Recep Alpyağıl kimdir? Recep Alpyağıl kitapları ve sözleri
Türk Din Felsefesi Araştırmacısı, Yazar Recep Alpyağıl hayatı araştırılıyor. Peki Recep Alpyağıl kimdir? Recep Alpyağıl aslen nerelidir? Recep Alpyağıl ne zaman, nerede doğdu? Recep Alpyağıl hayatta mı? İşte Recep Alpyağıl hayatı...

Tam / Gerçek Adı: Prof. Dr. Recep Alpyağıl
Doğum Tarihi: 1977
Doğum Yeri: Terme, Samsun, Türkiye,
Recep Alpyağıl kimdir?
1977 yılında Terme'nin Cenikyolu Köyünde doğar. Babası burada fahri imamlık yapar. Aslen Çarşambalıdır. İlkokulu 1983-1988 yılları arasında Çarşamba/Paşayazı Köyü İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi 1988-1994 yılları arasında Terme İmam-Hatip Lisesinde okur.1999 yılında Erzurum/Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun olur.
1999'da 19 Mayıs Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalına “araştırma görevlisi” olarak atanan Recep Alpyağıl; 2001 yılında aynı enstitüde “Çağdaş Dinî Epistemolojide Fideizm” adlı teziyle “yüksek lisans”ını tamamlar.2006 yılında İstanbul Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Din Felsefesinde Dekonstrüksiyon” adlı tezle “doktor” olur. Recep Alpyağıl; hâlen İstanbul Ünv. İlahiyat Fak. Din Felsefesi Anabilim Dalında “doçent” olarak görev yapmaktadır.
Terme Din Görevlileri Derneği tarafından çıkarılan “Hasret” dergisinde 1994'te ilk yazısı yayımlanan R. Alpyağıl; Doğu Batı, İslâmiyat, Ekev,Marife,Dergah,Meridyen,Kutadgu Bilig,Tezkire,Cogito, Sakarya Ünv.İlahiyat Fak. Dergisi,İstanbul Ünv.İlahiyat Fak. Dergisi gibi dergilerde alanıyla ilgili “özgün bir üslup” ile yazdığı makale ve denemelerini yayımlar. R. Alpyağıl; “İbn Sina”, “İbn Rüşd” ve “Düzceli Zahid Kevseri” konulu uluslararası sempozyumlarda bildiriler sunar.
Din felsefesi araştırmacısı-yazar R.Alpyağıl; evli, iki çocuk babasıdır.
Recep Alpyağıl Kitapları - Eserleri
- Din Felsefesine Dair Okumalar 1
- Din Felsefesine Dair Okumalar 2
- Felsefi Makaleler 1
- Kimin Tarihi? Hangi Hermenötik?
- Evrim ve Tasarım Geleneksel ve Çağdaş Metinler Seçkisi
- Wittgenstein Ve Kierkegaard'dan Hareketle Din Felsefesi Yapmak
- Türkiye'de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkanı ve Din Felsefesi
- Mülemmâ Düşünceler - 1
- Kıta Avrupası Din Felsefesi Ve Mistik Gelen-ekler
- Türkiye'de Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak - 1
- Fark ve Yorum
- Klasik ve Modern Metinlerle Din Felsefesi Dersleri İçin Yardımcı Kitap
- Türkiye'de Bir Felsefe Gelen-ek-i Kurmaya Çalışmak - 2
- Derrida'dan Caputo'ya Dekonstrüksiyon ve Din
- Felsefe Dili Olarak Türkçenin Gelişim Aşamaları ve Felsefe Sözlüklerimiz
- Felsefe Dili Olarak Türkçenin Gelişim Aşamaları ve Felsefe Sözlüklerimiz
- Din Felsefesi Açısından Matüridi Gelen Ek-i 3
- Din Felsefesi Açısından Eş’ari Gelen-Ek-i
- Din Felsefesi Açısından Meşşai Gelen-Ek-i
- Din Felsefesi Açısından Mutezile Gelen-Ek-i 1
- Din Felsefesi Açısından Mutezile Gelen-Ek-i 2
Recep Alpyağıl Alıntıları - Sözleri
- Varlık anlamı bir illete bağlıdır ve o varlık illetidir; yokluk anlamı da bir illete bağlıdır ve o da varlık anlamının illetinin yokluğudur. Bu nedenle biz deriz ki: Mümkün varlığın, bir illetle ve o illete göre zorunlu olması gerekir. Öyle değilse, illetin varlığı esnasında ve o illete göre yine mümkün olur. Bu durumda da varlık ve yokluktan herhangi biri belirginleşmeksizin varolması ve olmaması mümkündür. Bu ise illetin varolması sayesinde yokluktan çıkıp varlığının belirginleşmesi veya varlık tarafının değil de yokluk tarafının belirginlik kazanması için yeni baştan üçüncü bir şeyin varlığına muhtaçtır. Böylece üçüncü şey, diğer bir illettir ve söz sonsuza kadar uzar gider. Sonsuza dek uzadığında ise, bu uzamaya rağmen, onun varlık tarafı belirginlik kazanmaz ve dolayısıyla gerçekleşmez. Bu da imkânsızdır. İmkânsızlığın nedeni yalnızca illetler silsilesinin sonsuza dek sürmesi değildir -çünkü bu, bu yerde imkânsızlığı henüz kuşkulu bir boyuttur-aksine o şeyin kendisi sayesinde belirginlik kazanacağı bir boyutun henüz varolmamasıdır. Oysa onun mevcut olduğu varsayılmıştı. Şu halde varlığı mümkün olan her şey, illetine kıyasla zorunlu olmadıkça var olamaz. (Klasik ve Modern Metinlerle Din Felsefesi Dersleri İçin Yardımcı Kitap)
- İçinde yer aldığımız evren, en basit haliyle bile, bizi devasa bir merak içinde bırakmakta ve bir açıklama yapmaya zorlamaktadır: “Evrenin yok olması mümkünken, o, neden ve niçin var oldu?" Onu, yine kendisiyle açıklamak bir kısır döngü olacağından, bir başka açıklama bulmak gerekecektir. Evrendeki değişim ve hareketin varlığı da açıklama bekleyen bir başka husustur. Bu değişimi, yine kendisi değişime tabi olan bir başka mümkün varlıkla izah etmek tutarsız olacaktır, zira bu takdirde, onun da nihai sebebini bulmak gerekecektir. Bu süreç, sonsuza kadar geriye doğru götürülemeyeceğinden, kendisi hareket etmeyen bir hareket ettirici, bütün nedenlerin nedeni olan bir ilk neden bulmak gerekecektir. Felsefi teizm açısından bu, Tanrı'dır. (Din Felsefesine Dair Okumalar 1)
- Kanaatimiz o ki, Kur'an'ın insan için öngördüğü bu hayat tarzında dekorlar ve kostümlerden daha önemli olan 'öyküdür'. Çünkü dekor ve kostümler insanlığa hazır olarak verilmiştir; insana düşen sadece bunlara biçim vermektir. (...) Kur'an'ın bütün gayreti insanlığın iyi bir senaryo ortaya koyabilmesine yardımcı olmaktır. (Kimin Tarihi? Hangi Hermenötik?)
- Sober, tanımı ve tanıma ilişkin soruları bir süre daha tartıştıktan sonra, şunu ekliyor: ''Evrim' in tam olarak tanımlanamaması bizi rahatsız etmemeli; ele aldığı görüngü mutlak açıklıkla ayrıştırılamıyor diye bir alanın bütünlüğü şüpheli hale gelmez. Evrimi tanımlamak evrimsel biyolojinin ne hakkında olduğunu anlamak için ilk faydalı adımdır; bunun ötesinde olanaklı veya gerekli olandan daha fazla kesinlik beklemek yanlıştır.''(2) Bu uzun tanımlar listesini, konu üzerinde herhangi bir spekülasyon oluşturmak için değil, aksine tam da bu tanım bolluğunun tartışmanın taraflarını ne türden yanlış yönlendirmelere maruz bırakabileceğini hatırlatmak için yaptık. Sonuçta, evrim hem içlem hem de kaplam açısından oldukça yüklü bir terimdir. [Çankı, aynı durumu tekamül kavramı için de söylüyor: "Tekamül, en müphem ve hatta en ma'kus ve yekdiğeri ile mu' teriz manalar alan felsefe ıstılahlarından birisidir."(3) (2) Sober, Biyoloji Felsefesi, s. 35. (3) Çankı, Büyük Felsefe Lugatı I, s. 756. (Evrim ve Tasarım Geleneksel ve Çağdaş Metinler Seçkisi)
- Düzen ne kadar büyük olursa, düzeni açıklamak için şansa başvurmak ta o kadar daha az makul olur. (Din Felsefesine Dair Okumalar 1)
- "Eğer Tanrı bize kendisi hakkındaki paradoksları eleyerek, nesnel bir bilgi vermiş olsaydı, Tanrı'yla olan ilişkinin bedeli daha küçük olmuş olacaktı. Çünkü küçük bedel küçük değer anlamına gelmektedir." (Kierkegaard) (Wittgenstein Ve Kierkegaard'dan Hareketle Din Felsefesi Yapmak)
- Nedim el-Cisr- kendi üstadı H. el-Cisr'i izlemektedir. İkisi de evrim konusuna geleneksel bakış açısından yaklaşmaktadır.- evrimin muhtemel sonuçlarını insanlık için bile geçerli sayacak şekilde, daha ileriye giderek evrim teorisini benimsemektedir. Söze şöyle başlamaktadır: (1) Önemli ve gerekli olan, Tanrı'nın dünya ve onun içindeki bütün türlerin yaratıcısı olduğu inancıdır. Bu inancın ötesinde, Yaratılış ile Evrimin ilkeleri arasında bir fark yoktur. Allah kendi yarattığı ilk maddeden, evrene kendi koyduğu yasalara uygun bir şekilde, evrim süreciyle tüm türleri yarattı. Ardından kutsal metinlerin bu konuda tarafsız kaldığına işaret etmektedir: (2) Şeylerin yaratılışı ve türlerin çeşitliliği konusunda, mütevatir ve meşhur rivayetlere dayanan Hz. Muhammed'in sünnetinden anlaşıldığı kadarıyla, bu metinler yaratılışın ince ayrıntıları veya yaratılışın izlediği süreç hakkında apaçık bir şey söylememektedir. (1) Nedim Cisr, Kıssatü 'l-iman: beynel-felsefe ve'l-ilm ve'l-Kur'an (Beyrut: el-Mektebü'l-İslami, 1969), s.208. (2) Cisr, s.211. (Evrim ve Tasarım Geleneksel ve Çağdaş Metinler Seçkisi)
- “ bir kuralı takip etmenin kuralı yoktur.” (Kimin Tarihi? Hangi Hermenötik?)
- Mülemmâ, sözlükte, "renk renk, alacalı olan" anlamına gelmektedir. Terim olarak ise özelikle Fars ve Türk edebiyatlarında Türkçe, Arapça ve Farsça söylenmiş beyit ve mısraların oluşturduğu şiirler hakkında kullanılır. Bir başka deyişle mülemmâ iki farklı dilden yararlanarak, onları karıştırarak yazılmış bir şiir biçimini ifade eder. İslam düşüncesinde pek çok ismin mülemmâ şiirleri vardır. Bunlar içinde özellikle Mevlana'nın Arapça, Farsça, Türkçe, Grekçe, nadiren de olsa Moğolca ve Ermenice şiirleri dikkat çekicidir. Bu gelen-ek içinde yer alan Hâfızı Şirazî'nin, Divân adlı eserinin ilk gazalinin ilk beyti bir mülemmâdır: [Elâ yâ eyyuhe's-sâkî edir ke'sen ve nâvilhâ Ki ışk âsân numûd evvel velî üftâd müşkilhâ Ver ey sakiy kadeh dönsün, içip kansın bütün canlar Sanılmışken kolaydır aşk, sonra çıktı ne zorluklar Farsçanın şaheserlerinden olan bir metnin ilk beytinin Arapça ile başlaması üzerinde özellikle durulmayı hak eden bir inceliktir. Mülemmâ yazmak basitçe başka bir dilden iktibasta bulunmak değil, her iki dilin gramerini bir başka dilde buluşturmaktır. Farklı vezinleri bozmadan birleştirebilme kavrayışını gerektirir. Bu türden bir dilde usta olabilmek "zü'l-lisâneyn” olmakla mümkündür. Hâfızı Şirazî'nin ilk beytinin bundan öte bir başka yönü daha vardır. Arapça ilk mısra aslında Yezid bin Muâviye'nindir. Nasıl olup da Yezid'in bir şiirinin Hâfız tarafından kullanıldığı hususu eleştiriye konu olmuş, Divân'a şerh yazan şârihleri de zorlamıştır. Literatürdeki yorumlar içinde en derece ilgi çekici olanı Ehl-i Şîrâzî'ye aittir: "Bir gece rüyada Hace Hafız'ı gördüm, ona "Ey bilgide ve fazilette hesapsız, bu kadar fazilet ve kemal sahibiyken sen, neden kendini Yezîd'in şiirine bağladın?" Dedi ki "Vâkıf değil misin ki kafirin malı mümine helaldir" Bu yorum esasında mülemmâ düşünüşün gramerini de açığa vurur. Ancak Hâfız'ın Divân'ında bundan fazlası vardır: Bütün metin boyunca kullanılan "muğbeççe, zünnar, meyhane, savmia, şarap, şarap küpü..." gibi mazmunlar yanında, Yezidin şiirine yer vermek açıkçası küçük bir detay gibidir. Büyük ölçüde Zerdüştlük üzerinden devşirilen bu ıstılahlar şekildeki mülemmâ kadar düşüncenin derin gramerinde yatan mülemmâyı işaret ettirir. Bu derin mülemmâ Hâfızdan önce Farabi, İbn Sina ve daha başkalarınca başlatılan, ve yine çok daha başkalarınca devam ettirilen bir gelen-ek-tir. (Mülemmâ Düşünceler - 1)
- Zorunluluk, Tanrı'nın diğer varlıklara nazaran sahip olduğu varlık moduna referansta bulunan temel bir niteliktir. Genel anlamda zorunluluk, Tanrı'nın var olmak için bir nedene ihtiyaç duymaması, zâtıyla kaim olduğu anlamına gelmektedir. Varlıklar, var olmak için bir sebebe gereksinim duyup duymaması, varlığının nedenlenip nedenlenmesine bağlı olarak ikiye ayrılır. Bunlardan, var olmak için herhangi bir nedene gereksinim duymayan, olduğundan daha farklı bir varlık yapısına sahip olmayan varlığa Zorunlu Varlık; var olmak için kendi dışında başka bir nedene ya da faile ihtiyaç duyan varlığa da Mümkün varlık denir. Zâtı ile kaim olan zorunlu varlığın yokluğunu düşünmek çelişkiye neden olurken; mümkün varlığın, yokluğunu düşünmek muhal olmadığı gibi çelişkiyi de gerektirmemektedir. Hiçbir açıklama Tanrı'nın zorunlu varlığının mâhiyetini aşıp nasıl ve neden var olduğuğuna dair bir izah sunamaz. Zira O'nun varlığı, kendisi dışındaki diğer bütün varlıkların mevcudiyetlerine ilişkin nihai açıklamayı sunmaktadır. Filozoflar, Tanrı'nın zorunluluğunu farklı şekillerde tanımlamakla birlikte, onların üzerinde uzlaştıkları husus, mümkün varlıklardan farklı olarak Tanrı'nın zâtıyla kaim, nedensiz ve yokluğunun düşünülmesinin çelişki doğurduğudur. (Klasik ve Modern Metinlerle Din Felsefesi Dersleri İçin Yardımcı Kitap)
- ''Bizimki kadar kompleks ve düzenli bir evreni bir yana bırakın, herhangi bir şeyin var olması bile son derece tuhaftır. Fakat eğer bir Tanrı varsa, onun böyle bir evreni yaratmış olması pek de ihtimal dışı değildir. Bizimki gibi bir evren güzel bir şeydir, ve insanlarla diğer yaratıkların gelişebildikleri ve kaderlerini çizebildikleri bir tiyatrodur. Bu durumdan Evrenden Tanrı'nın varlığına giden kanıt, karmaşık olgudan basit bir varlığa giden bir kanıttır.'' (Din Felsefesine Dair Okumalar 1)
- Bil ki; Allah Teâlâ, selim akıl sahiplerini, “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler” sıfatları ile vasıflandırdı. Zira Allah’ı ve onun birliğini bilmek/tanımak yalnızca akıl ile olur. Akıl ise Allah’ı tanıma yolculuğunun başında bunu yapmaktan acizdir. Zira şehvet ve kızgınlık kuvvetinin üstün gelmesi onu, şeytana itaatin ve hevaya tabi olmanın boyunduruğu altına geçirmiştir. Kişi bunlara bağlı kaldığı müddetçe şeytanın iğva ve vesveseleri, kötülüğü emreden nefsin kötü düşüncülerinden ve vehmin muğalatalarından kurtulamaz. Bundan dolayı bunlardan kurtulmak için tefekkür ile beraber ibadetlere ihtiyaç duyar. Allah Teâlâ’ya ibadet edip mahlukat hakkında tefekkür ederse; Allah’ın tecellilerini kabul edebilen saf selim/lub akıl sahibi olur. Ayetin “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar” kısmı, ibadetlere devam etmeye işaret etmektedir. “Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler” kısmı ise ibadetin tefekkür ile beraberlik yapmasına işaret etmektedir. Allah zikredilir, tefekkür ise Allah’ın yarattıkları üzerinde yapılır. Resulullah ( sav) şöyle buyurmuştur: “Yaratılanlarda tefekkür ediniz yaratıcıda tefekkür etmeyin. Zira sizler O’nu hakkıyla takdir edemezsiniz.” Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler/bilemediler.”” Bilakis Allah Teâlâ, fiilleri ve yarattıkları ile bilinir. Bundan dolayı Resulullah (sav) Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmeyi yasaklayıp mahlukat hakkında tefekkür etmeyi emretti. Zikir ise Allah’a nispetle olup onun yarattıklarına nispetle değildir. Bunun için Allah Teâlâ, selim akıl sahiplerini, Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür ederler sıfatlarıyla vasıflandırdı. Rivayet edildiğine göre Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.” Denildi ki: Tefekkür, gafleti götürür ve suyun bitkileri yeşerttiği gibi tefekkür de kalbe haşyet kazandırır. Kalpler, hüzünler kadar başka bir şeyle parlamaz, tefekkür gibi de başka bir şeyle aydınlanamaz. Şemseddin İsfahanî (Din Felsefesi Açısından Eş’ari Gelen-Ek-i)
- Mükemmellik ve eksiklik görecedir. İlahi cömertlik ve hikmet, mükemmeli ve eksiği birlikte yaratmayı gerektirir. Nasıl ki kangrenli elin, canı muhafaza etmek için kesilmesi adalet ise -zira bu eksiği mükemmel olana feda etmeyi gerektirir-halkın dünya ve ahiretteki paylarında farklılık olması da aynen bunun gibidir. Bunların hepsi zulüm değil, adalettir. İçlerinde boş şeylerin bulunmadığı bir hakikattir. Şimdi bu, sahillerine dalgaların çarptığı engin ve derin bir denizdir. Genişlikte, tevhid deniziyle mukayese edilebilir. Bütün ahmak gruplar, yalnızca alimlerin kavradığı bir sır olduğunu anlamadan onun içine dalarlar. Bu denizin ötesi, birçoğunun şaşkınlıkla dolaştığı ve keşf ehlinin bile sırrını açıklamasının yasaklandığı kader sahilidir. Kısacası, iyi ve kötü takdir edilmiştir. Takdir edilen şeyler ise, ilahi iradenin sabık takdirinin ardından zorunlu olarak meydana gelirler. Hiç kimse Allah'ın hükmüne karşı duramaz; hiç kimse O'nun hükmünü ve emrini geri çeviremez. Hatta, küçük ve büyük her şey yazılıdır, bilinen ve beklenen ölçüde meydana gelir. “Sana isabet edecek bir şey isabet etmeyecek değildir isabet etmeyecek bir şey de isabet edecek değildir.” (Klasik ve Modern Metinlerle Din Felsefesi Dersleri İçin Yardımcı Kitap)
- Tevhide delalet eden âyetler ya afakta ya da enfustedir. Afaktaki âyetler, daha görkemli ve daha büyüktür. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Göklerin ve yerin yaratılması elbette ki insanların yaratılmasından daha büyük bir olaydır”(Gafir,57)bundan dolayı selim akıl sahiplerinin vasıfları arasında “göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür ederler” vasfını zikretti. Zira göklerin ve yerin delaleti takdire şayan, onların delilleri de daha büyüktür. Nasıl böyle olmasın ki! Şayet bir insan küçük bir ağaç yaprağına bakarsa; bu yaprağın ortasında uzanan tek bir damar görür. Sonra bu tek damardan her iki tarafa pek çok damar dallanır. Daha sonra bu damarlardan daha ince damarlar dallanır. Her bir damardan gözlerin görmediği kılcal damarlar dallanır. Böylece yaratıcı Allah Teâlânın bu yaprağı bu yaratılış üzere takdir etmesinde büyük hikmetler ve ilginç sırların olduğu bilinir. Şöyle ki Allah Teâlâ, bu yaprağa beslendiği besinini yerin altından çeken bir kuvvet bahşetti. Sonra güç sahibi ve alim Allah'ın takdiri ile bu besin, yaprağın bütün parçalarına varıncaya kadar bu damarlarda akmaya devam eder. Şayet insan; bu yaprağın nasıl yaratıldığını, bu yaprağı var etmedeki takdirin nasıllığını ve yapraktaki besleyici ve büyütücü kuvvetin eşsizliğini öğrenmeye çalışsa; buna güç yetiremez. Bu yaprak; içindeki güneş, ay, yıldızlar ile göklere ve içindeki denizler, dağlar, madenler, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar ile yeryüzüne nispetle, yok hükmündedir. İnsan, aklının bu küçük yaprağı bilmeden aciz olduğunu anladığında; Allahın, gökleri ve yeri yaratmasındaki hikmetinin ilginçliklerine muttali olamayacağın idrak eder. Sadece üstünkörü bir şekilde, bunların yaratılmasında son derece hikmetin olduğunu bilir. Aynı şekilde bunların, hikmetsiz ve boşuna yaratılmadığını da bilir. Böylece “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın” der. (Din Felsefesi Açısından Eş’ari Gelen-Ek-i)
- İlglnç bir tarzda, tarih bir başka kesitte yine farklı renkler üzerine kurulu olan bir mülemmayı karşımıza çıkarır. Farsça, Arapça mısralar içeren mülemma şiirler, Tanzimat'la birlikte, Fransızca, İngilizce, Almanca mülemmalara dönüşür. Tam da bu noktada şunu sormak istiyoruz: Mülemma dili, niçin tarihin kritik anlarında tekrar tekrar zuhur ediyor? Acaba, farklılığı içeren bu şiir birikimini daha ileri düzeyde bir kavramsallaştırmaya dönüştürebilir miyiz? Mülemmayı bir düşünüş biçiminin adı olarak görebilir miyiz? Devamla bir yaşama tarzının dili ve metaforu olarak... Kanaatimizce, bu edebi dil kendisine kaynaklık eden daha derin bir metafizik gramerin ürünüdür. Bu gramerde önemli olan, diller arası gidip gelmelerle değişebilen derin yapı ve dinamik etkileşimlere açrk olan esnekliktir. Bu yönüyle o, çok dilli, çok milliyetli Osmanlı kültürünün bir yansıması gibi durur.* ------------------------------------------------------------------- * Örneğın O. Okay Tanzimatın kendisini bir mülemma olarak görür: "Tanzimat devrinin hususiyetlerinden biri de doğu ve batı medeniyetinin, adetlerinin, külttürlerinin birbirine karışmasıdır. Buna bir sentezden ziyade eski tabiriyle mülemma demek daha yakışır. Bir kültür unsurunu benimsemek değil, sadece beğenmek, eskiden de vazgeçememek, fakat bir terkibe ulaşamamak. İşte Tanzimat'ın müemması budur.", M. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi (Ankaıa: Milli Egitim Bakanlığı, 1989), s, 343, (Mülemmâ Düşünceler - 1)
- ...... İbn Arabi ve Derrida arasındaki bağda Kierkegaard bir köprü gibidir. Kierkegaard düşünce tarihinde özel bir yere sahip, bu yer nedeniyle olsa gerek, etrafına kümelenen düşünce ustalarının adı da bir hayli fazla. Bu anlamda, Heidegger'den Derrida'ya ve yine aynı geleneğin geriye doğru izi sürülerek Eckhart'a oradan da İbn Arabi'ye ulaşmak mümkün. (Derrida'nın da çok defa Kierkegaardcı olduğunu burada hatırlatmak isteriz.) (Mülemmâ Düşünceler - 1)
- Eğer Tanrı eksikliklerden münezzeh ise, insan eksikliklere malüldür. Bunun kabulü fânilik, reddi ise kibirdir. "Âyetlerimize ancak, kendilerine hatırlatıldığı zaman secdeye kapanan, büyüklük taslamayarak, Rab'lerini överek yücelten kimseler inanır." Secde 15 (Kimin Tarihi? Hangi Hermenötik?)
- Altıncı delil: Bu konuyu şair Ebu Nuvas'a sordular ve şöyle cevap verdi: Yeryüzündeki bitkileri derinden bir düşün Allah'ın var ettiği âsâra dikkatlice bak Sonuna kadar açılmış gümüş göz kapakları Gözler kalıba dökülmüş altın gibidir Zeberced dallar üzerine dizilmiş Allah'ın ortağı olmadığına tanıklık ediyorlar. (Şiir) şu anlama geliyor: Yeryüzündeki bitkilere bak ve iyice düşün. Zeberced gibi yeşil dallara dizilmişlerdir. Herbirinin üzerinde çeşitli çiçekler, meyve ve yemişler oluşur. Bu husus; hikmet, kudret, ilim ve merhamet sahibi bir Yaratıcı'nın varlığının apaçık delillerindendir. (Din Felsefesi Açısından Eş’ari Gelen-Ek-i)
- Calvin, Kant gibi üstündeki muhteşem yıldızlı gökyüzü sisteminden bu münasebetle hassaten etkilenmiştir: Sadece gözleri yardımıyla eğitilmiş sıradan halk ve pek çok cahil bile, ilahi sanatın mükemmelliğinden habersiz olamaz; çünkü o kendisini yıldızların hesapsız, hâlâ aşikâr ve düzenli olan çeşitliliğinde ifşa eder. (Din Felsefesine Dair Okumalar 1)
- Gazzâli'ye göre, ahlaki bir rölativizmi önlemek istiyorsak ahlakı mutlak bir şekilde vahiyle temellendirmek zorundayız 8” Gazzâli kesin bilgi arayışında sırasıyla duyu ve akıl verilerini elemiş, kesin ve zorunlu bilginin ancak “nübüvvet nuru” ile bilinebileceğini ifade etmiştir. Akli doğrularla vahyin doğruları çeliştiğinde vahyin doğrusu daha doğrudur ve yanılmazdır. Ancak bununla birlikte Gazzâli'de akıl, güvenilir olmasa da yine de insanın bilgi kaynaklarından biridir. Ancak ahlaki bilginin kaynağı ilahi olandır. Farabi'de gördüğümüz filozofun faal akılla metafiziksel bir ittisali Gazzâli için kesin bilgiyi ortaya çıkarmaz. Peygamber'in vahiyle elde ettiği bilgi en kesin bilgiyi sağlar. (Klasik ve Modern Metinlerle Din Felsefesi Dersleri İçin Yardımcı Kitap)