Suskunlar - İhsan Oktay Anar Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Suskunlar kimin eseri? Suskunlar kitabının yazarı kimdir? Suskunlar konusu ve anafikri nedir? Suskunlar kitabı ne anlatıyor? Suskunlar kitabının yazarı İhsan Oktay Anar kimdir? İşte Suskunlar kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: İhsan Oktay Anar

Yayın Evi: İletişim Yayınevi

İSBN: 9789750505386

Sayfa Sayısı: 269

Suskunlar Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Eflâtun rengi hayaller kuran bir "suskun"un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin "gerçekliği"nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. 

Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin "nefesini üfleyen" ve ona "can veren" bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri... Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar'ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır.

Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi.

"Suskunlar"ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de "suskunlar"dan biri olacaksınız...

Suskunlar Alıntıları - Sözleri

  • "Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı."
  • Sevilmemek, ölüm kadar korkunç gibiydi.
  • ‘Göz’ün vazifesi sadece ‘görmek’ değil, hakikati görmektir. Hakikati gören bir göz, artık başka bir şeyi göremez.
  • "Ölmek aslında, içindeki şarabı tamamen döküp billûr kadehi boşaltmak gibi, her şeyi ebedîyen unutmak ve artık hiçbir şey bilmemek demekti."
  • Ve sessizliği sessizce dinleyenlerden oldu…
  • Söylentiler doğruysa, Bursalı’nın sol omzundaki günâhlarını yazan melek dile gelerek günâh yazmaktan artık bîtap düştüğünü, bu fena işlerden artık vazgeçmesi gerektiğini lisân-ı münâsiple söylemişti.
  • Yüzünde o gülümseme eksilmediğine göre, herhalde kendine göre mutluydu. Kim bilir ?
  • Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.
  • "Kusur, benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı."
  • Sabaha karşı yediği yemeğin ardından Âsım, genellikle ikindiye kadar uyurdu.

Suskunlar İncelemesi - Şahsi Yorumlar

İnsan biraz herkes,biraz hiçbiridir.: Yazarımız bu eserini tarih(osmanlı tarihi),tasavvuf,fıkıh,musiki ve semavi dinlerin kutsal kitapları(Tevrat,İncil,Kuran)çevresinde kurgulamış. Okur bu kitabı okumak istediğinde eğer genel bir bilgisi yoksa yukarıdaki paragrafta bahsedilen ilimler hakkında bir kurgu roman okuyor olsa bile fikir sahibi olacaktır çünkü bu kitap ansiklopedik bir roman.. Kitaba konu olan olaylar 3.Ahmet zamanında yani meşhur Lale Devri diye dönümlenmiş zaman diliminde geçiyor.Osmanlı tarihinin o hani şatafatlı ,lüx ve debdebeli olarak anlatılan,Osmanlının savaşlara son verip içine kapandığı,saraylar ,köşkler ve lale bahçeleri yaptığı dönemde geçen bir konuyu ele alıyor.Lale devriyle örtüşen bir konu ve Osmanlının müzik bağlamında eğlence hayatı anlatılıyor aslında.. Kitabı okurken satır aralarında yoğun olarak düşünmeye başlıyor insan ,sona geldiğinde de artık karar veriyor okuyucu,bu kitabı yazan kişi aynı zamanda Osmanlı Klasik Dönem Eğlence Anlayışı üzerine bir makale,tez yazabilecek yetkinlikte.. Öykümüzün şehri İstanbul ve mekanlar Galata Mevlevihanesi(Karaköyün yukarısı yani tünel girişi), Çemberlitaş,Ayasofya..Öykü boyunca İstanbul’u bilenler için zaman kapsülü içerisindeymişcesine adeta sevdiğiniz şehiri geziyor gibisinizde… Öyküyü okurken madde ve ruh âlemi arasında sık sık geçişler yapıyoruz kahramanların serüvenleri boyunca ve kitap içinde bir zamanlar Hayalet Avcıları çizgi filmini izleyenlerin anımsayacağı sahneleri aratmayacak kadar başarılı kurgulanmış hayalet yakalama sahneleri de mevcut.. Öykünün temposu hiç düşmüyor diyebilirim.. İhsan Oktay Anar’ın bu kitabı içerisinde de kadın olgusu belli bir şahsiyet üzerinden anlatılması tercih edilmemiş.Kadın ya Avrat Pazarı’nda satışa çıkmış,ağzı burnu , kaşı yerinde,edalı bakışlı bir Çerkez güzeli ya da Kuran’da ‘O’ndan yaratılmış eşi(Havva kasdedilen)başkaca bir cismi yok bu öykü içerisinde kadınların..Bol bol kulağından burnundan kıllar fışkıran,basur illetine yakalanmış ve duymaya alışık olmadığımız yerlerinde memecikler sahibi,çalgıcı erkeklerin serüvenlerinin anlatıldığı eril bir roman bu kitap..Kadın düşünen,serüven yaşayan varlığıyla değil sevilmekten başka hiçbir vasfı olmayan bir eleman olarak Anar kitaplarında yer alıyor hemcinsim ve yazar adına bence bir eksiklik.. Bir röportajında İOA (yazarımız)kendisini ‘kimliksiz’ olarak tanımlamış.Bu nedenle inceleme başlığını Borges’in bir cümlesi olarak seçtim bana soracak olursanız yazarımız kimliksiz değil ‘ruhu yedi iklime açık insanlardan’ deyimiyle tanımlardım… Okur olarak bu zamana kadar yaptığım okumalar boyunca da insanın kendisini tahlil etmesi konusunda kullanılan vasıf yükleyici kelimeler aslında kendini bir sınırlama zaten gerçek bir okur sürekli gelişim çağındadır ve değişimlere açıktır zamanın adamı olmamanın yolu da budur.. Eski Türkler İslamiyete geçtikten sonra eski inançlarını(Gök,Şamanizm,Atalar kültü) devam ettirmişler bu izleri yoğun olarak çeşit çeşit sosyal hayatın içerisinde yer verdikleri tarikatlarlardan da anlayabiliyoruz.Zannedildiği gibi şeyhler ve dervişler bize Arap kültüründen geçmiş olmayıp atalarımızdan mirastır.Şaman din adamları Eski Türkler’de çok önemlidir müslüman türkler de de her tarikatın bir şeyhi vardır..Kitap konusu itibariyle başından sonuna gizemli bir ruhun serüvenini konu alıyor tıpkı şamanlığın konusunun iyi ve kötü ruhlardan ibaret olması gibi.. Yazarımız bu eserini kaleme alırken sanki okurlara Tevrat,İncil ve Kuran’ı karşılaştırmalı nasıl okutabilirim diye düşünmüş ve olay örgüsünü kutsal kitaplardan metin ve ayetler ile süslemiş. Müziksever okurlar nağmelerin ruhları üzerindeki etkisini bilmesi hasebiyle bu romanla herkesten fazla bağ kurabilecekdir. Fa notasının yarım tiz noktasının fadiyez olduğunu bilmeyenler haricinde herkes okumalı derim.. (Umay Han)

"Sussam Gönül Razı Değil": Her şeyin zıttı ile kaim olduğu şu âlemde, Suskunlar’ı anlatabilmek için konuşması gerekiyordu birilerinin. Bu maksadı hâsıl eylemek niyetiyle aldım sazı elime. Sâkitini, kimi zaman dilsiz şeytan kılan kimi zamansa Hakk’a ulaştıran sade ama çetrefilli ‘susmak’ eylemi üzerine temellendirilmiş olan bu kitabı konuşmak zor olacak. Biliyorum, “söylesem tesiri yok” ama “sussam gönül razı değil.” Kitabın; Yegâh, Dügâh ve Segâh adlı üç bölümden oluştuğunu söylemem, sanırım musikî ile ne kadar hemhal olduğunu anlamamıza kâfi gelir. Fakat bu konuya değinmeden evvel yazarın kitap boyunca ustalıkla kullandığını düşündüğüm iki öğeden bahsetmek isterim: Bunlardan biri betimleme, diğeri ise ironi. Yazarın, kitap boyunca beş duyuya birden hitap eden kuvvetli betimlemeleri hayranlık uyandırıcı. Sözgelimi, anlatılan bir çarşı kalabalığını sadece okumuyor tıpkı oradaymışçasına tüm coşkusuyla yaşıyorsunuz. Kâh kırmızı serpuşlu Yahudi bir tüccarla göz göze geliyor kâh denizden henüz çekilmiş ağlardan alınıp tezgâhlarda teşhir edilen taze balık kokusu karışıyor soluğunuza kâh başındaki tepside rengarenk macun satan sıska oğlanın gül macununun tadını duyumsuyorsunuz. Bir yandan göbeğiyle aranızda sadece birkaç santim olan şerbetçinin belindeki kemere asılmış gümüş tasların 'tın tın' sesleri kulağınıza dolarken beri yandan bozuk mallarını satmaya ant içmişçesine bağıran envai çeşit çığırtkan satıcının sağlı sollu doldurduğu çarşıyı kimseye çarpmama ihtiyadıyla telaş içinde arşınlıyorsunuz. Yazarın ustaca bulduğum bir diğer yönü ise kitaba baştan sona hakim olan İronik yaklaşımı. Yazar bu yaklaşımını bilhassa taklidi imandan tahkiki imana ulaşamamış, dogma inançlara sahip kesim üzerinden sergiliyor. Örneğin, verdiği vaazda okuduğu âyetin etkisiyle döktüğü gözyaşları henüz kurumadan muhaliflerine küfürler savuran vaizleri bu yaklaşımla ele alıyor. Çıkarcıları, ömrü hayatında vaftiz olduğundan bu yana vücudu su yüzü görmeyen pasaklıları, malını başkasına kazara yedirdiği için inme inen cimrileri ve daha birçoklarını... Müziğin insan ruhuna olan etkisinin yadırganamaz bir gerçek olduğu konusunda hemfikiriz sanırım. Kitap da bunu tasdik edercesine musikî bir şölen sunuyor okuruna. Belki de İbrahim dedenin söylediği gibi Adem'e üflenen yaşam nefesini soluyoruz hâlâ hepimiz. Ve hepimizin bir yaşam şarkısı vardır. Zira üflenen nefes değil, nağmelerdir belki de. Yaradanın, yegâh makamından başlayıp heftğah makamında es verdiği terennümlerle yarattığı bu âlemde, birer yaradılan olarak musikiden etkilenmemiz gayet tabii aslında. Yaradılışımızdaki bu musikîye aşinalık sebebiyle kitabı okurken Eflâtun’u sağır ve dilsiz bırakan ney ıslığını biz de işitiyor, Veysel Bey'in armudi kemençesinden dökülen içler acısı hüzzamla hüzünleniyoruz. Kitap dilinde bolca eski kelimeler kullanılmış. Bunun muhtemel sebebinin, kitap içerisinde eski tarihin anlatılması olduğunu düşünüyorum. Şahsen eski lisana olan alâkamdan ötürü yazarın dili beni zorlamadı ve yormadı. Tüm bunların yanı sıra yazarın karakterleri için seçtiği isimlerin de gelişigüzel seçilmediği çok açık. Ayrıca mahkumlar, paşalar, dervişler vb toplumun her kesiminden insanı; zindanlar, konaklar, dergâhlar vb pek çok farklı mekânı harmanlaması kitabı zenginleştiren bir başka unsur bana kalırsa. Ve en nihayetinde kahinden şeyhe, Tağut’tan Lazar'a, Batın’dan Zahir’e, Eflâtun'dan daha birçoklarına herkesin sustuğu bu demde bize de susmak yakışır. Susmak, ne çok konuşmak... (Sümeyra Özat)

Kitabın Yazarı İhsan Oktay Anar Kimdir?

Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde tamamladıktan sonra, aynı bölümden 2011 yılında öğretim üyesi olarak emekli oldu.

1995 yılında yayımladığı Puslu Kıtalar Atlası isimli ilk romanı, yirmiden fazla dile tercüme edildi ve hem içerik hem biçim olarak pek ilgi görüp beğenildi. Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri adlı romanı da İngiltere'de tiyatro oyunu olarak uyarlandı ve sahnelendi.

Anar, 2009 yılında Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü.

İhsan Oktay Anar, 1960 yılında İstanbullu bir ailenin en küçük çocuğu olarak Yozgat'ta dünyaya geldi. Babası Mehmet Sait Bey, TEKEL'de müskirat eksperi, annesi Bedia Hanım ise memurdur. Süheyla ve Füruzan adlarında iki ablası vardır. Anar'ın ataları, 1893'te Kazan'dan İstanbul'a gelmiştir. Büyükbabası Abdullah Almaçov, ilahiyat tahsili yapmak için Fatih Medresesi'ne gitmiş ve burada müderrislik yapmıştır. 3 Mart 1924'te, Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu ile medreselerin kapatılması sonucu medreseden ayrılmıştır. İstanbul'a yerleşen Anar'ın büyükbabası, Soyadı Kanunu ile "Anar" soyadını almıştır. İhsan Oktay, bu olayı şöyle anlatır:

"...Anar soyadını amcam bulmuş. Amcam bir Rum kadınına âşık olmuş, ama kadın ona karşılık vermemiş ve 'Seni hiç unutmayacağım, daima anacağım.' adında (anlamında) Anar soyadını seçmişler..."

Anar, babasının mesleği gereği ilk ve ortaokulu İstanbul'da okumuş; lise çağlarında İzmir'e taşınmıştır. Burada Karşıyaka Erkek Lisesi'ne başlamış ancak tamamlayamadan okuldan atılmıştır ve lise eğitimini Akşam Lisesi'nde tamamlamıştır. Akşam Lisesi'nde eğitim almaya başlayan Anar, gündüzleri tabela boyamaya başlamış; bu işi üniversiteye kadar devam ettirmiş ve üniversiteyi kazandıktan sonra da bırakmıştır.

Lise eğitiminden sonra Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne devam eden Anar, askerlik görevini ertelemek için aynı üniversitede yüksek lisans eğitimine devam etmiştir. 1995 yılında askerliğini teğmen olarak yaptı ve Kuzey Irak Harekâtı'nda görev yaptı.

Yüksek lisans sonrası Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne araştırma görevlisi olarak atandı ve 2011 yılında emekli oldu.

Anar, felsefe bölümü öğrencisi olan Özlem Hanım ile 1999'da evlendi.

Okuldan çok kütüphaneye giden Anar, bu nedenle Karşıyaka Erkek Lisesi'nden atılmıştır. Çalışmalarını roman alanında yoğunlaştırmış ve 2018 itibarıyla toplam yedi romanı yayımlanmıştır. Anar'ın 1991'de yazdığı ve yayımlatmak için dört sene boyunca çeşitli yayınevleriyle görüştüğü Tamu adında yayımlanmamış bir romanı da mevcuttur. Romanları genellikle göndermeler içermektedir. Kabaca birkaç örnek vermek gerekirse; ''Amat'' romanındaki İsrafil adlı çocuğun gemi borazancısı olup diriliş düdüğünü çalışı, kıyamet günü Sûr'a üfleyecek İsrâfil'i; alt ambar ise toprak altını ve kabiri sembolize etmektedir.

Anar'ın ilk hikâyesi, Mor Köpük dergisinde yayımlanan "Kâfirler İçin Apologia"dır. Aynı dergide, 1985 yılında "Rabnûmâ" başlığıyla bir diğer hikâyesi daha neşredildi. "Yavuz Sultan Selim Han Efendimizin Çaldıran Meydan Muharebesi" başlıklı hikâyesi, Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından çıkarılan Kitap-lık dergisinde yayımlandı. Yiğit Değer Bengi tarafından hazırlanan 1002. Gece Masalları adlı kitapta "İnşaat İşçisi Rıfkı'nın Dehşet Verici Akıbeti" isimli bir öyküsü yer aldı.

İhsan Oktay Anar Kitapları - Eserleri

  • Yedinci Gün
  • Puslu Kıtalar Atlası
  • Amat
  • Suskunlar
  • Kitab-ül Hiyel
  • Efrasiyab'ın Hikayeleri

  • Galiz Kahraman
  • Puslu Kıtalar Atlası

İhsan Oktay Anar Alıntıları - Sözleri

  • Allâhû Teâlâ'nın Âdem ile Havva'yı cennetten kovmasının neticeleri pek iyi olmamıştı. Çünkü âdemoğullarından bazıları Dünya'yı Cennet bellemiş ve zorbalığa meyletmişlerdi. (Yedinci Gün)
  • “Emdiği hayat, aşılan yaralarından boşalmaya başlamıştı.” (Efrasiyab'ın Hikayeleri)
  • “Benim dünyada tanıdığım en büyük lezzet, hayat değil insanlık!” (Efrasiyab'ın Hikayeleri)
  • - "Ben kâinatın şans eseri meydana geldiğine inanırım." - "Kâinat mademki kendi başına meydana gelebilecek kadar şanslı, onun bir parçası olan senin de aynı şansa sahip olman gerekir." (Yedinci Gün)
  • "Yükselmek çok zordu ama diğerleri karalanabilir, yerin dibine batırılabilirlerdi." (Efrasiyab'ın Hikayeleri)
  • "Dünyadaki her şey bir mucizeyken insan nasıl hayret etmeden durabilirdi?" (Kitab-ül Hiyel)

  • “Hatta, üniformalı, silahlı ve fazla düşünmeyen insanlar da, onun gibilerin emrinde oldukları sürece, başedilmesi zor bir kudretti.” (Kitab-ül Hiyel)
  • ‘Beyin göçü’ tâbiri aslında palavraydı. Doğru tâbir, ‘korteks göçü’ idi. Beyin korteksi ancak memleket dışında yaşama imkânı bulurken, limbik sistem sadece burada sefâ sürüyordu. (Galiz Kahraman)
  • "Peygamber Efendimizin ve onun teblig ettiği kitaba iman edenlerin Mekkeli putperestlerden gördükleri eza ve cefa nedeniyle Medine'ye hicretlerinden 1080-1082 yıl, İsa Aleyhisselâmdan ise 1670 yıl kadar sonra, Şevval ayının üçüncü gecesi, debdebesi ve cağcağasıyla yedi iklim dört bucağa nâm salmış o Kostantiniye şehri, gökyüzündeki karanlık bulutların altında yorgun bir dev gibi uyumaktaydı." (Amat)
  • "Eğer şah'ınızı oyundan çıkarırsanız, sizi nasıl mat edebilirim?" "Bunu nasıl başaracağınızı ben de merak ediyorum." (Yedinci Gün)
  • Zaten kader, bir memurun sabit geliri gibiydi: Fiyatlar yükselip alçalsa bile maaş, yani kader değişmezdi. (Yedinci Gün)
  • Galiba söylendiği gibi, güzel şeylerin birbirine benzediği ama çirkinliğin muhtelif olduğu doğruydu. (Galiz Kahraman)
  • "Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı." (Suskunlar)

  • "Üçler, yediler, kırklar, evliyalar ve nebiler aşkına! Yâ Hızır! Yâ İlyas! Yetiş! Medet, aman!" diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. (Efrasiyab'ın Hikayeleri)
  • Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu söylerler. Sevgisini kalbinde taşıdığı sürece herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. Bu nedenle, sevmenin meşketmek olduğunu düşünüyorum. (Efrasiyab'ın Hikayeleri)
  • Yaşaması gereken kişiyle öldürdüğü kişi aynıydı. (Amat)
  • “Düşünüyorum. O halde ben varım!.. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun da kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum… Adam da düşündüğü için var olduğu sonucunu çıkarıyor… Ve bu çıkarımı doğru adamın!.. Çünkü o benim düşüm!.. Var olduğunu ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum!… Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor… O gerçek, ben ise bir düş oluyorum!..” (Puslu Kıtalar Atlası)
  • “Bilgi, bilmeyenlere tehlikeli gelir…” (Puslu Kıtalar Atlası)
  • Git oku! Cemiyete faydalı bir fert ol! (Galiz Kahraman)
  • Fakat yaralar iyileşse de onların izi kalmış gibiydi. (Efrasiyab'ın Hikayeleri)