Yaşadığım Gibi - Ahmet Hamdi Tanpınar Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Yaşadığım Gibi kimin eseri? Yaşadığım Gibi kitabının yazarı kimdir? Yaşadığım Gibi konusu ve anafikri nedir? Yaşadığım Gibi kitabı ne anlatıyor? Yaşadığım Gibi kitabının yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar kimdir? İşte Yaşadığım Gibi kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
Kitap Künyesi
Yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar
Yayın Evi: Dergah Yayınları
İSBN: 9789759955717
Sayfa Sayısı: 544
Yaşadığım Gibi Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Dergi ve gazetelerde dağınık olarak duran bu yazılar bir kere okunduktan sonra unutulmuşlardı. Kimse onları bir arada toplu olarak görmemişti, yazarın kendisi bile. Şimdi okumak zevki olan herkes, Türkçe'nin bu güzel yazılarını okuma saadetine kavuşacak. Bir araya gelen bu yazılar, Tanpınar'ın alâka ve düşünce sahasını, ana fikirlerini daha açık bir şekilde gösteriyor. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen Yaşadığım Gibi, yazarın şair, hikâyeci, romancı ve edebiyat tarihçisi olarak milli kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.
Yaşadığım Gibi Alıntıları - Sözleri
- Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, insan düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. "Bırak, senin yerine ben düşünüyorum!" demekle, "Falan kitabı okuma!" demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra hâline düşer.
- Eşsiz kahraman Atatürk, vatan sana minnettardır!..
- Ne kadar yakınınız olursa olsun, bir başkasının içinden geçenler daima bir meçhul olarak kalacaktır. Bir yastıkta uyuyanlar bile birbirlerinin rüyalarını bilmezler. ______
- "Çünkü İstanbul 'da her saat bir sanat eseri gibi güzeldir."
- ''...ne kadar yakınımız olursa olsun, bir başkasının içinden geçenler bize daima meçhul kalırlar. Bir yastıkta uyuyanlar bile birbirlerinin rüyalarını bilmezler"
- Hayatımın hangi devrinde edebiyatçı olmaya karar verdim? Bunu pek söyleyemeyeceğim. Hattâ böyle bir karar verdigimi de pek hatırlamıyorum. Daha iyisi şöyle düşünelim: Günün birinde kendimi edebiyattan başka bir işe yaramaz buldum. Ama o günün tarihini benden isteme. Hususî istidatlara inananlardan değilim. Hattâ insanın biraz da şartlarının esiri veya mahsulü olduğuna kaniim. Benim şartlarım beni edebiyata götürdü.
- Bizim vazifemiz yıkmak değil, onarmak olmalıdır. ______
- Cinayetler, intiharlar, kazalar... Eskiden, onları okurken içim türlü türlü duygularla dolup boşalırdı. Halbuki şimdi yalnız kendi hayatlarım israf edenleri affetmeği öğrendim.
- ''...bu kendisini bütünüyle vermeden bir takım şeyleri sever görünme, bu seçip ayırma yokluğu en acınacak şeydir.''
- Sevdiğim bir muharrir ''aşk, ölümün gülümseyen yüzüdür'' der; bu mes’ut cümleyi her hatırladıkça, onu kendim söylememiş olduğuma müteessir olurum. Çünkü, bu iki mefhumdan birini, ötekini hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hattâ onlar benim için eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir.
- Yaşamak her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelir.
- Yazık saadetimiz tam değil... Yan yanayız, fakat birbirimize hasretiz.
- Her aşk peşinde bir ezeliyet fikrini taşır.
- Baudelaire’in öldüğü günlerde, bizim Tanzimatçılar, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa Paris’te idiler. Fakat hiçbiri ondan bahsetmez. Zaten Tanzimat neden bahseder ki? Onlar Avrupa’yı başları sıkıldıkça uğranılan attar dükkânı gibi bir şey sanıyorlar, alacaklarını aldıktan sonra çarçabuk kapıyı kapatıyorlardı.
- İnsan bir tezatlar mecmuasıdır, insan bir âhenktir.
Yaşadığım Gibi İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Yaşadığım Gibi: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığı yazıların bir araya getirilmesi ile ilk baskısı 1970 yılında yapıldı. İkinci baskısı 25 yıl sonra yapılırken başka yazıları da eklendi. Elimde ki kitap 11. Baskı. Bu sürece de eklenen ve çıkarılan yazılar olduğu sunuş yazısında dile getiriliyor. Kitapta ki yazılar 7 başlık altında toplanmış. 1. Bölümde; yaşadığı dönemin toplumsal yapısından, kültürel hayatından bahseder. 2. Bölümde; insan olmanın vasıfları dan bahseden yazıları vardır. Bu bölüm kitabın en kısa bölümüdür. 3. Bölümde; üç şehri kaleme aldığı yazılardan oluşur. İstanbul'un tarihi yapıları ve bu yapıların yıkılıp Cumhuriyet döneminin İstanbul'unu oluşturulma çabasının yanlış politikalarını eleştirir. İstanbul'un fethinin 500. Yıl kutlamalarının görkemli bir şekilde yapılması gerektiğini anlattığı yazılar da tarihî şehrin temel ozelliklerine yapılan saldırının da durdurulması gerektiğini de ekler. İstanbul'un 500 yıldır bizim yaşadığımız şehir olduğu vurgusunu yaparak ecdadın yadigarı olan şehri geliştirmek için gerekli çalışmaların yapılmasını söyler. İkinci bahsettiği şehir Bursa'nın tarihi vizyonunu, doğasının güzelliğinden bahseder. Bursa yangını sonrasında adeta küle dönen Ulucami etrafında ki tarihi yapıların gördüğü zararlardan bahsederek, günümüz şartlarına uygun önlemler alarak, tarihi yapıların ayağa kaldırılması gerektiğini dile getirir. Üçüncü şehirde Maraş. Buraya görevli gittiği günlerin Maraş'ın kurtuluş yıldönümüne denk gelmesi ve şehir halkının kutlamalarından bahsettiği tek yazıdan oluşmaktadır. 4. Bölümde; Paris'e yaptığı seyahat ve izlenimlerini içeren yazılardan oluşmaktadır. 5. Bölümde; Ahmet Hamdi Tanpınar ile yapılan mülakatlar ve TRT Radyosu'nda katıldığı programların konuşma metinlerini içeriyor. 6. Bölümde; Türk Musikisi üzerine yazdığı yazıları içeriyor. Yahya Kemal ile olan bir anısını da anlattığı yazı da bu bölümde bulunmaktadır. 7. Bölümde; Plastik sanatlar ve resim hakkında yazdığı yazıların bulunduğu bölümdür. (Haşim Aytunç)
Yaşadığım Gibi -Akıntılarımdan Derleme-: Önsöz "İnsanlar duygu ve düşüncelerine göre hareket eder. Sevgi, nefret, korku, ümid, zan, inanç, şüphe, bilgi gib uni manevî kuvvetler, insanları içten içe, şu veya bu şekilde davranmaya zorlar. Nefret ettiğimiz bir şeyi yapmak bize çok güç gelir. Korku kaleleri yükseltir, hendekleri derinleştirirken sevgi bütün kapıları açar ve bütün ârızaları dümdüz eder. Yunus’un ısrarla belirttiği gibi, insan hayatında mühim olan «gönül »dür. Gönül, «Çalab’ın tahtı»dır ve dünyaya hükmeden odur. Mağara devrinden bugüne kadar insanları, semavî dinler dışında, çoğu yalan, azı doğru dinler, hayaller ve ideolojiler idare etmişlerdir. Bugün de insanlar inançlarına göre şu veya bu cephede savaşıyorlar. Eski çağlardaki dinler gibi bugün de ideolojiler, yâni heyecan verici inanç sistemleri devletleri yıkıyor veya yükseltiyor. Şu halde asıl savaş, kafalarda ve kalblerde cereyan ediyor. Bizi yıkmak isteyen düşmanlar artık sadece tüfek ve kılıç kullanmıyorlar. Şiir, roman, piyes, deneme veya fikrî eserlerle kafamızı çelmeye, gönlümüzü fethetmeye çalışıyorlar. Aslında bu, asırlardan beri süregelen savaşın silâh yerine başka medenî vasıtalar kullanılarak devam etmesidir. Çünkü güzel bir şiir, hayat dolu bir roman, mâkul bir tenkit veya teklife karşı kim ne diyebilir? Onun için içlerinde ruhî mukavemet olmayan, muhakeme etmesini bilmeyen ve kültür eserleriyle beslenmeyen kimseleri böyle basit propagandalarla avlamak kolaydır. Bu devirde ancak kültürlü, bilgili, şuurlu imana sahip olanlar,binbir kılığa ve renge giren yıkıcı fikirlere karşı mukavemet edebilirler.Bugün Türkiye’de vitrinleri ve kitap sergilerini, milli ruhu yıkma gayesini güden yüzlerce eser dolduruyor. Okumak isteyen gençlik onları alıyor ve başka cinsten eserlerle karşılaşmadığı için onlarda anlatılanları yegâne gerçekler sanıyor. Gençliği terbiye etmekle mükellef olan Millî Eğitim Bakanlığı, maalesef, dışarda yapılanlar kadar kitap yayınında bulunamıyor. Şimdiye kadar onun bu sahayı tamamiyle boş bırakmasıdır ki ortalığı zararlı yayınlarla doldurmuştur. Memlekette milyonlarca okur-yazar yetiştiren Millî Eğitim Bakanlığı, büyük bir gafletle, milyonları hangi eserlerle besleyeceğini düşünmemiş ve âdeta dışardaki zararlı neşriyata müşteri hazırlamıştır.Ruhu ve kafası millî eserlerle beslenmeyen bir gençlik kitlesinin memleketi hangi istikamete sürükleyeceği son yıllarda meydana gelen hâdiselerle açık bir şekilde belli olmuştur. Gençleri, kendileri ve Türkiye için çok tehlikeli olan bu yoldan ayırmanın çaresi, millî gerçekleri anlatan ve millî değerleri ortaya koyan eserler yayınlamaktır. Bugün bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de bir kültür ve medeniyet mücadelesi cereyan ediyor. Gücü yeten ve aklı eren herkes bu mücadelenin içinde yer almalıdır. " Sanırım bu önsöz yazı bu kitabın okunması için bir vesiledir. Ahmet Hamdi Tanpınar okur arkadaşlarımlarımında bildiği üzere Türk edebiyatına büyük eserler kazandırmış, pek çok yazara ilham vermiş yeri dolduramılacak bir yazarımızdır.Okuma serüveni içinde zamanı gelmiş yolum Ahmet Hamdi Tanpınar ile kesişti. Bu seruvende sırasıyla kitap/saatleri-ayarlama-enstitusu--1196, kitap/huzur--1198, kitap/hikayeler--11148, kitap/butun-siirleri--26271 ve son olarak kitap/yasadigim-gibi--47187 okudum. Yaşadığım Gibi kitabına gelirsek bu kitapta yazarın şair, hikâyeci, romancı ve edebiyat tarihçisi olarak milli kültürümüzle ilgili pek çok köklü bilgi , düşünce ve eleştirel makalelerini göreceksiniz. Yaşadığım Gibi yedi bölümden oluşmaktadır. Bunlar: 1.İnsan ve Cemiyet 2.İnsan ve Ötesi 3.Üç Şehir 4.Paris Tesadüfleri 5.Türk Dili ve Edebiyatı 6.Musiki 7.Plastik Sanatlar "Eserlerinin zor anlaşılması, kafasında ve ruhunda yığılı olan duygu, hayal ve düşünce hazinesini kendisine has, kompleks bir terkip halinde ortaya koymak istemesinden ileri gelir. O, gergin bir dikkatle, bir kaç kere okunması gereken yazarlardandır. Hiç bir cümlesi boş olmadığı için onun eserleri üzerinde kafa yoranlar harcadıkları emeğin mükâfatım görürler. "Mehmet Kaplan "Tanpınar, tabiata olduğu kadar tarihe, memleket meselelerine olduğu kadar san’at meselelerine karşı ruhu alabildiğine açık bir fikir adamıdır. Onu okurken insan bir ideolojinin dar sınırları içinde boğulmaz, tabiatın, tarihin, san’atın, gerçek ve hayalin geniş ufuklarında nefes alır. Kafalara zorla çemberler geçirmek isteyenlere karşı en tesirli vasıta, işte bu neviden denemelerdir." Mehmet Kaplan Her bölümde bulunan makalelerden okuma sürecimde yaptığım alıntılarla kitap ve Tanpınar'ın insan , ülke meseleleri, sanat ve özellikle musiki, şehircilik, mimari, Türk aydınlarına bakış açısı _bazen yapıcı bazen elestirel- gezi notları, Fransız edebiyatı hakkındaki görüşleri, vb hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. I. İNSAN VE CEMİYET "Kaderin ve zamanın karşısında ancak cemiyet ve onun tarihî varlığı olan milliyet durur. Fırtınaya karşı yaprak değil, kökünü toprağın derinliklerine salmış olan çınar dayanır. Bu inanış, her kaderin üstündedir." Kültür ve Sanat Yollarında Gösterdiğimiz Devamsızlık(Cumhuriyet, 25 Ocak 1951, "Hakikat şu ki, Güzel Sanatlar Akademisi kurduk, mütehassıs getirdik, Konservatuar kurduk, Devlet Tiyatrosu açtık; fakat bir güzel sanatlar politikasını kuramadık. Bari bundan sonra bu işi yapalım." Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan (Cumhuriyet, 2 Mart 1951, "Bizi sadece yaptığımız işlerden değil, onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayatî meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayati meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir." "Cesaret edebilseydim, Tanzimat’tan beri bir nevi Oedipus kompleksi, yani bilmiyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşıyoruz, derdim. Muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin, hemen yanıbaşımızda, bazan bir mazlum, bazan kaybedilmiş bir cennet, ruh bütünlüğümüzü saklayan bir hazine gibi durması, en ufak sarsıntıda serab parıltılarıyla önümüzde açılması, bizi kendisine çağırması, bunu yapmadığı zamanlarda da, hayatımızdan bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı... (Bize akseden çehresiyle yanlış yapma korkusu.) Asıl Kaynak (Ülkü, 16 Nisan 1943, "Öyle sanıyorum ki, ne mâziyi sevmek, ne Garbi tanımak ve ona hayran olmak bizim için kâfi değildir. Mâzi nihayet geçmiş bir zamandır; bizde, ancak kendisine içimizden bir şeyler katarak hakkıyla yaşıyabilir. Biz ise «Bugün bile» değiliz; yarınız. Her neslin asıl vazifesi kendi ötesinde gelecek için olanı hazırlarken başlar. Bizim için asıl yapılması lâzım gelen, memlekette yeni hayat şekilleri yaratmaktır. Biz Şark’a veya Garb’a ancak birbirinden ayrı iki kaynağımız gibi bakabiliriz. Her ikisi de bizde ve geniş bir şekilde vardır; yani realitelerimizin içindedirler. Fakat onların mevcudiyeti kendi başlarına bir değer olamaz ve sadece böyle olması bizi, kendi hayatımızda, kendimiz için kendimize mahsus bir hayatı, geniş ve şumûllü bir terkibi yaratmaya davet eder. İçimizdeki kaynaşma ve karşılaşmanın verimli olması için bu hayatı, bu terkibi doğurması şarttır. Bu da asıl üçüncü kaynağa, «memleketin realitesi»ne varmakla kabildir." Hayat Karşısında Münevver (Ulus, 25 Haziran 1943, "Geniş hayat önümüzdeki bin başlı bir muamma gibi duruyor. Onu çözdükçe kendimizi bulacağız; hakikî şahsiyete, hür san’ata kavuşacağız. Ağaç güneşte serpilir, fakat toprağın derinliklerindeki kökü ile beslenir. İnsanoğlu kendi ferdiyetini bile ancak içinde yaşadığı cemiyetle idrak eder." Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki. (Yücel, Ağustos 1950, "Bir vatanı olmak çok mesut bir mazhariyettir. Fakat onun mesuliyetlerine yükselmek şartıyla.Çünkü, insan mesuliyettir." Kitap Korkusu (Cumhuriyet, 31 Temmuz 1951, Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. »Kitaptan korkmak, insan düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. «Bırak, senin yerine ben düşünüyorum!» demekle, «Palan kitabı okuma!» demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerinin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra haline düşer. Savaş ve Barış Hakkında Düşünceler (Ülkü, 16 Mayıs 1945, "Bence bu seferki barışın ilk maddesi, yeryüzünde muharebe yasaktır, cümlesi olmalı. Ancak böyle bir maddeyi koyabilecek, onun muhafazası imkânlarım düşünecek bir barışa «barış» adı verilebilir. İnsanlar birbirleriyle dâima anlaşlabilirler, yeter ki silâhın, kardeş kanının bir dâvayı ortadan kaldırma çaresi olmadığını anlasınlar, Bu anlaşılmazsa, gelecek savaşların felâketleri fertlerin çok ötesine geçer.." II. İNSAN VE ÖTESİ(Ulus, 9 Temmuz 1943, "Memura sordum, «Yedi dakika» cevabını verdi. Bu küçük kasabanın önünde yedi dakika kalmışız. Bu kısa zaman içinde gözlerimin önünden kaç insan yüzü, kaç insan talihi geçmişti? Rast gele bir kaç sayfasını karıştırdığımız bir kitap gibi, kendisini ifşaya en elverişli, en müdafasız bir ânında bir insan kalabalığının yedi dakikasına misafir olmuştum. O geceden beri, bu insanlar bende adeta bir hastalık gibi devam ettiler." Güzel İle Sevgi Arasında (İz, 1 Nisan 1935, "Hem uzak, hem yakın... Ona yolların en kısası hasretle yakınız, halbuki aramızda mesafelerin en genişi olan ümitsizlik var. " "insanı vücudunda aramayı öğretmek isteyen bir tanrı gibidir, ve bununla da kalmıyor, belki bir fâninin ihtirasları için en makul hududu gösteriyordu; gölgem bana diyordu ki, ölümden sonra yaşamayı istemek, kendini güç bir imtihana sokmaktır, bütün hizmetlerini uğrunda sarfettiğin ruhun, seni geniş tabiattan ayırdıkça ıztıraplarının annesi olacaktır. Kısaca, o bana diyordu ki yaşamayı ve ondan sonra da dağılmayı bil! Fakat yazık ki ölümün kısır çeşmesinden içmeyenler bazı şeyleri anlamıyor. Bir muvazenin mimarîsi bozulduktan ve toprak kendisiyle beraber gelenleri geriye aldıktan sonra bunu anladım. Ey bir zamanlar her zerremde dolaşan sağır ve esrarlı kudretler!.. Zamanın korkunç akışı sizin eteğinizden yumuşuyordu ve yıllarca beyhude yere o kadar peşinden koştuğum ruhum, siz çekilir çekilmez boş bir duvar oldu. Ve şimdi biz hasretin ve arzunun gölgesiyle onun renksiz boşluğunu doldurmağa çalışıyoruz." "Ben seni bulmadım, biz birbirimizi bulduk. Ayni noktada toplanan düşüncelerimiz bizi birbirimizin karşısına çıkardı." "Güzel — Yazık saadetimiz tam değil... Yan yanayız, fakat birbirimize hasretiz, vücudumuzdan mahrum oldukça birbirimizden yine uzak kalacağız. Sevgi — Kim bilir, belki de bir gün hatırlaya hatırlaya kendimizi yaratacağız, arzu hayatın biricik sırrıdır ve biz, imkânların hazinesini açan tılsımlı anahtara henüz sahibiz, ikiz hasretlerine çöreklenmiş düşüncelerimiz hatıraların ve arzuların nabzında zamanı saya saya belki bir gün «aşk»ın ve «ölüm»ün fanî elbisesini de giyinirler." Aşka Dair (Tasvîr-i Efkâr, 1 Mart 1941, "Binaenaleyh her aşk ne şekilde başlarsa başlasın, onu devam ettiren şey, ruha bütün kıvrımlarını ve hususiyetlerini veren iç bünyedir. Tek bir spermde nakledilen bir yığın hususiyet arasında, aşk kabiliyetimiz ve mukadderimiz de vardır." "..her âşık zaman zaman sevgilisine aşağı yukarı şöyle demek ister: «Benim için her zaman yenisin ve yenileşmenin sırrına sahipsin; bununla beraber seni teşkil eden zerre ve unsurların hiç birine yabancı değilim! Öyle ki seni ta ezelden beri tanıdığımı, güzelliğini yapan mucizeli şeylerin iştiyakını, farkına varmadan sayısız bir zaman içinde çektiğimi sanıyorum. Onlar bütün tekevvün boyunca benim kısa lezzetlerim ve uzun hasretlerim olmuşlardı. Şimdi onların hepsini sende, senin tılsımlı terkibinde teker teker buldukça şaşırıyorum. Bana gelmeden evvel neredeydin? Bütün bu mükemmel şeyler, bu emsalsiz güzellikler ve mukavemet edilmez câzibeler parça parça hangi yıldızlarda dinleniyordu? Çünkü sende onların hepsinden ve esrarengiz hasiyetlerinden bir şeyler var, dalgın ve etrafına yabancı anlarında onlara doğru uzaklaştığını, onların hülyasına büründüğünü o kadar çok sezdim ki... Söyle, seni ilk aramaya başladığım andan bugüne kadar eşyanın tenevvüünde geçirdiğin tecrübeleri anlat! Hangi zengin ve esrarlı madenlerde, hangi nâdir hassalı ve acaip pırıltılı taşlarda uyudun? Hangi muattar, göz alıcı ve kıvrak nebatlarda büyüdün, ve hangi çevik hayvan vücutlarında, hareketlerinin o keskin ve zâlim melekesini, vücudunun tehlikeli rehavetini elde ettin? Sesinin inhinalarım hangi dereler verdi? Göz yaşlarının sıcaklığını topladığın akşamlar nasıl akşamlardı? Kaç yaşayan ve şuurlu vücutta henüz tamamlanmamış hüviyetinin cazibe ve kudretlerini deneye deneye yetiştin? Teninin afif hicabını bulmak için kaç gül bahçesi, kaç şâire ilham verdi ve kaç bahar nefesinin rayihasını vücude getirmek için iflâs etti? Mevsimlerin, aydınlığın, muzlim ve sırrına erişilmez kanunların hava ve hevesten yarattığı güzel çocuk, bana bunları anlat! Sen tabiat kadar sonsuz, mütenevvi ve tezadlarla dolusun, halbuki görünüşte saf bir düşünce kadar muayyen ve bir damla suda çınlıyan güneş damlası kadar berraksın! Seni bulmak için çok bekledim! Milyonlarca, milyarlarca terkibin içinde gittikçe zenginleşen, mudilleşen, asilleşen bir arzu ile seni kâinatın dört köşesinden çağırdım. Onun içindir ki şimdi seni, benden evvel, ben olan binlerce, on binlerce gölgenin göz ve kulağıyla dinliyor, seyrediyorum, ve senin her kımıldanışında her küçük değişmende bunlardan bir tanesi doğuyor. Kendimi tabaka tabaka kesif bir uykudan uyanıyor, bin türlü halde yaşanmış bulanık ve sonsuz bir zamanın içinde belirsiz yüzlerimle perde perde canlanıyor sanıyorum. Hesapsız bir tekrar arama bulma anlarım hatırlıyorum; bu yüzdendir ki karşında dalgın ve bîçareyim, bu yüzdendir ki her visâl, seni tekrar kaybettirecek korkusuyla beni zehirliyor, hoyrat ve zâlim oluyorum ve sana, benim olmaktan başka bir hürriyet tanımıyorum. Seni kaybetmek korkusu, asırlar boyunca, oluşun çenberinde seni tekrar, yeni baştan parça parça aramak azabının korkusu... İşte bunlardır ki bana seninle tam, yekpâre ve imkânsız bir ölümde birleşmeyi istetiyorlar... Sen unsurlarını veren şeylere dağılmak, ben nizamını ve gayesini sende bulduğum bir vahdette ebediyet boyunca toplu kalmak istiyorum; onun için şefkatim mahbesindir!» Aşk ve Ölüm (Tasvîr-i Efkâr, 16 İkincikânun 1941 "Sevdiğim bir muharrir «aşk, ölümün gülümseyen yüzüdür» der; bu mes’ut cümleyi her hatırladıkça, onu kendim söylememiş olduğuma müteessir olurum. Çünkü, bu iki mefhumdan birini, ötekini hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hattâ onlar benim için eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir. İnsan zekâsının bu ikiz kanadı, hayat aynasında daima yanyana çırpınırlar. Büyüğe, bütüne, kemale ancak onlara eriştiğimiz, bu tecrübeleri nefsimize mal ettiğimiz zaman vâsıl oluruz. Şiirin, sanatın tebessümü ancak bu iki müntehanın arasında doğar. Hakikî hayat, Hayyam’ın şiirlerindeki deştiler gibi ölümün elinde yoğurulur, aşkın ateşinde pişer ve tam kıvamını bulduğu zaman yine ölüm onu ebediyetin kucağına atar. Eğer sanat ve hayatın gayesi, zamanı yenmekse, biz bu tecrübeyi ancak bu sanatkârın elinde ve bu ocakta yaparız. Aşk, ruhun ebediyete doğru yaptığı geniş hamlede kendi kendisini ikrarı, zamanı yenmek için insan iradesinin muhtaç olduğu teksif kudretine ve iradeye erişmesidir; ölüm bu merhalede bir kemalin, bir tamamiyette bekçisi olur...". "Hiç ihtiyar kadınların, ömürlerinde bir kere sevmiş olmanın gururiyle gözlerinin nasıl parladığına dikkat ettiniz mi? Bütün bir harabî içinde gülen bu yıldızların acaip ışığını bir defa için olsun yaşayanlar, ıztıraplarının tesellisini bulurlar; ve o zaman kendi içimizdeki ateşin, ruha bir kere geçtikten sonra ebediyet boyunca orada sönmeyeceğini anlarlar." "Bir uykuyu cânanla beraber uyuyanlar... Yahya Kemal’in hakkı var. Ömrün büyük ve dağdağalı gecesini bir aşkın yıldızlı uykusu yapanlar, bir ebediyet bahçesi olan bir ölümde uyanırlar." III. ÜÇ ŞEHİR "İstanbul yazı daha ziyade deniz, parlıyan güneş, şıpırdayan, süzülen sular, takaların ve çektirilerin her türlü renk oyunu, büyük volilerde siyah ağlar içinde her perdeden gümüş rengiyle parlayan balık yığınlarıdır. Yaz İstanbul’un asıl rengi olan kül rengini siler, yerine her şeyi yutan bir aydınlığı, onun berrak uğultusunu geçirir." Karanlıkların Tadı (Gün gazetesi, 7 Haziran 1941" Yumuşak ve mûnis gece, büyük ve engin karanlık, seni ne kadar methetsem azdır. Sen tehlikenin ve vehmin annesi olduğun kadar, tesellinin, hülyanın ve şiirin de cömert kaynağısın. Senin her şeyi silen, çizgileri ilga eden ve şekilleri yumuşatan eteklerin hayatımıza yayılınca ne mucizeler, neler olmaz ki... Sen büyük ve mukadderata hâkim ellerinle aydınlığın meşalesini zamanın hudutlarına çarparak söndürünce, her imkânsız rüya tahakkuk eder, ölüler dirilir, eşya bir vahdete mal olur ve insanlar hakikî hüviyetlerini bularak kendi kendileri olurlar." Lodosa, Sise ve Lüfere Dair (Cumhuriyet, 27 Aralık 1958, ...«Beyim, bu güzellikte uyku düşünülür mü... Allah beni Boğaz’dan ayırmasın...» Ona, «Ama öksürüyorsun...» dedim. Hakikaten korkunç şekilde öksürüyordu, fakat sevgilisinden ayrılmağa razı değildi. Belki de biraz eski adamım; İstanbul’un güzelliklerine kendimi daima teslim ettim. Ne diye tabiatı, yaşadığım şehrin tabiatını inkâr edeyim? Niçin İstanbul gecelerinin bize hazırladığı güzellikleri reddedeyim? Boğaz gecelerinin sudaki oyunlarını başka nerede bulabilirim? Hangi mûsiki, hangi sanat eseri bana bunun eşini verebilir? Her silindir dönüşünde bir kere değişen, yepyeni bir terkip olarak karşınıza çıkan bu sedeften, siyah elmastan dünya... Asrımıza gelecek asırda kulak verenler, belki de tek bir çığlık işiteceklerdir: «Güzel öldü. İyi niyetimizle güzeli öldürdük, vah bize... Güzelle beraber insanı öldürdük!» Modern trajedinin şimdi bize o kadar çeşitli gelen korosunun gelecek zamanlara kalacak asıl feryadı, korkarım, bu olacaktır." İbrahim Paşa Sarayı Meselesi (Cumhuriyet, 6 Kasım 1947, "Ben İstanbul imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam, değil İbrahim Paşa sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad elinden çıkmış küçük bir taş parçasını yerinden oynatmak için yüz defa düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerinde bırakırdım. Çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı soysuzlaştırmaktan çekinirim. Bir şehir en büyük zenginliğini mazisinden alır. Onu, nesiller önünde yaşattıkça zengindir." "..Çünkü biliyorduk ki, milli yet dediğimiz, bir dil, millî hayata intikal etmiş şekilleriyle bir din ve ahlâk, başta mimarî olmak üzere bir yığın sanat eseri ve tarih hatırasıdır. Milliyetimizi yapan şeylerle oynamağa kalkmayalım. Çünkü mefhumlar zedelenmeğe gelmez." Kenar Semtlerde Bir Gezinti (Ulus, 6 Ağustos 1943) "..İşte bu süreklilik, hayatın mucizesini yapacak, bu cıvıltılı çocuk sesleri arasından nesiller birbirine el uzatacaktı... Bu çocuk sesleri, hayattaki sürekliliğin en tâze sırrıydı..." Bursa Bursa’nın Daveti (Bursa, 4 Haziran 1948,Neyiz? Nereye gidiyoruz? İşte her gün içimizde kilitlenen sual. Yollarında dolaşırken, câmilerini gezerken, çeşmelerinin sesini dinler ve ağaçlarının hışırtısında düşüncemi uyuştururken bu suallerin cevaplarım, velev müphem bir ürperme şeklinde olsa bile, kendimde duyduğum için Bursa’yı seviyorum. O içimizdeki aydınlığın aynasıdır. Bu aynaya ve benzerlerine baktıkça san’atımız ferdî bir hüner veya küçük bir hülya olmaktan kurtulacak, hayatın mucizesi olan devamı kendimizde bulacağız. Mimarîmiz, resmimiz, mûsikîmiz, romanımız ve şiirimiz bizim olacak. Bursa, şimdiye kadar sakladığı el değmemiş mazi rüyasıyla içimizde konuşan en geniş davettir." Maraş Maraşlıların Bayramı (Ülkü, 1 Mart 1946, "Maraş çarşısında ve bütün şehirde hemen herkes şehrin, etrafının İktisadî coğrafyasını biliyor, imkânlarını sayıyor, yapılması behemehal lâzım yolları rastgeldiği yerde çiziyor, selâhiyetle yeni demir yollarının geçeceği yeri münakaşa ediyor. Kurutulması lâzım gelen bataklıkların dönümünü, en elverişli ziraat şeklini, bağ ve bahçeciliği, civar havalideki madenlerin vasıflarını siz Maraşlılardan sorun. Daha ilk görüşte bu şehirde misyoner aydına ve söze hiç ihtiyaç olmadığını anladım. Hakikat şudur: Millî Mücadele’nin ateşinden yeni bir Anadolu doğdu. Onu hak ettiği talihe kavuşturmak boynumuzun borcudur." IV. PARİS TESADÜFLERİ Paris’te İlk Günler (Cumhuriyet, 16 Mart 1954) "..Ayaklarımı uzatabildiğim kadar uzatıyorum ve gözlerimi kapıyorum ve «Paristeyim» diye düşünüyorum. Bu kaynaşma, çok derin bir sevince benzeyen bu akış, günlük şeylere sinmiş bu sanat lezzeti, bu iç içe devran Paris’tir. Herşeyde bir uçurtma hafifliği, sevildiğini bilen kadınların neşesine benzer bir şey var ve bu benim de içime yavaş yavaş yerleşiyor. Olduğum yerde içimden gelen bir sıcak dalgası ile ısınıyorum. «Paristeyim!..» "Yavaş yavaş yerimden kalkıyorum, sıkıldığım için değil. Belli bir yere de gitmek istemiyorum. Hiç bir programım yok. Sadece kendime yeni ve başka tesadüfler yaratmak istiyorum. Çünkü Paris’teyim." Paris Tesadüfleri III Tablolar Önünde İken (Cumhuriyet, 26 Nisan 1958, "Resimlere bir daha baktım. «İyi ama, dedim, bu resimlerde asıl konuşan şey İstanbul... Kadın gülerek cevap verdi: «Unutmayınız ki, Paris güzel bir kadın gibidir. Her dilde ilân-ı aşk edilebilir.» Paris Tesadüfleri IV Tiyatrolar ve Kahveler (Cumhuriyet, 7 Mayıs 1958," Ah Namık Kemal, ne olurdu bize her şeyden evvel bir «seviye meselesi» olan hürriyet kelimesi yerine, o kadar âşıkı olduğun medeniyetin «birikme» olduğunu ve gerçek ilerlemenin «mevcudu muhafaza etmek» gibi bir esas şartı bulunduğunu öğretseydin." V. TÜRK EDEBİYATI Türk Şiirinde Büyük Ürperme: Hâmid (Şadırvan, 15 Nisan 1949, "Hâmid, ömrünün sonuna kadar hiç bir eserini beğenmeyecektir, fakat hepsine bağlıdır, hepsine hayran olunmasını isteyecektir. Kendisini devrinin ilerisinde hissetmenin bir nevi yalnızlığı içindedir: zaferlerini kendi başına idrâk etmenin yalnızlığı... Bu acıya, şifa bulmaz şekilde hasta karısına ait hisler de karışır. Bu yüzden her yazdığında bir nevi nekahet sıtmasına benzeyen haller vardır. Adeta mes’ut görünmekten korkar. Güzel ve hasta karısı Fatma Hanım’ın ölümüyle Hâmid’in ilhamı, muhtaç olduğu zembereği bulur, .." Tevfik Fikret "Geleceğin rüyası uğrunda sanatının eriştiği mükemmeliyetleri bile feda etmekten çekinmedi. Türk şiirinin Yahya Kemal’den evvel eriştiği tek bir mükemmeliyet manzumesi vardır: O da «Rubâb»ın (Ey Hâb) uyku manzumesidir. Fikret sığındığı bu uykudan bir istikbal rüyasıyle uyandı ve demin bahsettiğim, manzumelerin ateşli hutbesine geçti. Ferdî ilhamın, tatlı peyzajların, acıklı olduğu kadar hazlı bedbinliklerin şairi medeniyet ve terakki fikrinin, gelişmeğe inanan ve insanı bir ahlâkın değerler silsilesinde gören şairi oldu, ve böylece hayatımıza, düşüncemize yepyeni ve çok muhtaç olduğumuz bir zemberek getirdi. Buraya «Târih-i Kadîm»in mutlak inkârından gitmesi bizim için sadece cesaretiyle mühimdir." Sinekli Bakkal (Vakit gazetesi, 24 Şubat 1942, "Halide Edib Hanım, aramızda bir Garp diliyle ibda yapan ilk muharrirdir. Bu itibarla Sinekli Bakkal’ın garplılaşma tarihimizde mühim addedilecek bir mevkii vardır. Fakat kitabın aşıl güzel ve büyük tarafı, yerli olması, bize ait şeylerle dolu olması ve cemiyet hayatımızın çok mühim bir dönüm yerinde, ondan kesilmiş bir makta gibi canlı, vâzıh ve her türlü maniyerden uzak bir aynası olmasıdır. Hiç şiir yapmayan bu kitabın bütün bir geçmiş zaman şiiriyle dolu olduğunu da söylemek lâzımdır zannındayım. Aziz romancımızı çok hâlis duygularımla tebrik ederim." Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup (Ülkü, 1 Kasım 1945, nr. 99) " Kendi kendinizi tanımağa başladıktan sonra beğenmemeniz kadar tabiî ne olabilir? «Hazır portrem yapılırken bazı çizgiler değişse ne olur sanki»diyorsunuz. Haklısınız, hangi sipariş sahibi resminden memnundur? «Olduğumuz gibi» ile «olmak istediğimiz gibi» terazinin iki kefesidir. " "Siz kâinatın etrafınızda dönmesini istiyorsunuz. Düşünmüyorsunuz ki hayat sizi mahrekinin dışına atmış. Hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür. " VI. MUSİKÎ Musiki Hülyaları (Şadırvan, 10 Haziran 1949, " Ey zaman gülü, seni tanıdım! Mağaramın önünden, başucunda mavi güvercinlerin ve adımlarının peşinde otlayan arzu ceylânları, geçtiğin günü hatırlıyorum! Sana koşmayı ne kadar isterdim! Fakat sen kendi beyaz uçurumunda, bakışlarının sessiz güvercinleriyle beraber kayboldun, ben ise içimdeki değişikliğin oyuncağıyım! Zaman, aldığını geri verecek misin? Yahut o geldiği zaman ben onu tanıyacak mıyım? " Kaç uçuruma birden asıldık? Her an muzlim bir felâketi bekliyoruz! Ölümden, yıkılıştan daha derin, çok kat’î bir şey! Çünkü hiç bir felâket, şuuru kadar büyük değildir, fakat ben ona da razıyım ey musikî! Sadece beni kendi kutbumda, o mutlak yalnızlıkla bırakma! Beni kendi günlerime indirme, kartal pençelerinden düştüğüm zaman artık kendim olmayayım: Ve muhakkak ki her veli, her aziz Allah’la karşılaştığı, onunla dolduğu zaman, şu anda benim yaptığım gibi, yakıcı ziyaretin sonunda sadece bir kül yığını olmak istiyordu. Onun için musikî sanattan ziyade dine benzer." Yahya Kemal ve Türk Musikîsi "Kendi içinde musikînin büyüsü Yahya Kemal’e hangi hayâlleri sunmuştu, bunu bilemem. Yalnız bildiğim bir şey varsa, zihnin böyle anlarda boş durmadığı, durmadan bize, iç hayatımızla sıkı sıkı bağlı bir takım şeyleri teklif ettiğidir. Yahya Kemal musikişinas değildi. Musikîyi seven, meloman denecek kadar ona bağlı insandı. Binaenaleyh sadece işin tekniğini beğenmekle kalamazdı. Zihnî hürriyetini muhafaza ediyordu, demek istiyorum. Belki gözünün önünde Itrî’deki çınar, dal dal ve yaprak yaprak büyümüştü. Belki de gemiler geçmeyen ummanın selinde bütün odayla beraber akmıştı. Bildiğim bir şey varsa, musikînin kartalı bizi yakalamış, her birimizi kendi iç âlemimize taşıyordu." "Yahya Kemal’e ait bir hatırada kendimden bahsettiğim için mahcubum. Bu gün ve bu saatin ona ait olduğunu bilmiyor değilim. Şurası var ki, ne kadar yakınımız olursa olsun, bir başkasının içinden geçenler bize daima meçhul kalırlar. Bir yastıkta uyuyanlar bile birbirlerinin rüyalarını bilmezler.Musikînin bizi taşıdığı âlemde duyduklarımın hepsini burada nakledecek değilim. Sadece en belli başlı hayâli, durgun yaz öğlesini bir kıyas zemini olur diye söyledim." VII. PLASTİK SANATLAR "Şurasını da unutmamalıdır ki resim zevkini memlekete yaymak için tek bir müze kifayet etmez. Şimdiden Ankara’da ve Anadolu’nun büyük merkezlerinde ressamlarımızın eserlerinden küçük müzecikler yapmak suretiyle halkımızın ve bilhassa yeni yetişmekte olanların bu sanatla en geniş surette münasebetini temin etmemiz lâzımdır. Bir zamanlar rengin neşesini en mükemmel surette tatmış bir millet olduğumuz halde bugün maalesef bunu unutmuş görünüyoruz. Yakın mazinin ihmâl ve ıztırablarından gelen bu kaybı iyi tasarlanmış bir iki hamle ile telâfi etmek daima mümkündür." "Unutmayalım ki sanat sevgi ve alâka ile gelişir." "Sanat için, fikir hayatı için geçirilen her tereddüt acı bir kayıptır; çünkü her geçen zamanı bir misli daha geri kalmakla öderiz." Yaşadığım Gibi 'de Tanpınar'ı çok yönlü tanımak mümkündür. Romanlarını , şiirlerini okuduktan sonra kendi ile sohbet edermiş gibi "O konuşsun ben dinleyeyim." demek isterseniz makalelerini okumanızı tavsiye ederim. Keyifli okumalar dilerim (Sevgican)
Tanpınar'dan Notlar: Romanlar, şiirler ... Derken şimdi de sıra ustanın gazetelere yazdığı yazılarda. Dönemini, geçmişi, geleceği bu kadar iyi okuyan ve insan zihni, kalbi, ruhu arasındaki her şeyi tomografi cihazı gibi net gören bir kalemden 1950'ler Türkiye'sini anlatan mücevher kıymetinde yazılar. Özellikle Garp ve Şark yorumları... Hala ne kadar geçerli... (Tülay Özbay)
Kitabın Yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar Kimdir?
Ahmet Hamdi Tanpınar (d. 23 Haziran 1901; İstanbul) – (ö. 24 Ocak 1962, İstanbul), Türk romancı, öykücü , şair, öğretmen, çevirmen, edebiyat tarihçisi, siyasetçi.
Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerinden olan Ahmet Hamdi Tanpınar; "Bursa'da Zaman" şiiri ile geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tanınmış bir şairdir. Şiir, hikâye, roman, deneme, makale, edebiyat tarihi gibi birçok alanda eser veren sanatçının başlıca eserleri Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanları, Beş Şehir adlı şehir monogrofisidir.
Bir bilim adamı olarak “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eseriyle edebiyat tarihçiliğine yeni bir görüş ve bakış açısı getirmiştir.
TBMM VII. dönem Maraş milletvekilidir.
Yaşamı
23 Haziran 1901'de İstanbul'da Şehzadebaşı’nda doğdu. Babası Gürcü asıllı Hüseyin Fikri Efendi, annesi Nesime Bahriye Hanım’dır. Tanpınar, ailenin üç çocuğundan en küçüğüdür. Çocukluğu, kadı olan babasının görev yaptığı Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçti. Annesini Kerkük’ten yaptıkları bir yolculuk sırasında 1915’te tifüsten kaybetti. Lise öğrenimini Antalya’da tamamladıktan sonra yükseköğrenim için İstanbul’a gitti.
Halkalı Ziraat Mektebi'nde bir yıl yatılı olarak okuduktan sonra 1919 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne girdi. Yahya Kemal’in öğrencisi oldu. Yahya Kemal onun şiir zevkinin, millet ve tarih hakkında görüşlerinin oluşmasında önemli rol oynadı. Celâl Sahir Erozan’ın bir şiir ve hikâye toplamı şeklinde yayımladığı seriden “Altıncı Kitap”’daki “Musul Akşamları”, yayımladığı ilk şiir oldu (Temmuz 1920)[6] Yahya Kemal’in çıkardığı Dergâh’ta 1921-1923 arasında 11 şiiri yayımlandı. 1923 yılında Şeyhî’nin Hüsrev ü Şirin adlı mesnevisi üzerine yazdığı lisans teziyle Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu.
1923’te Erzurum Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başlayan Ahmet Hamdi 1925’te Konya Lisesi’ne, 1927’de Ankara Erkek Lisesi’ne tayin oldu. Konya’da iken bir Mevlevi ayininde Itrî’nin bir eserini dinleyerek Klasik Türk Müziği ile tanıştı. 1930-1932 arasında Gazi Terbiye Enstitüsü’nde edebiyat öğretmenliği yaptı; bir yandan da Ankara Kız ve Erkek Liselerinde ders vermeye devam etti. Gazi Terbiye Enstitüsü’nün bünyesindeki Musiki Mualli Mektebi, onun klasik batı müziği ile tanışmasını sağladı.
Bu dönemde yeniden şiir yayımlamaya başladı. 1926’da Millî Mecmua’da yayımlanan “Ölü” şiirinden sonra 1927 ve 1928 yıllarında (“Leylâ” şiiri hariç) hepsi Hayat dergisinde olmak üzere toplam yedi şiir yayımladı. İlk yazısı ise 20 Aralık 1928’de yine Hayat dergisinde çıktı.
Şiir dışında ikinci bir çalışma alanı olarak çeviriye başlayan Ahmet Hamdi’nin 1929 yılında biri E.T.A. Hoffmann’dan (“Kremon Kemanı”), diğeri iseAnatole France’tan (“Kaz Ayaklı Kraliçe Kebapçısı”) olmak üzere iki çevirisi yine aynı dergide yayımlandı.
1930 yılında Ankara’da toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde, Osmanlı edebiyatının tedrisattan kaldırılması ve okullarda edebiyat tarihinin, Tanzimat’ı başlangıç kabul ederek okutulması gerektiğini söyleyen Tanpınar, kongrede önemli tartışmaların doğmasına sebep oldu. Aynı yıl Ahmet Kutsi Tecer ile beraber Ankara’da Görüş dergisini çıkarmaya başladı.
1932 yılında Kadıköy Lisesi’ne atanması üzerine İstanbul’a döndü. Ahmet Haşim’in ölümü üzerine 1933’te Sanayi-i Nefise’de sanat tarihi öğretmeni olarak görevlendirildi. 1934’te Akademi’nin Estetik ve Mitoloji derslerine de girmeye başladı. Yahya Kemal’in İspanya’daki büyükelçilik görevinden döndüğü 1934 yılında Yahya Kemal üzerine iki yazı yayımladı. Artık dikkatini Türk edebiyatı üzerine yoğunlaştıran Ahmet Hamdi, 1936 yılında Tangazetesinde “Son Yirmi Beş Senenin Mısraları” adı altında beş yazılık bir deneme serisi yayımlamıştır.
Aynı yıl ilk hikâyesi “Geçmiş Zaman Elbiseleri”ni tefrika etmeye başladı; ancak bu tefrika 1939 yılında Oluş dergisinde tamamlanabilecektir. 1937 yılında Tevfik Fikret hakkındaki antolojisi Tanpınar’ın yayımlanan ilk kitabıdır. Aynı yıl Abdülhak Hamit Tarhan üzerine de bir yazısı yayımlanmıştır.
Tanzimat’ın 100. yıldönümü dolayısıyla 1939’da eğitim bakanı Hasan Âli Yücel’in emriyle Edebiyat Fakültesi bünyesinde kurulan 19. Asır Türk Edebiyatı kürsüsüne, doktorası olmadığı hâlde, Yeni Türk Edebiyatı profesörü olarak atandı ve Tazimat’tan sonraki Türk edebiyatının tarihini yazmakla görevlendirildi. Hazırladığı edebiyat tarihinin de etkisiyle 1940’lı yıllarda yazı faaliyetleri yeni Türk edebiyatı etrafında şekillendirdi. Kitap tanıtım yazıları ve İslam Ansiklopedisi’ne maddeler yazdı. 1940 yılında 39 yaşındayken Kırklareli'nde topçu teğmeni olarak askerliğini yaptı.
En tanınmış şiiri olan “Bursa’da Zaman”ın ilk hâli “Bursa’da Hülya Saatleri” adıyla 1941’deÜlkü mecmuasında yayımlandı. İkinci kitabı olan “Namık Kemal Antolojisi”ni 1942 yılında yayımladı.
1942’deki ara seçimlerde Maraş milletvekili seçilen Tanpınar, 1946 seçimlerine kadar milletvekilliği yaptı. 1943’te öykülerini içeren “Abdullah Efendinin Rüyaları”’nı yayımladı. Bu, onun basılı ilk edebiyat yapıtıdır. Aynı yıl “Yağmur”, “Güller ve Kadehler” ve “Raks” gibi ünlü şiirleri yayımlandı; “Bursa’da Hülya Saatleri” şiiri, “Bursa’da Zaman” adıyla tekrar basıldı.
İlk romanı Mahur Beste 1944’te Ülkü dergisinde tefrika edildi. Tanpınar’ın önemli çalışması Beş Şehir, 1946’da kitaplaştı.
1946 seçimlerinde parti tarafından tekrar milletvekilliğine aday gösterilmeyince bir süre Millî Eğitim Bakanlığı’nda orta öğretim müfettişliği yapan Tanpınar, iki yıl sonra Güzel Sanatlar Akademisi Estetik hocalığına, ardından Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ndeki görevine döndü.
Huzur romanı 1948’de Cumhuriyet'te tefrika edildikten sonra büyük değişikliklerle kitap haline getirilip 1949’da yayımlandı. Aynı yıl Milli Eğitim BakanıHasan Ali Yücel’in ısmarladığı XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinin 600 sayfalık ilk cildini yayımladı. İki cilt olarak tasarladığı bu eserin ikinci cildi yarım kalmıştır. Sahnenin Dışındakiler adlı romanı 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edildi.
1953’te Edebiyat Fakültesi, Tanpınar’ı altı aylığına Avrupa’ya gönderdi. 1954 yılında Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının Yeni İstanbul gazetesinde tefrikası yapıldı; 1955 yılında ise ikinci hikâye kitabı olan Yaz Yağmuru yayımlandı. 1957 ve 1958 yıllarında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarına ağırlık verdi. 1959’da edebiyat tarihinin ikinci cildi için kaynak toplamak üzere Rockefeller bursuyla bir yıllığına yeniden Avrupa’ya gitti.
Sağlığında yayımladığı 74 şiirinden ancak otuz yedisi ile, tek şiir kitabını çıkardı: Şiirler (1961; Bütün Şiirleri adıyla genişletilmiş olarak 1976). Aynı Yıl Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitaplaştı.
24 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp spazmı sonucu hayatını kaybetti. Cenazesi Aşiyan Mezarlığında Yahya Kemal'e yakın bir yere defnedilmiştir.
Mezartaşı üzerinde çok bilinen "Ne İçindeyim Zamanın" şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:
"Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında".
Ölümünden sonra
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sağlığında yayımlatamadığı birçok çalışması ölümünü takip eden yıllarda teker teker yayımlanmıştır.[6] Enis Batur 1992 yılında "Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Seçmeler" adlı bir kitap hazırladı. 1998 yılında da Canan Yücel Eronat tarafından hazırlanan “Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar” kitaplaştı.
Tanpınar’ın önceki kitaplara girmemiş yazıları ve söyleşileri ise "Mücevherlerin Sırrı" adlı altında toplanarak yayımlandı. Tanpınar'ın 1953 yılında yazmaya başladığı ve 1962 yılında vefatına kadar tuttuğu notlar 2007 yılının sonunda "Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa" adıyla kitaplaştı.
Ahmet Hamdi Tanpınar Kitapları - Eserleri
- Saatleri Ayarlama Enstitüsü
- Huzur
- Beş Şehir
- Mahur Beste
- Bütün Şiirleri
- Sahnenin Dışındakiler
- Hikayeler
- Aydaki Kadın
- On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi
- Suat’ın Mektubu
- Yaşadığım Gibi
- Yaz Yağmuru
- Yahya Kemal
- Edebiyat Üzerine Makaleler
- Abdullah Efendinin Rüyaları
- Hep Aynı Boşluk
- Edebiyat Dersleri
- Hüsrev ü Şirin
- Mücevherlerin Sırrı
- Sahnenin Dışındakiler
- Tanpınar'dan Hasan Ali Yücel'e Mektuplar
- İki Ateş Arasında
- Mahur Beste (7. Basım)
- Yaz Gecesi
- Tanpınar Zamanı Son Bakışlar
- Tevfik Fikret
Ahmet Hamdi Tanpınar Alıntıları - Sözleri
- Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, insan düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. "Bırak, senin yerine ben düşünüyorum!" demekle, "Falan kitabı okuma!" demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra hâline düşer. (Yaşadığım Gibi)
- "Yalnız sevgidir ki, hayat gibi sonsuz ve aydınlık devam eder. Sevginin ufku daima açıktır, daima ileriye bakar." (Hep Aynı Boşluk)
- Henüz ne yapacağını pek iyi bilmeyen, kudretleriyle ihtilaflarının arasındaki nispeti ölçme fırsatını bulamamış, kendi dünyasını başkalarında arayan. (Yahya Kemal)
- "... Her insanoğlu, kendi içinde bir mücadeledir..." (Edebiyat Üzerine Makaleler)
- Sen seni bil sen seni! (Beş Şehir)
- Eski şairlerimizin aşk için, insan tabiatı için yazdıkları şeyler kendi kalplerini ve hayatlarını nasıl iyiden iyiye yokladıklarını gösterir. (On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi)
- "Çünkü İstanbul 'da her saat bir sanat eseri gibi güzeldir." (Yaşadığım Gibi)
- Mektup da insanın kendisini en iyi anlatabildiği şeydir; zira, karşındakinin müdahalesi yoktur. (Edebiyat Dersleri)
- Bütün yaraların henüz taptaze olduğu, kanadığı bu günlerde anlamak güçtü. (Beş Şehir)
- Yaşamak her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelir. (Yaşadığım Gibi)
- "Bazen kendimi iki ayrı insan sanıyorum. Hatta birbirine karşı vaziyet almış iki ayrı insan. Birinin yaptığını öbürü bozuyor gibi geliyor bana.." (Aydaki Kadın)
- “Çalmak, servet yığmak onlara yetmezdi. Fakirin alkışı, duası ve gözyaşı da lazımdı.” (Hep Aynı Boşluk)
- “Az okuyoruz, hatta hiç okumuyoruz ve galiba hiç de düşünmüyoruz!” (Sahnenin Dışındakiler)
- Hepimiz birbirimiz için hüküm veririz. Fakat hüküm vermek için doğan insanlar vardır. İşte onlar korkunçturlar. Bence bir numara insan düşmanları onlardır. Çünkü her şeyi bilirler, görürler, affederler, bütün neticelerin altındaki sebepleri tanırlar (Suat’ın Mektubu)
- Onu beklemiyordu, gelmeyeceğine emindi. O geçici bir yaz yağmuru, bir aydınlık fırtınası idi. O kadar. (Yaz Yağmuru)
- Hayatımız dardır; karışıktır. İyi ama, bu hayat nihayet vardır ve yaşıyoruz, nefret ediyor, ıstırap çekiyor, ölüyoruz. Bir romancı için bu kadarı yetmez mi? Bir tek insanın ıstırap çektiği yerde insanlara söylenebilecek her şey vardır. (Edebiyat Üzerine Makaleler)
- Gün bitmeden başladı içimizde Yarınsız insanların gecesi. (Bütün Şiirleri)
- Bizde resim dille yapıldığı için belki de resim çığırı açılmamıştır. (Edebiyat Dersleri)
- ''Artık dağılmamız lazım! Birbirimizi anlamamız imkansız ve hepimiz yorgunuz!'' (Suat’ın Mektubu)
- Ger okursam sana mihnetlerümden Yazarsam binde bir zahmetlerümden Göge dûd ire yanıp nâmelerde Kara kanlar dökile hâmelerden (Eğer sana sıkıntılarımı söylesem, çektiklerimin binde birini yazsam. Yazıların yanmasıyla göğe dumanlar yükselir, kalemlerden kara kanlar dökülür.) (Hüsrev ü Şirin)