tatlidede

İlahiyatçı Hedbi'den 'Beğenmediğine benzemek ve kaybolan değer(ler)' analizi

İlahiyatçı-Yazar M.Burhan Hedbi'nin, Tarihsel süreçte ulemanın rolü, kaybolan değerler ve saygınlık konusunu ele aldığı "Beğenmediğine Benzemek ve Kaybolan Değer(ler)?" adlı analizini istifadenize sunuyoruz...
  • 02.11.2020 16:20
İlahiyatçı Hedbi'den 'Beğenmediğine benzemek ve kaybolan değer(ler)' analizi

İlahiyatçı-Yazar M.Burhan Hedbi'nin, Tarihsel süreçte ulemanın rolü, kaybolan değerler ve saygınlık konusunu ele aldığı "Beğenmediğine Benzemek ve Kaybolan Değer(ler)?" adlı analizi:

Bir şeyi gerçekten bulmak istiyorsan kaybettiğin yerde aramalısın!

Dünyadaki güç dengesi sürekli değişir. Bu sosyal bir gerçekliktir. Bir zamanlar yaşamın her safhasında doğuya bağımlı olan batı, epey bir zamandır doğuyu kendine hayran bırakmayı ne hikmetse başarmıştır. Batılılaşmaya olan aşk, her alana hakim olmaya yakındır…

Bu başarının sırrı nedir gerçeğinin peşine düşmek adına (kendim için) araştırmak için çıktığım bu düşünsel yolculukta bulduklarımı kardeşlik hukukuna uygun düşer niyetiyle sizler de paylaşmayı uygun gördüm… Zira peygamberimizin (s.a.s) “Kendine istediğini kardeşin için de istemedikçe iman etmiş sayılamazsın” buyurmaktadır. Bu ilke her konuda dikkate alınmalıdır diye düşünüyorum…

Doğunun tarihine baktığımızda sadece inançsal/dini çalışmalarla karşılaşmıyoruz.

Bu çalışmaların yanı sıra örneğin; ilk rasathane -ilk uzay gözlemevi- Halife Me’mun zamanında (M/9) Bağdat ve Şam’da birer adet olmak üzere kurulmuş. Matematik vb. birçok alanlarda islam alimlerinin-bilginlerinin adıyla karşılaşmaktayız. Ekvatorun uzunluğu Halife Me’mun zamanında ölçülmüş ve dünya haritası çizilmiş. Kimya denilince (Cabir Bin Hayan), Astronomi, Matematik (950 yılında Ebu Cafer el Hazin), Trigonometri (3. asırda yaşayan Nasirüddin et-Tusi), Coğrafya (El Biruni), Tıp alanında batıya öncülük edenin yine insanlığa/dünyaya mal olmuş doğu yani İslam bilim insanları olduğunu görmemiz mümkün olacaktır. Leonardo da Vinci'ye ilham kaynağı olduğu düşünülen ve Sibernetiğin ilk adımlarını atan ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz İsmail İbni Rezzaz El Cezerî (d. 1136, Cizre, Şırnak; ö. 1206, Cizre) gibi birçok örnek daha sunulabilir…

Peki, hep eskiyle mi övünecek, tarihi şahsiyetlerle mi yetineceğiz?

Gazali’nin şu sözü ne kadar da anlamlıdır: "Atalarının dindarlığı ile kurtulacağını sananlar, babalarının yemesi ile doyacağını zannedenler gibidir."

Peki, bu miras ve networka sahip olan doğu, günümüzde neden üretimden uzak ve batıya aşık. Altını çizerek ifade edelim ki bizim batı toplumu ile bir sorunumuz yok; sorunumuz batıl ve batıllaşma ile...

Eğitim-Öğretimde özgür alan...

Asrımızda Tales’ten Marks`a, Aristo’dan Hegel`e, Darwin`den, Nietzsche`ye kadar tüm felsefecilerin hayatını ve felsefe doktrinini öğrenmeyi bir paye, prestij veya üstünlük mihengi gören bir aile/toplum yapısı mevcuttur.

Bu anlayış, çocuklarını Gazali’den, Ömer Hayyam`dan, Farabi`den, İbn Rüşd`ten, Ahmet Yesevi’den, Ahmed-î Hanî`den, Feqiyê Teyran’dan, Şafii’den, Ebu Hanife`den habersiz bırakmayı; ilericilik sayan ‘sakat’ bir anlayıştır. Bu aile/toplum yapısı çocuklarına; doğuyu okumayı, ‘kendilerini gerici ve küçük bırakacağı’ fikrini dayatabilmektedir. Bu da kendine ait olanı ‘küçük’ görmeyi çocukların bilinçaltına yerleştirmekte ve çocuğun kökleriyle irtibatını kesmeye yol açabilmektedir. Köklerinden ayrılan köklerine yabancı kalır, hatta kökleriyle ters düşebilir.

Tavsiye ettiğimiz anlayışta şu vardır: Bir genç, Tales’i de okusun Gazali’yi de. Marks`ı da okusun Ebu Hanife`yi de. Aristo’yu da okusun Farabi`yi de. Hegel`i de okusun Ahmed-î Hanî ve Feqiyê Teyran’ı da. Darwin`i, Nietzsche`yi de okusun İbn Rüşd, Ahmet Yesevi ve Muhammed İkbal’i de. Ve bunların doktrinlerinden en iyiyi seçip mezc ederek toplumunu daha ileriye taşısın.

Kastettiğimiz özgürlük, değişim ve gelişim, köklerinden haberdar olan ve onları kendi asrına göre aşılayarak, kalın çizgilerde köklerine bağlı kalarak bu minval özerinden değişimi ve gelişimi sağlayabilecek özgür alan ve beyinlerin oluşumuna olanak sağlayacak bir özgürlüktür. Bir kemik almak için emirlere itaat eden köpeğin alacağı kemikten öteye gitmez! Hz. Ali (k.v) bu konuda şöyle demektedir: ‘Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.’ Zaten dinin temel felsefesi; içi dışı bir, samimi, yaşadığı toplumla barışık, sorgulayan, araştıran, üreten insanlar yetiştirmektir.

Güya inanç ve ‘Kutsal’ değerler adına yapılan dayatma, bireylerin beyinsel özgürlüğünün gelişimini kısıtlayarak, sorgulama yetisini kendisinden almaktadır. Bu da beraberinde taklidi imanı getirmektedir. Oysa Hz. İbrahim’in (a.s) hayatına baktığımızda sorgulama ile tahkiki imana ulaşmayı görmekteyiz. Evet, sorgulama ile tahkiki imana varılır. Batı toplumunu beğenmeyebilir, onların da çıkmazlarının ve çelişkilerinin olduğunu söyleyenler olabilir. Onların çıkmazları bizi çok ilgilendirmiyor olabilir ama bu çıkmazlar neticesinde düştükleri durumlardan ders(ler) çıkarmamız gerekir. Bizi ilgilendiren din bilginleri üzerinden oluşan İslam ümmetinin gerilemesi ve çıkmazlarıdır. Bu çıkmazların başında FERAĞAT, VEFAKARLIK, FEDAKARLIK ve ADANMIŞLIK gibi düsturların yokluğundan veya azlığından mütevellit, erozyonların yaşanması gelir. Bu düsturların yokluğu ile orantılı oluşan erozyonların sebep olduğu yozlaşma, yerinden koparılma ve bir yerden başka bir yere taşınma/göçler” oluşmaktadır…

Bu bağlamda ilk yapmamız gerekenlerin başında kendimize ve atasını unutan veya yanlış bilen yeni nesil(ler)imize " Biz Kimiz", “Kimin Varisiyiz” gibi soruluları sorgulatmak ve bu sorulara doğru ve doyurucu ilmi cevaplar vermek olacaktır.

Hemen belirtelim ki; bir toplumda herkes kendi yükünü taşıma gayretini göstermek yerine birbirine yükünü yükleme peşindeyse o toplumda hiçbir alanda arzu edilen terakki gerçekleşmez.

KENDİ ÇAĞININ MEYVESİ

Bilim insanı, sanatçı, yazar, düşünür, kısacası bilgi ve duygu dünyamızı genişleten, hayatımızı estetize eden insanların ortak özellikleri, bir metaforla ifade edilirse, meyve olmaları yani çağlarının, toplumlarının, kurumlarının meyveleri olarak ifade edilebilir.

Dünyaya mal olan bu insanlar bu payeyi tek başına ne cinsiyetleri ne ırkları ne de dinleriyle alıyorlar. Aslında onlar o vizeyi almayı birçok şeye borçludurlar. Bunların başında ise; yaptıkları, ürettikleri gelir.

Peki, ya üretimlerini olanaklı kılan ortamlar! Bu ortamın bu başarıda hiç mi katkısı yok… Elbette ki olmalıdır, vardır. Siyasi iklim ve iktidar-otorite katkısı kadar, yakın çevreleri, çocukları ve eşlerinin/hanımlarının da bunda çok etkisi vardır diye düşünüyorum… örneğin böylesi bir anlayışa sahip olmayıp sürekli problem çıkaran bir aile; eş, çocuk ile uğraşan bir din alimi, yazar ve düşünürün vb. başarı göstermesi daha da güç hale gelir.

Bu üretimleri olanaklı kılan ortamların özelliği? Ortak üç temel unsur denilebilir: refah, düşünce ve ifade özgürlüğü ile gelenek. Bunlar, ancak ve ancak, ahlak ve barışın egemen olduğu bir ortamda hayat bulabilir. Oluşmasını veya ulaşmak-elde etmek istediğimiz böylesi bir meyvenin ağacı ancak böylesi bir iklim ve zeminde yeşerebilir.

Göreli bir refah, bilgi üretimini sağlayacak kurumların kurulup yaşamasını, kendi kadrolarını üretmesini, kuşaktan kuşağa birikimini aktarabilmesini; kurumsal ve bireysel anlamda otonomiye sahip olmaları, onları bilgisel üretimde bağımsız kılıp kalıpların dışında düşünüp üretme vizyonu kazandırır; göreli süre yani birkaç kuşağın ardından filizlenen yapı, çiçeklerini açıp meyve vermeye başlar.

Otonominin kastrasyonu bütün geleneği tarumar edebilir; tarihte içsel ve dışsal olarak iki temel kategori altında toplanabilir: politik fayda devşirme, bilgiyi politikayla manipüle etmek, içsel; istila, işgal gibi müdahaleler ise dışsal nedenler altında toplanabilir.

İnsanlığın ortak kültürel mirasındaki isimler, cinsiyetlerine, milletlerine, dinlerine bakılmaksızın saygı görürler. Bu insanların yetişmesini olanaklı kılan iklim en temelde özgürlük, otonomi, toplum nezdinde kabul görmeleridir. Refah, tek başına bilgi üretmeyi sağlamazken özgürlüğün, sorunları çözdüğü gibi kurumlar inşa edip göreli sürenin ardından refah yarattığı çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Bu iklim içinde yeşeren bilgi işçisi insanlar, en başta her türlü kimliğinden soyunup ustalık tulumunu giyinir. Bilgi işçisine ustası dışında, birileri işini öğretmeye kalkıştığında, ustanın ustalığını yapmasının imkanı kalmamış demektir.

Mesaj ve İmaj

Her inanç, ideoloji ve doktrin hayata döküldüğünde bir form, bir biçim kazanır. Bazen asıl olan öz ve mesaj imaja kurban edilir.

İçinizde yoksa salt söylemle, dışsal benzemeyle olmaz…

Zahiricilik dış görüntü; zamanla sadece bir kalkan olarak kullanılmaya başlandı. Nasıl ki ihsana ulaşmamız için “görüyormuşçasına ibadet etmemiz” gerekir, takvaya ulaşmamız için de görüyormuşçasına günahtan uzaklaşmamız gerekir anlayışından uzaklaşıldı. Bu özden uzaklaşıldıkça, oluşturduğu değerlerden de uzaklaşıldı.

İyi bir duvar ustası olan birinin iyi bir futbolcu da olması mümkün olabilir. Fakat iyi bir şair, yazar, romancı, öykücü, sanatçı ya da çalgıcı olanın aynı zamanda iyi insan, iyi baba, iyi arkadaş, iyi eş, olmayabileceğini kabul edebilirsek; yanılma ve aldatılma ihtimalimiz daha da azalacaktır... Bu şahsiyetlerin oluşmasında bireysel çabalarının yanında çevresel - dış faktörlerde elbette ki etkili olmuştur.

Hem itibarlı alim aramak/arzulamak hem de itibarını zedeleyen dayatmalarda bulunursanız ne kadar şanslı olabilirsiniz?

Toplumların ve milletlerin barış içinde onurlu ve huzurlu bir hayat yaşamaları ancak adalet eksenli bir tahammül kültürünü egemen kılmakla mümkün olabilecektir! Şimdi yakın tarihimizden aktaracağımız portreler üzerinden bu düşünceyi ve başaranların bazı özelliklerini paylaşacağız.

Burada Âlimlerin misyonu ve bu misyon üzerinden İslam'ı temsil etme noktası gibi önemli konulara da dikkat çekeceğiz. Kendi hayatlarını hiçe sayarak gösterdikleri duruş, bizim örnek almamız gereken duruş ve davranışlardır. Bugün itibar ve saygınlık noktasında bir sıkıntı yaşanıyorsa bu duruş ve pratiğin olmaması belki de en başat nedendir.

Şimdi insanlığa mal olmuş bu tarihi münevverlerden bazılarının hayatına bakmanızı tavsiye diyorum: Fakat bu münevverlerin hayatına bakarken çektikleri sıkıntılarla birlikte, yaşadıkları çağ, dönemin sultanı/otoritesi, onlara sunulan kaynak ve imkanlar ile yaşadıkları ortamlar da göz ardı edilmemelidir. Bu münevverler değerlendirilirken bu noktaların da dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Zira dünyanın en iyi arabasına sahip olsanız da benzin olmadan yürütemezsiniz.

Okuyucunun sıkılmaması için biz, yakından tarihimizden FERAĞAT, VEFAKARLIK, FEDAKARLIK ve ADANMIŞLIK timsali birkaç portre sunarak yetinmeyi uygun görüyoruz.

Portreler:

Süryaniler ve Şeyh Fethullah Hamidi

1915 olaylarında arabuluculuk yapan ve bölgede yaşayan çok sayıda Süryani'nin hayatının kurtulmasını sağlayan Müslüman din adamı. Bu durum öyle bir iz bıraktı ki Mardin'in Midyat İlçesi'ndeki Süryaniler, merhum Şeyh Fethullah Hamidi'yi ‘Sulh Günü'nün 100'üncü yılında kilisede düzenlenen ayinle andılar.

Ne olmuştu?

Şeyh Fethullah Hamidi, 1915 yılında Midyat'ta yaşayan Süryanileri saldırılardan kurtarmaya vesile olmuştu. Derin hoşgörüsüyle tanınan ve 73 yıl önce vefat eden Nakşibendi tarikatı Şeyhi Fethullah Hamidi, Türkiye ve Avrupa'da yaşayan Süryanilerin bir araya gelerek kurdukları 'Seyfo (Kılıç) Komitesi' tarafından 'Sulh Günü'nün 100'üncü yılında Mor Hadbşabo Kilisesi'nde düzenlenen ayinle 2015 yılında anmıştı.

Evet, Şeyh Fethullah Hamidi, kendi dili, dini ve ırkı bir olmayan Süryanileri ölümden kurtarmak için (Hayat Hakkı), öz çocuğunu (Şeyh Siracettin) ve yeğenini (Şeyh Sıddık) rehin bırakmıştır. İnsan kendi acısına dayanabilir ama sevdiklerinin acısı dayanılmazdır. Samimiyet ve fedakarlık için bunu bile göze alabilmek…

Şeyh Fethullah Hamidi’nin torunlarından birisi, Süryanilerin kendilerini hala unutmadıklarını belirterek: “Rahmetli dedemizin yaptığı barış hala devam etmekte. Bir defasında Süryanileri ziyaret için Gülgöze köyüne gittiğimde yaşadığım şu olay beni çok duygulandırdı. Kilisede kalan bir genç, dedem Şeyh Fethullah’ın fotoğrafını gösterip, tanıyıp tanımadığımı sorduktan sonra, “Bu bizleri kurtaran Şeyh Fethullah’tır’ dedi. Bu olay karşısında çok duygulandığını.”1 belirtmektedir.

Şeyh Fethullah Hamidi’nin bu samimiyet ve fedakarlığında bizim için büyük dersler vardır.

Şeyh Abdullah (Xelîfe Kose) ve Şeyh Abdurrahman Tahî 2

Xelîfe Kose namıyla bilinen Şeyh Abdullah, Norşîn-Güroymak kazasının yerlilerinden Zorbaşi-Sobaşi ailesinden Halil ağa soyundandır.

Halil ağa; “soyuna, dünya işine hizmet ettiğiniz kadar, Allah yolunda da hizmet ediniz” şeklinde vasiyet etmiştir.

İşte, bahse konu olan Halife Kose, Halil ağanın oğlu olan Yusuf’un oğludur… Halife Kose, Babasının Norşin’de inşa ettiği medresede okur ve burada müderris olur. Burada birçok alim yetiştirir…

Sonrasında tasavvufi yolculuk için arayışa giren Şeyh Abdullah, Hizanın Ğeyda köyünde bulunan Ğavs namıyla meşhur Seyyid Sibğatüllah Ervasi’de seyrûsüluk etmeye başlar. Seyyid Sibğatüllah Ervasi’den tasavvuf-tarikat dersleri alan Şeyh Abdullah, burada bulunan medresede ders de vermeye başlar. Bu vesileyle birçok kişiyle tanışma fırsatı da olur. Bunlardan birisi de Abdurrahman Tahi’dir.

Kısa sürede Halifelik alan Şeyh Abdullah Norşin’e döner…

Ğavs’ın vefatından sonra Şeyh Abdurrahman Tahi, Hizan-Ğeyda’dan ayrılır, bir köyde imamlık yapmak için arayışa girer. Birçok yer arar ama ne hikmetse bir türlü nasip olmaz… Yolu Norşin’e düşer… Ona bir yer bulması için Halife Kose’ye uğrar.

Halife Kose de bazı köylere haber verir ama yine nasip olmaz. En sonunda Şeyh Abdurrahman’a kendi köyünün/Norşin’in camisini ayarlar-verir. Bununla kalmaz, her türlü destekte de bulunur… Ne büyük bir feragat ve ihlas tablosu!

Ve sonuç: Bugün bile ilim ve mana bakımından hala müteessir olan bir yol oluşur… Bugün aynı camide görevli olup maaşları ayrı ayrı hesaplarına yatan imam ve müezzin arasında sıkıntı-küslük oluyorsa başlarını ellerinin arasına alıp bu yaşanmışlıktan feragat ve ihlas adına ders(ler) çıkarmalıdırlar.

Seyda Molla Hüseynê Kıçık 3

Seyda, Osmanlı dönemine ait sicil-i ahval arşivlerinde bizzat kendisi tarafından yazılan veya cevap verilen bir yazıda; babası Abdullah Bey için şöyle demiştir: “İsmim, Hüseyin; mahlasım, Fehmi, pederimin İsmi: Abdullah; mahlası: Rahmi her ikimiz de ismimizle yad olunuruz. 4” Ayrıca Seyda’nın en meşhur lakaplarından birisi de, Cizre’de okurken Seydası tarafından kendisine verilmiştir. Bulunduğu medresede Hüseyin adında başka bir öğrenci daha varmış, ikisinin birbirinden ayırt edilmesi için Seydası tarafından, kendisine küçük anlamına gelen “kiçik” lakabı verilmiştir.

Hayatının tamamını ilim öğrenmek ve öğrenci yetiştirmekle geçiren Seyda Molla Hüseyin, hayatında her zaman Peygamber Efendimiz (s.a.s)’i örnek almış, Kur’an ahlakı ile ahlaklanan Allah’ın salih kullarından olmak için tüm gayretini sarf etmiştir.

Bu özelliği ile her zaman örnek olmuş ve öyle anılagelmiştir.

“Seyda’nın gönlünde hiçbir şekilde dünya sevgisine yer ver ayırmayan Seyda, zühdün en üst seviyelerinde yer edinmeyi gaye etmişti. Bu bağlamda paraları bile tanımaz ve yanında taşımazdı.

Şayet dünya malını toplamak isteseydi ona çok saygı gösteren Silvan ağalarından çok mal toplayabilirdi; ama O, bunu yapmadı ve hayatını ilme vakfetti.

Seyda vefat ettiğinde 1 evi, 1 katırı, 3 ineği ve 10 adetten az miktarda küçük baş hayvanın dışında hiçbir şeyi yoktu.”5

Günlerden bir gün bir maraba Seyda’ya gelir ve oğlunun (bölgeden bir) ağanın oğlunu öldürdüğünü ve hiçbir elçi kabul etmediği gibi hiçbir yerde rahat bırakılmadığını, Seyda’nın davasını hal etmesi için son çare olarak kaldığını söyler ve girmesi için ricada bulunur.

Olay bu şekilde gerçekleşmiştir: Köyün sığırları Ağa'nın tarlasına girer. Ağa'nın oğlu da hizmetçinin oğlu sığırlara mukayyet olmadı diye döver. Hizmetçinin oğlu da bir taş alır ağanın oğluna atar bu taş ile ağanın oğlu ölür. Hizmetçinin oğlu korkar ve eve gider. Babasına bütün meseleyi anlatır. Babasına, baba buradan gidelim der. Ağa onları gittikleri yerde de rahat bırakmaz.

Çaresiz kalan hizmetçi, en son Seyda Molla Hüseyin Küçük'ün yanına gider. Bütün meseleyi ona anlatır. Seyda Molla Hüseyin, hizmetçinin oğlunu alır ve ağanın evine götürür.

Ağa bakar ki Seyda Molla Hüseyin ve oğlunun katili bahçesindedir.

Seyda ağaya söyler: -Ağa oğlunun katilini getirdim senin üstümüzde 3 hakkın var. Öldürme-Kısas, Kan parasını almak ve affetmek.

Ağa, Seyda’ya derki sen ne istiyorsun?

Seyda der ki ölümü istemeyiz, para ise onlarda yok eğer af edersen senden daha hayırlısı yoktur. Benim arzum ve ricam da bu yöndedir.

Ağa dedi ki aile efradına sorup danışmam icap eder ve Seyda ile hizmetçinin çocuğunu içeriye davet edip yemek getirtir.

Seyda yemeğe el uzatmaz. Ağa, Seyda’ya ‘gönül rahatlığı ile yemek yiyin’ der.

Ağa odaya gelir ve Seyda’ya bir şart ile ricacısı olduğun çocuğumun katilini af ederim! Seyda kabul eder. Şartın nedir diye sorar ağaya.

Ağa der ki; kızımı bu çocuğa (oğlumun katiline) vereceğim. Vereceğim ki kız kardeşi hatırına oğullarım gelip ağabeyinin öcünü almasın. Ta ki Seyda’ya verdiğim değer kırılmasın ve bu söz yere düşmesin.

Seyda! Nikahı da hemen şimdi siz kıyacaksınız, yoksa affetmem der…” 6

Günümüz alim-imamları saygınlıklarının olmaması ve değerlerinin tutulmaması konusunda yakınıyorlarsa, yaşantılarına, dünyalıkla aralarındaki ilişkiye ve görevleriyle olan bağlılıktaki samimiyete baksınlar…

Son olarak Şems-i Tebrizi’nin veciz ifadesini aktarmakla yetineceğim. Ne demişti hazret; “Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder de, Kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez...”

M. Burhan Hedbi

22/10/2020

KAYNAK

-------------

1- Abdullah Hamidi

2- Muhammed Norşinî Şeyh Mezher’in oğlu, Seyda Mela Baki’nın oğlu, Halife Kose’nin oğlu.

3- Kiçik: Cizre’de konuşulan Kürtçede küçük anlamına gelmektedir.

4- Şefik Korkusuz, Arşiv Belgelerinde Son Devir Diyarbekir Uleması, İstanbul 1996, s.345- Seyda’nın hayatı ile ilgili bu bilgiler Seyda’nın torunu ile yapılan röportajdan alınmıştır.

6- 1985 tarihinde Köy imamımız Farkinli Çîçika köyünden Mele Şeyhmus Angar’dan bizzat dinledim

M. Burhan HEDBİ Kimdir?

1976 yılında dünyaya geldi

1985 yılından itibaren bölgenin çeşitli medreselerinde eğitim aldı.

1994 yılında orta öğrenimini Kızıltepe’de Liseyi de Diyarbakır’da tamamladı.

1997 yılında medrese eğitimini bitirip medresede ders vermeye başladı. İcazet aldı.

1997 yılında şiir ve deneme türü yazılar yazmaya başladı.

2001-2005 yılında ilahiyat fakültesini. Sosyoloji 2. sınıfa kadar okudu.

2002 yılında çevirilere başladı.

2007 yılında genel yayın yönetmenliğini yaptığı Kürdçe ve Türkçe yayın yapan www.isikligenclik.com sitesini kurdu ve başyazılar yazdı.

2010 yılında genel yayın yönetmenliğini yaptığı Kürdçe, Türkçe ve Arapça yayın yapan www.Riyaroni.com sitesini kurdu ve başyazılar yazdı.

2014 yılında, Halen Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Ortadoğu Halklarının Birliğini Koruma, Kalkındırma Ve Strateji Araştırmalar Merkezi OHAK-DER’i Kurdu.

Birçok Gazete ve Haber sitesinde “Arafta Kalanlar” köşesinde halen Kürdçe-Türkçe makaleleri yayınlanmaktadır.

Ulusal ve uluslararası birçok çalıştayda sunumlar/tebliğ sundu.

2015 yılında (bir yıl süreyle) Mardin ve tüm ilçelerinde yaklaşık 4 bin liseli gence "Gençler Davamız Hayat Olsun” projesi kapsamında panel ve konferanslar verdi.

ESERLER:

Şimdiye kadar basılmış 5 eser

2009 yılında Pendên Şafiî (İmam Şafii’nin divanı Arapçadan Kürdçeye çeviri).

2010 yılında Mevlid (Mewlûda Kurdî Bi Şêwaza Hedbî, Kurdî)

2011 yılında Eqîde û Fiqha Zelal (Akide ve Fıkıh/İlmihal) Nûbihar yayınları

2015 yılında Müslüman Görünmek ve Müslüman Olmak (Deneme-Türkçe)

2015 yılında Rondikên Ji Dil (Deneme- Kurdî)

Yayına hazır İki eser ( Biri Tarih Biri de Şiir/divan).

Yorum Yaz