diorex
sampiyon

Doğuştan Fırat olan ruhuma, Dicle ilişsin istiyorum...

Üstadın (Necat İltaş) uzun uzun nidalandığı şiirinin kahramanı ve kurulduğu tarihten bu yana, insanların ölüp ölüp dirildiği Mezopotamya topraklarında, Mardin'deyim!

  • 30.06.2012 11:57
Doğuştan Fırat olan ruhuma, Dicle ilişsin istiyorum...

Ben Mezopotamya! / Asya’nın nazlı kızı / Bereketin, bolluğun ve sevdaların diyarı / Sevgi ve kin / Öfke ve hırs / Savaş ve barış bende anlamlandı / Bende vücut buldu ruh / Tarih benimle başladı / Özgürlük göbek adımdır / Dağlarımda ve ovalarımda / Zümrüt yeşilinde / Ve güneşin sihirli renklerinde / Rüzgârın o karşı konulmaz / Muhteşem ritminde bir kısrak olur / Fırat’la yarışır / Dicle’de dinginleşirim / Nemrut’ta kara kartalın kanatlarında / Tanrı’lara meydan okurum... / Çünkü özgürlük ve sevdanın pınarı benim / Çünkü ben Mezopotamya’yım, Asya’nın nazlı ve biricik kızı…”

“Türkiye’nin güneydoğusunda ülkenin en eski kentlerinden biri. Gökyüzüne komşu bir kalenin eteklerine kurulmuş bir taşkent. Ben orada doğdum. Orada büyüdüm. Orada öldüm”, diyen Murathan Mungan’ın, otobiyografik kitabı ‘Paranın Cinleri’nde dillendirdiği üzere; “Hep onu yazdığım halde, bir türlü yazamadığım bir şey Mardin…”deyim!

ÇARŞAF GİBİ YAYILAN MEZOPOTAMYA
Birbirine ‘abbara’ denilen karanlık tünellerle bağlanan, evlerinin altından geçen sokaklarının dile geldiğine şahit olduğum, yürüyüşlerimin sonunu, farklı dillerde-dinlerde, yeni hikâyelere bağlayan daracık ve çıkmaz sokaklarının sesini duyduğum, çöp toplayan katırlarıyla, abalı hamallarıyla ve top oynayan çocuklarıyla bana, en âlâsından üç gün yaşatan Mardin kadrajından yansıyanlar şöyle… “Sıcak, kurak, uzak” demez de bir vakitler, rotanızı çevirirsiniz niyetine…

Şimdi bu kuşluk vaktinde, dillere destan bir tepe üzerine kurulmuş Eski Mardin yamacından bakınırken, biraz eskiye, biraz da yeniye; bugüne kadar neden bu denli beylik cümlelerle bezendiğini anlıyorum bu kentin... Her insan, doğduğu-yaşadığı toprağa benzermiş tanımından mütevellit, benzediğim İstanbulum’la akıyorum Mardin şahaneliğine…

Bir masal diyarındayım sanki! Anlatan Mezopotamya, dinleyen ben… Efsunlu kentin, akşam saatleri de pek bir havalı ve pek bir manalı; kaybolmak istemek neymiş, sanırım bir de burada yaşamanız gerek! Hani sözlerin havada parende attığı anlar vardır, işte tam da öyle, şimdi bu dakika, bu saniye; dümdüz bir ova, bana selam duran! Gecenin bu saatinde, İstanbul denizi kıvamında, çarşaf gibi yayılan Mezopotamya… İçlere, içeriye doğru yol almamı bekler gibi bakan, yanık tenli Mardin…

Gece yarısından sonra kız çocuklarının oyunlarını harman ettiği, evlerin kapı önlerinde kadınların-erkeklerin demli çaylar eşliğinde, derin muhabbetlere oturduğu, kime selam verseniz, “Silav Hevalno / Selam arkadaşlar”, “Hûn bixêr hatin / Hoşgeldiniz” ya da “Bi oturun hele de çay söyleyelim, mırra keyfi yapalım” dediği, kıvamında sohbetlerin dimağında, Süryani ev yapımı lezzetlerinin damak çatlattığı masalarıyla ve uzak ülkelerden turistlerin mesken ederek, şen kahkahalar attığı bir diyar Mardin.


İPEKYOLU GÜZERGÂHININ HEMEN YAMACINDA
Tarihi M.Ö. 4500 yıllarına dayanan kentte bugüne kadar Sümerler, Hurriler, Akadlar, Mitaniler, Hititler, Asurlar, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Artuklular, Osmanlılar ve daha nice medeniyetler yaşamış. Bu kadar farklı ırk ve dine ev sahipliği yapmış Mardin, memleketim coğrafyasının diğer kentleri gibi bu vakte kadar derin acılar yaşamış ama neticede Hristiyan ile Müslümanlar’ın hoşgörü içinde kaynaştığı, örnek bir yapı olarak gösterilmiş hep. Mardin eski adıyla Erdoba, geleneksel Mardin evleri, dar sokakları ile adeta bir açık hava müzesi durumunda. Öyle ki Mardin, Venedik’ten sonra mimari dokusunu kaybetmemiş, ikinci şehir konumunda bulunuyormuş. Kent; Mardin Kalesi, tarihi evleri, kiliseleri, camileri ve medreseleri ile turizm açısından da bir cazibe merkezi. Kentin en eski camisi, Artuklular dönemine ait Ulu Camii... Çift merdivenli helezonik minaresi ile diğerlerinden ayrılan Şehidiye Camii, kent merkezinde yer alan Latifiye Camii, Kadiriye Medresesi, Zinciriye Medresesi ve Kırklar Kilisesi de görülmesi gereken yapılar arasında. Bundan bin yıl öncesinde, Mardin’in dünyanın merkezi olduğunu algılamak; şimdi bu topraklarda kelama oturduğumuzda daha bir alımlı görünüyor gözüme… Burada tanışacağınız insanlar, dokunacağınız dokular, tadacağınız lezzetler, renkler, kokular ve muhabbetler, öyle hemen ertesi günü, unutacağınız türden değil… (Bir kent, bu kadar mı bir başka kentliyi etkisi altına alır?! Panik yok, sakin; ben çok mesudum bu durumdan…) Öyle ya bu İpekyolu güzergâhının hemen yamacının doğusunda imparatorluklar büyüyor, güneyinde dinler doğuyor, batısında medeniyet adı altında yeni dünyalar yaratılıyordu.

GÖRMEDEN, TATMADAN, ALMADAN DÖNME!
İsmini Mardin’in Asur Dönemi’ndeki adı arz-dobey’den (kutsal yer) alan, ferforjelerin en güzel örneklerinden olan, ilk butik oteli Erdoba Evleri’nin konaklarını görmeden, hatta bir gece konaklamadan, yöre halkının anlatmayı çok sevdiği, tarih boyunca ele geçirilemez olarak ün yapan Mardin Kalesi – Kartal Yuvası hikâyesini dinlemeden, Cumhuriyet Meydanı’nda, (cadde üzerinde birçok yapıda imzası bulunan) Mimarbaşı Lole tarafından 1895 yılında, Süryani Katolik Patrikhanesi olarak inşa edilen Mardin Müzesi ve Kırklar Kilisesi olarak da bilinen Mar Behnam Kilisesi’nin şahaneliklerini incelemeden, avlularında nefeslenmeden, bugün PTT binası olarak kullanılan, yine Lole tarafından 1890’da inşa edilen Şahtana Ailesi Konağı’nın taş işçiliğinin seyrine dalmadan, Artuklu Hükümdarı Nasreddin Artuk Arslan tarafından 13. yüzyılda yaptırılan, adeta Binbir Gece Masalları’nı anımsatan ve minaresinde de Mimarbaşı Lole’nin imzası bulunan Şehidiye (rivayete göre, Lole bu minareyi iskelesiz yapmış) ve Zinciriye Medreseleri’ni dikize yatmadan dönmemelisiniz!

MİDYAT VE HASANKEYF…
Unutmadan, bir Mardin klasiği olan, adeta zamanın durduğu, meşhur Bakırcılar Çarşısı’nın kahvelerinde soluklanmadan ve bakır işçiliği, semercilik gibi geleneksel zanaatları, taş dükkanlarında icra eden esnafla muhabbete dalmadan, Mardin’den geçtim diyemezsiniz, benden söylemesi! (Bir kenti sevdiren ve hissiyatlandıran, o şehrin insanları ve muhabbetleridir ya, o minvalde.)

Daha bitmedi, şımarıklık edip, devam ediyorum mevzumuza izninizle… Zamanında bir dönem dünya Süryanileri’nin patriklik merkezi olmuş Deyrulzafaran Manastırı’nı; Midyat’ın 23 km.güney doğusunda, meşe ağaçlarıyla örtülü tepelerin doruk noktalarından birinde, 1610 yıllık, Süryaniler’in ana yurdu olarak bilinen Turabdin Bölgesi’nin kalbi konumundaki, Mor Şamuel ve Mor Şemun tarafından kurulan Mor Gabriel Manastırı adıyla da bilinen Deyrulumur’u; tarih sahnesinde mağaralar kenti anlamına gelen ‘Matiate’ adıyla girmiş olan, telkari sanatında tavan yapmış inceliklerle bezeli dükkanlarıyla meşhur Midyat’ı; meşhur Dara Harabeleri içinde yığma bir tepe üzerinde yükselen, vakti zamanında Yukarı Mezopotamya Bölgesi’nin en ünlü tarihi şehri iken bugün köy görünümünde olan (bazılarına göre Mezopotamya’nın Efes’i), meşhur İran Hükümdarı Dara Yuvaniş’in yaptırdığı Dara Kalesi’ni; Batman yolu üzerinde, Ortaçağ sonlarına kadar Mezopotamya ile Anadolu’nun kesişim noktasında ticaretin merkezi olmuş, günümüzde ise Ilısu Barajı altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan Hasankeyf’i ve Hasankeyf Kalesi’nde konuşlanan Ulu Camii, Büyük ve Küçük Saraylar’ı görmeden, tabii bu yapıların hikâyelerini oranın ezberi kuvvetli minik rehberlerinden dinlemeden dönmeyin! (Hasankeyf Kalesi’nin kuzeyinde Dicle üzerinde bulunan, yıkılmasına rağmen, tüm heybetiyle -belki de insafsızlığımıza eyvallah çakan- taşköprüyü kadraja fonlarken, bir kaç vakte kadar Halfeti gibi buraların da sular altında kalacak olmasını düşündüm ve haybin saçmalık! (Zamanında, bu sakin Dicle kıyısında medreselerin, rasathanelerin ve bilim mekânlarının konuşlandığını düşününce…) İnsan Hasankeyf’te, öylesine tarihi bir yer yahut anılara bir keşif fotoğrafı daha olsun, diye bakınamıyor. ‘Fırat deli akar, Dicle sakindir’ demişti bir üstat… Şimdi, doğuştan Fırat olan ruhuma, Dicle ilişsin istiyorum en naifinden!)

İLAÇ NİYETİNE, NE YİYECEĞİZ DİYENLERE GELSİN!
Ermeni, Arap, Türk, Kürt ve Süryani mutfaklarının, hoş bir karışımı olan Mardin’in ilginç lezzetlerinden; kişk çorbası, tarçınlı mahlepli patlıcanlı pilav, alluciye (ekşili erik yahnisi), incasiye (pekmezli erik tavası), kitel raha (Süryani içli köftesi), hımmısiye (ekşili nohut yemeği), kazan kebabı, dobo (kuzu but, badem, sarımsak, yeni bahar), sembusek denilen kapalı lahmacun, ikbebet (haşlanmış içli köfte), şeker leblebi, tebbuli, tebbel, muammara, kiremfum, megbus, fıstıklı pestil ve badem şekerinden tatmadan dönmeyiniz. Takı vahası Midyat’tan özel işlemeli gümüşlerden olan telkarilerden, bıttım (yabani fıstık) sabunundan, buraya özel sumaktan, mahleplerinden almayı unutmayınız. Bir de gelmişken, bir Mardin gecesinde Endülüs, Arap, Süryani, Kürt ve Türk melodilerinin harmanlanmasından ortaya çıkan, buraya özgü Reyhani Müziği’nin ritminde kafayı açmadan, Mardin serüvenini kapatmayınız. Bunun içinse, (İstanbul’da da şubesi bulunan) Cercis Murat Konağı’nın bir gece misafiri olmanızda fayda var. Pişman olmayacaksınız ama halaya durmanız şart!

YILANLAR ÜLKESİNİN KRALİÇESİ
Antik kent Hasankeyf’i bize anlatan rehberimiz, 12 yaşındaki Ferhat’tı, ondan öğrendiğim; Üzerinde akrep ve yılan figürleri bulunan ve neredeyse binlerce mağarayı barındıran Hasankeyf Kale kapısının tarihi 1416 yılına dayanıyor. Vakti zamanında ‘bir insan evladı’nın, kapının üstünde yer alan akrebi çaldığı ve sonrasında akreplerin insanları sokmaya başladığı ama kapının diğer yontması olan yılanın da insanları koruduğu… Bu gözlere şenlik kaleden kuşbakışı ziyafetimden sonra Dicle’nin sesine kulak kabartarak, kıyısındaki çardak lokantaların birinde nefesleniyorum… Kentin gediklisi olan yamacımdaki üstatta başlıyor, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane olan Şahmaran’ı anlatmaya; “Tahmasp isminde, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde. Bir gün yanlışlıkla, binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya girmiş… Bu zifiri karanlık mağaranın içinde, hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş Tahmasp. Dikkatli bakınca, kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş ve etrafındaki bütün yılanların ona secde ettiğini görmüş… Kadın ona doğru ilerlemiş ve gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demiş ki; Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeran’ım...”

Her hikâyede olduğu gibi bu uzun hikâyenin de sonu hüzünlü… Bir kez daha anlıyorum ki memleketim coğrafyasının hamuru, hüzünle karılmış, o yüzdendir, belki de kendi acımızı unutup hikâye ve ezgilerin acılarına sarılmışlığımız… O vakit, şimdilik bundan sonralarına diyelim…

İçimden geldi notu:
Küratörlüğünü Paolo Colombo ve Lora Sarıaslan’ın yaptığı ve 21 Eylül-21 Ekim 2012 tarihlerinde gerçekleştirilecek olan 2. Mardin Bienali’nin bu yılki başlığı İkinci Bakış//Double Take olarak belirlenmiş. GAP İdaresi, Mardin Valiliği ile Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen, direktörlüğünü Döne Otyam’ın üstlendiği bienal; aralarında Fikret Atay, Sami Baydar, Edy Ferguson, Mona Hatoum, Murat Şahinler, Shahzia Sikander ve Pae White’ın da olduğu 30 sanatçıyı ağırlayacak. Bienal, 21 Ekim’e kadar devam edecek.

BETÜL MEMİŞ MEMİSBETUL@GMAİL.COM / HABERTÜRK

Yorum Yaz