Pierre ve Jean - Guy de Maupassant Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Pierre ve Jean kimin eseri? Pierre ve Jean kitabının yazarı kimdir? Pierre ve Jean konusu ve anafikri nedir? Pierre ve Jean kitabı ne anlatıyor? Pierre ve Jean PDF indirme linki var mı? Pierre ve Jean kitabının yazarı Guy de Maupassant kimdir? İşte Pierre ve Jean kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: Guy de Maupassant

Çevirmen: Hakan Tansel

Yayın Evi: Ayrıntı Yayınları

İSBN: 9786053142775

Sayfa Sayısı: 188

Pierre ve Jean Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Kimler yoktur ki Maupassant’ın dünyasında: Köylüler, askerler, masalarında geviş getirip gırtlaklarına kadar kırtasiyeciliğe batmış bürokratlar, genç burjuva bohemler, hanımefendiler, taşra eşrafı, hali vakti yerinde ama gözlerini hırs bürümüş çiftçiler, açgözlü küçük burjuvalar, genelev sahipleri ve fahişeler, denizciler, rahibeler, doktorlar… 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da yaşayan hemen herkes, çürümeye yüz tutmuş bir toplum tablosunu tamamlar!

Anlaşılacağı gibi, giderek değişen dünya düzeni karşısında Maupassant’ın karamsar, daha doğrusu dehşet dolu bir bakışı vardır. Burjuva hayatına duyduğu tiksintiyle Romantizm, varolanları olduğu gibi yansıtma isteğiyle Naturalizm ve genel bir eğilim olarak da Realizm karışmıştır hikâye ve romanlarına. Paranın ve maddi değerlerin peşinde koşan burjuva insanının ahlaki sorumluluklarından sıyrılıp “iki ayaklı bir hayvana” evrilmesinden duyduğu korkular kimi zaman Poe tarzında fantastik hikâyeler yazmasına yol açacaktır…

Pierre ve Jean, Maupassant’ın en derinlikli, eleştirel bakışını toplumun ücralarına kadar genişlettiği sarsıcı romanlarından biri...

Pierre ve Jean Alıntıları - Sözleri

  • Ben dünyada sadece bilgi ve akla saygı duyuyorum, gerisi fasa fiso
  • Bu akşam neyim var diye düşündü ve zihninin içinde, yüksek ateşinin sebebini bulmak için bir hastanın sorgulanması gibi canını hangi tersliğin sıkmış olabileceğini aramaya koyuldu.
  • Gerçekten bugün bir insanın yazı yazmağa kal­kışması için ya iyice deli veya cüretkar; yahut da adamakıllı kendini beğenmiş veya aptal olması la­zımdır. Bu kadar farklı mizaçta ustalardan, bunca dahilerden sonra yapılmadık ve söylenmedik ne kalmıştır acaba? İçimizden kim daha önce az çok ben­zeri yazılmamış bir sahife veya cümlesiyle övünebilir.
  • Hayat çok tuhaf. Çocukken zaman çok yavaş geçer. Sonra bir de bakmışsın 50 yaşına gelmişsin ve çocukluğundan ne kaldıysa geriye bir kutuya sığmıştır, tozlu bir kutuya.
  • İnsan kötü bir haber alınca kendinde bir ağırlık, hoşnutsuzluk duymaz mı? İşte o da böyleydi, kedini hiç iyi hissetmiyordu. Ortada onu üzen bellibaşlı bir düşünce yoktu ama, yüreğine çöken bu ağırlık, vücudundaki bu uyuşukluk neydi, nerden geliyordu, kestiremiyordu. Bir yeri ağrıyordu ama yer belli değildi.
  • Kimse ağzını açamıyordu, düşünülecek şey çoktu ama söylenecek söz yoktu.
  • "Bazen her şeyin feda edilmesi, en güzel umutlardan vazgeçilmesi gerekir"
  • .... - Buffon'un dediği gibi- yetenek büyük bir sabırdır, bunu hiçbir zaman unutmayın. Çalışın.
  • "Hayat ne kötü! 1kez olsun 1az tat bulup kendimizi koyversek kabahat işlemiş oluyor ve daha sonra bedelini ağır ödüyoruz."
  • "Ben dünyada sadece bilgi ve akla saygı duyuyorum, gerisi fasa fiso."
  • Her insanın eğilimi bir değildir. Ben dünyada yalnızca bilgiye ve akla saygı duyarım, ötesi beş para etmez...
  • Ve hayatı böyle akıp geçmişti: tekdüze, sakin, dürüst ve sevgisiz!...
  • "Hayatın yükü acayip ağır geliyor"
  • "Hayat ne kötü! Bir kez olsun biraz tat bulup kendimizi koyversek kabahat işlemiş oluyor ve daha sonra bedelini ağır ödüyoruz."
  • Burada, asla ilişikteki romancığı savunma niyetinde değilim. Tam tersine, anlaşılmasını sağlamaya çalışacağım düşünceler daha ziyade Pierre ve Jean'da teşebbüs ettiğim psikolojik inceleme türünün eleştirisini gerektirecektir. Genel olarak Roman'ı ele almak istiyorum. Yeni bir kitabın çıktığı her sefer, aynı eleştirmenlerin aynı sitemlerine maruz kalan tek kişi ben değilim. Övgü dolu cümleler arasında aynı kalemlerden hep şunları duyuyorum: "Bu eserin en büyük kusuru, tam anlamıyla bir roman olmamasıdır." Aynı argümanla karşılık verilebilir: "Beni yargılama şerefine nail olan yazarın en büyük kusuru, eleştirmen olmamasıdır." Eleştirmenin temel özellikleri nedir gerçekte? Tarafsız, önyargısız, belli bir akımı temsil etmeyen, hiçbir sanatçı grubuna bağlı bulunmayan biri olarak en zıt eğilimlerin, en ters karakterlerin hepsini anlaması, ayırt etmesi ve açıklaması, çeşit çeşit sanatsal arayışları kabul etmesi gerekir. O yüzden eleştirmenin Manon Lescaut, Paul ve Virginie, Don Kişot, Tehlikeli İlişkiler, Werther, Gönül Yakınlıkları, Clarisse Harlowe, Emile, Candide, Beş Mart, René, Üç Silahşörler, Mauprat, Goriot Baba, Kuzin Bette, Colomba, Kızıl ve Kara, Matmazel Maupin, Notre Dame'ın Kamburu, Salambo, Madam Bovary, Adolphe, Bay De Camors, Meyhane, Sapho vs. gibi kitaplardan sonra hâlâ, "Bu bir roman, bu ise değil" diye yazmaya cesaret etmesi bana yetersizliğe çok benzeyen bir anlayışın ürünü gibi geliyor. Genelde bu eleştirmen, roman denildiğinde üç perdelik tiyatro oyunu tarzında düzenlenmiş, ilk olarak giriş, ikincisi gelişme, üçüncüsü sonuç bölümünden müteşekkil, az çok gerçeğe uygun bir macera anlar. Bu kompozisyon üslubu, aynı zamanda diğer bütün tarzların da kabul edilmesi şartıyla kesinlikle makbuldür. Bir roman yaratmak için, romanın dışına çıktığımız takdirde başka bir ad vermeyi gerektirecek kurallar mı mevcuttur? Don Kişot bir romansa Kızıl ve Kara öyle değil mi? Monte-Cristo romansa Meyhane başka bir şey mi? Goethe'nin Gönül Yakınlıkları, Dumas'nın Üç Silahşörler'i, Flaubert'in Madam Bovary'si, Bay Feuillet'nin Bay De Camors'u ve Bay Zola'nın Germinal'i arasında karşılaştırma yapılabilir mi? Bu eserlerden hangisi gerçek bir romandır? Şu ünlü kurallar nelerdir? Nereden çıktılar? Kim belirledi? Hangi ilke, hangi yetki ve mantık uyarınca? Bununla birlikte bu eleştirmenler bir romanı oluşturan ve roman olmayanlardan ayıran şeyi kati ve su götürmez bir şekilde biliyor gibiler. Bunun tek bir anlamı var: Bizzat yaratıcı olmadıkları halde belli bir akıma bağlılar ve tıpkı romancılar gibi, kendi estetik anlayışları dışında tasarlanıp gerçekleştirilmiş tüm yapıtları hor görüyorlar. Oysa akıllı bir eleştirmen, aksine, daha önce yazılmış romanlara mümkün mertebe az benzeyen ve gençleri mümkün olduğunca yeni yollara teşvik eden şeyleri arayıp bulmalıdır. Victor Hugo'dan Bay Zola'ya kadar bütün yazarlar, gayet yerinde bir tavırla kişisel sanat anlayışlarına göre yaratma, yani tahayyül ya da tetkik etmeyi mutlak ve tartışmasız bir hak olarak talep etmişlerdir. Yetenek, düşünmenin, görmenin, anlama ve değerlendirmenin özel bir biçimi olan özgünlükten doğar. Halbuki Roman'ı sevdiği romanlardan edindiği kanaate göre tanımlayarak bazı değişmez kompozisyon kuralları belirlediğini iddia eden eleştirmen, yeni bir tarz geliştiren sanatçı mizacıyla daima boğuşacaktır. Eleştirmenlik sıfatını kesinlikle hak eden biri sadece eğilim, tercih ve tutkudan uzak bir analist olmalı ve bir tablo uzmanı gibi önündeki sanat eserinin yalnızca sanatsal değerine itibar etmelidir. İnsan olarak sevmediği lakin yargı mercii olarak anlamaya mecbur bulunduğu kitapları dahi keşfedip hakkını verebilmesi için kişiliğinin her şeye açık olan bütünlüklü bir kavrayışla dolu olması gerekir... Fakat eleştirmenlerin çoğu neticede okurdan başka bir şey olmadıklarından ya bizi neredeyse her zaman haksız yere kınıyor ya da kayıtsız şartsız, ölçüsüz iltifatlara boğuyorlar. Bir kitapta sadece ruhunun doğal eğilimini tatmin etmeyi arayan ve yazardan o anki baskın zevkine yanıt vermesini isteyen okur, her zaman idealist, şen şakrak, hüzünlü, hülyalı yahut pozitif hayal gücüne uyan yapıt ya da bölümü dikkate değer veya iyi yazılmış diye niteliyor. Velhasıl okur kitlesi bize şu şekillerde haykıran birçok gruptan oluşuyor: - Avut beni. - Beni eğlendir. - Beni üz. - Beni duygulandır. - Bana hayal kurdur. - Beni güldür. - Ürpert beni. - Beni ağlat. - Düşünmemi sağla. Yalnızca birkaç seçkin zihin, sanatçıdan şunu istiyor: "Kafanıza göre, size en uygun gelen biçimde, güzel bir şey yaratın bana." Sanatçı deniyor, başarıyor veya çuvallıyor. Eleştirmenin sadece çabanın niteliğine göre takdir etmesi gerekir, eğilimlerle uğraşma hakkı yoktur. Bu zaten binlerce kez yazılmıştır, ama yine de tekrarlamak lazım. Nitekim bize hayata ilişkin, köşeleri törpülenmiş, insanüstü, şairane, duygulandırıcı, cazip ya da muhteşem bir görünüş sunmak isteyen edebi okullardan sonra, gerçeği, yalnızca ve bütünüyle gerçeği gösterme iddiasındaki gerçekçi veya natüralist bir akım geldi. Bu kadar farklı sanat teorilerini eşit bir ilgiyle kabullenmek ve içinden çıktıkları genel fikirleri a priori kabul edip yarattıkları eserleri sadece sanatsal değerleri açısından yargılamak gerekir. Bir yazarın şiirsel ya da gerçekçi bir eser üretme hakkına karşı gelmek, onu eğilimini değiştirmeye, özgünlüğünü reddetmeye zorlamayı, tabiatın kendisine vermiş olduğu göz ve zekâyı kullanmasına müsaade etmemeyi istemektir. Onu olguları güzel veya çirkin, ufak ya da destansı, zarif veya ürkütücü görüyor diye kınamak, şu ya da bu tarza uyduğu ve bizimkiyle uyuşmadığı için suçlamaktır. Bırakalım dilediği gibi anlasın, incelesin, tasarlasın, yeter ki sanatçı olsun. Bir idealisti yargılarken şairane bir galeyana gelerek ona hayalinin vasat ve bayağı olduğunu, yeterince muhteşem ya da çılgınca olmadığını kanıtlayalım. Ama bir natüralisti yargılıyorsak yaşamın gerçeğinin kitabındaki gerçekten nerede farklı olduğunu gösterelim. Bu kadar değişik akımların birbiriyle taban tabana zıt kompozisyon yöntemleri kullanmak zorunda olmaları aşikâr. İçinden müstesna ve çekici bir macera çıkarmak için sabit, kaba ve sevimsiz gerçeği değiştiren romancı, sahicilik kaygısını abartmadan olaylarla keyfine göre oynamaya, okurun beğenisini kazanmak, onu duygulandırmak ve heyecanlandırmak için onları hazırlayıp düzenlemeye mecburdur. Romanının planı, ustalıkla sonuca yönelen bir dizi dâhice düzenlemeden başka bir şey değildir. Bu düzenlemelerin bazıları, olayları en yüksek noktaya ve temel önemi haiz, kesin bir hadise olan sonun yaratacağı etkiye doğru aşamalı bir şekilde yerleştirmek suretiyle başta uyanan merakların hepsini tatmin edip ilgiye set çekerek anlatılan hikâyeyi öyle eksiksiz bir şekilde bitirirler ki ertesi gün kimse en sevilen karakterlere ne olduğunu öğrenmek bile istemez. Hayatın kesin bir görüntüsünü yansıtma iddiasındaki romancıysa, aksine, olağanüstü görünecek her türlü olaylar dizisinden özenle kaçınmak durumundadır. Hedefi asla bize bir hikâye anlatmak, bizi eğlendirmek ya da duygulandırmak değil; bizi düşünmeye, hadiselerin derin ve gizli manasını anlamaya zorlamaktır. Görmüş ve uzun uzun düşünmüş olduğu için kâinata, nesne, olay ve insanlara akılcı gözlemlerinin toplamından süzülüp gelen kendine mahsus bir tarzda bakar. Kitapta yeniden yaratarak bize aktarmaya çalıştığı şey, dünyaya yönelik bu kişisel bakıştır. Bizi hayatın gösterisi karşısında kendisinin deneyimlediği gibi heyecanlandırmak için, onu gözlerimizin önünde yeniden ve titiz bir benzerlikle canlandırması gerekir. O yüzden eserini o kadar ustalıklı, gizli ve görünürde öyle sade yazmalıdır ki planın fark edilmesi, saptanması ve niyetlerin keşfedilmesi mümkün olmasın. Bu romancı, bir macera kurgulayıp bunu sonuna kadar ilginçliğini koruyacak şekilde cereyan ettirmek yerine, karakterlerini varoluşlarının belli bir döneminde ele alarak doğal geçişlerle bir sonraki döneme kadar götürecektir. Bu yolla, kâh çevre şartlarının etkisiyle ruhların nasıl değiştiğini kâh duygu ve tutkuların nasıl geliştiğini, insanların nasıl sevip nasıl nefret ettiğini, tüm sosyal çevrelerde nasıl savaşıldığını, kentsoylu çıkarlarının, maddi menfaatlerin, aile yararının, siyasi beklentilerin nasıl kıyasıya çarpıştığını gösterecektir. Yani planının becerisi kesinlikle heyecan veya cazibeye, ilgi çekici bir başlangıç ya da dokunaklı bir felakete değil, içlerinden yapıtın nihai anlamının çıkacağı, minik ama sürekli olguların ustaca bir araya getirilmesine dayanacaktır. Etrafını kuşatan onca varlığın arasındaki özel ve son derece ayırt edici anlamının ne olduğunu göstermek için bir hayatın on yılını üç yüz sayfaya sığdırıyorsa sayısız küçük ve gündelik hadiseden lüzumsuz olanların hepsini elemeyi ve fazla keskin görüşlü olmayan gözlemcilerin farkına varmadıkları, ama kitaba asıl önem ve kıymetini veren her şeyi özel bir tarzda aydınlığa çıkarmayı bilmesi icap eder. Böyle herkesçe görülebilir olan eski yöntemden bu denli farklı bir yazı üslubunun eleştirmenlerinin okuru çoğu zaman yanlış yöne sevk ettiği ve "entrika" denen tek izlek yerine bazı çağdaş sanatçılar tarafından kullanılan bütün ince, gizli, neredeyse görünmez iplikleri fark etmedikleri anlaşılıyor. Netice itibarıyla dünün Romancısı yaşamın krizlerini, ruh ve yüreğin sivri hallerini seçip anlatırken bugünün Romancısı kalp, ruh ve aklın normal halini hikâye ediyor. Peşinde koştuğu etkiyi, yani basit hakikat duygusunu yaratmak ve elde etmek istediği sanatsal bilgiyi açığa çıkarmak, yani kendine göre çağdaş insanın gerçekte ne olduğunu ifşa etmek için sadece değişmez ve su götürmez gerçeğe dayanan olayları kullanmak zorundadır. Ancak bu gerçekçi sanatçılarla aynı bakış açısı benim sense dahi, "Mühim olan tek şey gerçektir" ifadesiyle özetlenmesi mümkün görünen teorilerinin tartışmasız kabul edilmemesi lazım. Niyetleri bazı sabit ve olağan hadiselerin felsefesini ortaya çıkarmak olduğuna göre sık sık olayları gerçeğe uygunluk yararına, ama hakikatin zararına düzeltmek mecburiyetinde kalacaklardır, zira: Gerçek olan bazen gerçeğe benzemeyebilir. Gerçekçi, şayet bir sanatçıysa bize hayatın sıradan bir fotoğrafını göstermeye değil, gerçekliğin kendisinden daha eksiksiz, daha inandırıcı ve heyecan verici bir bakış sunmaya çalışacaktır. Her şeyi anlatmak imkânsızdır; çünkü o zaman, yaşamımızı dolduran çok sayıda münferit ve anlamsız olayı sıralamak için gün başına en az bir cilt gerekecektir. O yüzden bir tercih kendini dayatmaktadır – ki bu, bütün gerçek teorisine vurulan bir ilk darbedir. Ayrıca hayat, hiç hesapta olmayan, birbirinden son derece farklı, karşıt ve uyumsuz şeylerden müteşekkildir; haşin, tutarsız ve dağınıktır; muhtelif olaylar başlığında sınıflanması gereken, açıklanamaz, mantıksız ve çelişik dertlerle doludur. İşte bu yüzden, temasını seçen sanatçı, bu tesadüfler ve lüzumsuz işlerle dolu yaşamdan sadece konusu için gerekli karakteristik ayrıntıları alacak ve geri kalan her şeyi bir kenara atacaktır. Binlerce örnekten biri: Yeryüzünde her gün kazara ölenlerin sayısı bir hayli büyüktür. Ama kazaya dikkat çekmek lazım diye anlatının ortasında başkahramanlardan birinin kafasına kiremit düşürebilir ya da onu bir arabanın tekerlekleri altına atabilir miyiz? Keza, hayat her şeyi aynı planda bırakır, hadiseleri hızlandırır veya uzattıkça uzatır. Sanatsa, tersine, hazırlıklar yapıp tedbirler almaktan, gizli ve ustalıklı geçişler kullanmaktan, yalnızca kompozisyon becerisiyle esas önemi haiz olaylara ışık tutmaktan ve gösterilmek istenen özel gerçeğin derin heyecanını yaratmak için geri kalan her şeye önem derecesine karşılık gelen vurguyu kazandırmaktan ibarettir. Dolayısıyla, gerçeği yaratmak, hadiseleri kendi karmakarışık akışları içinde kölece bir sadakatle kopyalamaya değil, olağan mantıklarını takip ederek gerçeğin tam bir ilüzyonunu vermeye dayanır. Bundan, yetenekli Gerçekçilerin daha ziyade İllüzyonistler diye adlandırılmaları gerektiği sonucuna varıyorum. Zaten hepimiz düşünce ve organlarımızda kendimizinkini taşıdığımıza göre gerçekliğe inanmak ne çocukluk! Birbirinden farklı olan gözlerimiz, kulaklarımız, tat ve koku alma organlarımız dünyada mevcut insanların sayısı kadar gerçek yaratır. Ve bu organlardan talimat alan, değişik şekillerde etkilenmiş zihinlerimiz, sanki her birimiz başka bir ırka aitmişiz gibi anlar, tahlil eder ve karar verir. Yani her birimiz sadece dünyanın bir illüzyonunu yaşarız; mahiyetine göre şiirsel, duygusal, şen, hüzünlü, pis ya da iç karartıcı bir illüzyon. Yazarın yegâne görevi, öğrenmiş olduğu ve yararlanabileceği bütün sanatsal yöntemlerle bu illüzyonu sadık bir şekilde yeniden yaratmaktır. İnsanlar arasında bir mutabakat olan güzellik illüzyonu! Değişken bir kanaat olarak çirkinlik illüzyonu! Asla değişmez gerçekliğin illüzyonu! Onca insanı çeken alçak ık illüzyonu! Büyük sanatçılar insanlığa kendi özel illüzyonlarını kabul ettirenlerdir. O yüzden, hiçbir teoriye kızmayalım; çünkü her teori, çözümlenen bir eğilimin genelleştirilmiş ifadesinden başka bir şey değildir. Bilhassa iki tanesi vardır ki çoğu zaman, ikisini de ayrı ayrı kabul etmek yerine, bunlar karşı karşıya getirilerek tartışılmıştır: Katıksız tahlil romanı ve nesnel roman teorileri. Analiz taraftarları yazarın gerçeğe ancak çok tali bir önem atfedip, hareketlerimizi belirleyen en gizli dürtüleri, ruhtaki en ufak değişimleri bile belirtmeye özen göstermesini isterler. Hakikat basit bir sınır, bir varış noktası, romanın bahanesidir. Yani onlara göre hayal gücünün gözlemle karıştığı bu kesin ve muhayyel eserleri, psikoloji kitabı kaleme alan bir filozof gibi yazmak, en uzak kökenlerden itibaren ele alarak sebepleri sergilemek, bütün isteklerin nedenlerini açıklamak ve çıkar, tutku ve içgüdülerin itkisiyle davranan ruhun bütün tepkilerini ayırt etmek gerekir. Hayatta vuku bulan şeylerin kesin bir suretini çıkarma iddiasındaki Nesnellik (ne berbat bir laf!) taraftarlarıysa, tam tersine, her karmaşık açıklamadan, sebeplere ilişkin her yorumdan özenle kaçınarak gözümüzde karakter ve olayları canlandırmakla yetinirler. Onlara göre psikoloji, gerçekte yaşamın olguları altında gizlendiği gibi, kitapta da saklı olmalıdır. Bu şekilde tasarlanan roman daha çok ilgi çeker; anlatıya hareket, renk ve can katar. Velhasıl nesnel yazarlar, bir karakterin ruh halini uzun uzun açıklamak yerine o ruh halinin o kişiye belli bir durumda kaçınılmaz olarak yaptırması gereken davranış ve hareketi ararlar. Ve cildin başından sonuna kadar karakterlerini öyle hareket ettirirler ki bütün edim ve davranışları nesnel yazarların kişisel mizacının, düşünce, istek ya da tereddütlerinin yansıması olur. Yani psikolojiyi ortaya sermek yerine saklarlar. İskeletin insan vücudunun kafesi olması gibi psikolojiyi de eserin taşıyıcısı haline getirirler. Portremizi çizen ressam iskeletimizi göstermez. Öte yandan bana öyle geliyor ki bu tarzda yazılmış bir roman samimiyet bakımından da kazanıyor. Her şeyden önce, gerçeğe daha yakın oluyor; zira çevremizde hareket halinde gördüğümüz insanlardan hiçbiri gelip bize itaat ettikleri dürtüleri anlatmazlar. Üstelik şunu hesaba katmak lazım: İnsanları izleye izleye mizaçlarını, neredeyse her şartta varolma biçimlerini öngörecek kadar kesin bir şekilde belirleyebilsek “Bu karakterdeki şu adam bu durumda şöyle davranır" diyebilsek dahi, bundan, kendine ait olan düşüncesindeki gizli gelişimlerin, bizimkilerle aynı olmayan içgüdülerinin esrarengiz taleplerinin, organları, sinirleri, kanı ve eti bizimkilerden farklı doğasının karmaşık itkilerini tek tek tespit edebileceğimiz sonucu çıkmaz. Nasıl bir dehaya sahip olursa olsun, zayıf, yumuşak, tutkusuz, yalnız bilimi ve işi seven bir adam; coşkulu, şehvetli, hırçın, her türlü zevke hatta ahlaksızlığa yatkın, iriyarı bir adamın ruh ve bedenine asla yeterince nüfuz edemeyecek, hayatının edimlerini gayet güzel öngörüp anlatabilse de bu ziyadesiyle değişik varlığın kendine mahsus itki ve duygularını anlayıp dile getiremeyecektir. Sonuç itibarıyla katıksız psikoloji yapanın elinden, farklı durumlara yerleştirdiği tüm karakterlerinin yerine kendini koymaktan başka bir şey gelmez; çünkü dış yaşamla aramızdaki yegâne bağlantı olan ve kendi algılarını bize dayatan, duyarlığımızı belirleyen, içimizde etrafı kuşatanların hepsinden temelde farklı bir ruh yaratan organlarını değiştirmesi imkânsızdır. Görüşümüzü, duyularımız sayesinde dünya hakkında edindiğimiz bilgileri, hayata dair düşüncelerimizi, mahrem ve meçhul varlığını gözler önüne serdiğimizi iddia ettiğimiz bütün karakterlere sadece kısmen nakledebiliriz. Yani bir kralın, bir katil veya hırsızın, dürüst bir insanın, bir aşüfte ya da bir rahibenin, genç bir kız yahut halde çalışan bir kadının bedeninde aslında hep kendimizi gösteririz, zira meseleyi "Ben kral, katil, hırsız, aşüfte, rahibe, genç kız veya halde çalışan bir kadın olsam ne yapardım, ne düşünürdüm, nasıl davranırdım?" diye irdelemeye mecburuz. O yüzden karakterlerimizi ancak yaş, cinsiyet, sosyal mevki ve doğanın aşılmaz bir organ setiyle çevirdiği benliğimizin diğer yaşam koşullarını değiştirerek çeşitlendiririz. Maharet bu benliğin, okur tarafından, onu saklamamıza yarayan muhtelif maskeler ardından tanınmasına izin vermemekte. Ama saf psikolojik analiz sadece tam kesinlik bakımından tartışma götürür olsa da diğer tüm çalışma yöntemleri kadar güzel sanat eserleri verebilir. Şimdi de simgeciler var mesela. Niye olmasın? Sanatçılık düşleri saygıya değer ve sanatın aşırı zorluğunu bilmeleri ve ilan etmeleri bilhassa ilgi çekici. Bugün hâlâ yazmak için epey çılgın, cüretkâr, fazla özgüvenli veya aptal olmak lazım aslında! Birbirinden çok farklı tabiatta, muhtelif yeteneklere sahip onca ustadan sonra yapılmadık ya da söylenmedik ne kaldı? Hangimiz zaten başka bir yerde yaklaşık aynı şekilde bulunmayan bir sayfa, bir cümle yazmış olmakla övünebiliriz? Biz ki Fransız yazınına tüm vücudumuzun kelimelerden müteşekkil bir hamur olduğu izlenimi vereceği kadar doymuşuz, okuduğumuzda aşina gelmeyen, en azından bu yönde muğlak bir sezgiye kapılmadığımız bir fikir ya da satıra rastlıyor muyuz? Zaten bilinen araçlarla okurlarını yalnızca eğlendirmeye çalışan biri, vasatlığın saflığı içinde güvenle, cahil ve aylak kalabalığa yönelik eserler yazar. Fakat onca asırlık geçmiş edebiyatın ağırlığını hissedenler, daha iyiyi hayal ettikleri için hiçbir şeyden tatmin olmayan ve her şeyden iğrenenler, her şeyi çoktan ayağa düşmüş gibi görenler, her zaman yapıtlarının sıradan ve lüzumsuz bir iş olduğu hissine kapılanlar, edebiyat sanatının, ancak en büyük üstatlara ait birkaç sayfanın göz önüne serdiği, kavranması imkânsız ve esrarengiz bir şey olduğunu anlamayı başarırlar. Bir solukta okunmuş yirmi dize, yirmi cümle, bizi şaşırtıcı bir ifşaat gibi yüreğimize kadar titretir; ama hemen sonraki mısralar bütün mısralara, cümleler hep aynı nesre benzer. Kuşkusuz, dâhilerin hiç bu gibi sıkıntı ve dertleri yoktur; çünkü onlar içlerinde karşı konulmaz bir yaratıcı güç taşırlar. Kendilerini yargılamazlar. Halbuki sadece bilinçli ve inatçı birer işçi olan bizler, yenilmez yılgınlığa karşı ancak sürekli çaba sarf ederek savaşabiliriz. İki kişi, yalın ve aydınlatıcı dersleriyle, bana şu "daima deneme gücünü vermişlerdir: Louis Bouilhet ve Gustave Flaubert. Burada onlar ve kendimden bahsediyorsam birkaç satırda özetlenmiş tavsiyelerinin, yazarlığa yeni başlarken genellikle sahip olunan özgüvenden nasibini yeterince almamış bazı gençlere faydalı olabileceğini düşündüğüm içindir. Flaubert'in dostluğunu kazanmadan yaklaşık iki sene önce biraz samimi bir şekilde tanıştığım Bouilhet, kusursuz oldukları ve ikinci sınıf birine ait olsalar bile yetenek ve özgünlüğün özünü içerdikleri takdirde yüz, hatta belki daha da az sayıda dizenin bir sanatçıyı meşhur etmeye yettiğini tekrarlaya tekrarlaya sürekli çalışma ve mesleğe dair derin bilginin; açık görüşlü, güçlü ve şevkli bir günümüzde, ruhumuzun bütün eğilimleriyle güzelce uyuşan bir konuyla mutlu bir karşılaşma sayesinde o kısa, eşsiz ve yaratabileceğimiz en mükemmel eserin doğumuna yol açabileceğini anlamamı sağladı. Sonra en ünlü yazarların geriye neredeyse asla tek bir ciltten fazlasını bırakmadıklarını ve her şeyden evvel, tercihimize sunulan yığınla konu arasından bütün yeteneklerimizi, tüm değerimizi ve sanatçılık gücümüzü emecek olanı bulup çıkarma şansını yakalamak gerektiğini anladım. Bilahare, ara sıra gördüğüm Flaubert de beni sevdi. Ona birkaç denememi vermeye cesaret ettim. Okuma nezaketini gösterdikten sonra: Yeteneğiniz var mı, bilmiyorum, dedi. "Getirdikleriniz belli bir zekâya delalet ediyor, fakat -Buffon'un deyimiyle- yeteneğin uzun bir sabırdan başka bir şey olmadığını unutmayın, genç adam. Çalışın." Çalıştım ve benden hoşlandığını anlayarak sık sık evine gittim; çünkü bana, şakayla karışık, talebem demeye başlamıştı. Yedi sene boyunca şiirler, öykü ve masallar yazdım, hatta berbat bir dram bile kaleme aldım. Onlardan geriye hiçbir şey kalmadı. Üstat her şeyi okuyor ve ertesi pazar, öğle yemeğinde eleştirilerini sıralayıp zihnime uzun ve sabır isteyen derslerinin özetini yavaş yavaş kazıyordu. "İnsanda bir özgünlük varsa her şeyden önce onu açığa çıkarmalı, diyordu, yoksa da bir tane edinmeli." -Yetenek uzun bir sabır ister.- Mesele, ifade etmek istediğimiz her şeye, başka hiç kimse tarafından görülmemiş ve söylenmemiş bir yön keşfetmeye yetecek kadar uzun ve dikkatli bakmaktan ibaret. Her şeyde, keşfedilmemiş bir yan vardır; çünkü gözlerimizi ancak incelediğimiz şey hakkında bizden önce düşünülenlerin anısıyla beraber kullanmaya alışığız. En ufak bir şeyde dahi biraz meçhul bir taraf mevcuttur. Onu bulalım. Yanan bir ateşi, ovada bir ağacı betimlemek için o ağaç ve ateşin karşısında, o, bizim için artık başka hiçbir ağaca benzemez oluncaya kadar duralım. İşte, bu şekilde özgün olunuyor. Ayrıca, bütün dünyada birbirinin tıpatıp aynı iki kum tanesi, iki sinek, iki el veya burun var olmadığı gerçeğini ileri sürerek beni birkaç cümlede bir insan ya da nesneyi net bir şekilde anlatmaya, onları aynı tür ve cinse dahil diğer bütün insan ve nesnelerden ayırt etmeye zorluyordu. "Kapısında oturan bir bakkal, piposunu tüttüren bir kapıcı ya da bir fayton durağının önünden geçerken o bakkal ve kapıcıyı, duruşlarını, imge marifetiyle tüm manevi niteliklerini de kapsayan bütün fiziksel vechelerini gösterin bana" diyordu. "Öyle ki onları başka hiçbir bakkal veya kapıcıyla karıştırmayayım. O faytonun atının, önden giden ya da peşinden gelen diğer elli ata niye benzemediğini tek kelimeyle anlatın." Onun üslup hakkındaki düşüncelerini başka yerde açıkladım. Az evvel ele aldığım gözlem teorisiyle yakından alakalı. Ne söylenmek istenirse istensin onu ifade edecek tek bir sözcük, canlandıracak tek bir fiil ve niteleyecek tek bir sıfat vardır. O yüzden bu kelime, yüklem ve sıfatı keşfedene kadar aramak ve asla yaklaşık olanla yetinmemek gerekir; zorluktan kaçınmak için, işe yarasa bile hilelere, dil şaklabanlıklarına başvurmamak lazım. Boileau'nun şu dizesi uygulanarak en hassas şeyler ifade ve tercüme edilebilir: "Gücü öğretti yerinde bir sözcükten." Düşüncenin bütün nüanslarını tespit etmek için bugün bize sanatsal yazı adı altında dayatılan tuhaf, karmaşık, kalabalık ve Çin işi kelime dağarcığına hiç lüzum yok; fakat bir sözcüğün değerindeki her değişikliği, işgal ettiği yere göre son derece bilinçli bir şekilde yakalamak gerek. Anlamı neredeyse kavranamayan daha az isim, fiil ve sıfat, ama farklı kurulmuş, zekice kesilmiş, bilgece ses ve ritimle dolu, değişik... daha çok cümle kullanalım. Kendimizi nadir terim koleksiyoncusundan ziyade, müthiş tasarımcılar olmaya zorlayalım. Esasında cümleyi keyfince işlemek, ona her şeyi, ifade etmediklerini bile söyletmek, kelimelere dökülmemiş art niyet ve imalarla doldurmak, yeni deyişler icat etmekten veya eski, tanınmamış kitapların dibinde, hem kullanma alışkanlığını hem de manasını yitirdiğimiz bizim için ölü söz gibi olan onca kelimeyi aramaktan daha zordur. Zaten Fransız dili özenti yazarların bulandıramadıkları ve asla bulandıramayacakları duru bir sudur. Her asır bu berrak akıntıya kendi tarzını, iddialı arkaizmini ve süslü anlatımını atmış, ama o fuzuli teşebbüslerden, aciz çabalardan hiçbiri baki kalmamıştır. Bu dilin yapısı gayet açık, mantıklı ve canlıdır. Zayıflatılmaya, karartılmaya veya çürütülmeye izin vermez. Bugün soyut kavramlardan sakınmadan imgeler üretenler, temiz camlara yağmur ya da dolu yağdıranlar, meslektaşlarının sadeliğine de taş atabilirler! Bir bedeni olan meslektaşlarını vurabilirler, fakat bedene sahip olmayan yalınlığa asla erişemezler.

Pierre ve Jean İncelemesi - Şahsi Yorumlar

#1001kitap~~~: Guy de Maupassant, doğalcılık akımına bağlı Fransız öykü ve roman yazarı olup, öykü alanında Fransa'nın en büyüklerindendir. Parisli 1borsa oyuncusunun oğlu olarak Miromesnil şatosunda!!! dünyaya geldi. İlk eğitimini Kilise'den aldı. 13 yaşında gönderildiği İlahiyat okulundaki yaşama ısınamadığı için kurallara aykırı davrandı. Böylece kendisini okuldan kovdurdu.(Bence hayatının dönüm noktası) Daha sonra hukuk eğitimi alıp, gönüllü olarak savaşa katılarak, Donanma Bakanlığında işe girdi, fakat yazar olmak istediği için sonrasında Eğitim Bakanlığına geçmiştir, bence hayatı çok ilginç yazarın ( en sevdiğim :-))) ilginç yazarlar), canlı ve taşkın 1kisiliği olan Maupassant, Flaubert ten edebiyatta iyi olması için, çok fazla destek almıştır... Pierre ve Jean, Maupassant’ın en derinlikli, eleştirel bakışını toplumun ücralarına kadar genişlettiği sarsıcı romanlarından 1i ki hikaye bilindik 1durumla başlayıp o kadar ilginçleşti ki Habil ile Kabil olayından aile içi sırlarla parçalanmaya vardı, hiç beklemediğim 1yerden bağlayıp hiç beklemediğim 1sonla kitabı bitirdi. Hikayemiz 2kardes olan Pierre ve Jean in aile dostları tarafından küçük çocuğa miras bırakarak olayın kilit noktası ve tüm hayat ve durumlarla yüzleşme, büyük çocukta kıskançlıkla başlayan 1olayin getirdiklerinden kuşkuya dönüşen 1hikaye oldu ve her durumu öyle 1bağladi ki, 19.yüzyılın 2.yarısında Fransa’da yaşayan hemen herkes, çürümeye yüz tutmuş 1toplum tablosunu tamamlayarak, kadin durumlarına, hayattaki mutluluğu saflığa bağlayarak benim için yine kısa ama etkisi büyük 1kitap oldu... Kitabı okumaya başladığımda okadar çok kızdım ki karaktere tüm olay ve imalarda bukadar olmaz ki derken olayı bana ters yöne çeviren usta 1kalemle tanışmış oldum resmen hemen okuyup yutasim geldi kitabı. Yazar kendi hayatında da bol bol deniz seyahatleri yapmış ve hatta karsi cinsle alakalı sıkıntılar da yaşadığından olsa gerek ki kitapta deniz ve kadınlar hakkında epeyce bahsetmiş ve hatta kadınlar hakkındaki görüşleri çoğu yerde sinir bozucuydu. Hikaye içinde de kişiliklere verdiği zıt karakterlerde de kardeşler ya da eşlerde olduğu gibi kendi içindeki durumları yansıtmış, hatta 1donem hayatındaki psikolojik sorunlardan dolayı da kendini öldürmek isteyip 1oykusunde de deliliğin belirtilerinin nasıl başladığına dair öykü de yazmış ve en nihayetinde intihara kalkıştıktan 1sure sonra da ölmüştür... Pierre ile Jean ölmeden önce okunması gereken 1001kitap arasındadır ve kesinlikle tavsiyemdir, ben yazarı okumaya zevkle devam edeceğim hemen daha kaç 1001kitabi var diye baktım ki 2kitap kütüphanede bekliyor :-))))) (Ayşe...)

Jean ve Pierre kardeşler fakat nasıl kardeşler ? Pierre annesinin sırrını öğreniyor. Güzel bir romandı. Kısa ve akıcı. Direk fransızca olarak okudum elimde orijinali mevcut olduğu için. Beğendim. ~~ Jean’e bir adamdan miras düşüyor. Anne babası araştırdıklarında eski arkadaşlarından geldiğini ve o arkadaşları onları çok sevsiği için mirası Jean çoçuklarına bıraktıklarını düşünüyorlar (Pierre ve babası) fakat Annesi nedenini daha iyi biliyor.. Pierre düşünmeye başlıyor neden ona miras gelmediğini, sonuçta Jean kardeşinden daha büyük. Şüphelenmeye başlıyor, araştırıyor ve aslında o adamın kardeşinin babası olduğunu anlıyor. Annesi yıllardır bu sırrı saklamış fakat Pierre bunu fark ediyor ve annesine kötü davranmaya başlıyor. Jean olayı fark edince, tatsızlık çıkmaması için doktor olan Pierre kardeşine Amerikadan iş buluyor ve onu kendilerinden uzaklaştırıyor yıllardır babası zanneden Mr. Roland fark etmesin diye.. ~~ Üzücü bir hikaye.. (KitaplarlaHuzurum)

Maupassant'ın 1887 senesinde kaleme aldığı 'Pierre ve Jean' romanını sıradışı kılan; yazarın, insanların akıllarından geçen belki somut olarak da gördükleri huzursuzluklarını sonra insanların birbirlerine olan güvensizliklerini, olay örgüleriyle ve harcanan zihinsel eforlarla okuyucuya sunabilmesidir, Pierre ve Jean iki kardeşdirler fakat bunların muhtelif önsezi alışverişleriyle birlikte paranoyanın da ayyuka çıkması, okuyucuya ruhsal sıkıntıların bereketli olduğu bir kısa roman takdim ediyor. Bence bu romanın yazılma amacı yazarın, dönem Fransa toplumunda hep örtbas edilmiş aile sorunlarına dem vurmaktır. Bunun yanı sıra egemen sınıfın riyakarlıklarını betimlemeden kaçınmamıştır, yazar. Güzel bir klasik eseridir. İyi okumalar... (Black Garden)

Pierre ve Jean PDF indirme linki var mı?

Guy de Maupassant - Pierre ve Jean kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Pierre ve Jean PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Guy de Maupassant Kimdir?

Doğalcılık akımına bağlı Fransız öykü ve roman yazarıdır. Öykü alanında Fransa'nın en büyüklerindendir. Parisli bir borsa oyuncusunun oğlu olarak 5 ağustos 1850'de Dieppe kenti yakınlarındaki Miromesnil şatosunda dünyaya geldi. Guy de Maupassant, burada Normandiya bölgesini ve köylülerinin yaşamını yakından tanımak fırsatını buldu. İlk eğitimini Kilise'den aldı. 13 yaşında gönderildiği İlahiyat okulundaki yaşama ısınamadığı için kurallara aykırı davrandı. Böylece kendisini okuldan kovdurdu. Öğrenimini Rouen lisesinde tamamladı.

1869'da Paris'te hukuk okumaya başladı. Fransa ile Almanya arasında savaş çıkması üzerine öğrenimine ara verdi. Gönüllü olarak savaşa katıldı. 1870'de seyyar jandarma birliğinde asker oldu. Maupassant, o dönemde tanığı olduğu olayları, yaşadıklarını, gözlemlediklerini daha sonra kaleme aldığı birçok öyküsünde anlattı. 1871'de terhis olduktan sonra Paris'te hukuk öğrenimini sürdürdü.Babasını yardımıyla Donanma Bakanlığı'nda bir iş buldu. Atlet yapılıydı, iyi yüzer ve kürek çekerdi; yalnız aklı denizcilikte değildi; yazar olmak istiyordu. 1879'da da Eğitim Bakanlığı'na geçti. Canlı ve taşkın bir kişiliği olan Maupassant, hayatın zevklerine ve çalışmaya aynı coşkuyla sarılmıştı. Şair Louis Bouilhet, onun ilk şiir denemelerini teşvik etti. Yaşamını kazanmak için çalışmaya başladığı Bakanlıklarda bürokrasi dünyasını tanıdı. Böylece bürokratların bulunduğu ortamı gözlemlemek fırsatını buldu. 

Maupassant'ın yazarlık hayatı, 1871'den sonra başladı. Şiirler yazdı (Le Mur, Au Bord de l'Eau). 1871 ile 1880 arasında, özellikle, annesinin çocukluk arkadaşı romancı Gustave Flaubert'in etkisinde kaldı. Flaubert, Maupassant'ı iyi bir yazar olarak yetiştirmek için çok çalıştı. Ona gerçeği değişik bir bakışla gözlemlemeyi, yalnız gördüklerini ve duyduklarını yazmayı öğretti. İlk yazdıklarını okuyup düzeltti. Flaubert, onu Emile Zola, Ivan Turgenyev, Edmond de Goncurt ve Henry James gibi ünlü yazarlarla tanıştırdı. Flaubert'in 1880'de beklenmedik ölümü, Maupassant'ı çok derinden etkiledi.

1880'de, Flaubert'in ölümünden bir ay önce, aralarında Emile Zola'nın da bulunduğu natüralist (doğalcı) bazı yazarların öykülerinin toplandığı "Les Soirées de Médan" (Médan Akşamları) adlı kitapta Maupassant'ın da bir öyküsü yer aldı (Boule de Suif - Kartopu - İs Yumağı). Bu öykü, Maupassant'a ilk büyük başarısını getirdi ve onun öykü yazarlığına olan eğilimini ortaya çıkardı.

Maupassant, 1880'den 1891'e kadar, 18 kitapta toplanan yaklaşık 300 öykü ile 6 roman yayımladı. Romanları şunlardır: Bir kadının yaşamı boyunca uğradığı hayal kırıklıklarını anlatan ve ilk romanı olan "Une Vie" (Bir Hayat - 1883), "Bel Ami" (Güzel Dost - 1885), "Mont Oriol" (Oriol Dağı - 1887), "Pierre et Jean" (Pierre ile Jean - 1888), "Fort Comme la Mort" (Ölüm Gibi Kuvvetli - 1889) ve "Notre Coeur" (Kalbimiz - 1890).

Maupassant, en güzel öykülerini, 1881 ile 1886 arasında yazdı. Elde ettiği başarılar, ona yüksek sosyetenin kapılarını açtı. Son romanlarında, yüksek sosyeteye ilişkin yaşantılarını anlattı. Bu romanlar, doğrudan doğruya, Maupassant'ın karşı cinsle olan ilişkilerinin verdiği sıkıntılardan esinlendi. Öykü kitaplarından elde ettiği gelirle "Bel Ami" adlı bir yata sahip oldu. Maupassant, bu yatla Akdeniz'de geziler yaptı ve yolculuk izlenimlerini 1884'te yayımlanan "Au Soleil" (Güneşte), "Sur l'Eau" (Denizde - 1888) ve "La Vie Errante" (Serseri Hayat - 1890) adlı öykülerinde anlattı.

Maupassant, genç yaşında baş ağrılarından şikayet etmeye başladı. Hastalığı, 1884'ten itibaren, zihin yorgunluğunun ve gördüğü hallüsinasyonların etkisiyle gittikçe artıyordu. Sağlık durumu günden güne bozuluyordu. Ne olduğunu bilmediği ve kendisine düşman bellediği bir varlığı hep yanı başında hissediyor ve ölüm düşüncesi sürekli olarak aklını kurcalayıp duruyordu.

Guy de Maupassant, 1887 yılında yayımlanan "Le Horla" adlı öyküsünde, delilik belirtilerinin nasıl başladığını ve insan üzerinde ne gibi değişiklikler meydana getirdiğini anlattı. Bu kitap yayımlandıktan sonra, iyileşmek ümidiyle, uzunca bir deniz yolculuğuna çıktı. Yolculuktan döndükten sonra "Pierre et Jean" adlı romanını tamamladı. Daha sonra "Notre Coeur" adlı romanı kaleme aldı. 1890'da yayımlanan "La Vie Errante" adındaki yapıtından sonra da pek bir şey yazamadı. Sağlık durumu da adamakıllı bozulmuştu. Fazla ilâç almak yüzünden o iriyarı bedeni ve zihni yıpranmıştı. 1892'nin Ocak ayında kendini öldürmeye kalkıştı. Ağır hasta olarak Paris'e getirildi ve bir sağlık yurduna yatırıldı. Maupassant, 1893 yılında iyileşemeden öldü. Paris'teki Montparnasse mezarlığına gömüldü.

Guy de Maupassant Kitapları - Eserleri

  • Mutluluk
  • Aşk Başkadır
  • Güzel Dost
  • Hasırcı Kız
  • Gezgin Satıcı
  • Seçilmiş Hikayeler
  • Ölümden Acı
  • Ay Işığı
  • Gündüz ve Gece Hikayeleri
  • Bir Hayat
  • Serseri Aşklar
  • Küçük Asker
  • Sol El
  • Le Horla
  • Yağ Tulumu
  • Madam Tellier'nin Evi
  • Pierre ve Jean
  • Tombalak
  • Öyküler
  • Aşklarımız
  • Horla ve Karanlık Öyküler
  • Otel
  • Gönül Öyküleri
  • Jules Amcam
  • Seçme Öyküler
  • Bir Mucizedir Yaşamak
  • La Parure
  • Dönüş
  • Gerdanlık ve Diğer Öyküler
  • Lanetli El
  • Seçme Hikayeler
  • Parisli Bir Burjuvanın Pazar Gezintileri
  • Seçilmiş Hikayeler Cilt 1
  • İnci Hanım
  • Takı
  • Mücevherler
  • The Diamond Necklace
  • İşte Geldim
  • At Üstünde
  • Yasak Aşk
  • Horla / Miras
  • A Dead Womans Secret The Vendetta- Alexandre-A Duel
  • Matmazel Fifi
  • Kazazede
  • Toparlak
  • Sicim
  • Seçilmiş Hikayeler 2. Cilt
  • Femme Fatale
  • Sevgi Dalanları

Guy de Maupassant Alıntıları - Sözleri

  • “Neredesin mantık, ahlak ve sağduyu” (Küçük Asker)
  • "Sevgili özgürlük tutsana elimizi, sahip çıksana kendi davana!" (Yağ Tulumu)
  • "İnsan gerçekten kendisi için yaratıldığını sandığı bir varlığa rastladığı için mi sever, yoksa yalnızca sevme yeteneğiyle doğduğu için mi?" (Aşklarımız)
  • Yoksul insanların birbirlerine yardım etmeleri gerek... Savaşı kodamanlar yapıyor. (Toparlak)
  • Gerçekten de ister Prusyalı, ister İngiliz, ister Polonyalı, ister Fransız olsunlar, insanları öldürmek iğrenç değil mi? Size kötülük etmiş birinden öç almanız kötü bir şey adamı hapse tıkmaları da bunu gösterir; ama yavrularımızı tüfeklerle av hayvanları gibi öldürmeleri iyi bir şey mi ki en çok öldürenlere nişanlar veriyorlar? Hayır, bunu hiçbir zaman anlamayacağım! (Ay Işığı)
  • Savaş başka, barış başka. (Toparlak)
  • Sadece, gerçekte anlamlandıramadıklarımızdan korkarız. (Horla ve Karanlık Öyküler)
  • Janna fikirləşməyə başladı; qəlbinin dərin ümidsizliyində nəşənin, eşqbazlığın nəticə etibarilə aldadıcı olduğunu düşündü. (Bir Hayat)
  • (…) şu neşe saçan günün doğuşuna bakarken, böyle şafakların söktüğü şu yeryüzünde ne sevincin, ne de mutluluğun bulunmayışının nedenini düşünüyordu. (Bir Hayat)
  • Çocuklar bilmezler ki...Yaşanacak günler ne kadar az! (Jules Amcam)
  • Hasta düşünceler, bedeni humma ateşinden yada veremden daha çok yer bitirir (Le Horla)
  • Yasallık kazanmış aşk, vurdumduymaz aşk üzerinde her zaman üstünlük havaları takınır.. (Le Horla)
  • Karanlıkta korkunç dramlar olur. (İşte Geldim)
  • Ben yaşamımı onlardan almıştım. Fakat yaşam, verilen bir armağan mıdır? Herhalde benimki bir ezinç yükünden başka bir şey değildi. (Seçme Öyküler)
  • Kimseyle görüşmemek,dirsek dirseğe gelmemek ,çarpışmamaktan dolayı derisi, manevi derisi pek duyarlı ve nazik bir duruma gelmişti. (Bir Mucizedir Yaşamak)
  • "Yavrum, sevgili yavrum! Zavallı yaratıklara karşı daha yumuşak ol. Yaşam yeterince hoyrat ve yırtıcı..." (Gezgin Satıcı)
  • Ölümün karşısında ne yapabilir ki insan ? (Güzel Dost)
  • "What would you have? It is only Nature!" "Yes, but I say that Nature is our enemy, that we must always fight against Nature, for she is continually bringing us back to an animal state.” (The Diamond Necklace)
  • “Anılar beni böyle yapıyor. Zamanı geçen şeyleri sevsen de yok et! İnsan tamamen unuttuğu insanlarla beklemediği anlarda tekrar karşılaşıyor yoksa! Onları bir kez daha gördüğünü, seslerini işittiğini sanıyorsun, bu da korkunç bir etki bırakıyor. (Bir Hayat)
  • Ömrümüzün büyük azabı ebediyen yalnız olmamızdan doğuyor. Bütün gayretlerimiz, bütün hareketlerimiz sadece bu yalnızlıktan kaçmak içindir. Şunlar, şu çatısız sıra aşıkları da bizim gibi, bütün mahluklar gibi bir dakikacık olsun yalnızlıklarını dindirmeye çalışıyorlar. Fakat daima yalnızdırlar, daima yalnız kalacaklardır. Biz de öyle. (Seçme Hikayeler)