diorex
Dedas

Mustafa Akdağ kimdir? Mustafa Akdağ kitapları ve sözleri

Türk Tarihci, Akademisyen ve Öğretmen Mustafa Akdağ hayatı araştırılıyor. Peki Mustafa Akdağ kimdir? Mustafa Akdağ aslen nerelidir? Mustafa Akdağ ne zaman, nerede doğdu? Mustafa Akdağ hayatta mı? İşte Mustafa Akdağ hayatı...

  • 14.10.2022 14:00
Mustafa Akdağ kimdir? Mustafa Akdağ kitapları ve sözleri
Türk Tarihci, Akademisyen ve Öğretmen Mustafa Akdağ edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Mustafa Akdağ hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Mustafa Akdağ hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Mustafa Akdağ hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...

Tam / Gerçek Adı: Prof. Dr. Mustafa Akdağ

Doğum Tarihi: 1913

Doğum Yeri: Boğazlıyan, Yozgat, Türkiye

Mustafa Akdağ kimdir?

Yozgat'ın Boğazlıyan ilçesine bağlı Günyayla köyünde doğdu. (Günyayla, hâlen Yozgat'ın Çayıralan ilçesine bağlı bir köydür.) İlköğrenimini Akdağmadeni Yatılı İlkokulu’nda, ortaöğrenimini İzmir İlköğretmen Okulu’nda tamamladı.

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin tarih bölümünden mezun oldu. 1945 yılında Celalî İsyanları'nın Başlaması başlıklı tezi ile edebiyat doktoru unvanını kazandı. 1947 yılında fakülteden ayrılmak zorunda kalan Mustafa Akdağ, önce o zaman Ankara'da Gazi Yüksek Öğretmen Okulu ismini taşıyan yüksek ogretmen okuluna asistan olarak, bir yıl sonra da Diyarbakır Öğretmen Okulu'na tarih öğretmeni olarak tayin oldu. Öğretmenliğini sürdürürken, Celâlî Fetreti: 1597 - 1603 başlıklı habilitasyon çalışması ile doçentlik tezini verdi.

1951 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin yakın çağ tarihi kürsüsüne doçent olarak atandı, 1958 yılında da profesör oldu. 12 Mart 1971’den sonra tutuklandı, bir süre sonra serbest bırakıldı.

Tutuksuz olarak yargılandığı sırada Nisan 1973'te hayata gözlerini yumdu.

1973 yılında yaşama gözlerini yumduğunda, daha önce Celâlî İsyanları adı altında basılan kitabını, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası başlığı ile yeniden yayına hazırlamaktaydı.

Ayrıca, Mustafa Akdağ’ın Tımar Rejiminin Bozuluşu (1947), Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık Düzeni gibi geniş çerçeveli makaleleri vardır.

Mustafa Akdağ Kitapları - Eserleri

  • Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası
  • Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi
  • Yakın Çağ Dönemi - Avrupa Tarihi
  • Örgütsel Açıdan İnsan Kaynakları ve Halkla İlişkiler
  • Dünden Bugüne Halkla İlişkiler
  • Büyük Tasarım ve Süreç
  • Büyük Celali Karışıklıklarının Başlaması
  • Kur'an ve Bilim Işığında Kıyamet
  • Kriz Yönetimi

Mustafa Akdağ Alıntıları - Sözleri

  • ...bütün imparatorluk, bilhassa Anadolu, 1550 den itibaren, bazen hafif, bazen şiddetli daimî bir kıt­lık devrine girmiş bulunmakta idi. Bu tarihten evvelki durumu iyi bilemiyoruz. Belin'in kaydına göre, 1494- 1503 (900-909) yıllan arasında Türkiye müthiş bir kıtlık ve bununla birlikte büyük bir veba geçirmişti. Bir akçeye 50 - 60 dirhem un güç bulunabilmekte idi ki, böyle bir açlığı biz ancak "Celâlî Fetreti" ve "Büyük Kaçgun" devirlerinde görüyoruz. Edremit şer'iyye ‘sicillerinde geçen bazı dâvalar dolayısiyle, Bursa ve Balıkesir tarafında, 1525 (932) den 1527 (934) ye kadar üç mahsul yılında müthiş bir çekirge tahribatı olduğunu anlıyoruz. 1528 de de ekinlerini su basmış ve çiftçilerden çoğu tohumlarını bile alamamışlardı. Hükümet merkezinden Balıkesir Sancak Bey­liğine ve kadılarla yollanan bir fermanda, (1528) de halkın yine çe­kirgeden endişe ettiklerinden bahsolunarak, çekirge yumurtaları­nın yok edilmesi için köylülerin seferber edilmeleri emir edilmekte idi. Bundan adı geçen sancaklarda üst üstüne dört sene mah­sul olmadığını anlamakla beraber, aynı halin daha hangi sahalar­da meydana geldiğini bilmiyoruz. Hele bu türlü kıtlıkların kaç se­nede bir geldikleri hiç belli değildir. Bununla beraber, böyle şiddetli kıtlıkların İktisadî darlığı büsbütün arttırdıklarını ve çift­çilerin leventliğe temayül etmelerini çabuklaştırdıklarını tahmin etmek lâzımdır. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • ...İstanbul'un fethinde sefere katılan din adamları da, Akşemseddin ve Akbıyık gibi şeyhler etrafında tarikatçılar, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibileri etrafında da danişmendler olarak, biri ötekini çelmelemek istiyen iki rakip zümre idiler, ve belki de, birincilerin Fatih Sultan Mehmed'i destekleme­lerine karşılık, ikinciler gene bir danişmend olan Vezir Halil Paşa ile birlikte çelmeci olmuşlardı. Türkiye Devle­ti'nin Osmanlılar başbuğluğuyla yeniden kuruluşu sırala­rında, tarikat mensupları, arada isyanlar tertip ederek, si­yasi bunalımlar yaratmışlar, bu da devleti elbette tarikat­çılığa karşı tedbirler almaya yöneltmiştir. Fakat, Osmanlı rejimi, daha ziyade kendi merkeziyetçi ve mutlakiyetçi karakteri icabı uyguladığı idari usullerle, «Şeyhleri» veya «Valileri» Divana ya da padişahın şahsına sıkı sıkıya bağ­lamayı bilmiş ve böylece, tarikatçılığı kontrolü altına al­mayı başarmıştır. Örneğin, bütün vakıfların denetimi ve bu kurumlardaki «cihetlerin-vazifelerin» şeyhlere devlet tarafından tevcih olunmaları usulü, tekke ve zaviye men­suplarını ister istemez itaatlı ve uslu yapıyordu. (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Evrende tesadüfle açıklanabilir hiçbir şey yoktur. Çap,kütle,uzaklık ve periyot türünden her şey; çok ince bir plan ve program çerçevesindedir. (Büyük Tasarım ve Süreç)
  • Moğolların Anadoluyu istalası ileTimur tarafından Sivas işgal edilmiş, aynı dönemde Sivas Valisi şehzade Ertuğrul ölmüştü. Anadolu'da derin bir yeis ve korku hakim iken rivayete göre Yıldırım Bayezid bir gün Uludağ eteklerinde gezinirken bir çobanın kaval çaldığını işitmiş, çobanın kaval nağmeleri padişahı derin bir teessüre gark ettiğinden şu sözleri söylemiş: "Çal bre çoban çal! Ne canın yandı, ne ciğerin yakıldı, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü? Sivas gibi şehrin mi yakıldı?"... (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • ...öteki kamu hakla­rında da Türklerden hiç bir eksikleri yoktu. Bu devirde, çok az akçe tutan yıllık baş vergisi = cizye'den başka, bü­tün öteki ödentilerde Yahudi ve Hıristiyanlarla Müslüman­lar farksız oldukları gibi, adalet önünde de gene eşit idi­ler. Devletin siyasi güç kütüğünü Müslüman Türk toplulu­ğu (bir anlama ana cemaat) teşkil etmekte olmasına rağ­men, diğer milliyet ve din mensuplarına karşı ne fiili ve ne de hukuki bir üstünlük iddiası veya uygulamanın (si­yasi haklar hariç) asla yaşanmadığı, zamanının devlet iş­lemlerini gözden geçirmekle, çok kolay anlaşılabilir. Bu­rada vereceğimiz bir resmi işlem örneği, bunun gerçek ol­duğunu kolayca ispat edecektir. Bursa'nın bir köyünde Türkler ve Rumlar iki ayrı mahalle halinde oturuyorlardı. Türk mahallesinin ortasında kalmış bulunan bir kilise, yal­nız pazar ayinlerinde olmak üzere, hala Hıristiyanlarca kullanılmakta idi. Halbuki, onların kendi mahalleleri için­ de de cemaatlerine yeter başka kiliseleri vardı. Durum böyle ·olunca, Türkler, hükümete başvurarak, Müslüman evleri arasında kalmış bulunan kilisenin camiye çevrilme­sini istediler. Sorun Divan'a duyuruldu. Sözü geçen kilise­nin Hıristiyanlar için gerçekleyin lüzumsuz ve hele Türk mahallesinin içinde kalmış olduğunu tespit işine kurullar yollayarak, ölçtürüp biçtiren hükümet, üç yıl süren araş­tırma ve soruşturmadan sonra, davayı Türkler lehine hal­ledebildi. Memlekette iktisadi darlığın kendisini iyice gösterdiği XVI. yüzyılın başlarında, birçok şehir ve ka­sabalarda kolay kazanç yolu arayan bir takım işsiz-güçsüzler, birbirlerine tanık olmak suretiyle, Hıristiyan ve Yahu­dilere musallat olarak, Müslümanlığa Türklüğe ya da kendilerine küfrettikleri, veya evvelce Müslümanlığa dönmüş iken, sonradan geri eski dinlerine geçtikleri suretinde da­valar uydurup, sanık durumuna getirdiklerini mahkemele­re götürme korkusu vererek, ya da mahkemede başka bir suç için iftira etmek yolu ile paralarını alıyorlardı. Bu biçimde zulüm görenlerin yakınmaları üzerine, yayınlanan bir fermanla, bu türlü davaların, çevresel mahkemeler ye­rine, İstanbul'da Divanda görüleceklerinin bildirilmesiyle Yahudi ve Hıristiyanlar böyle bir baskıdan kurtarılmış ol­dular. Özetleyin, gerek uyruk olarak, gerekse cemaat halin­de, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, veya milliyetleri de­yimiyle, Türk, Arap, Ermeni, Rum, Yahudi ve başka soy ve mezhepten olanlara devletin uyguladığı yönetim pren­sibi, yani kamu haklarında eşitlik işlemi, bize şunu kabul ettirmektedir ki, bu incelediğimiz çağda Türkiye'de hüküm süren siyasi düzenlik (rejim) şimdiki çağın «laiklik» prensibine çok yaklaşmış bulunuyordu. (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Molla Kaabız'dan sonra, "Oğlan Şeyh" olayına rasta­mamız gösteriyor ki, tasavvuf fikirleri birçok kimseler tarafından münakaşa olunuyor ve bu yoldan İslam esasla­rını kökünden değiştirmek için dayanak olarak kullanılı­yordu. (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Evrende ne gördüğünüz, nerden baktığınıza; Ne anladığınıza ise nasıl baktığınıza bağlıdır (Büyük Tasarım ve Süreç)
  • ...zahire alışverişini soygun kazancı biçiminde yü­rüten bir zümre türemişti ki, zamanının dilinde bunlara "muhtekirler" deniyordu. Yani, sermaye sahibi birtakım kimseler, halktan topladıkları zahireleri anbarlarına yığ­mak suretiyle, ellerinde kalan miktarı azaltıp darlığın baş­ladığı kanısını edindikten sonra, pazarlara zahire akıtacak boruların muslukları sanki ellerinde olarak, hiç de doğal olmayan bir pahalılığı kolayca yaratmakta idiler. Hele ürünün gerçekten az olduğu yıllarda "muhtekirler" , zahire depolarını açarak büyük paralar kazanıyorlardı. ... ... "muhtekirlerin"vurgunculuğu geniş yakınmalara sebep ol­makta gecikmedi. Çünkü, bunlar yalnız pahayı çığırından çıkar­makla kalmayıp, ellerindeki zahireyi gizlice 'frenk gemilerine' yükleyip dışarı çıkarmaya başladılar. Bu durumda hükümet "muhtekirlere"karşı sert bir mücadele açtı. (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Bir taraftan bekar yığınları, öte taraftan da servetli tembeller zümresi içkiye, yani (şaraba) düşerek, derneşik hayatın düzeni için şart olan ahlak ve öteki sosyal itibar gibi değerleri kemirip durmakta idiler.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • ...Türkiye'de şimdiyi geçmişe bağlayan doğru bir tarih bilinci hiçbir zaman uyanmamıştır. (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • XV. asrın ortalarından XVI. asrın ortalarına kadar kilesi hep 2 - 3 akçe etrafında kalan buğday, bun­dan sonra 5 - 6 akçeye çıkmıştır. Ege ve Marmara sahillerinde bu yükselme daha fazla idi. 1585'ten sonra ikinci bir pahalılaşma kay­deden aynı madde Orta Anadolu'da 12 akçeden aşağı düşmemiş ve giderek 20 ye çıkmıştır; 1595 sıralarında buğday umumiyetle 20 akçe idi. Ege sahillerinde ise kaçakçılıktan dolayı ortalama fiyatın 40 olduğu görülüyor. Tabiî, bu yüzelli senelik zaman içinde, kıtlık senelerindeki anormal fiyatları gözde tutmuyoruz. Görülüyor ki, bir buçuk asırlık bir zamanda buğdayın fiyatı on misline yakın bir yükselmeye uğramıştır. Koyunun fiyatı aynı hareketi takip ederek 20-25 ten 50-60 ve 1595 sıralarında 70-80 akçeye çıkmıştır. Pa­muk bezi 2 den 5 - 6 ya, bakır 6 - 7 den 30 - 35 e, ham demir 2 - 3 ten 15 akçeye çıkmıştır. Sade yağ da asrın başlarında 3 - 4 akçe iken, 1595 te 18-20 akçeye satılıyordu. Nafakalar 1 den 3 e, gün­ delikler 2 den 10- 12 ye yükselmiş bulunmakta idi. Akçe, hem gü­müş vezninden ve hem de altun karşısındaki kıymetinden 3 - 4 defa kaybettiğine göre, buğday 10, koyun 4, bez 3, bakır 5, ham demir 5, nafaka 3, işçilik 5 defa pahalılaşmalardır. Bu netice, bilhassa buğdayın on misli bir fiyat yükselmesine maruz kalması mevzuumuz bakımından çok mühimdir... (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • ...şarap içmenin ne kadar yaygın olduğunu bize çok iyi anlat­maktadır. Evlerde, kadınlı erkekli gizli toplantılar düzenliyerek şarap içilip zevk edildiğine de bol bol rastlanıyordu. Bir örnek: Bursa, aynı sicil, Vr. 300. «Hisar içinde Filboz Mahallesinde. Abircioğlu demekle mâruf Hüseyin Bin Abdullah nam yeniçerinin hemşiresi evinde namahrem vardır denil­meğin, Muhzır Mustafa Bin Ali asesler varup, zikrolunan evde Sivâsiler Mahallesinden nam Hatun ile Bezci Hüseyin Bin Ali ve mezbur Hüseyin Bin Abdullah ve Mehmer Bin Lütfiyâr ve Yani Bin Vasil nam Zimmi ve Yorgi Bin Betro, , cümle meclis-i şer’e ihzar olunup cümlesinin ağızlarında rayiha-i hamr olup..> Daha çok misaller için. Bursa Ş. Sc. Nr. A. 47/54e bakmak yeter. Aynı sıra­larda, İstanbul'da da geceleri içildiğini ve bu yüzden bir çok olay­ların çıktığını, başşehrin kadılıklarına âit defterlerin incelenmesin­den anlamaktayız. Karaköyde, kadınlı erkekli bir gece toplan­tısının sanıklarına ait mahkeme kaydından öğreniyoruz ki, üç hıristiyan, adı geçen mahallede, gece bekçilik nöbeti tutmuş bulun­makta idiler. Şu halde, hükümet, hiç olmazsa geceleri, halkı, mahailelerinin güvenliğini kendileri sağlamaya mecbur tutuyordu. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Bakmakla görmek arasında ki fark; Bezen, evren kadar büyüktür. (Büyük Tasarım ve Süreç)
  • ...1558 de (13 şevval 966) Sofya kadısına yazılan bir hükm-i hümâyunda, bu şehirde oturan Karaoğulları Nasuh ve Abdi adında iki zengin şahsın, celeplerdeki koyunlan toplayarak, Selânik'e indirdikleri, bu yüzden, İstanbul'a buralardan koyun alına­madığı yazılarak, bu şahısların, ceza olmak üzere, İstanbul'a kasap tayin olundukları bildirilmişti. Bütün memleketin dâvası olduğunu söylediğimiz "terike" meselesi daha mühimdir. Bütün Osmanlı sahillerinden Avrupa'ya gizli hububat satışları bir türlü önlenemiyor, aç kalan halk mütemadiyen şikâyette bulunuyorlardı. 1558 de Bergama ve Güzel Hisar kadılarına yazılan bir hükm-i hümâyunda, "Deniz Değirmeni" adındaki yere Karaburun'dan Ahmet, Nasuh ve Maden adındaki reislerin, daima gemi ile gelip, buralardaki kazalardan topladıkları zahireleri "darülharbe" alıp gitmeleri yüzünden, "vilâyete müzayaka verip" halen yine buralar­ da "nice gemiler olup men içun adam yollandıkta, gemilerdeki levendât katle" teşebbüs ettiklerinde, hiçbir şey yapılmadığının bildi­rildiği ifade olunarak, "il erleri" yardımı ile, adı geçen reislerin ele geçirilmeleri emri verilmişti. 1559 da da Gümülcine kadı­sı tarafından yapılan şikâyette, bu sancakta bir taraftan İstanbul'a zahire toplanması, diğer taraftan, bazı madrabazların hububatı depo etmeleri yüzünden kıtlık başladığı haber veriliyordu. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • İstanbul mahallelerinde, pek çok fahişe kadınların yuva­landıkları bekâr odalarında, levendlerle düşüp kaltıkları, birçok evlerin buluşma yeri olarak kullanıldığı, bâzı defa, evli barklı ka­dınların bile bu işlere karıştıkları devrin mahkeme ve polis kayıt­larından kolayca öğrenilmektedir. Ayrıca, sosyal ahlâka daha kötü bir tecavüz olmak üzere, gene şehirlerde ve kasabalarda, levendler veya öteki bekâr hayatı yaşayan kimselerin (Yeniçeri veya sipahi gibi) "hamamda yolda ve sair yerlerde emret oğlanları livata" ettikleri, hattâ, bu yüzden bir oğlanın hamamda öldüğü şi­kâyet olunmuş bulunmakla, bu türlü ahlâksızlıkları sâbit olanla­rın "siyâsetleri" (idamları) hakkında Bursa, Ankara ve Beypazarı kadılariyle sancak beylerine, 30 haziran 1560 tarihli bir ferman yollandı. Kamu ahlâkına aykırı olan şu hareketlere karşı sürekli şikâyetlere ve hükümetin, kadıları harekete getirerek, sert tedbirler aldırmasına rağmen, olayların azalması şöyle dursun, yıldan yıla daha çok arttığını görüyoruz. Bu suretle, diğer birçok sosyal dertler gibi bununla da ilgilenip, sert fermanlar çıkaran III. Murad da hiçbir olumlu sonuç alamadı. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Sanılanın aksine, Kanuni Süleyman tahta geçtiği za­man, devletin hazinesi boş gibi bir şeydi. Onun için, genç paişah tasarladığı geniş çaplı seferler için büyük harcama­ları karşılayacak parayı kendisi bulmak zorunda idi. Bu durumda, hazine gelirini artıracak tek çare, illere «il yazı­cıları» çıkarıp, vergileri yeni baştan düzenletmekten ibaret görünüyordu. özellikle, mülkiyeti devlete ait olan ta­rım topraklarını yeni baştan yazdırmak, bu suretle, çiftçi­nin ödemekte bulunduğu vergileri «Zevayid» bulma biçi­minde artırmak kabildi. İşte, Kanuni Süleyman, padişahlı­ğının daha ilk adımında, bu yola gitti. Fakat, yukarıda pa­ra yönünden pek bunalmış olduklarını söylediğimiz çiftçi kitlelerinin yeni bir vergi yüküne dayanmaları akıl dışı idi. Nitekim, il yazıcıları, ülkeye dağılıp işe giriştiklerin­de, büyük direnmeler başverdi. Rumeli'de, daha Kanuni'­nin ilk saltanat yılı olan 1520'den itibaren, fazla vergi koy­ma ve ayrıca dirlik erbabının ve ehl-i örfün de kendilerine ait vergileri kanunnamenin belirttiğinden fazla istemeleri, Ohri, Avlonya, Yanya, Manastır ve başka yerlerde, özel­likle Hıristiyan köylülerin kanunsuz vergilere ve «zevayid » çıkarmıya karşı isyan etmelerine sebep oldu. İsyancılar­dan hükümet güçlerine karşı koyamayanlar, yerlerini yurt­larını bırakıp kaçtılar. Bu durumda, "Zevayid" ten az çok vazgeçilmesi yoluyla ve kimi yerde baskı yapılarak, isya­nın genişlemesi önlendi. Memurların da fazla vergi istemeleri sözde yasaklandı'. ·Yıllarca süren arazi yazımlarında, vergileri artırma işlemlerine karşı Anadolu geçesindeki tepkiler ise daha ge­niş ve tehlikeli oldu: 1526'da İçel, Adana, Halep, Bozok, Konya ve başka yerlerde, halk, topraklarının yeni baştan yazılması yolu ile elde edilmek istenen «Zevayid» için ken­disine yüklenecek yeni vergiler yüzünden ayaklandı. İl ya­zıcılarını ve yardımcılarını toptan öldürecek kadar ileri gi­den yerler bile görüldü. İsyanlar büyüyerek, hükümetin üzerlerine yolladığı kuvvetleri birkaç kez yenilgiye uğra­tacak dereceyi buldu. Yukarıda özetlediğimiz sosyal bunalımın en çok ezdi­ği köylülerin, ya toptan direnmeleri, hatta kimi kez resmi kişileri öldürmeye bile cesaret etmeleri, ya da çiftbozan olup levendliğe atılmaları biçimlerinde devlet ve toplum düzenini bozacak eylemlere girişmeleri, hükümetçe hiçbir çare ile önlenemedi ve olayların da arkası kesilmedi. 1550 sıralarında, artık kamu düzeni diye sanki bir şey kalma­mış bulunuyordu. Ünlü padişah Kanuni Süleyman bu du­rumu görmekte idi ve herhalde çok üzülüyordu. Şehzade Mustafa'nın, ihtiyar babasının yerine geçmek için isyana niyetlendiği 1553'te ve Şehzade Bayazıd'ın, ge­ne taht kavgası yüzünden, Selim'e karşı bütün Anadolu'yu ayağa kaldırdığı 1558'de, devletin sürüklendiği ağır siyasi bunalımlar, Türkiye'de timarlı sipahilerin kapıkulları dü­zenliğine karşı iyiden iyiye gemi azıya aldıklarını, medre­selerin yoğun bulunduğu bölgelerde öğrencilerin açıkça is­yan durumuna geçtiklerini, levendlerin bir çekirge uçku­ru çapında her yanı kapladıklarını ortaya koyacak uygun ortamı yaratmıştır. Onun için, sözü edilen bu iki olay, özel­likle Şehzade Bayazıd'ın isyanı, Türk toplumunun dirlik ve düzenlik tarihinde tam bir yeni dönemin açıldığını ifa­de eder... (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • lstanbul'un alınmasından sonra girilen imparatorluk devrinde, bütün hükümet kollarında, millilik yerine, koz­mopolit bir tutum gelişmeye başladı. Bunun, kendini en kuvvetli bir surette gösterdiği yerde ordu idi. Eyalet as­keri, yahut «Kamu Leşkeri», erleri itibariyle gene Türk kalacak, fakat, idare grubu (beylerbeyi, sancakbeyi gibi) Enderundan yetişme olarak Türk soyu dışından seçilecek­ti. Yaya ve müsellemler, harpçi sınıflığından düşüp, yol açmak, köprü, bina, kale yapmak gibi geri işlerde, hatta madencilikte ve başka benzeri işlerde kullanılacaklar, hele 1453'den evvelki yüzyıllarda, ordunun orta direği olan azap dediğimiz sınıf, yerini yeniçerilere bırakarak, kendisi deniz seferlerine yollanılacak, kara ordularında önemsiz, tamamlayıcı sınıflardan biri haline gelecekti. 1453'den ev­vel olduğu gibi, XVI. yüzyılın ortalarına kadar olan süre içinde de, azaplar, zaman zaman, ta'bii olarak en çok sefer­ler açılırken, ihtiyaç üzerine halk arasından yazılmakta idiler. Fakat, eskiye göre, şu incelediğimiz devirde mey­dana çıkmış olduğunu gördüğümüz bir fark, yazılan azap­ların ücretlerini (belki avarız hanesine dahil) halkın ödemekte bulunmasıdır. Bu hal, azapların, artık, elliciler, kü­rekciler ve benzerleri gibi, düzenli ordu kadrosu dışında ahali tarafından orduya katılan yardımcı güçler içinde yer aldığı anlamına gelmekte idi. Altı-Bölük halkı kadrolarına da, artık Türkler alınmaz oluyor, kölelerle esir çocuklar, yahut çoğu Türk olmayan «ekabir evlatları» doluyordu. Sayıları da, her bö­lük bin kişi olarak, altı bin kadar idi. Yeniçeriler, Gelibolu ve Galata acemi ocaklarında yetiştirilen Hıristiyan çocuk­larından kurulmuş ortalar halinde düzenlenmiş olup, örne­ği geçmişte görülmedik güçte bir mutlakiyetçi sultanlık imparatorluk «hassa» ordusu böylece ortaya çıkmış bulu­nuyordu. Yeniçeri sayısı, XV. yüzyılın sonlarına kadar on­ iki bin diye gösterilmiştir. Şu halde, padişahın adına sa­yılan kendi özel kapıkullarının miktarı ki, hizmetleri «ulufe» (gündelik ücret) esası üzerinden ödeniyordu, bü­tün ordunun % 25'i olabilirdi. Fakat, geri kalan % 75'i teşkil eden askerler ayrı kumandalarda ayrı birlik­ler idiler. Örneğin, Rumeli timarlıları, Anadolu ti­marlıları; ayrıca, bu iki geçedeki vilayetlerin timarlıları kendi beylerbeylerinin emrinde olarak, öteki vilayetlerin askerleriyle bir ilişkileri olmaksızın, "orduy-ı hümayuna" katılıyorlardı. Esasen padişahın ücretlerini doğrudan doğ­ruya hazineden ulufe olarak ödediği, yalnız yirmi bin mik­tarlı Altı-Bölük Halkı ve yeniçeriler değildi. Bütün mem­leket kalelerinin her birinde, birer ikişer ve belki daha fazla bölükler halinde, "kale erenleri" (yahut erleri) vardı ki, onlar da hünkar kulu idiler ve ulufe alıyorlardı. Aynı za­manda, her şehir ve kasabanın iç kalesinde otururlardı. Yani, bu sözleri etmekle, demek istiyoruz ki, «kamu leşkeri» (yahut vilayet askeri), tertipleri yönünden, padişahın "kapıkulları" adlı askeri karşısında hiç de rakip bir sınıf, veya Yeniçerilerin siyasi güçleri yamacında bir denge gücü olacak durumda değillerdi. (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Celâlî mücadelesinde gördüğümüz Celâli bölükleri, "levend" dediğimiz "çiftbozan" unsur ile resmî hüviyet sahibi kimselerin birleşmesiyle teşekkül etmiştir.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Sokullunun ölümünden az önce önemli birşeyler oldu.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Turguteli’nin, Davutoğulları adı ile anılan eski âilelerinden olan bir kimse, sekban ve levendlerin başına geçerek, açıkça is­yan etti, her tarafta derneşmiş olan birçok insanlar, çabucak Davutoğlu’nun başına biriktiler. Sefer içine ne toplanmış ise hep­sini isyancılar geri aldılar. Hattâ, Mısır'dan gelmekte olan hâ­zineyi dahi yoldan alıkoydular ise de, zaptetmeyi başaramadılar. İsyancıbaşı mevcut genel havâdan faydalanarak, daha büyük id­dialara kalktı. Osmanlıların, adâletten sapıp, “zulüm yoluna git­tiklerini, bu hale göre, hânedan ve hükümetlerinin yıkılması lâzım geldiğini, kendisi Selçûkilerin son hükümdarı Alâaddin'in soyun­dan olduğu için, saltanata geçeceğini ileri sürdü. Hükümdar olduğu taktirde, "adâlet ve hakkaniyet" üzere idare edeceğine dâir de söz vermekte idi. Halbuki, devrin siyasî görgüsü böyle bir iddianın ba­şarı sağlanmasına uygun değildi. Çünki, Osmanlı Hânedanı üzeri­ne kurulmuş rakipsiz bir padişahlık dışında, bütün İmparatorluk Türkiyesinde başka siyasî düzen olamazdı. Bundan başka, yukarı­dan beri anlattığımız üzere, adâlet fermanı ve ona benzer emir­lerle, III. Murad, padişahın, zalim ehl-i örfe karşı, reayâ ile aynı safta olduğu inancını Anadolu halkına iyice aşılamıştı. Davudoğlu'nun başına toplanan levendler bile, adâlet fermanlarının ken­dilerine verdiği hak ve yetki sınırları içinde ayaklandıkları kanı­sında idiler. Onun içindir ki, basit bir didişmeden çıkan reaya ve ehl-i örf kavgasını isyancı başının bu renge boyamak istemesi ba­şarısızlığının ilk sebebi oldu. Divan Hükümeti, vilâyete dağıttır­dığı bir fermanda, Davutoğlu’nun yakalanmasını istedi ve bildirisin­ de bu yolda hizmeti geçenlere büyük dirlikler vaad ettiğinden is­yan bastırıldı. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)

Yorum Yaz