Türkler, Türkiye ve İslam - Ahmet Yaşar Ocak Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap

Türkler, Türkiye ve İslam kimin eseri? Türkler, Türkiye ve İslam kitabının yazarı kimdir? Türkler, Türkiye ve İslam konusu ve anafikri nedir? Türkler, Türkiye ve İslam kitabı ne anlatıyor? Türkler, Türkiye ve İslam PDF indirme linki var mı? Türkler, Türkiye ve İslam kitabının yazarı Ahmet Yaşar Ocak kimdir? İşte Türkler, Türkiye ve İslam kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi

Yazar: Ahmet Yaşar Ocak

Yayın Evi: İletişim Yayınları

İSBN: 9789754707328

Sayfa Sayısı: 208

Türkler, Türkiye ve İslam Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Alanında otorite olarak kabul edilen Ahmet Yaşar Ocak bu kitabında yer alan makaleleriyle, Tanzimat’la başlayarak bütün Cumhuriyet tarihi boyunca, gündelik hayattan siyasete, hukuktan kültüre birçok alanda zaman zaman ateşli tartışmaların, zaman zamansa çatışmaların konusu olan İslâm’ın rolü meselesine ışık tutuyor. Kitap, ‘Türk’, ‘Ortodoks’, ‘Heterodoks’, ‘Halk’ ya da ‘Fundamentalist’ gibi öntanımlarla anılan ve tartışılan İslâmiyet kavramına açıklık getirmeyi amaçlayan 10 makaleden oluşuyor. Türklerin İslâmiyet’e bakışının tarihsel süreçteki değişimini inceleyen Ahmet Yaşar Ocak, Cumhuriyet döneminde İslâmiyet’in aldığı biçimleri ve devletin din politikasını da ayrı ve önemli bir tartışma konusu olarak ele alıyor. “Kemalist Müslümanlık”ı, Aleviliği, heterodoks ya da “sapkın” sıfatıyla anılan değişik İslâmiyet yorumlarını ele alan yazılar ise kitabın önemini ve zenginliğini artırıyor.

Türkler, Türkiye ve İslam Alıntıları - Sözleri

  • …Kemalizm, batı Türklerinin tek bağımsız devleti olan Türkiye’de geniş ölçüde, felsefi kaynağının XIX. Yüzyıl Batı pozitivist düşüncesini oluşturduğu bir lâisizm anlayışı temelinde şekillenen cumhuriyetçi ve milliyetçi bir ideoloji olarak, İslâm’ı genç Türkiye’nin devlet yönetimi ve siyasetinden, hukuk sisteminden tamamiyle ve kesin olarak dışarı çıkarmış, ona yalnızca toplumsal ahlâk, inanç ve ibadet alanını bırakmış, ancak onu da sımsıkı bir şekilde devlet kontrolüne vermiştir.
  • Türkiye'de iki Türkçe vardır: Siyasetçisiyle, aydını ve sanatkârıyla, bilim adamı ve işadamıyla, medyasıyla, kısacası okumuş yazmış kesimiyle Türk halkı iki Türkçe konuşur ve yazar. Bir kesim geleneksel Türkçeyi, diğer kesim “öz Türkçe” dediği ve özellikle Arapça ve Farsça kelimelere karşı savaş ilan etmiş bir dil kullanır.
  • “Türkler, Arap ve Iranlıların hiç yapmadıkları bir şeyi yaparak milli kimliklerini İslâm'a gömdüler... Türklerin İslâm'a sadakatlerinin gerçekliği ve ciddiliği başka hiçbir halkta görülmez. Bu nedenle hanedanlarının korumasında büyük bir Sünni canlanmasının ortaya çıkıp yayılmasına hiç şaşmamak gerekir.” Bernard Lewis, Ortadoğu
  • Halk İslâmî terimiyle bizim burada anlatmak istediğimiz, bir inanç ve bir sosyal hayat tarzı olarak yorumlanan ve yaşanan, İslâm’ın esaslarına belli ölçüler içinde sadık kalmakla beraber, daha ziyade geleneksel yaşantının belirlediği, kısmen hurafelerle karışık bir Müslümanlık tarzıdır. Bu Müslümanlık tarzı yukarıda anlatmaya çalıştığımız Ortodoks ve Heterodoks İslâm yorumları temelinde şekillenir. Başka bir deyişle Türk halk Müslümanlığının biri Ortodoksiye, öteki Heterodoksiye dayanan iki boyutu vardır. Bu yüzden Türk Halk İslâmî’ni yalnızca Heterodoks yoruma indirgemek yanlış olur.
  • Tekke İslâmî, Müslümanlığın kelâm ve fıkıhla yorumlanan inanç ve toplumsal organizasyon boyutuna, özellikle de XIII. yüzyıl Anadolu'sunda en rafine bir biçimde Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve XIV yüzyılda Hacı Bayram-ı Velî ile temsil edilen Vahdet-i Vücut'çu tasavvufun zengin ve renkli düşünce boyutunu ekledi. Islâm’ın fıkıhla gelişen zâhirî ve kuralcı yanı, tasavvufun ruh dünyasına hitap eden insancıl ve hoşgörülü esprisiyle hem dengelendi, hem zenginleşti. Bu zenginlik Selçuklu ve Osmanlı döneminde sanata, mimariye, edebiyata ve düşünceye yansıdı. Ahmed-i Yesevî’nin Divanı Hikmet’inden Şeyh Galib’in Hûsn ü Aşk’ına uzanan ve henüz sosyal tarih temelinde sistematik bir analize tabi tutularak değerlendirilememiş muazzam bir edebiyat, kişinin ruh dünyasının derinliklerine nüfuz eden Mevlevî ayinlerinden, insanları mistik coşkunun doruklarına çıkaran Bektaşî nefeslerine kadar zengin ve engin bir melodik ahenk seli haline gelen muazzam bir musiki yaratıldı.
  • Şii Safevi propagandasi, Osmanlı Devleti'nin hem kendisinin hem de tebaasının büyük çoğunluğunun inancını ve ayrıca devletin meşruiyet kaynağını temsil eden Sünni Islam'ın, Rafızi ilan ettiği Şiiliğe karşı savunmasini üstlenmesine ve ona karşı hem teolojik hem de siyasi doğrultuda amansız bir mücadele açmasına sebep oldu.
  • Küçük bir aşiret beyliğinin, başarılı bir siyasetle ve jeopolitik konumunun sağladığı avantajları iyi kullanarak gerek fetihler gerekse ilhak yoluyla topraklarını ve hakimiyet alanını genişletmesi, onu ister istemez yerleşik ve merkeziyetçi bir devlete dönüşmeye zorlamıştır. Bu ise hem ihtiyaçlarını çoğaltıp farklılaştırmış hem de sistemli ve sağlam bir şekilde kurumlaşmayı gerektirmiştir. Bu kurumlaşmada Türk ve İslam siyasi geleneğinin yanında ikinci temel unsur görevini yapan İslam ise, çok tabi olarak buna gücü yetecek olan siyasallaşmış ve kurumlaşmış Sünnilik idi. Konar-göçer hayatı teşkilatlayan, kavramları ve kurumlan ancak o tarz bir sosyal yapının ihtiyaçlarına göre teşekkül eden ve geniş kapsamlı bir evliya kültü etrafında oluşan halk İslami, böyle bir devletin ihtiyaçlarına yetmeyecekti ve yetmedi.
  • Türkiye’de iki tarih vardır: Bunlardan biri, bir kesimin özellikle İslâm kültürünü çağrıştıran bütün öğelerini yok saydığı, bu öğelerden had safhada rahatsızlık duyduğu, değiştirmek ve unutmak istediği yahut en azından soğuk baktığı, sahiplenmek istemediği, bu sebeple de hep menfî yönlerini öne çıkardığı bir tarihtir. Diğeri, öteki kesimin tepkisel olarak adeta kutsallaştırdığı, bugünkü perişanlığının doğurduğu aşağılık kompleksi karşısında yegâne teselli ve iftihar kaynağı olarak gördüğü için zaman zaman kucağına sığındığı, bu yüzden de eleştirilmesinden veya en azından birtakım gerçeklerinin dile getirilmesinden hoşlanmadığı, bu yönlerini saklamaya çalıştığı bir tarihtir.
  • “Dış mihraklar”ın değil, Türkiye’nin bizzat kendisinin yarattığı bir kimlik bunalımının eseri olan bu “iki Türkiye'nin mensupları bugün kendi ağızlarından, bazen gizli, bazen de açıktan açığa, gerici-ilerici, çağdaş-yobaz, milliyetçi-kozmopolit, laik-dinci, Atatürkçü-şeriatçı gibi ikiz bir terminoloji kullanarak oldukça katı bir ideolojik ayrılmışlığın söylemini bizzat kendileri yansıtırlar; bu iki Türkiye, siyasi iktidarların eğilimlerine göre, ülkenin iç ve dış siyasetine, kültür ve eğitim politikasına, Kültür ve Milli Eğitim Bakanlıklarının faaliyet ve yayımlarına aksetmekte ve böylece bu iç çatışma sık sık ateşlenerek sürüp gitmektedir.
  • Laikliği korumanın yolu, mevcut laiklik siyasetinin halk çoğunluğunda yarattığı tepkiyi kullanarak iktidara gelen siyasi partileri hukuk ve demokrasi dışı yöntemlerle iktidardan uzaklaştırmaktan ziyade, bu tür partilerin ortaya çıkış ve hatırı sayılır bir kalabalığı arkasına takış nedenlerini anlamaya ve sağ partilerin niçin “dini siyasete âlet etme” yoluna saptıkları sorusunun cevabını aramaya yönelmektir. Bu konuda ciddi bilimsel araştırmaları devreye sokmak için Türkiye oldukça geç kalmış olmakla beraber, böyle bir yola şimdi dahi olsa mutlaka girme zarureti de ortadan kalkmış değildir.
  • “Dış mihraklar’ın değil, Türkiye'nin bizzat kendinin yarattığı bir kimlik bunalımının eseri olan bu “iki Türkiye’nin mensupları bugün kendi ağızlarından, bazen gizli, bazen de açıktan açığa, gerici-ilerici, çağdaş-yobaz, milliyetçi-kozmopolit, laik-Müslüman (yahut dinci), Atatürkçü-şeriatçı gibi ikiz bir terminoloji kullanarak oldukça katı bir ideolojik ayrılmışlığın söylemini bizzat kendileri yansıtırlar; bu iki Türkiye, siyasi iktidarların eğilimlerine göre, ülkenin iç ve dış siyasetine, kültür ve eğitim politikasına, Kültür ve Milli Eğitim Bakanlıklarının faaliyet ve yayımlarına aksetmekte ve böylece bu iç çatışma sık sık ateşlenerek sürüp gitmektedir. Eğer bir ülkede, o ülkeyi yöneten devlette ve yönetilen toplumda böyle birbirine zıt ikili bir yapı varsa, orada büyük bir yanlış hüküm sürüyor demektir. O halde devlet ve toplum olarak Türkiye bütün kesimleriyle büyük bir yanlışı yaşamaktadır. Bu yanlış nedir ve ne zaman başlamıştır?
  • "Demek ki Islam'ın Türkler arasında yayılışı, dogrudan dog­ruya Araplar vasıtasıyla olmaktan çok, büyük ölçüde lranlılar kanalıyla ve mistik bir yorumla vukü bulmuştu"
  • 1789 Fransız Ihtilali'nin getirdigi ateşli milliyetçilik rüzgarlarının önünde birer birer kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti, İslam'ın siyasal temsil kurumu olan hila­feti, Batılı devletlerle olan ilişkilerinde tam bir politik araç olarak kullanmaya mecbur kaldı. Hiç olmazsa Müslüman tebaasının imparatorluktan ayrılmasına engel olmak mak­sadıyla ll. Abdülhamid, imparatorlugu bölmeye· ugraşan Hıristiyan Batı'ya karşı.hilafeti kullanmayı denedi ve bunda bir dereceye kadar da başarılı oldu. O zamanki Batı siyasi li­teratüründe Panislamizm şeklinde degerlendirilen bu politi­kayı şahsen biz, son araştırmaların meydana çıkardıgı üze­re Müslümanları tek bir Osmanlı hakimiyeti altında top­lamaya yönelik olmaktan çok, gerçekte Batı emperyalizmi­ne karşı bilinçlendirip uyandırmayı amaçlaması ve bu ama­ca uygun şekilde hilafeti bir siyaset aracı olarak kullanması sebebiyle, hilafetizm diye adlandırmanın daha dogru olacagı görüşündeyiz
  • Bugün çeşitli kesimlerce yapılan spekülatif ve koyu ideolojik tep­kisel yorumlar ve tartışmalar bir yana bırakılacak olursa, Kemalizm, batı Türklerinin tek bağımsız devleti olan Tür­kiye'de geniş ölçüde, felsefi kaynağını XIX. yüzyıl Batı pozi­tivist düşüncesinin oluşturduğu bir laisizm anlayışı teme­linde şekillenen cumhuriyetçi ve milliyetçi bir ideoloji ola­rak, İslam'ı genç Türkiye'nin devlet yönetimi ve siyasetin­den, hukuk sisteminden tamamiyle ve kesin olarak dışarı çıkarmış, ona yalnızca toplumsal ahlak, inanç ve ibadet ala­nını bırakmış, ancak onu da sımsıkı bir şekilde devlet kont­rolüne vermiştir..
  • Türkiye'nin, Uzak Doguluların, Kuzey Afrikalıların kendi cografi, toplumsal ve kültürel gerçekleri vardır. Onların her birinin Müslümanlık yorumları, İslami hayat alışkanlıkları bu gerçekler tarafından yönlendirilmektedir

Türkler, Türkiye ve İslam İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Güzel kitap yıllarca süren laiklik ve muhafazakarliğin bizi gerilettiğinden bahsetmiş orta asya türk geleneği kızılbaşlilik tarikatlar sünni şii islam düsünce gayet akici okunabilir (Alaattin ceylan)

Ahmet Yaşar Ocak'lı Türkler, Türkiye ve İslam adlı eserinde Müslümanlığın Türklere nasıl cereyan ettiğini tarihsel bir perspektifte anlatırken, diğer yandan günümüz Laisizm-İslamcılık karşıtlığının sosyolojik bir incelemesini yapmış. Kitapta İslam aleminin ne gibi sorunları olduğu bu sorunları nasıl aşacağını güzel bir şekilde tarif ederken aynı zamanda İslam aydınlarının bu sorunlar karşısında nasıl bir strateji izleyeceğini açıklayan kült bir eser yazmış (Göksel Aydın)

Türkler, Türkiye ve İslam… Ahmet Yaşar Ocak, 900’lü yılların başından itibaren İslamiyet’i benimseyen Türklerin, zaman ve mekân içinde sahip oldukları İslam anlayışını irdelemektedir. Ocak, ilk olarak Türklerin nasıl Müslüman olduğu sorusuna cevap aramaktadır. Bu konuda Türklerin “Kılıç zoruyla” veya “Güle oynaya” Müslüman oldular şeklindeki iki yaklaşımı da ret eden ve eleştiren Ahmet Yaşar Ocak, Türklerin, İslamiyet’e geçişinin kendine has sosyal, siyasi sebeplerden ötürü meydana geldiğini savunmaktadır. Kitapta bu sebeplere değinmese de başka kitaplarda bu konula ilgili, Oğuz Türklerinin bağlı bulunduğu Oğuz Yabgu Devleti’nden yaşadıkları sorunlar nedeniyle ayrıldıktan sonra 965 yılında Cend şehrine geldiği, burada güneyde Müslüman Samaniler Devleti’nin varlığı kuzeyde ise Oğuz Yabgu Devleti’nin tacizleri nedeniyle Samaniler Devleti’ne başvurarak İslamiyet’e geçtikleri yeni yapılan değerlendirmelerde birçok araştırmacı tarafından kabul edilmektedir. Temelini İslamiyet’in ana kaynağı Kuran-ı Kerim ve sünnetten alan merkezi İslam anlayışı olarak da değerlendirilen Sünni İslam’ın, özellikle şehirlerde yaşayan Türkler arasında yayıldığı ve etkili olduğunu ifade eden Ocak, göçebe/konar –göçer Türkler arasında ise İslam’ın yayılmasının Sünni İslam anlayışından farklı meydana geldiğini söylemektedir. Ocak’a göre, , göçebe/konar –göçer Türkler İslam’ı, İslam öncesi yaşamlarında var olan Şamani, Budizm ve Manihizm kalıntılarıyla birlikte harmanlayarak benimsemiştir. Bundan dolayı göçebe Türklerle şehirli Türklerin İslam anlayışında farklılaşma meydana gelmiştir. Selçuklu Devleti’nin ve Osmanlı Devleti’nin ilk kurulduğu dönemlerde bu durumun bir sorun teşkil etmediğini ifade eden Ocak, her iki devletin de kurumsal yapısını oluşturmaya başladığında Sünni İslam’ın asli - merkez anlayış olarak kabul gördüğünü bunun dışında kalan Şamanizm, Budizm, Manihizm kalıntılı göçebe Türklerin dini anlayışının ise bir süre sonra “Öteki” olarak algılanmaya başladığını belirtir. Bu durumun sosyal-ekonomik- siyasi şartların da eklenmesiyle Selçuklu Devleti’nde göçebe Türkler tarafından Baba İshak İsyanı olarak bilinen isyana sebep olduğunu anlatan Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti’nde ise durumun daha büyük bir etkiyle sorunlara neden olduğunu söylemektedir. Osmanlı Devleti’nde Yıldırım Bayezıt’a kadar devlette göçebe etkinliğinin devam ettiğini ancak bu dönemle birlikte devletin kurumsal yapısının oluşmasıyla birlikte merkezi Sünni İslam’ın devlete hakim olmaya başladığını söyleyen Ahmet Yaşar Ocak, kurulan medreselerde yetişen bürokratların da etkisiyle Sünni İslam karşısında göçebe Türklerin İslam anlayışının “öteki” olarak değerlendirilmeye başlandığına dikkat çekmektedir. 1502 yılında Safevi Devleti’nin kurulmasıyla, Anadolu’daki göçebe Türkler, sahip oldukları İslam anlayışı ve devletin düzenine uymak istememeleri nedeniyle Osmanlı Devleti ve Safeviler arasında kalmıştır. Sünni İslam anlayışına sahip Osmanlı Devleti, Şii Safevi Devleti ile mücadele ederken içte de rafizi ilan ettiği göçebe Türklerle mücadele etmiştir. Bu durum iki kesimi birbirine düşman etmiştir. Ahmet Yaşar Ocak, Türklerin İslamiyet’i anlamada halk İslam’ı ve medrese İslam’ı olmak üzere iki temel anlayışın var olduğunu ve bu iki anlayışın birbiriyle mücadele içinde olduğunu sık sık değinmiştir. Bu iki anlayış arasındaki mücadele nasıl ki Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nde sorunlara sebep olduysa bu sorunlardan kaynaklı oluşan kırgınlıklar Türkiye Cumhuriyeti’nde de sorun oluşturmaya devam etmektedir. Herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm bir kitap. (Mustafa BAKIRHAN)

Türkler, Türkiye ve İslam PDF indirme linki var mı?

Ahmet Yaşar Ocak - Türkler, Türkiye ve İslam kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Türkler, Türkiye ve İslam PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Ahmet Yaşar Ocak Kimdir?

Yozgat'ta doğan (1945) Ahmet Yaşar Ocak yüksek tahsilini İstanbul İlahiyat Fakültesi'nde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nü bitirdi. Aynı fakültede asistan oldu. Doktorasını Strasbourg Üniversitesi'nde, doçentlik ve profesörlüğünü ise Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü'nde yaptı. Ocak, Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim görevliliği görevini devam ettirmektedir.

Ahmet Yaşar Ocak Kitapları - Eserleri

  • Babailer İsyanı
  • Türkler, Türkiye ve İslam
  • Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri
  • Türk Sufiliğine Bakışlar
  • Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler
  • Arı Kovanına Çomak Sokmak
  • Kalenderiler
  • Ortaçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri
  • Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası
  • Osmanlı Sufiliğine Bakışlar
  • Hızır Yahut Hızır İlyas Kültü
  • Sarı Saltık
  • Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri
  • Selçuklular Osmanlılar ve İslam
  • Osmanlı İmparatorluğu ve İslam
  • Veysel Karani ve Üveysilik
  • Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler
  • Tasavvuf, Velâyet ve Kâinatın Görünmez Yöneticileri
  • Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Evliya Menakıbnameleri
  • Türk Folklorunda Kesik Baş (Tarih-Folklor İlişkisinden Bir Kesit)
  • Dede Garkın ve Emirci Sultan
  • Yunus Emre
  • Benden Sual Ederseniz
  • Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi

Ahmet Yaşar Ocak Alıntıları - Sözleri

  • Vah ne yazık, sevgi kadehinden içmeden Çoluk çocuk ev barktan tam geçmeden Suç ve isyan düğümünü burada çözmeden Şeytan galip, can verende şaştım işte. (Türk Sufiliğine Bakışlar)
  • "kendisini Tanrı aşkına adamış, bu yüzden de "Yaratılanı Yaratan'dan ötürü seven" O'nun yarattığı insanı da aynı sebeple yücelten, yaşadığı dönemde gördüğü iki yüzlülükleri, bozuk düzenleri, ahlaki yoksunlukları eleştiren, insanlara düzgün insan olmayı öğretmeye çalışan melamet ehli inançlı bir sufî; olduğunu da açıkça göstermektedir. (Yunus Emre)
  • Şeyh Bedreddin ve onunla bağlantılı Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanları zaman zaman 1240'taki Babai isyaniyla aynı mahiyette görülmüştür... İdeolojilerindeki benzerliğe rağmen, daha detaylı bir analiz yapıldığında, birinin ideolojisi daha çok İslami cila altında İslam öncesi inançlarla karışık bir mehdicilik, diğerininki ise yine mehdici bir karaktere sahip bulunmakla beraber, İslam, Hristiyanlık ve Museviliğin birleşiminden doğan bir bağdaştırmacılık, telfik'tir. (Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • "Kasapların tartışmasında koyunların taraf tutması, koyunların kaderini değiştirmez." (Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası)
  • Alevi araştırmacılar çoğu, Aleviliği Hz Ali ile Muaviye'nin hilafet çatışmaları ile başlatırlar. Bunu İlk bakışta doğru gösteren, Aleviliğin ana inanç konusu olan Hz Ali'dir. Oysa bu başlangıç noktası Şiilik için geçerlidir ve çok bilindiği üzere Şiiliğin tarihi gerçekten burada başlar. (Ortaçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Ricaut asıl çarpıcı bilgileri, Mûsirrîn ( Muserins) adıyla zikrettiği zümre hakkında vermektedir ki aynı şekilde Osmanlı kaynaklarına yansıyan bir zümre de budur. " Sır gizleyenler" anlamına gelen bu kelimede kastedilen"sır" yazara bakılırsa, uluhiyet kavramını inkar etmek, yani ateizmdir (Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Saçları, sakalları ve bazen bıyıkları ve kaşları kazınmış, belden yukarılari çıplak, sırtlarında bir hayvan postu, boyunlarında aşık kemikleri ve çıngıraklar, bellerinde baltalariyla dolaşan bu dervişler Allah'ın insan bedenine girip insan kılığında göründüğüne, beden öldükten sonra ruhun başka bir bedende yeniden dünyaya geldiğine inanıyorlardı. Namaz kilmadiklari, oruç tutmadikları, içki içtikleri, esrar kullandıkları için uğradıkları şehir ve kasabalarda çoğunluğu halkın ve ulemanın kinamalarina ve bazen hakaretlerine muhatap oluyorlar, kırsal bölgelerde ise büyük bir saygıyla karşılanıyor ve evliya muamelesi görüyorlardı... kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor ve fethettikleri topraklarda zaviyeler kurararak yerli Hristiyanlık halk arasında bu Müslümanlık anlayışını yayıyorlardı. Oralardaki efsaneleri, eski aziz menkabelerini, hatta Kitabı Mukaddes hikâyelerini kendilerine adapte ederek yeni menkabeler yaratıyorlardı. Bu, rastgele yapılan bir şey olmayıp, esasında oralarda kendi Müslümanlık anlayışlarını yaymak için kullandıkları bir yöntem idi. (Ortaçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Çok tipik bir örnek olduğu için hep vurguladığım bir vakıa da İrlanda'da Hıristiyanlığın yayılışı sürecidir. Hristiyan misyoner rahipler İrlanda'daki antik mitolojiyi özümseyip Hristiyanlaştırarak bu dinin yayılmasını sağlamışlardır. Bunun en güzel örneği 5. Yüzyılda İrlanda'da faaliyet gösteren Saint Patrick'tir. İşte aynı süreç İslam'ın yayılışı için de geçerlidir. İslam yayılırken coğrafyalardaki sıradan halk hiçbir zaman İslam'ın teorik kurallarının bilincine vararak, teolojisinin inceliklerine vakıf olarak Müslüman olmamıştır. Çünkü bu yüksek seviyede entelektüel bir birikim ister. Dolayısıyla sıradan halk tabii bir şekilde önce kazanacaklarına bakar, İslamı kabul etmenin kendisine sağlayacağı pratik yararlara bakar. Sonra da ilk dikkatini çeken şey eski inançlarını andıran inançlar olup olmadığıdır. Onlara benzer unsurları hemen kabullenir ve onları eski inançları ve mitolojisi ile özdeşleştirir. (Arı Kovanına Çomak Sokmak)
  • XVI. yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim devrine kadar yalnızca ehl-i küfr'e yani Hıristiyan dünyaya karşı mücadele misyonunu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında, İran'da Safevi devletinin kurulmasıyla başlayan Şii propagandaya karşı yeni bir misyon yüklendi: Ehl-i Rafz'a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'ndan sonra Sünni İslam'ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. Bu süreç, Osmanlı imparatorluğu genelinde Sünni İslam'ı tam bir devlet ideolojisine dönüştürdü. Bu Sünni ideolojinin teorik temeli, Osmanlı medreselerinde çok eskiden beri okutulmakta olup, Osmanlı Sünniliğine ana istikameti veren, XIV. yüzyılın ünlü âlimlerinden Sadeddin-i Taftazani'nin eserine Ömer Nesefi'nin yazdığı Şerhu'l Akaid idi. Yazıldığı dönemdeki şiddetli dinî cereyanların etkisiyle genellikle Sünnilik dışı İslâm mezheplerine karşı çok katı ve hoşgörüsüz bir tavır takınan ve Osmanlı Sünniliğinin tam bir dogmatizme dönüşmesinde belki en büyük rolü oynayan bu kitabın, bu açıdan ciddi ve derin bir analize tâbi tutulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Bu analiz işleminin bu meyanda getirilen diğer literatüre de uygulanması çok yararlı sonuçlar verecektir. (Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası)
  • Uzun zamandır batının akılcılığı(bilimi,teknolojisi,endüstrisi) tasavvufun irfanına galip gelmektedir. (Tasavvuf, Velâyet ve Kâinatın Görünmez Yöneticileri)
  • Kaynaklara bakıldığında, conformist sufi çevrelerinin [...] bir medrese eğitimi almış ve onun öğretisini hem pratik, hem teorik yahut en azından teorik olarak benimseyen ve bu sebeple olabildiği kadar şeriat çerçevesinde kalmaya özen gösteren, daha ziyade şehirli sufilerden oluştuğu görülür. (Osmanlı Sufiliğine Bakışlar)
  • Rafizilik veya Kızılbaşlık, İslami ve mistik bir cila altında eski inançlarını koyu bir tutuculukla koruyan konargöçer halk kesimi içinde, kendisini vergiye bağlayıp yerleşik hayata geçirmeye zorlayan Osmanlı yönetimine karşı, bunalımı kullanmak suretiyle tahrik eden Şii propagandasınin etkisiyle oluşan yeni bir oluşumdur. (Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Hoca fazla sert değildi ama yüzü pek gülmezdi. Erzurum şivesiyle konuşuyordu. Lacivert takım elbise giyerdi, kravatı var mıydı yok muydu onu Tam hatırlayamıyorum. Ama başındaki fötr şapkasını çok iyi hatırlıyorum. Ders verirken şapkasını çıkarıp masanın üstüne koyardı. Ama sertliğine rağmen hoş ve sempatik bir insandı aynı zamanda. Bir keresinde muziplik yapıp ders çıkışında hocaya şapka giymenin günah olup olmadığını sordum. İskilipli Atıf Hoca hadisesini biliyordum ve sorum maksatlıydı. Üstelik hocanın başında da fötr şapkası vardı. Çok kızdı hiç cevap vermeden döndü gitti. Adamcağız ne cevap versin günah dese siz niye giyiyorsunuz diyeceğim, günah değil dese madem öyle Atıf Hoca niye giymeyi reddetti diyeceğim. Hasılı kelam benim yaptığım kabalık ve ukalalık idi ama gençlik işte, bir bakıma fütursuzluk demek değil midir? (Arı Kovanına Çomak Sokmak)
  • Sakalımı başımı Bıyığımla kaşımı Hak onara işimi Bu sakalı kırkarım Kaygusuz Abdal (Kalenderiler)
  • Kaynaklar bu dönemin tanınmış zındıkları arasında Emevi halifesi II.Velid b. II.Yezid'i (743-744) zikrederler. Ebû'l-Ferec İsfahâni'nin (ö. 967) Kitabu'l-Egani isimli ünlü eserinde, Velid'in daha küçük yaşta mürrebbisi Abdü's-Samed tarafından "zındıklığa" alıştırıldığı, içkiye düşkün olup veliaht iken Kabe'ye bile içki götürdüğü, sefahat âlemlerini halife olduktan sonra da terk etmediği, dini emirleri hafife aldığı ve bunun herkesçe bilindiği ileri sürülür.75 Hatta Ebû Said el-Himyeri'nin naklettiği bir pasajda yer alan manzum arçalar, görünüşe göre aynı zamanda kuvvetli bir şair olan halife Velid'in, Kur'an-ı Kerim'e nazmen meydan okuduğunu gösteriyor. Yine Kitabü'l- gani'deki bir pasaj, halife Velid'in Maniheist inançlar taşıdığını ihsas ediyor. İbnu'l-Esir'in naklettiği bir anekdot ise halife hakkında tamamen değişik şeyler söylüyor; Süyûti de Zehebi'den naklen, her ne kadar içki âlemlerine düşkün ve livataya (homoseksüellik) eğilimli olsa da, halife Velid'in zındık olmadığını belirtiyor. (Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler)
  • Anadolu'ya muhtelif göçlerle gelip yerleşen Türkmen babalarının, eski Türk Şamanlarının İslâmîleşmiş şekilleri olduğu eskiden beri bilinmektedir. (Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri)
  • Kısaca toparlanacak olursa, bir defa bu tartışmadan, Kalenderliğin, Melametiliğin biraz farklılaşmış biçimi olduğu sonucu çıkmaktadır. Ama asıl önemli olan şudur: Bu sufi yazarların eserlerini yazdıkları dönemlerde Kalenderliği henüz yüksek bir tasavvufi felsefe ve yaşayış biçimi olarak yaşayanlar bulunduğu gibi, kendilerini bu maske altında gizleyerek hiç bir dini, içtimai ve ahlaki nizam ve kaide tanımayan Kalenderi zümreleri de bulunmaktadır. Sühreverdi'nin yaşadığı devir, aynı zamanda, ileride kendisinden bahsedilecek olan büyük Kalenderi şeyhi Cemalü'd-Din-i Sivi'nin devridir. Bu devir, ayın zamanda Kalenderiler'in Orta Doğu'da iyice yayılıp tanındıkları bir dönemdir. Cami'nin zamani ise, Kalenderi zümrelerinin hemen her tarafı kapladığı çok daha geç bir dönemi yansıtır. İşte her iki yazar da kendi devirlerindeki Kalenderi zümrelerinin durumunu göz önüne alarak belirtilen fikirlerini ileri sürmüşlerdir. (Kalenderiler)
  • F. Köprülü, A. İnan, O. Turan, C. Cahen ve I. Mélikoff gibi âlimlerin çalışmaları da bu gerçeği ortaya çıkarmış, hattâ Orta Asya ve Anadolu'da XIII-XIV. yüzyıllarda bile İslâmlaşmanın tamamlanmadığını göstermişlerdir. Adları geçenler, bu duruma sebep olarak, söz konusu yıllarda devam eden göçler sebebiyle durmadan yenilenen Asya menşe'li eski inançları zikretmişler, bunlar arasında özellikle Şamanizm'e ağırlık vermişlerdir. (Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri)
  • Bektaşi menakıbnamelerinde tenasüh ile ilgili menkabeler, şüphesiz ki sadece bu kaydedilenlerden ibaret değildir. Bunlar, en tipik olanlarından seçilmiştir. Yukarıda nakledilen bu menkabeler, dikkat edilirse, üç ana grupta toplanmaktadır. a) Bir kısmında aynı ruhun Adem Peygamber'den Hz. Muhammed'e kadar, sırasıyla bütün peygamberlerin bedeninde yaşayıp geldiği anlatılmaktadır. Sultan Şucauddin ve Otman Baba'ya dair bir kısım örnekler bu mealdedir. Bu inanç, XV. yüzyılın ilk yarısında Kaygusuz Abdal'dan itibaren, Bektaşi-Alevi şiirinde de sık sık işlenmiştir. (Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası)
  • Burada son olarak bir de hükümetin Türkmenler üzerindeki baskılarından söz etmek lâzımdır. Bu baskılar bilhassa II. Gıyaseddin Keyhusrev zamanında kendini göstermeye başlamıştır. 1237'de tahta geçen bu genç sultan, rivayetlere göre Gürcü karısının etkisiyle kendini sefahate vermiş ve av partileri, içki meclisleri tertip ederek sorumsuz ve sefih bir yaşantı sürmeye başlamıştır. Devlet işlerinden tamamiyle elini çekerek yetkilerini kendi iktidarı peşinde koşan kurnaz veziri Sâdeddin Köpek'e devrettiğini bütün kaynaklar yazar. Bu vezir ve maiyyetindekiler, memleketi kendi siyasi menfaatleri doğrultusunda idare ediyor, devlet memuriyetlerini ve birtakım yüksek mevkileri rüşvet karşılığında peşkeş çekiyorlardı. Bu otorite boşluğundan ve denetimsizlikten yararlanan mültezimler, halkı yüksek vergilerle eziyorlardı. Bu sûretle birkaç yılda memleketin normal akıp giden sosyal düzeninde bozukluklar başgöstermeye başladı. Bu durum tabiatıyla diğer ahalinin hayatında olduğu gibi Türkmenlerin hayatında da sarsıntılar meydana getirmişti. Fakat Türkmenlerin takip ettikleri hayat tarzı yüzünden bu sarsıntılar onları yerleşik kesimden çok daha fazla etkiliyordu. Çünkü yeterli mer'a ve kışlak bulamamaktan dolayı zaten zorlukla hayatlarını sürdürmekte olan bu insanlar, ödemeye alışmadıkları vergilere çoğu zaman zaten olumsuz bakıyorlardı. Böyle olunca, bir de müsamahasız vergi memurlarının ağır vergi tekliflerinin getirdiği ilâve yük karşısında, iktisaden büsbütün güçsüz duruma düşüyorlardı. Sonuçta hayatlarını sürdüremez hale geldiler. İşte Türkmenleri çileden çıkaracak olan zor noktası burada başlamış olmalıdır. İster istemez yaşayabilmek ve hayatî ihtiyaçlarını giderebilmek için, zaten zaman zaman yaptıkları yağma hareketlerini daha da artırdılar ve sonunda yönetimle ipleri kopardılar. Nitekim bu durum, isyanın başlangıcından itibaren yapılan şiddetli yağmalarla kendini gösterecektir. Görüldüğü gibi, şahsen bizim Babâiler isyanının temel sebepleri olarak değerlendirmekte olup yukarıda açıklamaya çalıştığımız ekonomik, demografik, sosyal ve psikolojik sebepler, aslında birbirinin sebep ve neticesi ve birbirinden ayrılamaz faktörler olarak kabul edilebilir. (Babailer İsyanı)