tatlidede

Bir Etkinliğin Hatırlattıkları

Bir Etkinliğin Hatırlattıkları

            Aşağı yukarı yirmi yıldan fazla olmuş. Mezun olduğum okula dört yıl aradan sonra edebiyat öğretmeni olarak tayinim çıkmıştı. Her şey neredeyse bıraktığım gibi duruyordu. İçinde koşuşturduğumuz bahçe, serin gölgesine sığındığımız ağaçlar, ikişer üçer basamak uçarcasına inip çıktığımız merdivenler, ilk gençlik çağımızın bütün uçarılıklarına sahne olan sınıflar … Her şey ama her şey yerli yerinde duruyordu. Hatta artık meslektaşları olduğum öğretmenlerimin bile neredeyse yarısı öğrenciliğimden kalmaydı.

            İstekli bir heyecanın kucağında, birbirini kovalayan o ilk öğretmenlik zamanlarımın birinde lise son sınıf öğrencilerine derse girecektim. Müfredat gereği Fuzûlî’nin Leyla İle Mecnûn’unu işleyecektim. Hemen herkesin bir şekilde ismini duyduğu Fuzûlî’nin hayatını, Irak’ta Necef-Hille-Kerbela üçgenindeki çöllerde kıymeti bilinmeden fakr û zarûret içinde nasıl biçâre bir yaşam sürdüğünü, Leyla’nın ve Mecnûn’un onulmaz hicran yaralarıyla destanlaşan aşk hikâyelerine değindim. Buna benzer aşk hikâyelerinin bütün milletlerin edebiyatlarında var olduğundan bahsettim. Bu sırada öğrencilerden biri, “Kürtlerin de bir aşk hikâyesi yok mu hocam?” deyince, “Olmaz olur mu. Buna benzer Mem û Zîn var mesela, Ahmed-i Hânî’nin yazdığı. …” demiştim. Başka da bir şey dememiştim, zaten diyemezdim de. O sıralar ne Ahmed-i Hânî, ne de başka bir Kürt edebiyatçısı hakkında lakırdı edecek bir bilgim yoktu.

            O dersten birkaç gün sonra bir edebiyat öğretmeni arkadaşımla koridorda rastlaştık. Kısa bir selamlaşma faslından sonra beni kenara çekip kaygı dolu ama dostane bir ses tonuyla bana şunları söylediğini anımsıyorum:

            “Hocam, bak senin için söylüyorum. Sınıfta konuşurken az daha dikkat etmen lazım. Ne sınıfta, ne de orda burda bir daha Kürt edebiyatı falan deme sakın!” Karşısındakinin hayrını istediği her hâlinden belli olan bu sözler karşısında sadece “Olur hocam.” diyebilmiştim. Söyleyiş tarzına bakarak o an o kadar büyük bir hata yaptığıma ikna olmuştum ki, “Kötü bir niyetim yoktu, sadece bir iki cümle bir şeyler söylemiştim, vallahi billahi bak …” diyecek durumda bile değildim. O günün ağır politik havası ve kabulleri değerlendirildiğinde, şuncacık iki üç masumâne kelâmın insanın akıbetini zora sokacak, akıl almaz bedelleri olabilirdi zira. …

***

         Bu buruk hatıranın zihnimde deveran etmesini sağlayan şey, bir yarışmaya jüri üyesi olarak davet edilmemdi. Yarışma, Mardin’deki ortaokullar arasındaki bir Kürtçe şiir okuma programıydı. Bu etkinlikle, ortaokullardaki seçmeli Kürtçe derslerine dikkat çekilmesi amaçlanıyordu. Üniversitede hasbelkader Kürdoloji alanında çalışan birisi olarak şimdi, bu yarışmaya dereceye girenleri belirleyecek kişi olarak çağrılıyordum. Tabi, bu çağrıyı reddetmem düşünülemezdi. İlgili birkaç arkadaşımla Kızıltepe’deki Özcan Yıldız İHO’ya gidip yerlerimizi aldık. Bu etkinliği üç yıldır yaptıklarını dile getiren okul müdürü Tarık Yılmaz Bey, ekibiyle birlikte oldukça özenli bir program hazırlamıştı. Bürokrasi, STK ve basının yanı sıra siyasi parti temsilcileri de davet edilmişti etkinliğe. Resmi ve sivil, toplumun her kesiminden insanların programa yoğun katılım sağlamış olması, toplumun konuya gösterdiği ilgiyi ortaya koyuyordu benim açımdan.

         İlin her ilçesinden yarışmaya katılan cıvıl cıvıl ortaokul öğrencileri anadillerinde okudukları şiirleri büyük bir hünerle sergiliyorlardı. Melayê Cizîrî’den Feqîyê Teyran’a, Arjen Arî’den Jan Dost’a Kürt edebiyatının en zirve isimlerinin şiirlerini terennüm ediyorlardı. Bu körpe yavruların dillerinden dökülen mısralar, hiçbir kaygı ve korku emaresi taşımıyordu. Oysa aynı mısraların, onların babalarının, onların da babalarının ve hatta üç beş nesil atalarının başlarına geçmişte ne belalar açabildiğini bu çocuklar bilemezlerdi. …

         Zaman değirmeninin, en bükülmez politik hoyratlıkları nasıl dönüştürebildiğine, en sert ön yargıları nasıl eğip bükebildiğine tanık olduk ülkenin bu yakın mazisinde. Benim bir zamanlar derslerimde dilimin ucuna bile almaktan sakındığım Mem û Zîn gibi yapıtlar, bugün onları geçmişte tümden reddeden resmî merciler tarafından tercüme edilip basılmakta. Bu eserler ve bu eserlerin diliyle amel edenlerin örselendiği, sistematik bir şekilde alaşağı edildiği dramatik ve bir o kadar da onur kırıcı dönemlerin geride kaldığına şahit olduk.

         Pek çok kimsenin “Aman canım ne olmuş, alt tarafı bir Kürtçe şiir okuma yarışması” deyip burun kıvırabileceği ama bana bu kadar duygu ve düşünceyi tahattur eden bu etkinlik, bahsini ettiğim o kaotik dönemlerin son bulduğunun en bâriz nişânelerinden biriydi. Resmî bir TV kanalı, üniversitelerde bölümler ve lisansüstü programlar, ortaokullarda seçmeli ders statüsü gibi pek çok gelişme, iç âlemimde belki de fazlaca önem atfettiğim o yarışma programında somutlaşıyordu.

         Her şey bir yana; söz konusu kazanımların, ülkemizin toplumsal birliğine ve barışına yaptığı katkıları enine boyuna sıralayarak bunları uzun uzadıya övmek mümkün. Herkesin övgülerini sıralama motivasyonu birbirinden farklıdır elbette. Kimisi bu hak kazanımlarını uygun bir yönetim stratejisi olarak görür ve bunları memleketin iç barışına katkı sağladığı gerekçesiyle över. Kimisi de bunu demokrasi, özgürlük, eşitlik jargonlarıyla olumlama yoluna gider, ki bu da pek yerinde bir yaklaşımdır. Fakat bunlar içinde övgüye en layık olanı, karar alıcıların Kürtçe ile ilgili adımları atarken bu adımları “kardeşlik hukukunun tesisi” duygusuyla atmış olmaları. Bu duygu, kendisi için istediğini kardeşi için de ister ve dilleri bir ayrışma unsuru olarak değil, Allâh’ın birer âyeti olarak görür.    

        

        

        

 

 

Yorum Yaz