı kadar kuwetliydi. Fakat Ka-tay atlılarına yetişemiyordu. Kataylılar bundan yararlanarak atlarını dinlendirdiler, aynı zamanda Silezya’yı ve güzel Morav-ya’yı Wenceslasın gözleri önünde tahrip ve yağma ettiler. Nihayet hileye başvurarak kendileri Batu’ya katılmak üzere güneye dönerlerken, onları kuzeye göndermenin yolunu buldular. Ponce d’ Aubon, Saint Louis’ye şunları yazmıştı: “Biliniz ki, Almanya’nın bütün baronları ve kral ile bütün ruhaniler ve Macar rahipleri Tatarlara karşı yürümek için, haçları ellerine aldılar. Kardeşlerimizin söylediklerine bakılırsa, eğer Tanrı’nın emir ve iradesiyle Hristiyanlar mağlûp olurlarsa, bu Tatarlar, kendilerini durdurabilecek kimse olmadan, memleketimize kadar gelebileceklerdir.” Bu mektup yazıldığı sırada, Macar ordusu çoktan mağlûp edilmişti. Subotay ve Batu, üç fırkayla Karpatlar’a geçiyorlardı. Sağ kanat Galiçya’dan Macaristan’a girdi. Subotay’ın kumandasındaki sol kanat Moldavya’ya iniyordu. Yollarına çıkan önemsiz ordular mahvedildiler ve üç kol, kuwetlerini, Pesth civarında, Bela’nın ve Macarlarının karşısına çıkardılar. Nisan başlarında, tam Leigniç savaşından önceydi. Subotay ve Batu, kuzeyde ne olup bittiğini bilmiyorlardı. Öder üzerinde bulunan Cengiz Han’ın küçük hafitleri ile irtibat sağlamak için bir fırka gönderdiler. Rahip Ugolin’in küçük ordusu bunlara karşı yürüyordu. Bataklık bir yere kadar gerilediler ve pervasız Macarları sardılar. Rahip hayatta Ralan üç arkadaşı ile kaçtı. Bu sırada ordu Tuna’yı geçmeye başlamıştı. Macarlar, Hır-vatlar, Almanlar ve Macaristanda kalmış bazı Fransız Tampli-ersleri, hepsi yüz bin kişi. .. Moğollar bunların karşısında yavaşça gerilediler. Batu, Subotay, ve Kiev fatihi Mengü, orduyu bırakmışlar, savaş için seçilecek yeri araştırıyorlardı. Burası, dört tarafı Sayo nehri, bağlarla örtülü Tokay tepeleri, karanlık ormanlar ve büyük Lomniç dağları ile çevrilmiş Mohi mevkiiydi. Moğollar nehri geçtiler, geniş bir taş köprüyü bozmadan bıraktılar ve sahilden sekiz kilometre mesafede bir ormana daldılar. Beldenin ordusu körü körüne geldi, ağır yükleri, silah hamalları ile Mohi’de ordugah kurdu. Köprünün öte tarafına bin kişi koydu. Ormanlarda keşfe çıktılar ve düşmanın izine tesadüf etmediler. Geceleyin Subotay, Moğolların sağ kanat kumandasını aldı ve geniş bir çember çevirerek, kuwetlerini nehir kenarına, daha önce gördüğü geçit yerine getirdi. Kuwetlerinin nehri geçişlerini kolaylaştırmak için, bir köprü inşasına başladı. Şafakla beraber, Batu’nun ileri kolları, taş köprü istikametinde geri döndü ve birdenbire baskın vererek köprüyü bekleyen müfrezeyi imha ettiler. Batu, kuwetlerinin önemli bir kısmını öbür sahile sevk etti. Köprüyü geçen atlıların hamlelerini durdurmaya çalışan Bela süvarilerine karşı yedi mancınık işliyordu. . Fakat Moğol dalgası, düşman saflarına girdikçe büyüyor ve dokuz at kuyruklu müthiş bayrak, dumanlar arasında ilerliyordu. “Uzun, sakallı, geniş ve beyaz bir çehre, etrafa kötü bir koku dağıtarak gidiyordu.” Avrupalılardan biri bayrağı böyle tarif eder. .. Muhakkak, Bela’nın askerleri kahraman insanlardı. Savaş, aralıksız ve inatla öğleye kadar devam etti. Bu sırada Subotay, kuşatma manevrasını bitirdi ve Bela'nın ordusunun arkasında göründü. Moğollar saldırıya geçtiler ve Macarları perişan ettiler. Onlar da Alman şövalyeleri gibi savaş meydanında neredeyse son neferine kadar öldüler. O zaman Moğol safları boğazlar yolunu serbest bırakarak batıya doğru açıldılar. Macarlar bu taraftan kaçtılar ve Moğollar peşlerine düştüler. İki gün devam eden yol, Avrupalı neferlerin cesetleriyle doldu. Kırk bin kişi ölmüştü. Bela, geriye kalan taraftarlarından ayrıldı. Hatta ihtiyar kardeşini dahi bırakmıştı. Atının sürati sayesinde takip edenlerden yakayı kurtardı. Tuna sahilinde saklandı. Oraya kadar takip edildiği için Kar-patlar’a kaçtı. Oradan, Lehistan kralı ve felaket arkadaşı Boleslas’ın kapandığı manastıra sığındı. Moğollar Peşte’yi zaptettiler ve Gran mahallelerini ateşe verdiler. Neyştat’a kadar Avusturya’ya girdiler. Alman ve Bohem orduları ile karşılaşmaktan kaçınarak Raguza dışında sahildeki şehirleri yakaraktan Adriyatik’e kadar gittiler. İki aydan kısa sürede Elbe kaynağından denize kadar Avrupa’yı dolaştılar, üç muazzam ve on iki kadar küçük orduyu tarumar ettiler. On iki bin kişilik bir kuwetle Laroslav de Sternberg’in kumandasında savunulan Olmutz dışında bütün şehirleri zaptettiler. Batı Avrupa’yı kaçınılmaz afetten hiçbir şeyin kurtarması ihtimali olmadığı anlaşılıyordu. Bela ve Sen Lui gibi idaresiz hükümdarların sevk ve idare ettiği Avrupa orduları, muhakkak kahramanca çarpıştılar. Fakat Subotay, Mengü, Kaydu gibi hayatlarını savaş içinde geçirmiş kumandanların sevk ettikleri Moğol ordularının seri manevralarıyla başa çıkacak kabiliyette değildiler. Savaş bitmemişti'. Karakurum’dan gelen postacı, Moğolla-ra Ögeday’ın ölümü haberini ve Gobi’ye dönüş emrini getirdi. Ertesi sene toplanan büyük bir şûrada Mohi savaşının acayip bir yansıması oldu. Batu, Subotay’ı savaş meydanına geç gelmekle ve bu suretle birçok Moğol’un ölümüne sebebiyet vermekle suçladı. İhtiyar general sert bir sesle şu cevabı verdi: “Hatırla ki senin önündeki nehir derin değildi ve bir köprü vardı. Benim geçtiğim yerde nehir derindi ve ben bir köprü inşa ettirmek zorunda kaldım.” Batu, sözün doğruluğunu onayladı ve artık Subotay’ı suçlu görmedi. Avrupalıların Moğollar hakkında düşündükleri Bu kitapta, Moğol ordularının o tarihte Avrupa ordularına açıkça üstün olduklarını yeteri derecede izah edebildiğimizi zannediyoruz. Moğollar daha hızlı hareket kabiliyetindeydiler. Subotay kendi fırkasıyla Macaristan’ı istila ederken üç günde 450 kilometre mesafe kat etmişti. D’Auban, Moğolların bir günde Şartr ile daire arasındaki mesafeye denk bir mesafe kat ettiklerini söyler. Çağdaş Avrupa tarihçilerinden Thomas de Spalaton, Mo-ğollardan bahsederken, yer yüzünde hiçbir milletin onlar kadar düşmanı, özellikle düzlük yerlerde kahramanlık kuweti ve askeri strateji sayesinde perişan edemeyeceğini söyler. Bu fikri, müthiş 1238 -1242 istilasından kısa süre sonra Moğol Han’Ina gönderilen Rahip Karpen tarafından da desteklenmektedir: “Hiçbir krallık, hiçbir eyalet, Tatarlara karşı koyamaz, diye yazar ve devam eder, “Tatarlar savaşta sadece kuwete değil, hile ve aldatmacaya da müracaat ederler. ” Askeri işlerden anladığı görünen bu cesur rahip, Tatarların sayıca Avrupalılardan az olduğuna, kuwetli ve iri yarı olmadıklarına işaret eder ve daima ordularının kumandalarını ellerine alan Avrupalı hükümdarlara ne kadar kabiliyetsiz de olsalar savaş zamanlarında Tatarların askeri teşkilatlarını aynen almalarını tavsiye eder. Der ki: . “Ordularımız Tatarlarda olduğu gibi idare edilmeli ve şiddetli düzene tabi tutulmalıydı. Savaş meydanları, mümkün olduğu kadar dört tarafı kapalı düzlük sahalardan seçilmeliydi. Ordu hiç bir zaman tek parça bir kütle halinde yığılmamalı, aksine çeşitli fırkalara ayrılmış olmalıydı. Her yöne keşif müfrezeleri göndermeliydi. Generaller kıtalarını gece günüz tetikte bulundurmalı ve ordular daima savaşa hazır bulunmalıydılar. Zira Tatarlar cin gibi uyanıktır. Eğer Hristiyan prensleri ve hükümdarları Moğolların ileri hareketlerini durdurmak isterlerse, bir dava etrafında birleşmeli ve ortak hareket etmelidirler.” Karpen, Moğolların silahlarına da dikkat etmiş ve Avrupalı askerlere kendi silahlarını düzeltmelerini tavsiye etmiştir. “Hristiyan prenslerinde de yaylar, mancınıklar ve Tatarların o korkunç toplarından olmalıydı. Bundan başka demir topuz ve uzun saplı baltalarla donatılmış askerleri de olmalıydı. Çelik ok uçları Tatarlarınki gibi ıslatılmalı, yani sıcakken tuzlu suya batırılmış olmalıydı. Bu suretle oklar, zırhlara daha iyi işlerdi.” Moğolların ok kullanışları da Karpen üzerinde derin bir etki bırakmıştır: “Moğollar, önce oklarıyla savaşçıları ve atlarını yaralar veya öldürürler, bu suretle askeri de atı da sarstıktan sonra, göğüs göğse dövüşe başlarlardı.” - O tarihte, Papa’ya karşı meşhur mücadeleye girişen İmparator II. Frederik, diğer prenslerden yardım isterken, İngiltere kralına şunları yazmıştı: ‘Tatarlar kısa boylu adamlardır, fakat adaleleri kuwetlidir. Mağrurdurlar, cesur ve cüretkardırlar ve amirlerinin birer işareti üzerine her zaman kendilerini tehlikeye atmaya hazırdırlar. Fakat içimizi çekerek itiraf etmelidir ki, daha önce bunların sırtlarında deriden ve demir parçalarından elbise varken, şimdi hepsi öldürdükleri Hristiyanlardan aldıkları daha mükemmel zırhlarla donanmıştır. Üstelik bunların bizimkilerden daha iyi binekleri vardır. ” Bu satırları yazdığı tarihte İmparator Frederik galip Moğol istila ordusu tarafından Büyük Han’ın tebaası olmaya davet edildi. Moğollar kendi açılarından çok yumuşak şartlar teklif ediyorlardı: İmparatorla milletinin teslim olmalarını istiyorlardı. Kendisini sağ bırakacaklarda ve İmparator kendisine verilecek bir memuriyete geçmesi için Karakurum’a davet ediliyordu. Fredrik, bu tekliflere sadelikle, yırtıcı kuşları pek iyi tanıdığı için, Han’ın kuşçu başılığı görevini çok iyi yapabileceğini cevaben bildirmişti. 3 Boyun eğme, bazen de arka arkaya toplanan ağır bir vergi, bu durumda izlenilen yoldu. Cengiz Han, haklı ve iyi bir sebep olmadıkça asla savaşa girmezdi. Moğollarla Avrupalı hükümdarlar arasında haberleşmeler Batu ile Subotay 1242’de Avrupa’yı terk ettikleri zaman, yeni bir Moğol istilası korkusu, Hristiyan hükümdarlarını çeşitli tedbirler almaya sevketti. IV. İnnosan, Hristiyanlığı kurtarma çarelerini araştırmak üzere Lion meclisi ruhanisini toplantıya davet etti. Sen Lui, yeteri derecede şaşkınca bir dille, Tatarlar bir daha göründükleri takdirde Fransa atlılarının kiliseyi savunmak için can vereceklerini söyledi. Bundan sonra da felaketlerle sonuçlanan Mısır Haçlı seferlerine başladı. Hazar denizinin güneyinde Baysun Han’ın kumandasında bulunan Moğollara çok defalar rahipler ve posta Tatarlan gönderdi. Bu giden elçilerden biri, Karakurum’da Han’ın nezdine gönderilmişti ve tuhaf bir olay yaşandı. Joinville’in bize anlattığına göre, elçiler ellerinde hediyelerle içeriye girdikleri zaman Han, etrafındaki olan asilzadelere dönerek demiş ki: “İşte Fransa itaat ediyor ve işte bize gönderdiği cizye!” Moğollar birçok defalar Sen Lui'yi Han’a itaat etmeye, cizye vermeye ve diğer hükümdarlar gibi Han’ın himayesi altına girmeye teşvik ettiler. Sen Lui’ye, o zaman mücadele halinde bulundukları Selçuklularla Anadolu’da savaşa girişmesini tavsiye ettiler. Sen Lui, bir kaç sene sonra, zeki ve iri yarı Rabruquis’ i Han’ın sarayına gönderdi ve ona elçi gibi gitmemesini ve hareketinin bir itaat şeklinde yorumlanmasına meydan vermemesini tavsiye etti. Sen Lui’nin ordudan aldığı mektuplardan birinde, Moğol-lar arasında bir çok Hristiyan bulunduğu zikredilmektedir. “Biz kuwet ve vazifeyle arz etmeye geldik ki, bütün Hristi-yanlar Müslüman memleketlerinde esaretten ve cizyeden kurtulmalı, hürmet ve itibarla muamele görmelidirler. Hiç kimse onların mallarını ellerinden almamalı. Yıkılan kiliseler yeniden yapılmalı ve Hristiyanların çan çalmalarına müsaade edilmelidir.” Filistin’deki Hristiyanlara karşı tutumları ne olursa olsun, Moğollar, Avrupa ordularının Müslümanlara karşı yardımlarını samimiyetle istiyorlardı. 1274’te Papa’ya, sonra İngiltere Kralı 1. Edvard’a on altı kişiden oluşan bir heyet gönderdiler. İngiltere Kralı belirsiz bir cevap verdi, çünkü Kudüs’e gitmeye hiç de niyeti yoktu: . “Kutsal toprakları Hristiyan düşmanlarının elinden kurtarmak konusundaki kararı sevinçle öğrendik. Sizlere çok minnettarız ve teşekkürler ederiz. Fakat şimdilik Kutsal Topraklar’a ulaşma tarihimiz hakkında sizlere hiç bir bilgi veremeyiz.” Bu esnada Papa, Hazar denizi civarında Han’a elçiler gönderdi. Bu adamlar Han’ın ismini bilmediklerinden Moğolları gücendirdiler ve kan döktükleri için, Moğollara cani diyerek hakaret ettiler. Moğollar da bütün dünyayı idare eden bir adamın ismini bilmediği için Papa’yı cahillikle itham ettiler. Düşmanları öldürmeye gelince, bunu bizzat Gök’ün oğlunun emriyle yaptıklarını söylediler. Bayşu bir ara rahipleri öldürmek istedi, fakat nihayet elçi olduklarını düşünerek, hepsini de sağ salim geri gönderdi. Bayşu’nun, IV. İnnosa’nın elçilerine verdiği mektup kaydedilmeğe değerdir: “Büyük Han’ın emriyle, Noyan Bayşu şu kelimeleri gönderir: Papa, adamlarının bizi bulup mektuplarını teslim ettiklerini biliyor musun? Gönderdiğin adamlar hakaret içeren sözler söylediler. Bunu senin emrinle mi yaptıklarını bilmiyoruz. Onun için sana bu haberi gönderdik. Eğer yerde ve suda hüküm sürmek istersen, bizzat buraya kadar gelmelisin, bizi bulmalısın ve bütün dünyanın üstünde hüküm süren adamın huzuruna varmalısın. Eğer gelmezsen, ne olacağını kestiremeyiz. Orasını Allah bilir. Yalnız gelip gelmeyeceğine, gelirsen dostça mı, düşmanca mı geleceğine dair bize bir haber ilet!” 4 Bu mektupta gene şu tehditkar cümle görünüyor: “Ne olacağını kestiremeyiz. Orasını Allah bilir.” Moğollar, harbe karar verdikleri zaman bu cümleyi kullanmaları adettendi. Moğollar daima Cengiz Han'ın adına önce elçiler gönderirler ve şartlarını bildirilerdi. Eğer bu şartlar reddedilirse, ihtarda bulunurlar ve savaşa hazır-lanırlardı. Cengiz Han’ın mezarı Londra gazetelerinden birinde, Profesör Fierre Kozloff’un Moğol fatihinin mezarının yerini bulduğuna dair yazılmış bir makale, büyük bir ilgi uyandırmıştı. Profesör Kozloff, 11 Kasım 1927’de Leningrad’dan gönderdiği telgrafla New York Ti-mes’da bu yazıyı tekzip etti. Profesör Kozloff, 1925 - 1926 senelerinde Güney Go-bi’de, Karakotoda yaptığı son seyahatin sonuçlarından bahsederken, orada bulunan eski bir belgeye dayanarak, Cengiz Han’ın mezarının bulunduğu yerin henüz bilinmediğini beyan etmiştir. Bu kaybolmuş mezar için, birbirinden farklı bir çok emareler vardır. Reşidin, Cengiz Han’ın, Urga civarında, Yaka Kuruk denilen bir tepede yakıldığından bahseder. Quatremetre ve diğerleri, bu tepenin Urga civarında Kamula tepesi olduğunu söylerlerse de, bütün bunlar da şüpheleri ortadan kaldıracak mahiyette değildir. Arhimandrit Palladüis der ki: “Moğol devrinden kalan belgeler arasında, Cengiz Han’ın kabrinin bulunduğu yeri gösteren açık bir bilgi mevcut değildir.” Daha sonradan işitilen ve E.T.C, Werner tarafından zikredilen bir rivayete göre, Cengiz Han’ın kabri Etjen Koroda, Or-dos memleketindedir. Üçüncü ayın yirmi birinci gününde, Moğol prenslerinin burada bir törende hazır bulunmaları adet olmuştur. Büyük' Han’dan kalan eşya - bir eyer, bir yay ve diğer eşyalar - bir kabir değil, fakat birbiri üzerine yığılmış duvarla çevrilmiş bir arsaya getirilmiş. Buraya beyaz keçeden iki çadır kurulmuş. Zannedildiğine göre burada taştan bir sanduka var. Fakat bu sandukanın içinde ne olduğunu kimse bilmiyor. M. Wernern, Moğolların, hala özel imtiyazlara sahip beş yüz aile tarafından muhafaza altında bulundurulan bu arsada büyük fatihin kemikleri bulunduğunu söylemekte hakları olduğunu düşünmektedir. Bu yer Çin Seddi'nin öte tarafında, Ho-ang’ın güneyinde, 40 derece kuzey ve 109 derece doğudadır. Bu fikre göre, Cengiz Han’ın neslinden Moğol prensi bir tanıklığı nakleder. Bu tanıklık belki de belirsiz raporlardan ve birbirine uymayan bilgilerden daha önemlidir. Kalaylı alim Ye Lui Tchou Tsai Cengiz Han’ın dikkatini çeken bu genç Kataylı kadar, çok az kişi hayatında, bu derece güç bir rolü oynamak mecburiyetinde kalmıştır. Çin filozofları içinde birinci olmakla beraber, ordu nereye gittiyse o da gitti ve Moğollar felsefe, yıldız ilmi ve tıp tahsil eden bu gencin ağır mesaisini kolaylaştırmadılar. Yay imalinde ustalığıyla tanınan bir subay, bir gün, uzun sakallı büyük Katay’lı ile eğleniyordu: “Bir ilim adamının savaş yoldaşları arasında işi ne?” Ye Lui Chou Tsa’i, ona şu cevabı verdi: “Güzel yay yapmak için ağacı işlemesini iyi bilen bir adam lazımdır. Fakat koca bir ülkeyi idare için, hakim bir adam olmak gerekir.” Genç filozof ihtiyar fatihin sohbet arkadaşı oldu ve Batıya doğru uzun yürüyüş süresince Moğollar kıymetli talan eşyalarını toplarlarken, o da kitapları, yıldız ilmi masalarını şahsen kullanmak üzere topladı. Ordunun geçtiği memleketlerin coğrafyasını kaydediyor ve orduda salgın bir hastalık çıktı mı, kendisiyle alay eden subaylardan bir filozof intikamı almaktan zevk duyuyordu, çünkü onlara Ravent özü şırınga ediyor ve iyileştiriyordu. Cengiz Han kendisini çok takdir ettiği için, o da ordunun geçişini gösteren katliama engel olmak için hiç bir fırsat kaçırmıyordu. Bir rivayete göre, aşağı Himalaya boğazlarında Cengiz Han, karacaya benzeyen, fakat yemyeşil ve tek boynuzlu acayip bir mahlûk görmüş ve Ye Lui Tchou Tsai’yi çağırarak bu hayvan hakkında izahat istemiştir. Kataylı ağır bir sesle şu cevabı vermiştir: “Bu garip hayvana Kiyo-Tuan derler. Yer yüzünün bütün dillerini bilir, yaşayanları sever ve katliamdan nefret eder. Bize görünüşü hiç şüphesiz senin için bir uyarı olacak. Ey benim Han’ım, gel bu yoldan dön!” Cengiz’in oğlu Ögeday’ın saltanatı zamanında Kataylı, imparatorluğu bilfiil idare etti ve Moğol zabitlerinin doğrudan doğruya ceza uygulamalarına engel oldu. Bunun için hakimler ve hazineyle meşgul olmak üzere vergi tahsil memurları tayin etti. Canlı zekası ve sakinlikle gösterdiği cesaret, göçebe fatihlerin hoşuna gidiyor ve kendisi de onlar üzerinde etki yapmasını biliyordu. Ögeday içki kullanıyordu. Halbuki hükümdarın mümkün olduğu kadar fazla yaşaması Ye Lui Tchou Tsai’nin menfaatineydi. Serzenişleri Han’ın üzerinde hiçbir etkide bulunmayınca, Kataylı bir gün kendisine içinde uzun süre şarap durmuş bir kase getirdi. Şarap, kasesinin iç duvarını aşındırmıştı: “Eğer şarap demiri böyle aşındırırsa, bağırsaklarınızı ne hale getirdiğini bir düşünün!" dedi. Ögeday bundan sonra içki konusunda ileri gitmedi. Fakat gene ifratıdır ki, ölümüne sebep oldu. Bir gün danışmanının bir hareketine hiddetlenerek, Ye Liu Chou Tsai’yi hapse attırdı. Sonra fikrini değiştirerek, onun hapisten çıkarılmasını emretti. Fakat Kataylı hapishanedeki hücresini bırakmadı. Ögeday, danışmanın neden tekrar saraya gelmediğini öğrenmek için bir memur gönderdi. Kataylı şu cevabı gönderdi: “Sen beni danışman tayin ettin. Sonra beni hapse attın. Demek ki kabahatim vardı. Şimdi beni hapisten çıkarıyorsun, demek ki, masumum. Senin için beni oyuncak gibi kullanmak güç bir iş değildir. Fakat bu durumda memleket işlerini nasıl idare edersin?” Kendisini eski vazifesine iade ettiler ve bu milyonlarca halkın hesabına iyi bir şey oldu. Ögeday öldükten sonra ihtiyar Kataylının elinden geniş yetkilerini aldılar ve onun görevini Abdürrahman isminde bir Müslüman’a verdiler. Yeni danışmanın sert tedbirlerinden kederlenen Ye Lui Chou Tsai, kısa bir süre sonra öldü. Bazı Moğol subayları, Hanların sarayında senelerce büyük bir servet yığdığını düşünerek, Kataylı ’nın ikametgahını yağma ettiler. Müzik aletleri, el yazmaları, haritalar, kitabeler kazılı taşlardan oluşan gerçek bir müzeden başka bir şey bulamadılar. Ögeday ve serveti Cengiz’in oğlu ve tahtın varisi iş başına geldiğinde, dünyanın neredeyse yarısına sahipti. Ögeday kardeşleri gibi zalim değildi. İyi huylu ve hoşgörülüydü. Karakurum’daki çadırdan sarayında oturur ve Han tahtının önünde boyun eğen halkın söylediklerini dinlerdi. Kardeşleri savaşlara devam ediyorlar, Ye Lui Chou Tsai de vergi işlerini idare ediyordu. Ögeday sakinliği ve şişmanlığıyla, sadeliğiyle, elinin altında Katay’ın hazineleri ve memleketten seçilmiş bir düzine kadınla, sınırsız otlaklara dağılmış at sürüleriyle bize ilginç bir Moğol tipi sunar. Hareketleri şahanelikten uzak olmakla beraber, hoştu. Yanındakiler, her gözüne ilişeni vermek konusundaki cömertliğine itiraz ettikleri zaman, bu dünyadan nasıl olsa yakında gideceğini ve ondan sonra ancak insanların hatırasında yaşayacağını söyleyerek karşılık verirdi. Acem ve Hint hükümdarlarının servet yığmalarına anlam veremezdi: “Bunlar budalalık yapıyorlar. Servetleri bir işe yaramadı. Birlikte mezara götürecek hiçbir şeyleri yok!” derdi. Cömertliğini bilen kurnaz tacirler, çeşit çeşit mallarla akın akın saraya gelirler ve mallarını değerinin çok üzerine satarlardı. Bu hesaplar her akşam, Han maiyeti ile otururken getirilirdi. Bir gün maiyetindekiler alayla bu tacirlerin gülünç denecek derecede fazla para istediklerini söylediler. Ögeday onları onayladı: “Benden faydalanmak ümidiyle geliyorlar. Kendilerini gücenmiş göndermek istemem.” dedi. Bir yerden bir yere gidişi, çölün Harun Reşidi’ne benzerdi. Tesadüfen karşısına çıkan serserilerle konuşmasını severdi. Bir gün kendisine üç kavun takdim eden bir ihtiyarın fukaralığı dikkatini çekti. O sırada elinin altında ne para, ne de yeni elbise olan Han, karılarından birine ihtiyara mükafat olarak büyük kıymetteki incileriyle küpelerini vermesini emretti. Kadın; “Han’ım,” dedi, “yarın saraya gelip para alsa daha iyi olmaz mı? Para onun işine bu inciden daha çok yarar. ” Pratik bir adam olan Moğol serdarı şu cevabı verdi: “Çok fakir olanlar ertesi günü bekleyemezler. Zaten bu inciler gene benim hazineme dönecek.” Ögeday, her Moğol gibi, avı, güreşi ve at koşusunu severdi. Uzak Katay’dan ve Acem şehirlerinden saraya pehlivanlar gelirdi. Bu tarihte, sonradan Moğol hanedanını bölünmeye uğratan kavgalar, Budistlerle Müslümanlar, Acemlerle Çinliler arasında müca-' dele başladı. Bu gürültü patırtı, Cengiz Han’ın oğlunun canını sıkıyordu. Sadeliği bozan, entrika çevirenleri şaşırtmıştı. Budist’in biri Moğol serdarının yanına gelerek, Cengiz Han’ın rüyada kendisine görünerek şu emri verdiğini söyledi: “Git, oğluma tarafımdan emret, Muhammed’e iman edenlerin kökünü kurutsun. Zira bunlar sapkın ve günahkardırlar. ” İhtiyar fatihin İslam milletlerine karşı gösterdiği şiddeti herkes biliyordu. Bu emri müthiş bir şeydi. Ögeday bir an düşündü ve sordu: “Cengiz Han seninle konuşmak için tercüman kullandı mı?” “Hayır, büyük Han’ım. Bizzat kendisi söyledi.” “Ya sen Moğolların dilinden anlar mısın?” “Hayır.” O zaman Han şu cevabı verdi: “O halde sen yalan söylüyorsun. Cengiz Han Moğolca’dan başka dil bilmezdi.” .Ve Müslüman düşmanı Budist’in öldürülmesini emretti. Bir defasında da Çinli oyuncular, Ögeday’ı eğlendirmek için kukla oynatıyorlardı. Han, kuklaların arasında uzun bıyıklı ve sarıklı bir ihtiyarın at kuyruğunda sürüklendiğini gördü ve Çinlilere bu adamın kimi temsil ettiğini sordu. Oyuncu başı şu cevabı verdi: “Moğol cengaveri esir Müslümanları arkalarında böyle sürüklerler. ” Ögeday oyunu durdurdu ve hizmetçilerine hazinesinde bulunan Çin’in ve İran’ın en pahalı kumaş ve halılarını getirtti. Bunları Çinlilere göstererek, onların- yaptıkları malların batı mallarından aşağı kalitede olduğunu gösterdi. Dedi ki: “Benim memleketimde birçok Çinli esiri olmayan bir tek zengin Müslüman yoktur. Halbuki hiç bir zengin Çinlinin Müslüman esiri yok! Bilirsiniz ki Cengiz Han, bir Müslüman’ı öldürene kırk altın mükafat verilmesini emretmişti. Fakat bir Çinlinin hayatının bu değerde olduğuna hükmetmedi. O halde nasıl oluyor da siz Müslümanlarla eğlenmeye cesaret edebiliyorsunuz?” Ve oyuncularla kuklalarını sarayından kovdu. Göçebelerin son töreni Hanların sarayları Katay’a nakledilmeden önce, yalnız iki Avrupalı bize Moğolların bir tarifini bırakmışlardır. Bunlardan biri Rahip Capsin, diğeri de iri cüsseli Rubruquis’tir. Rubruquis, işkence içinde öleceğine neredeyse ikna olmuş bir halde ata binerek büyük bir cesaretle Tataristan’a hareket etmişti. Kral Sa-int Louis adına bir elçi gibi değil, göçebe fatihleri Avrupa’ya karşı mücadeleden vazgeçirmek için bir barış elçisi gibi gitmişti. Tek yoldaşı, son derece korku içinde bulunan başka bir rahipti. İstanbul’u arkalarında bıraktılar. Asya yaylalarına girdiler. Rubruquis, iliklerine kadar donarak, açlıktan yarı ölü bir halde takriben beş bin kilo metre yol gitmişti. Sonra Moğollar kendisini koyun derilerine sardılar, aba çorap, çizme ve deriden başlık verdiler. Şişman ve ağır olduğu için Moğollar, Volga sınırından başlayan seyahat süresince kendisine her gün dayanıklı bir at seçtiler. Rubruquis, Moğolların gözünde esrarengiz bir adamdı. Uzun etekli, yalınayak, uzak Frank memleketlerinden gelmiş, ne tacir, ne elçi, silahsız, hediye vermeyen, hediye kabul etmeyen bir adam... Meşhur Han’ı görmek için, dehşete düşmüş Avrupa’dan dışarı çıkmış, gösterişli, ağır başlı, fakir, fakat çölden doğuya doğru giden kafilede konumunun önemi göze çarpan Rubruquis’nin durumu bir tezat örneğiydi. Bu kafilenin içinde Jaroslav, Rusya dukası, Katay ve Türk asilzadeleri, Gürcistan kralının oğlu, Bağdat halifesinin ve büyük Serhasi sultanlarının elçileri vardı. Rubruquis, bize göçebe fatihlerin sarayını büyük bir dikkatle tarif eder. Bu sarayda asiller mücevherat işlenmiş kaselerden süt içerler. Koyun derilerine bürünerek altın kakmalı eyerler üzerinde dolaşırlar. Mengü Han’ın sarayına girişini şöyle anlatır: “Aralık ayında, Saint Etienne yortusunda büyük bir ovaya geldik. Buradan bir küçük tümsek bile ' görünmüyordu. Ertesi gün büyük Han’ın sarayına vardık. Kılavuzumuza bir büyük ev tahsis ettiler. Bizim üçümüzü de eşyamızı, yataklarımızı koyacak ve bir küçük ateş yakacak kadar dar bir kulübeye soktular. Kılavuzumuza tepesi uzun bir şişe içinde pirinçten yapılmış bir içki getirdiler. Bu içki bizim en iyi şaraplarımıza benziyor. Yalnız tadı farklı! Bizi üstlendiğimiz görevi sormak için çağırdılar. Bir memur bize, Serhasilere karşı bir Tatar ordusunun yardımını istediğimizi söyledi. Bu cevap beni şaşırttı. Çünkü Haşmetli Efendimiz mektuplarında ordu istemediğini, yalnız Hristiyanlarla dost kalmasını Han’a tavsiye ettiklerini bildiriyordu. O zaman Moğollar kendileriyle barış isteyip istemediğimizi sordular. Buna cevaben dedim ki: “Moğollara bir kusurumuz olmadığından, Fransa kralı hiçbir savaş fırsatı çıkarmadı. Biz sebepsiz hücuma uğradıkça, kendimizi Tanrı’ya emanet ederiz.” Bu cevaba çok şaşırdılar ve “barış yapmaya gelmediniz mi?” diye bağırdılar. Ertesi gün halkın hayran bakışları arasında saraya gittim. Aralarında bulunan ve inancımızı bilen genç bir Macar, halka bunun sebebini anlattı. Ondan sonra sarayın baş nazırı olan bir Nesturi bize dair birçok sualler sordu. Ondan sonra da yattığımız yere döndük. Yolumuzda sarayın doğusuna tesadüf eden kısmın ucunda, üzerine haç konmuş bir küçük ev gördüm. Orada herhangi bir Hristiyan var diye bu manzaradan hoşlandım. Ulu orta içeriye girdim. Altın örtü ile örtülmüş ve güzelce süslenmiş bir mihrap gördüm. Üzerinde Mesih’in, Hazreti Meryem’in, Saint Jean- Baptiste’in ve iki meleğin resimleri vardı. Vücutlarının ve elbiselerinin hatları küçük incilerle resmedilmişti. Mihrabın üstünde gümüşten büyük bir haç vardı. Türlü süslemeler ve kıymetli mücevherler içinde parıl parıl parlıyordu. Mihrabın önünde de bir kandil yanıyordu. Yanına oturdum. Biraz esmerce, zayıf, sert kıldan elbise giymiş, elbisesinin altında demir kemer olan bir Ermeni rahibi gördüm. Rahibi selamlamadan önce, toprağa atılarak Ave Regi-na’yı ve diğer ilahileri okuduk. Rahip dualarımıza iştirak etti. Ondan sonra yanına oturduk, önündeki mangalda biraz ateş vardı. Bizden bir ay önce Moğolların nezdine gelen Kudüslü bir keşiş olduğunu söyledi. biraz konuştuktan sonra, yerimize gittik, akşam yemeği için etli ve darılı bir çorba pişirdik. Moğol kılavuzumuz ve arkadaşları sarayda içiyorlardı, bizi düşünen yoktu. Hava o kadar soğuktu ki, ertesi sabah ayaklarımın ucu dondu ve artık yalınayak yürüyemedim. Soğuk başladıktan sonra Mayısa kadar sürüyor. Hatta senenin o zamanlarında bile, her sabah ortalık buz tutuyordu. Biz oradayken bir fırtına çıktı, pek çok hayvanı öldürdü. Sarayın adamları5 bize teke derisinden elbiseler getirdiler. Ayakkabılar getirdiler. Arkadaşımla tercüman bu getirilen şeyleri kabul ettiler. 5 Aralık’ta saraya kabul edildik. Han’a nasıl saygıda bulunabileceğimizi sordular. Uzak memleketten geldiğimizi, eğer müsaade ederlerse, bizi sağ salim oraya kadar ulaştıran Tanrı için ilahiler söyleyeceğimizi ve ondan sonra Han ne isterse onu yapacağımızı söyledim. Han’ın yanına girdiler ve sözlerimizi naklettiler. Tekrar gelerek bizi divan odasının kapısına götürdüler. Kapının keçe perdesi kaldırıldı ve biz de “A Solis ortu cardine” ilahisini söyledik. 5 Rubruquis saraydan bahsederken, Mang Ku Handaki evleri, kadınlan, yüksek rütbeli subayları kastediyor. Mang Ku’nun amcazadesi Volga'daki Batu karargahından bahsederken der ki: “Bu karargahın güzelliğine hayret ettik. Evler, çadırlar uzaklara kadar gidiyordu Etrafta üç dört sıra üzerinde birçok insan toplanmıştı. Saklı silahımız olmasın diye üstümüzü aradılar. Tercümanımıza kemerini ve bıçağını, kapının önünde duran muhafıza teslim etmesini emrettiler. İçeriye girdiğimiz zaman, tercümanımız üstü katır sütü dolu bir masaya götürüldü ve bizi de hatunların önünde bir sıraya oturttular. Her tarafa altın işlemeli kumaşlar gerilmişti ve ortadaki ocakta biraz diken, misk kökü ve tezek yanıyordu. Han, fok balığına benzeyen parlak tüylü bir hayvan derisinin üstüne oturmuştu. Basık burunlu, orta yaşlı takriben kırk beş yaşlarında bir adamdı. Karılarından biri, küçük, güzel bir kadın yanı başına oturmuştu. Kızlarından biri, sert çehreli genç bir kadın, yanı başındaki başka bir şiltenin üzerinde oturuyordu. Bu ev, bu kızın Hristiyan anesine aitti ve kız her şeye hükmediyordu. Pirinç şarabı, katır sütü, ya da bal şerbeti içip içmediğimizi sordular. Zira Moğollar kışın bu üç içeceği kullanırlar. İçkiden hoşlanmadığımızı, Han’ın emirleriyle yetineceğimizi söyledim. O zaman pirinç şarabı verdiler. Han’a karşı saygısızlık olmasın diye biraz tattım. Han şahinleri ve diğer kuşlarıyla biraz eğlendikten sonra, konuşmaya izin verdi ve biz de diz çökmeye mecbur olduk. Han’ın yanında Nesturi bir tercümanı vardı. Bizimki ise ikram edilen o kadar içkiden tamamıyla sarhoş olmuştu. Han’a şu sözlerle hitap ettim: “Tanrıya şükürler olsun ki, bizi dünyanın uzak diyarlarından, kendisine o kadar kudret ve devlet bahşettiği Mengü Han Hazretlerinin huzurlarına kadar getirdi. Mağrib Hristiyanları ve özellikle Fransa kralı, mektuplarını taşıdığımız halde, bizleri bu tarafa gönderdi. Bu mektuplarıyla Han Hazretlerinden memleketlerinde ikametimize müsaade buyurmasını rica ediyor. Zira biz Tanrı’nın kanunlarını insanlarına öğretmekle görevliyiz. Onun için Haşmetli Han Hazretlerinden burada kalmamıza müsaade buyurmalarını rica ediyoruz. Takdim edecek ne paramız, ne altınımız, ne mücevherimiz var. Fakat faydalı olmak emeliyle hizmet sunuyoruz.” Han, bu sözlerime şu cevabı verdi: “Güneş ışıklarını nasıl her tarafa yayarsa, Batu’nun azamet ve kudreti de öylece her tarafa yayılıyor. Onun için ne sizin altınınıza ne de gümüşünüze ihtiyacım var. ” Han Hazretlerinden, altın ve gümüşten bahsettiğim için, bana gücenmemelerini istirham ettim. Zira bunu sadece faydalı olmak arzumuzu daha açık izah etmek maksadıyla söylemiştim. O zamana kadar tercümanın söylediklerini anlıyordum. Fakat ondan sonra öyle sarhoş oldu ki, artık anlaşılacak bir cümle söylemiyordu. Bana öyle geldi ki, Han da sarhoştu. Bunun üzerine sustum. O zaman bizi kaldırdılar ve tekrar oturttular ve saygılarımızı sunduktan sonra Han’ın huzurundan çekildik. Nazırlardan ve tercümanlardan biri de bizimle beraber çıktı ve nazır bize Fransa krallığı hakkında birçok sualler sordu. Özellikle bizde çok koyun, sığır ve at bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyordu. Moğollar sanki bütün bunlara sahip olmak istiyormuş gibiydiler. Bizimle meşgul olmak üzere birini memur ettiler. Ermeni keşişin yanına gittik. Tercüman gelip bizi orada buldu ve Han’ın iki ay, yani soğuklar bitinceye kadar kalmamıza müsaade ettiğini bildirdi. Buna cevaben: “Tanrı Mengü Han Hazretlerini korusun ve kendilerine uzun ömürler ihsan buyursun. Bir aziz diye baktığımız bu keşişi bulduk, memnuniyetle kalacağız ve birlikte Han’ın refah ve saadetine dualar edeceğiz.” dedim. (Zira yortu günlerinde Hristiyanlar oraya gelir, dua eder ve çanağını takdis ederler. Ondan sonra Serhasl keşişleri, arkasından putperest rahipler6 gelip aynı tarzda hareket ederler. Rahip Sergius, Han’ın ancak Hristiyanlara güveni olduğunu söy- 6 O zaman kadar Rubruquis’in hiç temas etmediği Budistler. ler. Fakat Rahip Sergius burada yalan söylüyor. Han’ın kimseye emniyeti yoktu. Fakat herkes, bala gelen sinekler gibi saraya üşüşüyordu. Han, herkese ihsan bahşediyor ve onlar da kendilerini Han’ın yakını addediyorlar, onun saadetine dualar ediyorlardı.) . O zaman yerimize döndük. Burası çok soğuktu. Yakacak odunumuz yoktu. Gece indiği halde henüz bir şey yememiştik. Nihayet bizimle ilgilenmeye memur edilen adam biraz odun ve yiyecek getirdi. Seyahatimizde bize refakat eden kılavuz Batu’nun yanına dönecekti. Bizden bir halı istedi. Verdik ve memnun olarak gitti. Soğuk son derece arttı. Mengü Han, bize tüyleri dışarıda üç kürklü hırka gönderdi, bunları minnetle kabul ettik. Fakat Han için dua edecek müsait bir yerimiz olmadığını, kulübemizin ancak ayakta durabilecek kadar dar olduğunu, ateşi yaktıktan sonra dumandan kitaplarımızı açmakta fayda olmadığını açıkladık. Han, refakatimizin hoşuna gidip gitmeyeceğini keşişten sordurdu. O da bizi sevinçle kabul edince, daha iyi bir yere geçmiş olduk. Biz yokken Mengü Han bizzat manastıra gelmiş. Altın bir yatak getirmişler. Han ve Sultan bu yatağın üzerinde mihraba karşı oturmuşlar. Bizi çağırdılar ve bir muhafız, gizli silah olmasın diye üzerimizi aradı. İncili ve dua kitabını göğsümde tutarak içeriye girdim. Önce mihrabın önünde diz çöktüm. Sonra Mengü Han Hazretlerini saygıyla selamladım. Kitaplarımızı istedi ve bunları tezyin eden minyatürlerin ne anlama geldiklerini sordu. Nesturfler ne uygun gördülerse, o cevabı verdiler. Zira bizim yanımızda tercümanımız yoktu. Bizden, başka bir şey söylememizi istedi, biz de “Veni, Sancte Spisitus”u taganni ettik. Bundan sonra Han gitti, fakat hatunu hediye dağıtmak için kaldı. Rahip Sergiusn’u başpapazını gibi takdis ediyordum. Yine de birçok noktalarda hiç hoşuma gitmeyen hareketleri vardı. Mesela tavuk tüyünden bir şapka yapmış ve bunu altın bir haçla süslemişti. Diğer taraftan haç çok hoşuma gidiyordu. Tavsiyem üzerine keşiş, haçı bir kargı üzerinde taşımaya izin verilmesini istedi. Mengü Han da nasıl istersek o şekilde taşıyabileceğimizi bildirdi. Haça saygı için, Sergius ile beraber karargahı dolaştık. Sergius, bir sancak yapmış ve bunu kargı boyunda bir odunun ucuna takmıştı. Bunu “Vexilla Regis Prodeunt” ilahisini söyleye söyleye Tatarların çadırları arasında dolaştırdık. Gördüğümüz müsamahayı kıskanan Müslümanlarla, keşişin sağladığı menfaati kıskanan Nesturi rahipleri, buna son derece içlendiler. Karakurum civarında, Mengü’nün bizim manastırlarımız gibi etrafı tuğla denizi ile çevrilmiş bir sarayı vardır. Han, burada senede iki defa tören düzenler. Paskalyada ve bir de yazın ihtişamını göstermek isterken... Sarayın divan odasında, bir tavernadaki gibi şişelerin dolaşması ayıp olacağından, Paris kuyumcularından Guillaume Bouchier, tam divan odasına girilecek yere gümüşten büyük bir ağaç yapmıştı. Bu ağacın dibinde temiz inek sütü akan gümüşten dört aslan vardı. Ağacın dört dalına altın yılanlar dolanıyor ve bu yılanlardan muhtelif cinste şaraplar dökülüyordu. Saray üç köşeli ve iki sıra sütunlu bir kiliseye benziyor. Han, kuzey duvarına karşı huzurdakileri görebilecek yüksekçe bir yerde oturuyor. Hanla gümüş ağaç arasındaki mesafe, sakilerin ve hediye getiren' görevlilerin gidip gelmeleri için serbest bırakılmıştır. Han’ın sağında erkekler, solunda kadınlar otururlar. Yanı başında ve biraz alçakta bir tek kadın oturur. Han’ın sarayı dışında, Karakurum, Saint-Denis’den güzel bir şehir değildir. Başlıca iki sokağı var. Biri Serhasılerin bulunduğu sokak ki, burada pazarlar kurulur. Öteki zanaat erbabının bulunduğu Kataylıların sokağıdır. Bundan başka Han'ın nazırlarının sarayları da var. Darı satan, hububat satan, koyun satanlar, çarşılarda mevcut. Karakurum’da putperestlerin on iki mabedi, Müslümanların iki camii, Nesturilerin bir kilisesi var. Bir pazar gününe doğru, Han çadırlarıyla beraber Karaku-rum ’a hareket etti. Keşiş de bizimle beraber geldi. Bu seyahat esnasında dağlık bir havaliyi geçmeye mecbur olduk. Büyük fırtınalarla, şiddetli soğuklarla, karlarla uğraştık. Gece yarısı Han bize ve keşişe haber gönderip fırtınayı dindirmek için Tanrı’ya dua etmemizi emretti. Çünkü pek çoğu yeni doğmuş sürüler ölmek üzereydi. Keşiş kömürde yakılmak üzere Han’a günlük gönderdi. Yaktı mı, yakmadı mı, bilmiyorum, fakat iki gündür devam eden kar ve fırtına dindi. Bir pazar Karakurum’a geldik. Saat dokuza doğru şehre girdik. Haçı yükseğe kaldırarak, Serhasilerin sokağından geçtik. Kiliseye doğru yürüdük. Burada Nesturiler bizi ayin alayı ile karşıladılar. Ayinden sonra artık akşam olduğu için kuyumcu Guillaume Bouchier bizi evine yemeğe götürdü. Karısı Macaristan’da doğmuştu. Bir İngiliz’in oğlu olan Basilicus’u da orada bulduk. Yemekten sonra kulübemize çekildik. Burası Nesturi kilisesinin yanındaydı. Güzel, geniş, çok iyi yapılmış, tavanı altıri işlemeli ipeklerle kaplı bir kiliseydi. Paskalya yortularını kutlamak için şehirde kaldık. Macar-lardan, Rumen veya Ruslardan, Gürcülerden ve Ermenilerden büyük bir cemaat vardı. Nesturiler benden ayine başkanlık etmemi rica ettiler. Halbuki elbisem yoktu. Mihrap da yoktu. Fakat kuyumcu ayin elbisesi bulup getirdi ve bir arabanın üzerinde mihrap kurdu. Mihrabı İncil sahnelerini temsil eden resimlerle süsledi. Gümüşten bir kutu ile Hazreti Meryem’in resmini de yaptı. O ana kadar Ermenistan kralı ile varması beklenen bir Alman rahibinin geleceklerini ümit ediyordum. Kraldan haber gelmeyince ve yeni bir kışın şiddetini de düşünerek, kalmak mı, gitmek mi gerektiğini sormak için Han’a haber gönderdim. Ertesi gün Han’ın nazırlarından birkaçı beni görmeğe geldiler. İçlerinden biri, Han’ın şerbettarı bir Moğoldu, diğerleri de Serhasiler...Bu adamlar, Han tarafından, ne maksatla gelmiş olduğumu sordular. Bu soruya cevaben, Batu’nun, beni Han’ın nezdine göndermek üzere emir verdiğini, Han’a hiç kimse adına söyleyecek sözüm bulunmadığını, fakat dinlemek isterse, kendisine Tanrı’nın sözlerini tekrar edebileceğini söyledim. O zaman, benim de başkalarının yaptığı gibi Han’ın refah ve saadeti için fal bakacağımı zannederek, ne söylediğimi sordular. Cevap verdim: “Mengü’ye diyeceğim ki, Tanrı ona çok çok ihsanda bulunmuş. Zira elindeki servet ve kudret, Budistlerin putlarından gelmiyor. ” O zaman Tanrı’nın emirlerini almak için, göğe çıkıp çıkmadığımı sordular. Bu adamlar Mengü’ye gittiler ve kendini putperest ve Budist yerine koyduğumu ve Tanrı’nın emirlerine riayet etmediğini söylemiş olduğumu naklettiler. Ertesi gün Han bana gönderdiği iki tercümanla, kendisi için hiçbir haber getirmediğimizi ve hakkında dua etmeğe geldiğimizi bildiğini, yine de kendi nezdine memleketimizden hiçbir elçi gelip gelmediğini öğrenmek istediğini bildirdi. O zaman David ile Andri hakkında ne biliyorsam söyledim. Bütün bunlar yazılı olarak Mengü’ye bildirildi. Hamsin yortusunda Han’ın huzuruna çağırıldım. İçeriye girmeden önce, o zaman tercümanlık eden kuyumcunun oğlu, Moğollar’ın beni memleketime iadeye karar verdiklerini söyledi ve itiraz etmememi tavsiye etti. Han’ın huzuruna girdiğim zaman diz çöktüm. Han benden, kendisi hakkında nazırlarına Budist olduğumu söyleyip söylemediğimi sordu: “Asla böyle bir şey söylemedim,” dedim. “Ben de böyle düşünüyordum,” dedi. “Çünkü bu söylenecek bir söz değildir.” Sonra dayandığı bastonunu bana doğru uzatarak: “Korkma!” dedi. Buna gülümseyerek: “Korkmuş olsaydım, buralara kadar gelmezdim,” dedim. O zaman: “Biz Moğollar bir tek Tanrı’nın varlığına inanırız ve ona karşı doğru bir kalp taşırız.” Dedim ki: “O halde Tanrı sizi bu halde tutsun. Çünkü onsuz bu halde olunmaz. ” Han şöyle devam etti: “Tanrı bir ele birçok parmaklar verdiği gibi insanlara da çeşit çeşit düşünce tarzları verdi. Sizde Kutsal Kitap var. Fakat siz ona uygun davranmıyorsunuz. Muhakkak bu Kutsal Kitap’ta insanların birbirlerini zarar vermeleri yazılı değildir.” “Elbette hayır! Saygıdeğer Han’a daha en başta kimseyle kavga etmeyeceğimi söylemiştim.” “Ben sizden bahsetmiyorum. Gene sizin kitabınızda, bir adamın kendi çıkarı için adaletten sapacağı da yazılı değildir.” Bu cevaba karşı para aramaya gelmediğimi, hatta bana verilen parayı bile reddettiğimi söyledim. Hazır bulunan nazırlardan birisi, bir gümüş külçesini ve bir ipek kumaşı reddettiğimi onayladı. Han: “Ben bundan bahsetmiyorum,” dedi, “Tanrı size ayetler göndermiş, siz bunlara riayet etmiyorsunuz. Fakat bize de hakimler bahşetti, biz onların emirlerini yerine getiriyoruz ve sükûnet içinde yaşıyoruz.” Bu sözleri söylemeden önce, dört defa içtiğini zannediyorum. İmanı hakkında çok şeyler söyleyeceği ümidiyle beklerken, o sadece dedi ki: “Uzun süre burada kaldınız, ama artık giderseniz, beni memnun edersiniz. Elçimle beraber gitmeye cesaretiniz olmadığını söylediniz. O halde size mektup ve haberlerimi emanet edeyim mi?” Eğer Han diyeceklerini yazılı olarak bana verirlerse, elimden geleni memnuniyetle yapacağımı söyledim. O zaman altın, gümüş, ya da değerli elbiseler isteyip istemediğimizi sordu. Böyle şeyleri kabul etmek adetimiz olmadığını, bununla birlikte memleketinden yardımı olmadıkça çıkamayacağımızı söyledim. Bize ne gerekirse vereceğini söyledi ve nereye kadar götürülmek istediğimizi sordu. Bize Ermenistan’a kadar refakat ederlerse, kafi geleceği cevabını verdim. “Sizi oraya kadar göndereceğim,” dedi “ondan sonra kendinize bakınız. Bir tek kafada iki göz vardır, fakat ikisi de bir tek şeyi görür. Batu, sizi buraya gönderdi. Bundan dolayı gene onun yanına döneceksiniz. ” Kısa bir sessizlikten sonra, dalgın dalgın dedi ki: “Gideceğiniz yol uzundur, yolculuğa tahammül edebilmek için, kuwet veren yemekler yeyiniz.” Bana içecek bir şey verilmesini emretti ve bir daha dönmemek üzere huzurundan çıktım.” Cengiz Han’ın torunu Kutsal Topraklarda Tarihin az bilinen kısımlarından biri de, Cengiz Han’ın vefatından sonra, Moğolların Ermenilerle ve Filistin’deki Hristi-yanlarla olan münasebetleridir. O zaman Hanlık konumunda bulunan Cengiz’in torunu ve Mengü’nün kardeşi Hülagü on üçüncü asır ortalarında İran’da, El-cezire’de, Suriye’de saltanat sürdü. Aşağıda yazdıklarımız, Cambridge Mediaeval His-tory’nin dördüncü cildinin, 175.. sayfasından alınmış güzel bir özettir: “Bir asırdan fazla devam eden tecrübelerden sonra, Latin komşularına güvenemiyorlar, onları müttefik olarak kabul edemiyorlardı. Ermenilerin kralı Haüt Han, Hristiyanlara değil, yarım asır Ermenistan’ın görmediği en iyi dostluğu gösteren göçebe Moğollara daha fazla güven duyuyordu. Haüt Han’ın saltanatının ilk zamanlarında, Moğollar, Selçuklulara karşı kazandıkları zaferlerle Ermenilere büyük hizmetlerde bulundular. Haüt Han Bayçu7 ile savunma ve savaş konularında ittifak imzaladı. Hatta 1244’te Ögeday Han’ın hizmetinde bile bulundu. On sene sonra Mengü Han’a bizzat saygı sunmaya geldi ve Moğol sarayında uzun süre kalarak, iki millet arasındaki dostluk bağını güçlendirdi. Saltanatının son zamanları Memlûklarla savaş içinde geçti. Memlûkların bu sırada kuzeye doğru yürüyüşlerini, Moğollar durdurmuşlardı. Haüt Han ile Hülagü, Kudüs’ü Selçukilerden almak için kuwetlerini birleştirmişlerdir.” 7 Bayçu, çoğu kez Cengiz Han’ın torunu olan ve Rusya'daki Altın ordunun başkumandanlığına geçen Batu ile karıştırılmıştır. KAYNAKÇA En eski kaynak bugün kaybolmuş olan Moğolca Altın Defter adlı kayıttır. Çince Yuan-Si ya da Moğollar’ın Tarihi ve Raşiddeddin’in Ta-rih’i (aşağıda görüleceklerdir) bu asıl belgeye dayanmaktadır. Gizli Tarih denilen bir başka Moğol eserinin bugün yalnız Çince tercümesi olan Yuan chao mi shi mevcuttur; bu eser asıl büyük Han’ın bir çağdaşı tarafından Moğol dili ve Uygur harfleriyle yazılmıştır. On yedinci asrın ortalarında en tanınmış Moğol vakanüvislerinden biri olan Ssanangm Setzen, Cengiz Han'ın soyuna ve fatihin hayatına ait efsanevi tarihi Chung toishi (Khadım Toghudji) adlı eseri kaleme aldı. Bu tarih Budist masallarıyla tahrif olundu. Fakat bugün ilk Moğollar-dan elimizde kalan yegane' sadık tasvir budur. Bu eser Başpiskopos Hycinthe tarafından Rusça’ya ve onun tercümesinden de 1829'da Isac Jakop Schmidt tarafından, hiç olmazsa kısım kısım, Almanca'ya tercüme edilmiştir. (aşağıda görülecektir). En önemli Çin kaynakları şunlardır: Ssi Ma Kouang tarafından telif edilen Toug Kien Kang Mou yahut Büyük Hanedanlar Tarihi. Bu kitap bize ilk Moğol sultanları hakkında çok az bilgi verir. Kıymeti bugün şüpheli görülen bu eserin Fransızca tercümesine dikkat edilebilir. Tong Kieri Kang Mou'dan Perejoseph Anne Marie de Meyriac de Mailla tarafından M. Roux des Hautesrayes’in gözetimi altında tercüme edilen Genel Çin Tarihi. Paris 1777 - 1778. İsmi meçhul bir müellif tarafından yazılan Ch'in cheng lu Yesu-gey’den itibaren başlayan ve Ögeday'ın ölümü ile biten Moğollar tarihini göstermektedir. Bu belgelerden ve Yuan ch'ao Mi Shi'den sonra bu konu üzerindeki Çin eserlerinin en önemlisi, Yuan shi yahut Moğolların Tarihi 1370'te telif edilmiştir. Bu eser Ssanang Setzeri'ninkinden daha doğrudur, fakat bütün Moğol efsaneleri gibi batı memleketlerine ilişkin verdiği bilgilerin doğruluğu şüphedir. Eser Antoine Gaubil tarafından Histoire de Gentc-hiscan de toute la dynastie des Mongous, tiree de l’histoire chinoise adı altında Fransızca'ya tercüme edilmiştir. (Paris 1739.) En kıymetli kaynak, on üçüncü asrın sonlarında İran'da Gazan Han zamanında nazırlık yapan Fadlullah Raşiddedin adında bir İranlı tarafından yazılan Camiüttevarih’tir. Raşit giriş kısmında “İran’ın Moğol Hanı hazine-i evrakında, Moğol lisanı ve harfleriyle yazılmış kıymeti belli tarihi eserlerin bazı kısımları bulunuyor.” demektedir. Bu belgeyi tercüme ve açıklama hususunda Raşid’e, bu çok zeki tarihçiye, Çin, Uygur ve Türk, hatta Moğol tarihçilerinden oluşan bir heyet tarafından yardım edilmiştir. Ne yazık ki Camiüttevarih henüz tercüme edilmemiş, fakat Vrosset tarafından Leiden ve Londra’da Gibbs Memorial Series'de neşrolunmuştur. Juvaini denilen Alaeddin Ata Malik tarafından 1257 yahut 1260’ta yazılan Tarih-i Cihan Güşa (Gibbs Memorial Series, Londra 1912 -1914) oldukça büyük bir kıymete sahiptir. Fakat bu eser, Cengiz Han’ın biyografisi için büyük bir önemi haiz değildir. Zira Cengiz saltanatının son on senelerine ait hikayeden başka dolaysız bir şey anlatmamaktadır. Çağdaş başka bir kaynak, İbni Athir Nissavi’nin Camiüitevarih’idir (1231). Bu daha çok Celaleddin'in ve İran savaşlarının bir tarihidir. Khzuandamir'in Habiba Siyar (1553) ve Raudata Saja (1470) ve büyük babası Mirkhwand’ın sonraki döneme ait eserleri Cengiz Han’a ilişkin anekdotlardan ibaret notlardan başka bir şey içermemektedir. Abulcair tarafından yazılan Fatihname-i tevarih-i al-i Osman (1550) da aynı şekildedir.
- Bir reis için sözünde durmamak iğrenç bir şeydir...
- Saygın bir âlim, "Cengiz Han'ın,Shakespeare'nin dehası gibi izah edilmesi imkânsız olağanüstü şahsiyeti" karşısında hayret içinde kaldığını belirtmiştir.
- Temuçin,en ince çelik demekti
- TEMUÇİN VE SELLER Moğolların kızıl saçlı Han’ı ilk düzenli savaşını yapmış ve kazanmıştı. Artık bir kumandanın, adamların reisinin taşımaya hakkı olan başı sivri ve fildişi asayı gururla taşıyabilirdi ve Han, hizmetinde adamlar olması için, şiddetli bir ateş hissetmekteydi. Şüphe yok ki bu ateşin kaynağı yoklukla geçen senelerinin sefaletinde, Borhu’nun kendisine karşı merhamet duyduğu ve sert kafalı kemankeş Kassar’ın oklarının hayatını kurtardığı zamanlardaydı. Fakat Temuçin için kuvvet kavramı, o zamana kadar pek düşünmediği siyasi güç ifade eden kelimelerle, ya da kendisine fazla bir yarar sağlamayan zenginlikle tarif edilmezdi. Bir Moğol olarak yalnız ihtiyacı olan şeye sahip olmayı arzu ediyordu. Kuvvet anlayışı tamamen maddiydi. Kuvvet, onun için, insanın madde üzerindeki gücüydü. Kahramanlarını methettiği zaman, sert taşı kuma çevirdikleri, kayaları devirdikleri ve büyük suların cereyanlarını durdurdukları için methederdi. Her şeyin üzerinde, mertlik arardı. Kabile adamlarından birinin ihanet etmesi affedilmez bir cinayetti. Bir hain, bütün bir çadır şehrinin yıkılmasına yol açabilir veya bütün bir aşireti olduğu gibi götürüp, tuzağa düşürebilirdi. Kabilenin mertliği, Han’a karşı mertliği, kesinlikle istenirdi. Şafak zamanı vaat ettiğini gün batarken unutan adam için ne denirdi? İnsan yönetme işinin zorluğunun yansıması, Tanrı’ya yalvarmalarından birinde, kendini gösterir. Moğol, Tanrının, hortumları, yıldırımları, sonsuz gökyüzünün bütün korkunç olaylarını doğuran göksel ruhların mekanı zannettiği çıplak bir dağın tepesine gitmek alışkanlığındaydı. Kemerini omzuna atar, gökyüzünün dört tarafına dönerek dua ederdi: “Ey sınırsız gök! Yakarışlarımı kabul et! Bana göklerin ruhlarını gönder, bana yardım etsinler! Yeryüzünde de yardımcı insanlar gönder!” Ve insanlar, Yakanın dokuz yırtmaçlı bayrağı altına, aile aile ve onar onar değil, fakat yüzlerce ve yüzlerce olarak koşmaya başladılar. Eski Hanına karşı savaşan serseri bir kabile, Moğol Temuçin’in hüner ve erdemlerini ciddi şekilde tartışıyordu. “Avcıya, büyük avlarda vurduğu bütün avını alıkoyması için izin veriyor. Bir savaştan sonra, her adam, kendisine ait ganimet hissesini ayırıyor. Ceketini çıkardı ve başkasına hediye etti. Atından indi ve onu ihtiyacı olana verdi.” Hiç bir toplayıcı, ele geçirdiği en nadir şeyi bile, Temuçin’in bu serserilerin gelişini selamlamakta gösterdiği acelecilikle karşılamıştır. Bu yolla etrafına, protokolsüz, danışmansız, savaşçı ruhlardan meydana gelen bir, saray halkı topladı. İlk silah kardeşleri Borhu ve Kassar da tabii ki, bunların arasındaydılar. Birçok savaşların izlerini taşıyan çalgıcı Arhun ve baş yay ustası Su da oradaydılar. Öyle anlaşılıyor ki, Arhun neşeli bir yaradılışa sahipti, hatta belki saz şairiydi. Onu, geçici olarak Han’dan aldığı ve kaybolan altın saz olayında olduğu gibi görüyoruz. Moğol, müthiş bir şekilde hiddetlendi ve adamlarından ikisini Arhun’u öldürmeye gönderdi. Bunlar suçluyu yakaladılar ve onu öldürecek yerde kendisine iki testi şarap içirttiler, ardından da onu gizlediler. Ertesi gün, onu daldığı uyuşukluktan uyandırarak şafak vakti Han’ın yurdunun girişine götürdüler ve bağırdılar: “Ey Han! Ordunda ışık parlıyor! Kapını aç ve merhametini göster!” Arhun, bunu takip eden sessizlik anından yararlanarak, Han’ı metheden ve “ben hırsız değilim!” tarzında bir kıta seslendirdi. Her ne kadar hırsızlık cezası kesin olarak ölüm idiyse de, Arhun affedildi ve altın sazın akıbeti bugüne kadar meçhul kaldı. Han’ın yakınları, arkadaşları, bütün Gobi’de “Kiyat” veya “kudurmuş seller” adıyla bilinirlerdi. Bunlardan o sırada çocuk olan ikisinin adı daha sonra gitgide yayıldı. Birinin ismi Cebe Noyan, ok üstadı ve diğeri Bahadır Subotai idi. Cebe Noyan sahneye çıktığı zaman, düşman kabileye mensup genç bir adamdı. Bir savaştan sonra takip edile edile, nihayet etrafını Temuçin’in idare ettiği Moğollarla çevrilmiş buldu. Atı yoktu ve Moğollardan her kim istenirse onunla boğuşmak üzere bir at istedi. Temuçin onun istediğini kabul etti ve genç Cebe’ye burun delikleri beyaz bir at verdi. Cebe, bir kere ata binince, bir yolunu bulup Moğollar’ın teşkil ettikleri hattı yardı ve kaçtı. Daha sonra döndü ve Han’a hizmet etmek arzusunda olduğunu söyledi. Epeyce sonra Cebe Noyan, siyah Katayo’nın Kuçlugu’nun peşinden Tiyan-Şan yaylasını geçiyordu. Beyaz burunlu bin atlık bir sürü topladı ve hayatını borçlu olduğu olayı unutmamış olduğunu göstermek için Han’a gönderdi. Uryanki kabilesinden Subotai, genç Cebe’den daha az cüretkar, fakat daha akıllıydı. Onda Temuçin’in zalim inadından bir şey vardı. Tatarlarla bir savaşa girmeden önce, Han, ilk saldırıda bulunmak üzere bir atlı istedi. Subotai ilerledi, Han kendisini tebrik etti ve ona yüz kişilik bir muhafız kıtası seçmesini emretti. Subotai, kendisine refakat için kimseye ihtiyacı olmadığı ve ordunun önünde yalnız başına gitmek istediği cevabını verdi. Temuçin sonuçtan şüpheli olmasına rağmen, onun yalnız gitmesine izin verdi ve Subotai, atının üzerinde Tatar karargahına girerek Han’ı terk ettiğini ve onların kabilesine katılmak istediğini söyledi. Moğolların civarda olmadığına onları ikna etti. Böylece Moğollar, Tatarları tam anlamıyla gafil avlayarak, onların üzerilerine çullandılar ve Tatarları darmadağınık ettiler. “Yün, insanı rüzgara karşı nasıl muhafaza ederse, ben de, düşmanlarının darbelerine öylece perde olacağım. İşte senin için yapacağım budur!” Subotai, genç Han’a bunu vaat ediyordu. “Güzel kadınlar ve harikulade binek atları elde ettiğimiz zaman - savaşçıları bu yolla temin ediyorlardı - hepsini sana getireceğiz. Emirlerinin dışına çıkarsak ya da sana karşı yanlış bir şey yaparsak, bırak, vahşi çöllerde ölelim!” Temuçin kahramanlarına: “Siz bana geldiğiniz zaman, ben bitmiş bir adamdım. Keder içine gömülmüştüm. Siz, beni ayağa kaldırdınız” cevabını veriyordu. Onu Moğol yakalarının Han’ı olarak selamlıyorlardı ve o gerçekten de öyleydi. Herkesin yapısını, karakterini ayn ayn dikkate alarak, yanındaki adamlarına iltifat ve şeref dağıtıyordu. Borhu, Kurultayda en yakınında oturacaktı ve Han’ın yay ve zırhını taşımak hakkına sahip bulunanlardan olacaktı, Han böyle emrediyordu. Diğerleri yiyecek temini ve sürülere bakmakla görevli olacaklardı. Bir diğerleri arabalara ve hizmetçilere bakacaktı. Beden kuvvetine sahip, fakat muhakemesi biraz kıt olan Kassar ise, kın taşıyıcı tayin edildi. Temuçin silahlı sürü için askerlerini, kumandanlarım anlayış kabiliyeti bakımından seçkin kimselerden belirlemeye dikkat ederdi. Hiddetine gem vurmasını bilir, hilenin değerini tanır ve darbeyi indirmek için uygun anı beklemesini bilirdi. Aslında Moğol karakterinin özü, sabırdır. Cesur ve düşünceli insanlara iaşe ve yurt işlerini, sürülerin idaresini ahmaklara bırakırdı. Kumandanlarından biri için şöyle diyordu: “Hiç kimse Yesukai kadar cesur değildir, hiç kimse onun kadar sıra dışı kabiliyetlere sahip değildir. Fakat uzun yürüyüşler kendisini yormadığı, kendisi açlığı ve susuzluğu hissetmediği için, zabitlerinin ve askerlerinin de kendisi gibi bu şeylerden sıkıntı çekmediğini zanneder. Bunun içindir ki o, yüksek bir kumandan yapılmış değildir. Bir kumandan açlığı ve susuzluğu düşünmelidir. Emri altında bulunanların ıstıraplarını bu suretle anlayabilir. Adamlarının kuvvetlerini de dikkatle kullanmalıdır.” Bu zırhlı savaşçılardan oluşmuş maiyeti üzerinde nüfuzunu korumak için genç Han, zalim bir iradeye ve iyi ölçülüp tartılmış bir adalet hissine muhtaçtı. Onun bayrağı etrafında toplanan reisler Vikingler kadar hararetliydi. Vakanüvis, Burta’nın babasının maiyeti ve Han’a takdim için getirdiği güçlü kuvvetli yedi oğlu ile gelişini şöyle nakleder: Karşılıklı hediyeler verildi ve yedi evlat Moğollar arasına oturarak, bunlardan özellikle Tebtengri isimli ve sihirbaz olan biri, sonu gelmez sıkıntılara, baş ağrılarına sebebiyet verdi. Bu adam sihirbaz olduğu için güya istediği zaman vücudunu terk eder ve ruhlar alemine girerdi. Korkunç derecede hırslıydı. Bir kaç gün reislerin çadırlarında dolaştıktan sonra, kendisi ve kardeşleri Kassar’ın üzerine atıldılar ve onu yumruk ve sopayla dövdüler. Kassar, onları Temuçin Han’a şikayet etti. Temuçin: “Kuvvet ve maharette kimsenin sana denk olamayacağıyla gururlanırdın, niçin bu adamların seni dövmelerine izin verdin?”dedi. Bu sözden büyük üzüntü duyan Kassar, çadırına çekildi ve Temuçin’den uzak durdu. Bu sırada Tebtengri gelip Han’ı buldu: “Ruhuma öbür dünyadan ilham geldi,’’ dedi. “Ve aydınlık gök, bizzat, bana şu gerçeği bildirdi: Temuçin bir süre için kendi halkı üzerinde hükümran olacak, fakat sonra Kassar saltanat sürecek. Eğer Kassar’ı yok etmezsen, saltanatın uzun sürmeyecektir.” Sihirbaz rakibin hilesi, bu güya kehaneti bir türlü unutamayan Han üzerinde etkisini gösterdi. Aynı akşam atına bindi ve savaşçılardan oluşan küçük bir maiyetle Kassar’ı ele geçirmeye gitti. Bu haber, annesi Ulon’un kulağına ulaştı. Hizmetçilerine hızlı bir devenin çekeceği bir araba hazırlamalarını emretti ve Han’a ulaşmak için acele etti. Kassar’ın çadırlarına varınca, etrafını saran savaşçıların arasından geçti ve reisin yurduna girdi: Kassar’ı karşısında buldu. Kassar diz çökmüş, başlığı ve kemeri üzerinden alınmıştı. Han hiddet içindeydi. Ölüm korkusu genç kardeşinin, kemankeşin ruhunu sarmıştı. Kararlı bir kadın olan Ulon, Kassar’n bağlarını çözdü, başlığını ve kemerini alıp kendisine verdi ve Temuçin’e şu sözlerle hitap etti: “İkiniz de aynı göğüsten süt emdiniz. Temuçin, senin birçok hasletlerin var, fakat yalnız Kassar’dır ki, isabetli surette ok atmak ustalık ve kuvvetine sahiptir. Adamlar sana karşı ayaklandıkları zaman, onları oklarıyla mağlup eden odur! ” Genç Han, annesinin hiddetinin dinmesini ümit ederek, sessizlik içinde onu dinledi. Ardından şunları söyleyerek yurttan çıktı: “Böyle hareket ettiğin zamanlar korkuyordum. Şimdiyse utanıyorum.” Tebtengri, çadırları dolaşarak karışıklıklar çıkarmaya devam etti. Suikastlarını saklamak için kendisine doğaüstü ilhamlar geldiğini söyleyen bu adam, Han için sürekli bir sıkıntı ve üzüntü kaynağıydı. Peşine bütün bir maiyet taktı ve hırslı bir ruha sahip olduğu için kendisini, içten içe, genç savaşçının nüfuzunu kırabilecek güçte zannetti. Temuçin ile doğrudan doğruya anlaşmazlık içine girmekten korkan Teptengri ve yoldaşları, Han’ın en küçük kardeşi Temugu’yu buldular ve onu karşılarında diz çökmeye mecbur ettiler. Gelenek, Moğollar arasındaki anlaşmazlıkların silahla hallini men ediyordu. Fakat sihirbazın bu hareketinden sonra Temuçin birkaç adamını gönderip Temugu’yu arattırdı ve ona: “Tebtengri bugün benim yurduma gelecek, ona istediğin gibi davran.” dedi. Temuçin’in konumunda olmak kolay değildi. Bir kabile reisi olan Burta’nın babası Munlik, birçok savaşta ona yardım etmiş ve bundan dolayı şereflere ve iltifatlara nail olmuştu. Teptengri’ye gelince, o; bir sihirbaz, bir kahindi. Temuçin Han, kavgalarda kendi arzularını dinlemek değil, hakim vazifesi görmek zorundaydı. Munlik yedi oğluyla içeriye girdiği zaman, Temuçin çadırında yalnızdı ve ateşin yanında oturuyordu. Onları selamladı. Gelenler, Temuçin’in sağına oturdular, Bu sırada Temugu içeriye girdi. Tabii ki bütün silahlar girişte, yurdun dışında bırakılmıştı. Genç adam Teptengri’yi omuzlarından yakaladı ve: “Dün senin karşında diz çökmeğe mecbur oldum. Fakat bugün boy ölçüşeceğiz!” dedi. Bir süre boğuştular. Munlik’in diğer oğulları ayağa kalktılar. Temuçin iki düşmana: “Burada boğuşmayın,” diye bağırdı; “dışarı çıkın!” Yurdun yanında Han’dan veya Temugu’dan talimat almış kuvvetli dövüşçüler bu anı bekliyorlardı. Bunlar, tam dışarı çıktığı anda Teptengri’yi yakaladılar, omurgasını kırdılar ve adamı bir tarafa attılar. Teptengri hareketsiz, bir arabanın tekerleği yanında yatıyordu... Temugu, kardeşi Han’a bağırarak: “Teptengri dün beni diz çökmeğe mecbur etti. Şimdi ben kendisiyle boy ölçüşmek istediğim zaman, yere yatmış, kalkmak istemiyor!” dedi. Munlik ve oğulları çadırın kapısına geldiler, dışarıya baktılar ve sihirbazın cesedini gördüler. Bu manzara karşısında, acı, ihtiyar reisin ruhunu altüst etti ve Temuçin’e dönerek “Ey Han! Bugüne kadar sana hizmet ettim!” diye bağırdı. Sözlerinin anlamı açıktı ve altı oğlu birden Moğol’un üzerine çullanmaya hazırlandılar. Temuçin ayağa kalktı. Silahı yoktu ve ancak yurdun tek girişinden dışarı çıkabilirdi. Yardım çağıracak yerde, kızgın savaşçılara: “Çekilin,” diye bağırdı, “çıkacağım!” Bu ani emir karşısında şaşırarak hepsi çekildiler. Temuçin çadırdan çıktı ve savaşçılarının karakol yerine vardı. Buraya kadar mesele, kırmızı saçlı Han’ın başı etrafında çalkalanan bitmek tükenmek bilmez kavgalar hadisesinden ibaretti. O, mümkün olduğu kadar, Munlik kabilesiyle kanlı bir düşmanlıktan kaçınmak istiyordu. Sihirbazın cesedine bir an bakması, Teptengri’nin öldüğüne kanaat getirmesini sağladı. Yurdunun yerinin cesedi göstermeyecek şekilde değiştirilmesini ve giriş perdesinin sımsıkı kapatılmasını emretti. Ertesi gece, çadırın tepesindeki baca deliğinden sihirbaz rahibin cesedinin çıkarılıp alınması için adamlarından ikisini gönderdi. Kahinin akıbeti hakkında ordu adamları arasında merak uyanmaya başlayınca Temuçin, giriş perdesini açtı ve onları şöyle aydınlattı: “Tebtengri, kardeşlerim aleyhinde suikastta bulundu ve onları vurdu. Şimdi, göklerin ruhları da onun hem ruhunu, hem de bedenini ortadan kaldırdılar.” Fakat Munlik’le yalnız kaldıkları zaman, ona çok ağır konuştu: “Çocuklarına itaat öğretmemişsin, halbuki buna çok ihtiyaçları vardı. Bu adam kendisini benimle bir tutmaya kalkıştı ve sonuçta, başkalarına karşı yaptığım gibi onun da vücudunu ortadan kaldırdım, Sana gelince, herhangi bir durumda seni korumaya söz verdim. Bu yüzden, bu konu kapansın!” Durup dinlenmeden birbirlerini kovalayan, ezen büyük boyların vahşi boğuşması, Gobi kabilelerinin savaşları, sonsuzdu. Moğollar hala en zayıf halklardan biriydiler. Buna rağmen Han’ın bayrağını şimdi yüz bin çadır takip ediyordu. Ustalığı kendisini koruyor, mağrur cesareti savaşçılarına coşkunluk veriyordu ve geceleri, rahat uyuyabiliyordu. Hanlık vergisiyle büyüyen sürüleri, memnuniyet verici surette artıyordu. Otuzu geçmiş, kuvvetinin tam olarak meydana çıktığı devrindeydi ve eskiden kendisinin Yesukai’nin yanında gittiği gibi, şimdi, evlatları da, kendilerine bir kadın seçmeyi düşünerek, onun yanında atlarını koşturuyorlardı. Mirasını, yavaş yavaş düşmanlarının elinden almıştı ve onu muhafaza etmek istiyordu. Bununla birlikte zihninde başka bir şey, yarı yarıya belirginleşmiş bir plan, ifadesini tam olarak bulamamış bir arzu vardı. Bir gün mecliste dedi ki: “Büyüklerimiz bize daima, ayrı kalp ve fikirlerin bir vücut teşkil edemeyeceklerini söylediler. Fakat ben bunu gerçekleştireceğim. Nüfuzum, komşularımı da kaplayacak.” Zehirli savaşçılarını bir kabile konfederasyonu haline getirmek, kabilenin düşmanlarını da tebaası haline koymak... Düşüncesi buydu ve sonsuz bir sabırla bunu gerçekleştirmeye koyuldu.
Moğolların Efendisi Cengiz Han İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Görme ve işitme engelli bir tarihçinin büyük emekle derlediği eseri..Çoğu insanın büyük merak duyduğu Han hakkında olabildiğince tatmin edici bir eser..Okuması inanılmaz rahat ve bir o kadar zevkli..Yazarın başka eseri varmı acaba dedirtiyorsa bence o kitap okunur.Emeğe sağlık.. (Emre Koray Aktar)
Yazarı, hayata karşı duruşunu ve kitabı yazarken kullandığı akıcı üslubu beğenmekle birlikte, okurken biyografik içerik gerçekliği karşısında dumura uğradığım, öfkelendiğim hatta hayıflandığım nadir kitaplardan biri diyebilirim. Kanımca tarihin gördüğü en büyük insanlık ve medeniyet düşmanı, korku ve kıyım imparatorluğunun kurucusu Cengiz Han'ın hayatı. Bu şahsın, insanlığın o zamana kadar oluşturduğu medeniyet ve birikime vurduğu darbe İskenderiye kütüphanesinin yakılmasıyla bile kıyaslanamaz. Özelde ise en büyük darbeyi İslam medeniyetine vurmuş, yakıp-yıkmak ve katletmekten başka hiçbir şey yapmamıştır. Bunları Türklüğü'nü önemseyen hatta bu konuda birazda romantik olan biri olarak söylüyorum. Okuyun ve kararınızı siz verin for yourself. (Uygar Tuğal)
“Nasıl Gök’te bir tek Tanrı varsa, yeryüzünde de tek bir Han olmalıdır!” Şüphesiz Cengiz Han, Moğol toplumunun kurucusu ve dünya tarihine yön veren hayranlık uyandıran bir kişilik. Nesiller boyu okunmalı, araştırılmalı ve anlaşılması gereken bir lider. (Burak Karanfil)
Moğolların Efendisi Cengiz Han PDF indirme linki var mı?
Harold Lamb - Moğolların Efendisi Cengiz Han kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Moğolların Efendisi Cengiz Han PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Harold Lamb Kimdir?
Harold Lamb, 1892'de Amerika'da New Jersey'de doğmuştur. Gözleri, kulakları ve dili sakat bir halde dünyaya gelen bu çocuk, küçük yaştan beri kendisini okumaya vermiş, gözlerinin daha fazla bozulmasına sebep olduğu hâlde, amcasının kütüphanesindeki eserlerin hemen hepsini okumuştur. Columbia Üniversitesi'nde tahsil görürken de zamanının büyük bir bölümünü kütüphanede geçiren Lamb, Asya milletlerinin tarihine merak sarmış, yine o sıralarda bazı hikâyeler yazmaya başlamıştır.
Babasının ölümü üzerine hayatını kazanmaya mecbur olunca gazetelerde çalışmış, 1. Dünya Harbi'nden sonra kendisini daha fazla seyahate ve tarihî tetkiklere vermiştir. Bu arada Orta Çağ İran, Çin ve Rus¬ya tarihine ait birçok vesika toplamıştır. Yaptığı ilmî araştırmalardan dolayı 1932'de İran hükümetinden, 1933'te de San Francisco'daki Commonwealth Club'den madalya almıştır. Arapça ve Çince bilmektedir.
Harold Lamb Kitapları - Eserleri
- Theodora ve İmparator
- Konstantinapol
- Muhteşem Süleyman Kanuni
- Ömer Hayyam
- Makedonyalı İskender
- Tanrı'nın Krallığı
- Emir Timur
- Moğolların Efendisi Cengiz Han
- Kanuni Sultan Süleyman
- Timur
- Dünyanın Kabusu Cengiz Han
- Büyük İskender: Dünyanın Sonuna Yolculuk
- Cengiz Han'ın Liderlik Sırları
- Demir Adamlar ve Azizler
- Selahaddin Eyyubi ve Haçlılar
- Haçlı Seferleri
- Timur Han'ın Liderlik Sırları
- Haçlı Seferleri Demir Adamlar ve Azizler
- Dünyanın Hakimi Büyük İskender
- Timur-Bir Cihan İmparatoru
- Theodora ve İmparator
Harold Lamb Alıntıları - Sözleri
- Teselli ve barışın işaretlerinin görünmeye başladığı makul bir zamandayız. Yeni bir hun doğuyor ve uzun sürmüş belaların gölgelerini kovarken, doğuya şafağı gösteriyor. (Haçlı Seferleri)
- Kuzey Gobi’nin bu köşesindeki çocuklar güçlüklerle mücadeleye alışmıyorlardı; güçlüğün tam ortasına doğuyorlardı. Ana sütünü emmeyi bırakıp at sütünü içmeye başlayınca kendi başlarının çaresine bakmak zorundaydılar. (Dünyanın Kabusu Cengiz Han)
- Bir kitap kurdunun savaşçıların arasında ne işi olur ki?" diye sormuştu Cengiz Han. Ye Liu Çutsay: "İyi yay yapmak için iyi bir ahşap ustası olmak gerekir; ama iş bir imparatorluğu yönetmeye gelince, bilge bir adama ihtiyaç doğar." (Dünyanın Kabusu Cengiz Han)
- ...gidin ve korku duymayın... "Deus le volt!" "Tanrı böyle istiyor!" (Haçlı Seferleri Demir Adamlar ve Azizler)
- Öyle anlaşılıyor ki uzun boylu, geniş omuzlu ve sarımsı esmer, soluk benizli idi. Geniş bir alın altında, gözleri birbirinden çok ayrıktı ve dik dik bakıyordu. Gözlerinin rengi yeşil veya yeşilimsi mavi, göz bebekleri ise simsiyahtı. (Dünyanın Kabusu Cengiz Han)
- “Bir kölenin de en az bir sultanınki kadar duyguları vardı ama dile getirmesi yasaktı.” (Ömer Hayyam)
- Bilinmeyen her zaman gizemli ve bunun için de korkunç ve muhteşem görünür. (Büyük İskender: Dünyanın Sonuna Yolculuk)
- Dünyayı fethetmeye çıktığında Büyük İskender'in emrinde Makedonyalılar, Cengiz Han'ın emrinde ise Moğollar vardı. Timur'un elinde ise hiçbir şey yoktu. O, ancak büyük uğraşlar sonucu kendisine bir millet edinebilmişti. (Timur)
- Büyük adamlar, dünyanın bir karar üzere dönmediğini bilirler. Arif olanlar boş şeylerle uğraşmazlar; kendilerini geçici zevklere vermezler; çünkü hepsinin fani olduğunu bilirler... (Emir Timur)
- Timur Semerkant'ı, genç bir kadına gönül vermiş ihtiyar bir aşık gibi seviyordu. (Emir Timur)
- " Düşünsene! Aşk bir insanın gövdesini nasıl güzelleştirir ve hiddet aynı gövdeyi nasıl çirkinleştirir..." (Ömer Hayyam)
- Selim'in oğlu sıfatıyla Süleyman yalnızlık içinde büyümüştü. (Muhteşem Süleyman Kanuni)
- Değerli bir bilgin şaşkınlığını, “Cengiz Han’ın kendisinden sonrasını belirlemiş olan kişiliği hakkında son kertede, Shakespeare’in dehası hakkında bildiğimizden fazla bir şey bilmiyoruz” diyerek ifade ediyor. (Dünyanın Kabusu Cengiz Han)
- Tarih, Timur zamanının Avrupa’sını tüm olaylarıyla en ince ayrıntısına kadar sayfalarına kaydetmiştir. Venedik’in nasıl Onlar Meclisi’nin hâkimiyeti altında yaşadığını, Dante’nin ölümünden bir göbek sonra Rienzi’nin nasıl o çağın Musollinisi’ne dönüştüğünü çok iyi biliyoruz. O dönemde İtalyan şairi ve fikir adamı Petrarque yazılarını ve şiirlerini yazıyor; Fransa’da, Deli lakaplı VI. Charles’ın olup bitenlere aldırış bile etmeyen gözleri önünde Burgonyalılar ve Armanyaklar ile Paris kasapları çeteler halinde birbirleriyle vuruşurken, Yüzyıl Savaşı kısır bir şekilde uzayıp gidiyordu. Gelişimin başlangıcında olan Avrupa, Orta Çağ’ın karanlığından henüz sıyrılamamıştı. Rönesans ışığı daha parlamamıştı. (Timur)
- Pek çokları, dünyanın sona ereceğine inanmaya başladı. Geceler boyu karanlıkta oturup, kendilerini hesap vermeye çağıran boru sesini duymayı beklediler. Ama güneş yeniden doğdu ve dünya değişmedi. (Haçlı Seferleri)
- Gözlerini kaybeden İngiliz şairi Mâlton, şeytanın harikuladeliklerini tasvir eden şiirlerindeki karanlık renkleri, büyük olasılıkla Timur hakkında anlatılan kahramanlık öykülerinin hayalinde yarattığı izlerden almıştır. (Timur)
- Saray imparatora , kilise tanrıya , yarış yerleri (hipodrom) ise bize ait. dedi çocuk (Konstantinapol)
- ''Ağzın kan dolsa da düşmanın yanında tükürme'' (Emir Timur)
- Soyu Orta Asya'ya, fatihlerin ve büyük savaşçıların beşiği olan bu uçsuz bucaksız topraklara dayanıyordu; fakat o ne Büyük İskender ne de Cengiz gibi bir kral oğluydu. (Timur)
- Buhara Şah, yüksek sıradağları indikten sonra, ordusuyla beraber kuzeye, Sir nehrine doğru yürüdü. Maksadı, nehri geçmeye teşebbüs etmeleri halinde savaşa tutuşmak için Moğolların gelişini beklemekti. Fakat boş yere bekledi. Bu sıralarda neler olup bittiğini anlamak için, haritaya bakmak gerekir. Muhammed Şah memleketinin bu kuzey kısmı, bereketli vadiler kumlu, otsuz ve tozla örtülü kırmızı kilden ibaret çor yaylalarla ayrılmıştı. Şehirlere ancak nehir boylarında ve tepeler arasındaki vadilerde tesadüf edilebiliyordu. Bu çöl bölgesinde kuzeydoğu yönünde akan iki nehir, dokuz yüz kilometre uzaktaki Aral denizine dökülüyordu. Bunlardan birincisi, eski adamların Iaksart dedikleri Sir nehriydi. Bu nehir boyunca da surla çevrilmiş, birbirlerine kervan yollarıyla bağlanmış, çöl ortasında insan ve mesken sıraları vücuda getiren şehirler vardı. Daha güneyde- ikincisi de, eskilerin Oksüs dedikleri Amu nehriydi. Sahillerinde Buhara gibi, Semerkant gibi Müslüman şehirleri yükseliyordu. Moğolların ne tarafa yöneldiklerini bilmeyen Şah, Sir nehrinin arkasında ordugah kurmuştu. Güneyden gelecek taze kuwetlerle yeniden tarh edilmiş vergi hasılatını bekliyordu. Bu seferberlik, gelen heyecan verici haberler arasında yarıda kaldı. Moğolların, sağdan, yani hemen ordunun arkasından üç yüz kilometre mesafedeki yüksek boğazlardan çıktıkları görünmüştü. Olay şöyle gerçekleşmişti: Cebe Noyan, Cüci’den ayrıldıktan sonra, güney yönündeki dağları geçmiş ve Harzem boyunu bekleyen Türk müfrezelerine baskın yaptıktan sonra, süratle Amu membalarındaki buzulları çevirmişti. Bu suretle yüz elli kilometre ötede, Semerkant şehri yolunun üstüne düşüyordu. Cebe Noyan’ın emri altında yirmi bin asker vardı, fakat Şah bunu bilemezdi. Şah takviye kuweti alacak yerde, Semerkant ve Buhara gibi şehirler ile Amu nehri üzerindeki başlıca savunma hattını kaybetmek üzereydi. Bu yeni tehlikeyi bertaraf etmek için, Mu-hammed Şah, Müslüman tarihçilerin acı acı tenkit ettikleri bir şeyi yaptı: Ordusunun yarısını korunaklı şehirlere taksim etti. Sir boyundaki kuwetleri takviye için kırk bin kadar asker gönderdi, kendisi de ordunun ana kütlesiyle ile güneye yürüdü, otuz bin kişiyi Buhara’ya gönderdi, kalan kuwetleri de tehdit altında bulunan Semerkand’a sevk etti. Şah, Moğolların kaleleri zapt edemeyerek, akın ve yağmadan sonra çekileceklerini düşünerek böyle hareket etmişti. Bu iki tahmininde de yanılıyordu. Şah’ın iki oğlu, valisinin Moğol tacirlerini idam ettiği Ot-rar’da, yani Sir nehrine doğru ve daha kuzeyde görünmüşlerdi. Tacirlerin idamını emreden İnalcık daha şehrin valisi bulunuyordu. Moğollardan bir zerre merhamet beklenemeyeceğini bildiği için, en iyi askerleriyle kaleye kapandı ve beş ay direniş gösterdi, sonuna kadar mücadeleyi bırakmadı. Moğollar son askerini de öldürdükleri veya esir ettikleri ve atacak oku kalmadığı zaman, kulelerden birine çekilerek onlara taşla karşılık verdi. Bu ümitsiz mücadeleye rağmen canlı olarak ele geçirildikten sonra, Han’a gönderildi ve Cengiz Han öç işkencesi olmak üzere kulaklarıyla gözlerine erimiş gümüş dökülmesini emretti. Otrar şehrinin surları temellerine kadar yıkıldı ve ahalisi götürüldü. Bu olay cereyan ederken ikinci bir Moğol ordusu da Sir nehrine yaklaşmış ve Taşkent’i almıştı. Üçüncü bir kol da Sir’in daha yukarı taraflarını dolaşarak ikincil öneme sahip şehirleri birer birer zaptediyordu. Türk kıtası Cend’i terketti. Şehir halkı, Moğollar’ın merdivenlerle surlara tırmandıklarını görünce teslim oldular. Mücadelenin bu ilk senesinde ve böyle vaziyetlerde Şah'ın savaşçıları ve Türk kıtaları Moğollar tarafından katledilir ve çoğu İran yerlisi olan ahali, istedikleri gibi yağma ettikleri şehirden dışarıya çıkarılırdı. Ondan sonra esirler seçilir, güçlü kuwetli delikanlılar, ilk şehir önündeki kuşatma işlerinde kullanılmak, sanat erbapları da hünerlerinden yararlanılmak üzere alıkonulurdu. Bir defasında Moğollara elçilik vazifesini gören tacirlerden biri, bir şehir ahalisi tarafından parça parça edilmişti. O zaman durup dinlenmek bilmeyen müthiş bir Moğol hücumu başladı. Kale fethedilinceye ve şehrin ahalisi kılıçtan geçirilinceye veya okla vücutları delininceye kadar, ölenlerin yeri yeni savaşçılarla dolup boşandı. Cengiz Han, Sir boyunda hiç görünmemişti. Ordunun ana kütlesini beraberine alarak kaybolmuştu. Herhalde kızıl kumlu çölde geniş bir daire çizmişti. Çünkü çölden çıkıp göründüğü ve Buhara yolunu tuttuğu zaman batıdan geliyordu. Muhammed Şah’ın yalnız etrafı çevrilmiş değildi, güneydeki oğluyla, takviye kuwetleriyle ve hatta Horasan ve İran ile irtibatının kesilmesi tehlikesine maruzdu. Doğudan Cebe Noyan ilerlerken, Cengiz Han da batıdan geliyordu. Semerkant’ta bulunan Şah ise, demir bir mengenenin üzerine doğru kapandığını hissetmekteydi. Bu durumda atabeylerinin bir kısmını Buhara ile Semer-kant arasında taksim ederek, diğerlerini de Belh ve Kunduz’a gönderdi. Maiyetindeki asilzadelerle birlikte filleriyle, develeriyle ve savaş erkanıyla Semerkant'ı terketti. Bütün servetini ve ailesini de beraber götürüyordu. Amacı yeni bir ordunun başına geçmekti. Bu düşüncesinde de hayal kırıklığına uğradı. Milletinin kendisine İkinci İskender lakabını verdiği Cenga-ver Muhammed, askeri teknikte de çok geri kalmıştı. Han’ın oğulları tarafından idare edilen Moğollar, Sir nehri sahillerinde ateş saçarak, Cebe Noyan ile Cengiz Han tarafından doğrudan doğruya hedefe yöneltilen gerçek hücumları gizlemiş oldular. Han, bir an önce çölden çıkmak istiyordu. O sabırsızlık içinde yolunun üstüne çıkan küçük kasabalara dokunmadan geçti. Yalnız buralardan atlarına su istemekle yetindi. Muham-med Şah’ı Buhara’da bastırmak istiyordu. Fakat Buhara’ya gelince, Şah’ın kaçtığını öğrendi. Cengiz Han, tarihçinin söylediğine göre, daire şeklinde on beş fersahlık bir surla çevrilmiş, etrafı bahçeler ve sayfiyelerle kuşatılmış güzel bir nehrin geçtiği akademiler beldesi olan bir İslam kalesi önünde bulunuyordu. Şehirdeki kıtalar yirmi bin kadar Türk’ten ve birçok Acem’den oluşmaktaydı. Buhara, surlarının içinde bir çok imamlara ve seyitlere, İslam alimlerine ve mütercimlere sahip olmak şerefiyle seçkin bir şehirdi. Bu şehirde Müslüman zahitlerin hamiyeti gibi için için gizli bir ateş yanıyordu. Bunlar o sırada büyük bir tereddüt içindeydiler. Sur hücumla zaptedilemeyecek kadar dayanıklıydı ve halk kütlesi savunma yapmak isterse, Moğolların surda bir yarık açabilecekleri ana kadar aylar geçmesi lazımdı. Cengiz Han büyük bir hakikat olarak şunları söylemişti: “Bir surun kuweti, onu müdafaa eden insanların cesaretinden' ne büyük, ne de küçüktür.” Türk kumandanları, ahaliyi kendi talihlerine bırakarak, Şah’a katılmak üzere bir çıkış yapmayı tercih ettiler ve geceleyin Şah’ın askerleriyle, nehir arkının kapısından çıktılar, Amu nehrine doğru yol aldılar. Moğolları onların geçmesine izin verdi, fakat artlarından saldıkları üç fırka, nehir kenarında onlara yetişti. Türkler burada hücuma uğradılar ve hemen hepsi de kılıçtan geçirildi. Kıtaları tarafından terk edilen Buhara eşrafı, hakimleri ve imamları bir danışma meclisinde durumu tartıştıktan sonra kuşatmaya gelen garip Han’ı karşılamaya çıktılar ve şehrin anahtarlarını ona teslim . ettiler. Cengiz Han da buna karşılık halka bir şey yapılmayacağını vaat etti. Şehrin valisi, kendi askerleriyle kaleye kapandı. Moğollar hemen kaleye hücum ettiler ve kale çatısı ateş alıncaya kadar alevli oklar attılar. Şehrin geniş sokaklarını bir süvari dalgası doldurdu. Bunlar . ambarları ve erzak depolarını kırarak içeriye girdiler, atlarını kütüphanelere soktular. Keder ve ümitsizliğin son haddine gelen Müslümanlar, Kur’an sayfalarının at nalları altında parçalandığını gördüler. Bizzat Cengiz, atını şehrin büyük camiinin önünde durdurdu ve burayı Şah’ın sarayı zannederek sordu. Kendisine bunun Şah’ın sarayı değil, Allah’ın evi olduğunu söylediler. Derhal atını merdivenlere sürdü ve camiye girdi. Orada atından inerek, ön tarafında büyük bir- Kur’an duran kürsüye çıktı. Orada siyah lake zırhı ve kenarları meşinden miğferi içinde, toplanan ve bu acayip zırhlı nahoş adamı, yıldırımla vurmak için göğün ateşini bekleyen mollalara ve alimlere hitap etti: “Ben buraya, sizden orduma erzak bulmanızı emretmek için geldim. Ovada ne saman var, ne buğday! Askerlerimin de buna ihtiyacı var. Onun için ambarlarınızın kapısını açınız.” Fakat eşraf alelacele camiden çıktıkları zaman, Gobi savaşçılarını çoktan ambarlara girmiş, atlarını ahırlara sokmuş buldu-. lar. Ordunun bir kısmı çölde, içi dolu ambarın kapısında daha uzun bekleyemeyecek kadar uzun, günlerce devam eden zorlu bir yürüyüş yapmıştı. Cengiz Han camiden çıkarak, hatiplerin halkı toplayarak ilim ve mezhep meseleleri hakkında vaazlar verdikleri meydana gitti. Yeni gelenlerden biri muhterem bir seyide: “Bu adam kim?” diye sordu. Öteki sesini alçaltarak: “Sus!” dedi, “bu adam üstümüze inmiş ilahı gazaptır!” Tarihçinin anlattığına göre, Cengiz Han halka hitap^ etmesini bilen bir adamdı. Hatiplerin kürsüsüne çıktı ve Buhara halkının karşısına geçti. Önce Müslümanlara dinleri hakkında sorular yöneltti ve ağır bir tavırla da Mekke’ye kadar gitmenin hata olduğunu, zira Allah’ın kudretinin bir tek yerde değil, dünyanın her tarafında bulunduğunu izah etti. Kendisini dinleyenlerin ruh hallerini anlamakta usta olan ihtiyar Han, Müslümanların itikatlarını tahrik ederek korkularını artırdı. Cengiz, Buharalılar’a bir müşrik afet, vahşi ve garip bir kuwetin cisimleşmiş şekli gibi görünüyordu. Halbuki Buhara, surları içinde ancak zahit Müslümanlar görmeye alışmıştı. Cengiz: “Şahınızın günahları çoktur,” dedi, “ben, başka şahları nasıl ezdimse, onu da mahvetmek için Allah’ın gazabı ve afeti gibi buraya geldim. Ona ne yardım edin, ne de himayede bulunun. ” Buhara’nın zenginleri Moğolların koruması altına alındılar. Bu muhafızlar zenginleri ne gece ne gündüz yalnız bırakıyorlardı. Bunlardan bütün servetlerini getirmedikleri zannedilen bazılarına işkence edildi. Moğol zabitleri memleket şarkılarını dinlemek ve memleket dansçılarını görmek için musiki bilenlerle rakkaseleri buldurmuşlardı. Camilerde ve saraylarda ağır bir tavırla bağdaş kurmuş, ellerde kadeh, hayatları şehirde ve bahçelerde geçen bu insanların eğlencelerini seyrediyorlardı. Kaledeki muhafızlar kahramanca karşı koydular ve Moğolları gazaba sevk eden zayiata uğrattılar. Nihayet vali de, adamları da öldürüldü. Son servetler mahzenlerden, kuyulardan, gömüldükleri topraklardan çıkarıldıktan sonra, şehir halkı ovaya götürüldü. Müslüman tarihçiler, kendi milletlerinin geçirdiği bu felaketi şöyle anlatıyorlar: “Bu, müthiş bir gündü. Her tarafta birbirlerinden ebediyen ayrılmaya mecbur edilen erkeklerin, kadınların, çocukların iniltileri geliyordu. Kadınlar barbarlar tarafından kaçırılmıştı. Bu sahneleri seyreden aciz insanların ıstıraptan başka tesellileri kalmamıştı. Erkeklerden bazıları ailelerinin başına gelen bu utancı görmektense, savaşçıların üzerlerine atılmayı tercih ettiler ve mücadele ederken öldürüldüler.” Moğollar şehrin muhtelif aksamına ateş vermişlerdi. Alevler, kurumuş kilden yapılmış ve ahşap evler arasında süratle yayıldı ve Buhara’nın üzerinden güneşi örten bir duman perdesi yükseldi. Ata binmiş Moğolları yalınayak takip edemeyen esirler, yolda müthiş ıstıraplar çekerek Semerkant’a sevk edildiler. Cengiz Han, Buhara’da iki saat kalmış ve Şah’ı takip için Semerkant’a koşmuştu. Yolda Sir ordusundan bir müfrezeye ve oğullarına rast geldi. Kuzey cephesinde zapt edilen şehirleri birer birer saydılar. Semarkant, Şah’ın en korunaklı şehirlerinden biriydi. Hatta şehri çeviren bahçelerin etrafına yeni bir sur inşa etmeğe başlamıştı. Fakat Moğolların seri yürüyüşü, bu işi yarıda bıraktı. Zaten eski surlar bile oldukça korkunçtu. Bu surların kulelerle sağlamlaştırılmış on iki demir kapısı vardı. Şehri müdafaa için yirmi zırhlı fil ile yüz on bin savaşçı orada kalmıştı. Moğol ordusu, sayı bakımından muhafızlardan daha azdı. Cengiz Han, köylüleri ve Buhara’dan getirilen esirleri kendi işinde kullanmak amacıyla oraya topladı. Eğer Şah’ın adamları orada kalsaydı ve Timur Malik gibi bir adam savunma komutasını eline almış olsaydı, Semerkant daha uzun süre karşı koyardı. Fakat Moğolların seri ve düzenli hazırlıkları, Müslümanları dehşete düşürdü. Bunlar, uzaktan esir kafilelerini görünce, orduyu olduğundan çok fazla kuwetli zannettiler. Mahsurlar bir dışarı çıkma hareketi yaptılar ve Moğolların alışılmış tuzaklarından birine düştüler, hayli hırpalandılar. Bu karşılaşmada verdikleri zayiat, muhafızların maneviyatını bozdu ve imamlarla hakimler, Moğolların, surun bir kısmına hücuma hazırladıkları günün sabahı, şehrin teslimini bildirmek üzere dışarı çıktılar. Otuz bin Kankalı Türk, kendiliklerinden Moğollara katıldılar ve iltifatla karşılandılar. Bunlara da Moğol askeri elbiseleri verildi, fakat bir iki gece sonra da hepsi katledildi. Moğollar, Harzem Türklerine, özellikle kendilerine ihanet edenlere hiç güven duyamamışlardı. Moğollar, kuşatma işleri için sağlam yapılı, seçme ve usta sanat adamlarım orduya aldıktan sonra, halkın geri kalanını evlerine. dönmek üzere salıverdiler. Fakat yaklaşık bir sene sonra, bunlar da orduya davet edildiler Ye Liyu Çu Tsay, Semerkant hakkında şunları yazar: “Şehrin etrafında, birkaç yüz kilometre mesafeye kadar, meyvelikler, ormancıklar, çiçekli bahçeler uzanıyor. Su kemerleri, dereler, dört köşe havuzlar, yuvarlak göller birbirini izliyor. Semerkant hakikaten güzel bir yer... ’ ’ (Moğolların Efendisi Cengiz Han)