tatlidede
tatlidede

Kentin Bebekleri

Çocukluğumuz ve gençliğimizde hayatımız masallarla, hayallerle, rüyalarla, şiir mısraları ile geçerdi. Annemizin “kimsenin kul hakkını yemeyin” tembihi ile sokaklara salınırdık.
Kentin Bebekleri

Kentin bebekleri var şimdilerde, varoş çocukların kavgalarına şahit olduğunda bir titreme dansı alır onları. Ara sıra küçülterek bakar, bazende acıyarak bir yiğitsizlik örneklerini reva görürler dünün çocuklarına. Hemde bin bir mazeret uydurarak yaptıklarına yol arar, kendilerine benzemeyenleri merkezin dışına sürükleterek “ön olmayı” peydahlanmaktan vazgeçmezler.

Kentin bekleri, her daim bir hissizlik perdesi ile kamufle edilmektedir. Namus çiçeklerine sırtını döner. Gecenin soğuğunda bir ekmeği eline almadan ve en üstün ağırlama usulleriyle misafir kabul etme zahmeti ile tanışmayanlardır. Bilmiyorlar ki en bilmedikleri şeyin aşkın bir taneliğinin mübarekliğinden uzaklaştıklarını.

Dünün çocukları olarak bizler; varlığımız ile filizlenen kökenlerimize, sularımıza, dağlarımıza, topraklarımıza ve değerlerimize; aşina olduğumuz hayata ve aşklarımıza hep gülümserdik.

Evet çocukluğumuz ile gençliğimizde hayatımız masallarla, hayallerle, rüyalarla, şiir mısraları ile geçerdi. Annemizin “kimsenin kul hakkını yemeyin” tembihi ile sokaklara dalardık. Bir kaç mısrada olsa gizli şiirlerimiz ve kavuşmazsak da gizli aşklarımız olurdu. Hepten yaşadığımız/yaşayacağımız hayata; rüyalarımızın/hayallerimizin ve masallarımızın penceresinden bakarak zamanımızı harcardık. Arkadaşlıktan öte dostlarımız vardı. Bu yüzden öfkelerimiz de, kinlerimiz de masumdu. Sevgilerimiz ve dostluklarımız müthiş bir heyecan fırtınası idi ve vefa vardı hayatımızda, fedakârlık kokardı arkadaşlıklarımız…

Ya şimdi..!

Evet şimdi hayatla daha yakın hemhal olduk, daha da yakından tanıştık. Hayatın derin, anlamlı, gizemli ve güzel sandığımız sularına saldık ayaklarımızı. Üstelik Neo liberal ve pragmatik duygularla örülmüş oportünist bir duruş ile orta yolculuğa yeltendik.  Bu suyun nedenli sığ olduğunu ve bir bataklığa saplandığımızı geç fark ettik. Her gün çocukluğumuzun ve gençliğimizin müthiş yeşilimsi vadilerinden, biraz- biraz daha uzaklaştık. Modernizmin pençesinde kıvranan hayat, bizi de avlamak ve avutmak için sürekli bir şeyler vaat etti/bir şeyler verdi. Diplomalar, sertifikalar, belgeler, koltuklar, makamlar, mevkiler, evler, villalar, arabalar, şirketler ve dostlarını tanımamazlıktan gelen afra tafra tripleri...

Peki neyin uğruna, neyin karşılığında?

Tüm bunların bedelini çok acı reçetelerle ödedik ve ödüyoruz. Kapitalist olmanın havası ile jekobenist efelenmeyi tarz olarak benimsedik. Uğruna ölümü göze aldığımız ve tebliğ üzerine monte ettiğimiz asr-î saadetimizi ultra zenginliğe bedel olarak verdik. Bize verdiklerinin bedellerine karşılık olarakta vefa ve samimiyet kokan çağımızın tüm saflığını ve ritüelliğini, o gencecik günlerimizin heyecanını/hayal ve öykülerimizi/canlılığımızı;  yani içimizdeki içten olmayan hesaplarımızı/şiirimizi verdik. Sonuçta hepimiz uyumlu, hayalsiz/amaçsız ve maaş bekleyen memurlar olduk. Şimdilik psikologlar bizi normal ve sıradan vatandaş/insan tanımına aldılar. Yani kime ne zararı(mız) var ki denilen sıradanlıkların içine. Geriye hiç bir şey kalmadı çocukluk ve gençlik mevsimlerimizden…

Editör: Tekin Oruç

Yorum Yaz