Yıkılış - Jean-Paul Sartre Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Yıkılış kimin eseri? Yıkılış kitabının yazarı kimdir? Yıkılış konusu ve anafikri nedir? Yıkılış kitabı ne anlatıyor? Yıkılış kitabının yazarı Jean-Paul Sartre kimdir? İşte Yıkılış kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
Kitap Künyesi
Yazar: Jean-Paul Sartre
Çevirmen: Gülseren Devrim
Orijinal Adı: Les chemins de la liberté 3: La mort dans l'âme
Yayın Evi: Can Yayınları
İSBN: 9789755107271
Sayfa Sayısı: 440
Yıkılış Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Yıkılış, geçen yüzyılın en etkili düşünürlerinden, Fransız filozof ve edebiyatçı Jean-Paul Sartre’ın İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında yayımlanan Özgürlük Yolları üçlemesinin son romanı. Dünya Savaşı’nda yaşananlarla bir tür bireysel hesaplaşma olarak nitelenebilecek Özgürlük Yolları, birçoklarınca yarı-otobiyografik olarak tanımlanmış, üçlemenin başkişisi Mathieu, Sartre’ın kendisiyle özdeşleştirilmiştir.
Yıkılış’ta, Paris’in 1940 Haziranı’nda Almanların eline geçişi anlatılır. Sartre’ın tüm yaşamı boyunca izini sürdüğü “özgürlük” kavramının aldığı büyük bir yaradır bu. Sosyalist felsefe öğretmeni Mathieu ve arkadaşlarının çevresinde geçen roman, savaş, işgal ve direnişin olağandışı koşullarında bağlanma, sorumluluk, ahlak gibi temel sorunları derinliğine irdeler.
Özgürlük Yolları hem bir bütün oluşturan, hem de her biri bağımsız okunabilecek üç romandan oluşan bir başyapıt.
Yıkılış Alıntıları - Sözleri
- "Bizi hiçbir zaman sevmediler!.."
- İnsanlar başkaları için dertlensinler diye gelmiyor dünyaya.
- Bize acımalarındansa kıskanmaları daha iyidir.
- "Yeter! Yeter! Her şeyi gören bir göz olmaktan usandım artık!"
- "Sizin fikrinizde olmayan bir insanı, düşüncesinin yanlış olduğuna, yanıldığına inandırmaya çalışmak zor ve yorucu bir işti."
- (…) Çünkü yapabilecekleri başka bir şey yoktu ve çünkü henüz, birbirlerini sevmeye alışık değildiler.
- Yeter! Yeter! Her şeyi gören bir göz olmaktan usandım artık!
- Ben aşkın değerini öğrenmek isterim, pahasını.
- "İnsanlar sevilmek istemiyorlar. Sevilmek istemiyorlar, alışık değiller buna."
- "İnsan elindekiyle mutlu olmasını bilmeli."
- Beni gerçekten ilgilendirip ilgilendirmediğinizi düşünüyorum, karara varamadım.
- "Umut öldükten sonra yürümek niye? Yaşamak niye? Niçin?..."
- Okumuyorum, düşünüyorum.
- Tahmin etmek ve ummak iki ayrı fiildir benim bildiğim.
- "Umutsuzluk; insanoğlunun kendine karşı hazırlayabileceği suikastların en korkuncudur. Umutsuzluk manevi bir intihardır."
Yıkılış İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Sartre’a göre, öz varoluştan sonra gelir ve biz ne isek, özümüz odur. Özümüzü kendimiz seçeriz ve seçmek için önce var olmak gerekir. Özgür olan ve kendi kendini, kendi özünü seçen tek varlık insandır. Sartre insanın içinde yaşadığımız dünyayı bizim seçemeyeceğimizi kabul ediyor. Ancak bu dünyayı yaşanmaya değer ve güzel bulmamız ve yahut, çirkin, kötü ve ızdırap dolu bulmamız kendimizin belirlediği bir şeydir. Buna göre dünyamızı da tıpkı kendimizi kurduğumuz gibi biz kuruyoruz.. Sartre’a göre, insan, geçmişten koparak sürekli ileriye doğru atılan, kendinde varlığın içinde, ondan ayrı ve onun bağlı olduğu nedensellik düzenine tabii olmayan, kendi eylemleriyle kendi kendini sürekli olarak yapılandıran bir varlık olarak “zorunlu olarak” özgürdür. Yani o, yapısının bu özellikleri gereği özgürlüktür. Dolayısıyla insan, kendisinin seçemediği onu kuşatan şartlara bakış açısını değiştirerek de bu özgürlüğünü gerçekleştirmiş olur. İnsan özgürlüğünü yaşarken özünü kurar. Nasıl biri olduğunu eylemleri belirler ve bu eylemlerin kaynağı tamamen kendisidir. Bundan kaçmak anlamsız ve boş bir çabadır. En kısa deyişle, insan, özgürlüktür. Sartre, özgürlük ve sorumluluk kavramlarını birbirine bağlar. Özgür olmak aslında sorumlu olmaktır. Sartre’ın “Özgürlüğün yolları” adlı bu serinin kahramanı “Mathieu özgür olmanın sorumsuzluk olmaması gerektiğini düşündü!” Kendi özgürlüğünü bir yük gibi sırtında taşımak durumunda kalan insan, başkaları ile birlikte var olduğunu bildiği için, başkalarına karşı sorumlu olduğunu da anlar. Bunu Özgürlüğün Yolları üçlemesinin Akıl Çağı adlı romanında da ortaya koyar: “Ona kimse öğüt veremezdi, kendi hükümleriyle yaratacağı “iyi” ve “kötü” den öte iyi ve kötü yoktu onun için. Çevresinde her şey toplanmış ona bakıyor, tek bir hareket yapmadan onu bekliyordu. Korkunç bir sessizliğin ortasında yapayalnızdı. Özgür ve yapayalnız, yardımdan ve aftan yoksun, hiçbir yardım umudu olmadan karar vermeye mahkumdu, ölünceye dek özgür olmaya mahkumdu.” Özgürlüğün sorumluluk getirdiğini söyleyen Sartre, insanların yaşanan savaşlardan da sorumlu olduğunu düşünür. Sartre, “Özgürlüğün Yolları” adlı üçlemesinin ikinci kitabı olan “Yaşanmayan Zaman”da; “Savaş bir hastalık değildir. Savaş katlanılmaz bir felakettir. Çünkü insana insan eliyle gelir...Ben savaşı bir hastalık gibi kabullenmek ve ona katlanmak zorundayım.Yok yere.Erkeklik belası.Korkusuz bir hasta olacağım o kadar.Neden dövüşeyim?Savaşın haklılığına, kaçınılmaz olduğuna, gerekli olduğuna inanmıyorum.Neden dövüşmeyeyim? Postum kurtarılmaya değecek bir post değilki. ‘Evet’ dedi, işte beni böyle yönetiyorlar Bir noktaya yönlendiriyorlar. Basit bir memur, bir emir kulu. Ve onda bıraktıkları , memurların o kederli stoisizminden ibaret, o kendilerine olan saygıları yüzünden her şeyi , yoksulluğu, hastalıkları ve savaşı, hepsini kabul eden memurların acı stoisizmi.” diyor. Mutluluk diyor içinde yaşadığın koşullar içerisinde onu istemeyi bilmektir.Mutluluk onu istemesini bilenlerindir diyor. Özgürlüğün Yolları” adlı üçlemesinin son kitabı olan “Yıkılış”ta: “Biz Amerikalılar, mutlu insanlara, mutlu olma çabası içindeki insanlara seslenen bir sanat istiyoruz. -Ben mutlu değilim dedi Gomez.Ve bütün sevdiklerim, dostlarım, bütün kendi insanlarım kurşuna dizilmiş, öldürülmüş, hapse atılmışken mutlu olmayı deneyecek olursam, dünyanın en aşağılık, en adi adamıyım demektir.” diyor, roman kahramanının ağzından. Bir yandan ikinci dünya savaşının o buhran dönemi ve bizzat savaşın izleri, bir yandan karakterlerin sözde değil özde varolma çabaları ve bir yandan özgürlük temalarının nakış gibi işlendiği bir seri “özgürlüğün yolları” adlı bu seri.Okurken bir yandan o döneme tanıklık edecek ve bir yandan da dikkatinizi verirseniz sizlere kendi bağımsızlığınızın ipuçları konusunda yardımcı olabilecek bir seri.Tavsiye ediyorum. (UFUK AYDIN)
VAROLUŞÇULARIN KUTSAL KİTABI !!: “Simon de Beauvoir, boşuna sevememiş Sarte’ı” dedirtti bu kitap; beraber geçen ve okumaya, yazmaya, öğrenmeye adanmış 2 hayat. Entelektüel birikim, duygular ve biraz da zorbaların yol açtığı dönemsel facialar birleşince böyle kederli ve kaliteli eserler yazdırtıyor insana. Sartre’ın neden edebiyata bulaştığı araştırılmak istenirse herhalde “Özgürlük Yolları” üçlemesi cevabı veren ilk seçenek olacaktır. İnsanı anlatmak istediyse, çok az kişinin anlayacağı teknik makalelerin yerine edebiyatın tasvir gücünü kullanarak yapacaktı bunu. Kitap, edebi yoğunluğu ile gayet doyurucu; öte yandan cümleleri okuması da gayet kolay. Dahası, yapısal olarak 2 bölümden oluşuyor: ilk kısım 1. kitabın yazım tarzıyla bire bir aynı, ikinci kısımda ise tek bir paragraf başı bile yapılmadan cümleler sıralanmış. Bu kısmı bitirmek, ilk kısma göre daha uzun sürebilir ama buna karşın oldukça akıcıydı. 2 kısmı da sayarsak kitabın 2 sonu olduğunu söyleyebiliriz. *************************************************************************** Hikâye yine ana karakter Matheiu üzerinden devam ediyor. Yalan barış antlaşmaları, Komünist Parti’nin ve hükümetin yanlış adımları, ordunun başındaki cesur olmayan generaller ve ülke geneline yayılan korku sonucu Naziler, Paris’i ele geçirir. Sartre da haklı olarak 2. Dünya Savaşı’ndan ve Almanların acımasızlığından etkilenmiş olacak ki 3 kitapta da bütün hikâyeyi savaş üzerinden işlemiş. Paris burada bir semboldür aslında. Zaten bireysel hayatında başarı elde edememiş, aşkı bulamamış, yakınlarına ve topluma olan görevlerini yerine getirememiş, varoluşsal boşluğunu kendine dahi açıklayamayan çaresiz, korkmuş, geleceği kestiremeyen ve geçmişinden kopamamış insanların bir topluluğudur Paris; kısacası anlamsız insan hayatlarının tek bir bütün haline bürünmüş varlık halidir. Dolayısıyla Hitler’in Paris’e girişinin halk arasındaki korkusunu okurken aslında ilk kitaptan son kitaba kadar varoluşun gittiği sona duyulan korkuyu ve çaresizliği okumuş oluyoruz. “Paris düştü!” feryatları karşılar bizi ilk sayfalarda. Tek gerçek “savaş”tır artık; çünkü “barış” bile yenilgisini ilan etmiştir onun karşısında; bu ikisi zıtlık olmaktan çıkmış ve insan aklınca anlamlarını kaybetmiştir. İnsan da yanlış kararlarının sonucu meydana getirdiği bu karmaşanın altında kendisi kalmaya mahkûm olmuştur. Anlam değişmiştir ve “kurtuluş” kavramı geri döndürülemez biçimde yadsınmıştır. Sonuç olarak barış kavramı “ulaşılamazlık” ve “umutsuzluk” haline bürünerek varoluşsal bir sorun olurken “savaş” ise “insan”ın kendisiyle bir zıtlık oluşturmuştur. İşte Sartre buna “YIKILIŞ” ismini verir; kendi içinde kısır döngüye giren kavramlar ve çatıştığı kavramlarda anlam aramaya çalışan insan… Sartre’ın bunu anlatmakta kullanacağı savaş kavramı ise hedefi tam kalbinden vuran bir ok oluyor. Bu paragrafın özetini Sartre’ın harika betimlemeleriyle okuyalım: “Her şey alacağımız kararı soruyor bize. Her şey. Dev bir soru işareti çepeçevre etrafımızda; bizi sarmış, hapsetmiş. Bu bir oyundan başka bir şey değil. Bir oyun. Bize, insanmışız gibi soru soruyorlar; bizi, hala insan olduğumuza inandırarak aldatmak istiyorlar. Ama yok, hayır. Hayır. Hayır. Bunlar insan görünümündeki bir savaş hayaletinin sorduğu hayalet soruları. Ne tuhaf bir oyundu bu; bir alay, bir eğlence.” (s.72) Akıl Çağı’nda bir başkaldırı, duruma göre kara alma ve o kararın sonuçlarına katlanma zincirini “tamamlanmışlık” olarak okumuştuk. Bu da özgürlüğün ve tabii ki yalnızlığın ilk adımını oluşturuyordu. Ancak bu kitapta akıl çağına erişmenin aslında bir son olmadığını; asıl sonun, çaresizliğin pençesine düşmüş Paris’in yıkılışı yani yapacak hiçbir işi kalmayan çaresiz insanın çöküşü olduğunu anlarız; hayat döngüsü ancak böyle son bulur ve anlamsızlık ancak bu şekilde olumlanabilir. Fakat Sartre’ın insanı, anlamsızlığı yadsıdığı sürece özgür olabilecektir. İlk kitap olan Akıl Çağı’nı hatırlayalım; Marcelle’in hamile olduğunu öğrenmesiyle başlıyordu; yani yeni bir hayatın filizlenmesi ama bunun karşısında nasıl bir sorumluluk ve tavır alması gerektiğini bilmeyen Marcelle ve Matheiu… Ama son kitaba geldiğimizde artık bir varoluş kazanacak o yeni insanın sevincini yaşayamaz hale geliriz; bizi yıkılış karşılar. Doğum bir başlangıçtır ama ölüm bir son değildir; umutsuzluk sondur, bu da yıkılıştır. Sartre’dan bir hayat döngüsünü betimleyen harika bir başlangıç ve bitiş metaforu olsa gerek! “Birbirlerine benziyorlar, diye düşündü Daniel. İkisi de sarışın, ikisi de dertli ve solgun, biri tablonun bu yanında, öbürü öteki yanında, ölümü arzulamış çocukla gerçekten ölmüş olan birbirlerine bakıyorlardı; ölüm, onları birbirinden ayıran ölüm buydu işte; bir hiç, tuvalin düz, kıpırtısız yüzeyi.” (s.186) Burada Sartre, sanatın doğayı olduğu gibi aktarma işleviyle harikulade bir karşılaştırma yapıyor. “Ölümü arzulamış çocuk” derken Daniel’in sokakta bulduğu; artık asker olarak bir amacı kalmamış ve ailesinden ayrılmış, intihar etmekte olan bir gençten bahsediyor. Anlaşıldığı üzere bu genç de yıkılışa ulaşmıştır ve tuvale çizilmiş ölü çocukla arasında hem fiziksel hem de manevi özellikler dahil hiçbir fark yoktur aslında. Hiçlik olarak tanımladığı tuvalin düz ve kıpırtısız yüzeyi ise insanı hapsetmiş ve yıkılışa götüren çaresizlik hapishanesinden başka bir şey değildir: sanatçının gözüyle kendi şeklimizden ve duygularımıza sahip bir görüntü sunar bu tuval ve aynı zamanda da hayatımızı sarmalayan o güçlükleri de yüzümüze vurur. Paris işgal altındayken karakterimiz Matheiu ise kendini aramaya devam etmektedir. Subaylar meydanı terk etmiş, kimileri Rusya’dan bir umut beklerken kimileri Komünist Parti’ye bel bağlamış ve çoğunluk da yaşama arzusunu kaybetmiştir. Bunlardan birisi de Matheiu’dur. Arkadaşı Pinette, savaşmaya giderken kendisi de “Aslında senin yerine benim ölüme gitmem gerek. Çünkü benim yaşamaya devam etmem için hiçbir neden yok.” diyerek eline tüfeğini almıştır. Pinette, onurunu kurtarmak için Alman gebertmek istemektedir ancak Matheiu ona artık onurun öneminin kalmadığını, herkesin önünde saygı duyacağı bir anıt dikilse bile bir anlamının olmayacağını söyler. Ahlak anlayışını da kökünden değiştirmiştir bu savaş: -Savaşta kahraman olup ülkeye hizmet etmek kimsenin umurunda değildir. Askerlik bir hiç uğruna ölmekten başka bir şey değildir artık. İnsan hayatının anlamının olmadığı yerde insan ürünü devlet yapılanmalarına, demokrasiye, özgürlüğe inanç bitmiştir çünkü. -Sanat işlevini kaybetmiştir. İnsanlar, doğayı olduğu gibi gösteren sanat eserlerine bakmak istemezler çünkü gerçeklerden ve özgürlükten kaçıyorlardır. Ritchi karakteri kitabın başlarında sanat eserlerinde saflık ve ruh temizliği istediğini, meleklere özgü kutsallığa sahip olmalarını ve esas amacın insanları mutlu etmek olması gerektiğini ister. Yine özgürlüğe olan inancın bittiğini gösteriyor. -Amaç artık Paris’i Almanlardan kurtarmak değildir, bir hırs uğruna olabildiğince çok Alman öldürmektir. Dolayısıyla bir ülkeyi kurtaracak milli duygulara sahip değillerdir artık. Bütün bunlara rağmen kurtuluşa olan umut hala vardır. Karakterimiz Matheiu artık tüm dünyaya lanet ederek başkalarının kendi adına karar almalarını kesin olarak reddetmiştir ve ilk defa sonucunu da bilerek pişmanlık duymadan karar vermiştir. Burası çaresizlik içinde kıvranan varoluşun başkaldırdığı ve 3 kitap boyunca gelinmek istenen en vurucu noktadır. Arkadaşlarını yüzüstü bırakmayacaktır ve ne olursa olsun kurtuluş için mücadele verecektir. Artık akıl çağını da aşarak ölümü de yadsımıştır. Albert Camus’un “Hayır!” diyen insanıdır bu; eski kararlar, inançlar ve pişmanlıklar geçmişe gömülmüştür ve yeni bir varoluş kurulmaktadır: “Ölümün, yaşamın gerçek ve gizli nedeni olduğuna karar verdim; yaşamanın imkansızlığını ispat etmek için ölüyorum.; gözlerim, dünyayı bütün ışıklarıyla söndürecek ve onu sonsuzluğa dek kapayacak, örtecek.” (s.260) Yukarıda ölümün bir son olmadığını, esas olarak umutsuzluğun yıkılışı getireceğini söylemiştik. Burada da Matheiu ek olarak yaşamın olmasının tek gerçek sebebinin ölüm olduğunu söylüyor. Ölüm asla bir son değildir; sadece varoluşu tanımlamak, onu betimlemek için bir araçtır. Ölümden sonra kalacak olan şey anlamdır. O anlam, bizi yıkılışa götürmeyecek olan eyleme yüklenecek anlamdır. O eylem de özgürlüktür. Eğer anlam yoksa, ölüm ancak o zaman bir sondur ama Matheiu artık ölümü aşmıştır; karar vermesi ve onu uygulaması gerekmektedir. Lisede felsefe hocası olan karakterimiz, verdiği karar doğrultusunda ilk cinayetini işler ve bundan daha önce tatmadığı bir haz alır: “Onun ‘ölüsü’ onun eseri, yeryüzünden gelip geçişinin bıraktığı iz. Daha, daha fazla öldürmek arzusuyla delice bir hırs halinde benliğini doldurdu. Bu çok kolay, çok eğlenceliydi hem de. Almanya’yı baştan başa yasa boğmak istiyordu.” (s.278) Ahlak kurallarını da atmıştır bir kenara ve yaptığı eylem bir insanın hayatına mal olsa da o sadece verdiği kararın arkasında durduğu için haz alır. Kendisi ölümü umursamadığı için başkalarının yaşamasının da bir önemi kalmamıştır artık. Bunun ahlaki sorumluluğunu kendisinden başka alacak kimse yoktur artık. Almanlar tarafından sarılmıştır etrafı; ettiği her ateş geçmişin yanlış yaşanmışlıklarına karşı bir tepki olur. Her şeye ve herkese ateş eder: Bir tanesi Lola için, bir tanesi Marcelle için, Odette için, yazamadığı kitaplar ve gidemediği yolculuklar için… Geçmişle hesaplaşır ve ondan bütünüyle kurtulur. Böylece hayatında ilk kez mutluluğu tadar. Almanlara 15 dakika dayanabilmiş midir bilmiyoruz çünkü Sartre orada çok doğru bir kararla hikâyeyi kesiyor. Matheiu artık ölmüş müdür, kurtulmuş mudur yoksa esir mi olmuştur bilmiyoruz. Her ne olursa olsun, son görüşümüzde Matheiu karakteri olduğu yerden memnundur ve biz de yıkılışın boyun eğdiremediği özgürlüğe olan inancımızla avunmuşuzdur! Harika bir bitiriş, hoşça kal Matheiu! Kitabın 2. kısmında Almanların esir kampına düşen Fransızları okuyoruz. Bu kısımda paragraf başı olmadığı için okuması daha zorlu. Asıl hikayemiz yukarıda tamamlandı ama burada da bahsedilecek şeyler ve bir son daha var. Esaret altında olmalarına rağmen içlerinde hala umutları tükenmemiş insanlar vardır, bir yol bulmaya çalışırlar. Kaçmak bir yol olabilir, kolaydır da bir iki Alman muhafızı atlatmak ama onlar kaçmak değil hayata tutunmak isterler. Bir Fransız rahip gelerek insanlara vaaz verir. Vaazı oldukça ikna edicidir, belki anlamlıdır da ama boş zırvalardan öteye geçmez ve dini duygular artık insanlarda bir his uyandırmaz. Rahip, umutsuzluğun insanın kendine karşı hazırladığı bir suikast olduğunu ve manevi bir intihar olduğunu söyleyip herkesin harekete geçmesini söyler ancak Sartre, dinin bu görevi yerine getiremeyeceğini de vurgular. Rahip de söylediklerine inanmamaktadır ve zamanını gizlice Almanlarla beraber geçirmektedir. Bu kısmın sonunda ise trenle Alanların esiri olarak yolculuk etmekte olan gruptan birisi trenden atlamaya karar verir. Zaten Almanların elinde öleceğini bildiği için atlayıp ölmesi ile arasında bir fark yoktur. Atlar ama yaşama isteği onu tekrardan trene tutundurur; içeri girmek ister fakat vurularak öldürülür. Diğerleri yolculuğuna devam eder ancak Almanların davranışı artık değişmiştir; onları iyi bir sonun beklediği söylenemez. İlk kısmın sonunda Matheiu’ya ne olduğunun bilinmezliği ama umudun yeşermesi, öte yandan ikinci kısımda vagondakilerin hayatta kalması ama trenin hareketiyle bir karamsarlığa sürüklenmeleri, Sartre’ın bize sunduğu birbirinin karşıtı iki bitiriştir. ***Buraya kadar okuyan olduysa teşekkürler. İnceleme üzerine tartışmak isteyen veya göremediğim noktalar için ekleme yapmak isteyen olursa her türlü mesaja açığım.*** Çok etkileyici bir seriydi! (Ozan K.)
J.P. Sartre'den güzel bir eser daha bitmiş oldu. Yazar bu eserinde 1927'lerde yaşanmış olan Almanya ile Fransa arasındaki savaşı kaleme alıyor. Savaş döneminde kendi içinde bulundukları durumu ve karşı cephe olan Almanya'nın sergilediği tutum ve davranışları kaleme almış. O zamanlar Almanya'nın başında Adolf Hitler gibi büyük bir önder bulunduğu için yazar savaşı Fransa'nın kaybetmesini Hitler'e bağlamak konusunda bir itiraftan geri kalmıyor. Ayrıca... Yazar kitapta başka bir şeyi daha itiraf ediyor; Almanların savaşa girmesini biz istedik biz kışkırttık diye de ekliyor. Yazar, yenilen tarafta yani Fransa cephesinde rol aldığı için savaşta esnasındaki baskıyı ve savaştan sonraki Fransa durumunu kaleme almış. Savaşta yenilen taraf olduğunun ne kadar kötü bir şey olduğunu sanırım kitaptan geçene şu ifade özetliyor. İnsanların Almanya'nın zaferinden sonra Fransız olması halinde gidip Almanca öğrenmek isteyip öğrenmeleri. İşte savaş her şeyi yok ettiği gibi insanın vazgeçilmez varlığı olan dilini dahi ortadan kaldırabilecek derecede kötü bir şey. Tüm bunlara bakınca da yazar kitabın ismine neden "Ruhun Ölümü" koyduğunu anlamak pek de zor olmasa gerek. (Yunus)
Kitabın Yazarı Jean-Paul Sartre Kimdir?
Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız yazarve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.
Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı.
1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı. 1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943).
1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.
Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine dolaylı katkısı olmuştur. 1960'ların sonlarında Sartre, kurulu komünist partileri reddettiği için Maocuları destekledi. Sartre daha sonra Maocularla ittifak halinde olduğunu reddetmiş ve Mayıs olaylarından sonra "Eger biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." demiştir. Bundan sonra kendisinin anarşist olarak tanıtılmasını uygun karşılamıştır.
Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. "121'ler Manifestosu" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.
1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolükonusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.
Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvarolarak belirtilebilir.
Sartre'ın Varoluşçuluğu:
Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.
Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur.
Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. İsa, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.
Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur, öyle ki, Sartre; insan kendi özgürlüğüne mahkum edilmiştir der. Sartre'a göre insan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.
Öte yandan varoluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsal ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, kendi felsefi konumunu ifade etmek için özgül bir şekilde anladığı anlamda hümanizmi vurgular. Sartre Varoluşçuluk Hümanizmdir der ve bu isimde felsefi bir çalışması vardır.
Bulantı
Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, "kendi-için-şey"dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.
Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.
Varoluşçu Marksizm
Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; "Marksizm hümanizmdir", der Sartre.
Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Sartre'a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya daDiyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için" der Sartre, "marksizm aşılamazdır".
Sartre ve Aydın tavrı:
Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir.
Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.
Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.
Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır.
Jean-Paul Sartre Kitapları - Eserleri
- Bulantı
- Duvar
- Akıl Çağı
- Varoluşçuluk
- Yıkılış
- Yaşanmayan Zaman
- Edebiyat Nedir?
- Sözcükler
- Aydınlar Üzerine
- Varlık ve Hiçlik
- İş İşten Geçti
- Sartre Sartre'ı Anlatıyor
- Baudelaire
- İmgelem
- Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar
- Toplu Oyunlar
- Toplu Oyunlar 2
- Kirli Eller
- Öznellik Nedir?
- Ego'nun Aşkınlığı
- Denemeler
- Saygılı Yosma
- Yöntem Araştırmaları
- Hepimiz Katiliz
- Materyalizm ve Devrim
- Altona Mahpusları
- Özgür Olmak
- Şimdi Umut: 1980 Söyleşileri
- Tuhaf Savaşın Güncesi
- Çark
- Gizli Oturum
- Mezarsız Ölüler
- Sinekler
- Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı
- Şeytan ve Yüce Tanrı
- Bir Şefin Çocukluğu
- Altona Men - Without Shadows - The Flies
- Komünistler Devrimden Korkuyor
- Çağımızın Gerçekleri
- Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor
- Yazınsal Denemeler
- Yabancının Açıklaması
- Estetik Üstüne Denemeler
- In Camera and Other Plays
- Briefe an Simone de Beauvoir 1
- Sahibin uşaqlığı
- Seçilmiş Əsərləri
- The Age of Reason
- Yöntem Araştırmaları
Jean-Paul Sartre Alıntıları - Sözleri
- Emek, hayatın yeniden üretilmesi yoluyla nesnelleşmeyse, emek yoluyla nesnelleşen nedir? İhtiyaçla tehdit edilen nedir? Jouissance'la (haz, keyif) birlikte ihtiyacı ortadan kaldıran nedir? Cevap elbette ki pratik biyolojik organizmadır ya da diğer bir deyişle, bu terim bizi öznellik açısından ilgilendirdiği ölçüde, psikosomatik birliktir. Sonuç olarak, burada içselliğiyle dolaysız bilgiden kaçan bir birliği kavrıyoruz. (Öznellik Nedir?)
- Özgürlük, metafizik değil, pratik özgürlük, proteinle koşullanmıştır. İnsanlar, açlıktan kurtulduğu, uğraşlarını ona yakışan koşullar altında yapabildikleri gün, yaşam insanca olacaktır. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
- Dokunmayın bana. Birinin bana dokunmasından nefret ederim. Acımanızı da kendinize saklayın. Haydi! (Gizli Oturum)
- Aşk, aşktan daha fazla bir şeydir. (Denemeler)
- Ben de herkes gibi değiştim: bir sürerlilik içinde. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
- Bize ihanet eden, kendi sözlerimiz, kendi eylemlerimiz, kendi alçaklıklarımızdır. (Altona Mahpusları)
- Köksüzlerin ağırlığı olmaz. (Sinekler)
- "O halde bu, proletaryanın hiçten yola çıkarak icat ettiği ya da 'yarattığı' bir şey değil, daha ziyade bütünlüğü içindeki evrim sürecinin zorunlu sonucudur; bu yeni öğe, ancak proletarya onu bilincine yükseltip pratik kıldığında somut bir gerçeklik halini almaya dair soyut bir imkân olmayı yine de bırakmaz. (Öznellik Nedir?)
- İnsan dönüp kendi geçmişine bir anlam yakıştırarak onu bir çeşit değişikliğe uğratabilir. Yani kendi kişisel tasarısına göre, geçmişini farklı bir biçimde sahiplenir. Bir başka deyişle geçmiş, insanın özgürlük anlayışına göre kimlik kazanır.. (Ego'nun Aşkınlığı)
- "Yeniden kendimi hissedebilmek istiyorum. İçten ve yoğun bir duygu beni kurtaracak." (Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor)
- "Eskiden beklemek umurumda değildi. Şimdiyse yapamıyorum artık." (Kirli Eller)
- Cehennem, başkalarıdır. (Toplu Oyunlar)
- “Neden iki ayrı kişi olduğumuzu anlamıyorum. Kendim kalarak, sana dönüşmeyi isterdim.” (Toplu Oyunlar)
- Gerçekten savaşsaydım, pek fena olmazdı. Fakat, savaşmıyorum işte. Silah altına alınmışım, o kadar. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
- "Bizi hiçbir zaman sevmediler!.." (Yıkılış)
- Öncelikle en başında boşluk korkutmuştu sanatçıyı. Kuş uçmaz kervan geçmez, bu ıpıssız mekanda kendi boşluğunu kavramaya çalışırken, bir aşağı bir yukarı, aylarca gezinmişti. Sadece kendi korkunç yalnızlığı eşlik etmişti ona... (Estetik Üstüne Denemeler)
- " Belli bir grubun emrindeki bilim, bir ideolojiye dönüşür. '' (Aydınlar Üzerine)
- "İnsan özgür olmaya mahkûmdur." (Varoluşçuluk)
- Söyleyebildiğim zaman söyleyeceğim. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
- Biz rüzgar ektik, o ise fırtınadır. Şiddetin çocuğu, şiddetten her an kendi insanlığını yaratıyor. Biz onun sırtından insandık, o da bizim sırtımızdan kendisini insanlaştırıyor. Yeni bir insana doğru hem de daha niteliklisinden. (Hepimiz Katiliz)