tatlidede

Babailer İsyanı - Ahmet Yaşar Ocak Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Babailer İsyanı kimin eseri? Babailer İsyanı kitabının yazarı kimdir? Babailer İsyanı konusu ve anafikri nedir? Babailer İsyanı kitabı ne anlatıyor? Babailer İsyanı PDF indirme linki var mı? Babailer İsyanı kitabının yazarı Ahmet Yaşar Ocak kimdir? İşte Babailer İsyanı kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
  • 13.08.2022 22:00
Babailer İsyanı - Ahmet Yaşar Ocak Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Ahmet Yaşar Ocak

Yayın Evi: Dergah Yayınları

İSBN: 9789757462903

Sayfa Sayısı: 282

Babailer İsyanı Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Bu kitap, Babailer İsyanı gibi sıradan bir ayaklanma olmayıp, Anadolu'nun siyasi ve toplumsal tarihinde önemli bir yer işgal eden, Türkiye tarihindeki halk hareketlerinin, günümüzde çok tartışılan Bektaşilik ve Aleviliğin sağlıklı bir yaklaşımla incelenip anlaşılması bakımından bir hareket noktası oluşturan önemli bir konuda, olabildiğince nesnel bir bakış açısı ortaya koymaya çalışmaktadır.

Babailer İsyanı Alıntıları - Sözleri

  • Türkmenlerle yerleşik ahali arasında mevcut olduğuna işaret edilen farklılıklardan biri de dini inanç yahut daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, İslâm anlayışı alanındadır. Şurası çok tabiidir ki, daha IX. ve X. yüzyılda İslâmiyet Orta Asya'da değişik bölgelerde Türk zümreleri arasına girmeye başladığı zaman, birbirinden farklı iki sosyo-kültürel ortama göre nitelik kazandı. Şehirli ahali tabii olarak bir yerde devamlı oturmaları sebebiyle, medreselerde işlenen ve öğretilen ve tabiatıyla kitabî esaslara daha sadık bir İslâm anlayışını, başka bir deyişle, ayrıca devletin resmî desteğini de sağlayan Sünnî Müslümanlığı benimsemişti. Konar-göçer Türkler ise, kendilerinden önce İranlı, sonra da Türk sûfîler tarafından getirilen, tasavvuf ağırlıklı ve eski inançlarıyla da benzeşen mistik bir Müslümanlık anlayışını benimsediler. Kısa zamanda geleneksel inanç yapılarının rengini alan bu Müslümanlık, Sünnî Müslümanlıktan birçok bakımdan farklılaştı. Pekçok tarihçinin eskiden beri heterodoks İslâm dediği bu Müslümanlık tarzı, Türk göçleriyle beraber XI. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya da girdi ve birtakım popüler sûfi çevreleri temsil eden Türkmen babaları etrafında odaklaştı. İşte Anadolu'ya göç etmiş bulunan Türkmenler, birçok yönüyle Sünnî İslâm'a, dolayısıyla şehirli ve bir kısım köylü yerleşik halkın İslâm anlayışına uymayan böyle bir Müslümanlık anlayışını taşıyorlardı. Onlar medrese çevreleriyle yok denecek kadar az ve yetersiz bir temas halindeydiler. Zira sürdürmekte oldukları devamlı seyir halindeki hayatları, bu teması çok azalttığı gibi, kitabî Müslümanlığın gereklerini kavramaya ve dolayısıyla yerine getirmeye de müsait değildi. Bu yüzdendir ki onlar normal olarak, yukarıda da belirtildiği gibi durmadan vukû bulan göçlerle yenilenen ve kuvvetlenen, geleneksel inançlarıyla uyumlu bir Müslümanlık anlayışını sürdürüyorlardı.
  • Genel olarak okuma yazma bilmeyen, sade zihniyetli ve yaşantılı, fakat o nisbette güç hayat şartları içinde bulunan bu insanlar, Sünnî İslâm'ın birtakım inanç esaslarını ve abdest alarak günde beş vakit namaz kılmak, yahut Ramazan ayında bir ay oruç tutmak gibi, ancak yerleşik hayatın sağlayabileceği bir intizam gerektiren şer'î ibadetleri pek de önemsemiyor ve riayet etmiyorlardı. Bu sebepledir ki, çoğu zaman İslâm'ın teorik ilahiyat konularıyla hiç ilgilenmeyen, ama güçlü bir mistik cezbenin hâkimiyetindeki, çoğunluğu okuma yazma dahi bilmeyen Türkmen babalarının geleneksel mitolojiyle karışık, kendilerine daha uygun gelen, basitleştirilmiş tasavvuf fikirleriyle yorumlanmış Müslümanlık anlayışına yöneliyorlardı. Ama öyle de olsa onlar samimi bir şekilde İslâm'a bağlanmışlar ve kendilerini ona adamışlardı. Sünnî Müslümanlık geleneğinin kadın ve erkeğin bir arada oturmasını hoş görmeyen yapısına karşılık bu babalar, yaşadıkları hayat icabı sabahtan akşama kadar kadın-erkek bir arada bulunan Türkmenlerin, kökü çok eski devirlere dayanan kadın-erkek toplu bir şekilde icrâ edilen cezbe dolu müzikli ve rakslı dini ayinlerini yönetiyorlardı. Esaslarından biri bu tür âyin yapmak olan Yesevîlik'in Orta Asya'da Türkmenler arasındaki yayılma başarısını bir bakıma burada aramak icap eder.
  • Babâiler veya Baba Resûl isyanının muhtelif sebepleri arasında, XIII. yüzyılda, özellikle de bu yüzyılın ortalarına doğru Anadolu'nun içinde bulunduğu iktisadi sıkıntılar, daha baştan itibaren araştırıcıların dikkatini çekmiştir. Genellikle, bu olayda Türkmenlerin içinde bulunduğu kötü hayat şartlarının baş rolü oynadığı belirtilmiş, özellikle Rus türkologlar işin bu yönü ile yakından ilgilenmişlerdir. Mesela W.A. Gordlevski, Baba Resûl isyanını sadece iktisadi sebeplere bağlı olarak ele alır ve bunun bir köylü ayaklanması olduğunu iddia eder. Nitekim olay baştan sona kadar dikkatle incelendiğinde, gerçekten de isyanın meydana gelmesinde iktisadi şartların hatırı sayılır bir yeri olduğu, bu hususun belirgin olarak meydana çıktığı görülür. Ancak her tarihsel olayda olduğu gibi, böyle geniş kapsamlı ve etkileri yüzyıllarca devam eden bir olayı da tek sebeple açıklamak mümkün olmamakla beraber, meselenin ağırlık noktasında iktisadi sebeplerin önemli bir yeri olduğu açıktır. Konuya yakından bakıldığında bunların, Anadolu Selçuklu Devleti'nin toprak ve vergi rejiminin o devirdeki durumuyla çok yakından ilgili bulunduğu anlaşılmaktadır.
  • Burada eğer konunun kendi birliği içinde genel vaziyetine bir göz atılacak olursa, aşağıdaki biçimde özetlemek mümkündür: 1237 yılında, II. Gıyaseddin Keyhusrev babası I. Alaeddin Keykubad'ın zehirlenerek ölmesinden sonra Anadolu Selçuklu tahtına geçmiştir. Babasının zamanında doruk noktasına erişen memeleketin siyasi, içtimai ve iktisadi nizamı, yeni genç sultanın beceriksiz ve kötü idaresi yüzünden hızla alt üst olmaya başladı. Bilhassa veziri Sâdeddin Köpek'in kendi ikbalini ve iktidarını daha da yükseltmek için işlediği siyasi cinayetler ve gayri meşru birtakım faaliyetleri, halkın hayatında büyük krizler meydana getirdi. Bu arada göçebeler ve köylü ahali bu kötü yönetimden son derece zarar gördü. İşte bu genel rahatsızlık yüzündendir ki, 1240 yılında bir ihtilal patlak verdi. Önce Güneydoğu Anadolu mıntıkalarında, sonra da Orta Anadolu'da iyice yayılan bu ihtilalin merkezi Amasya idi. Önceleri Kefersûd taraflarında otururken Amasya'ya gelip yerleşen Baba İshak adındaki bir Türkmen babası, peygamberliğini ilân ederek Selçuklu yönetimine karşı ayaklandı ve bu ayaklanma gittikçe büyüdü. Baba İshak'ın emrindeki bu Türkmen ordusu, kadınlı erkekli, çocuklu ihtiyarlı yenilmez bir kitle halinde peşpeşe başarılar kazandı. Selçuklu hükümeti, birçok defa isyancılar üzerine kalabalık kuvvetler gönderip bu büyük tehlikeyi bertaraf etmeyi denedi ise de bu, başarıya ulaşamadı. Nihayet 1240 yılında son bir teşebbüsten sonra Baba İshak Amasya'da bastırılıp yakalandı ve idam edildi. Daha sonra, Malya ovasında vukû bulan korkunç bir çarpışmayı müteakip yenilgiye uğratılan Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu katliâma tâbi tutuldu. Ücretli Frank askerlerinin gözüpekliği sayesinde Selçuklu hükümeti bu korkunç tehlikeyi böylece savuşturmuş oldu. Fakat bununla beraber çok pahalıya mal olan bu zafer, Anadolu Selçuklu Devleti'ni Moğol istilâsına uğramaktan kurtaramadı. Yukarıda kısaca yakın zamana kadar geçerli olan bilgilerimize göre özetlenmeye çalışılan olaylar, dikkat edilirse, üzerinde uzmanların değişik ve farklı yorumlar yaptığı birtakım problemler ortaya koymaktadır. Bu cümleden olmak üzere şunlar sıralanabilir: Olayın gerçek sebepleri nelerdir? Ekonomik faktörler mi, yoksa sosyal faktörler mi daha ağırlıklıdır? Veya yönetim ile Türkmenler arasındaki inanç ayrılığından kaynaklanan dini bir ayaklanma mı söz konusudur? İsyanın ideolojik bir yanı var mıdır, varsa bu ideolojinin mahiyeti nedir? Babâiler nasıl bir inanç sistemine sahiptiler? Bazı araştırıcıların ileri sürdükleri gibi, bu bir Sünnî hareket miydi, yoksa bir Sünnîlik karşıtı isyan mıydı? Yahut bir Alevî isyanı mıydı? İsyanın ideolojisinde Şiî faktörlerden söz edilebilir mi? vs. Bu soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Ayrıca isyanın liderinin, yahut liderlerinin kimlikleri de ayrı bir problem olarak gündeme gelmektedir. Kaynakların bazılarında, Baba İshak'ın yanında Baba İlyas adında ikinci bir kişiye rastlanmaktadır. Şimdiye kadar bu şahıs hakkında birbirine zıt şeyler söylenmiştir. Hatta adının Karamanoğulları Beyliği'nin kuruluşuna da karıştığı görülüyor. Bu konu, hiç de az sayıda olmayan incelemeler yapılmış olmasına rağmen, yine de önemli bir mesele teşkil ediyor. Liderin Baba İlyas veya Baba İshak olması neyi değiştirir? Yahut değişen bir şey olmaz mı? Sonra Türkmenler, bu cömert, samimi ve basit yaşayışlı insanlar niçin sarsılmaz bir şekilde bu babalara bağlanmışlardı? Hangi gaye için onlar uğrunda kendilerini, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını feda ediyorlardı? Diğer yandan, bu ayaklanmanın böyle çok geniş bir alanda bu kadar kısa bir zamanda yayılması da hayli anlamlı ve düşündürücüdür. Selçuklu ordularının, bu gayri muntazam ve teşkilâtsız kitleler karşısındaki sürekli yenilgisi şaşırtıcı değil midir? Bu yenilgiler nereden kaynaklanıyordu? ... Her ne olursa olsun Babâiler, yahut Baba Resûl isyanı ve nihayet onun oluşturduğu Babâiler hareketi, Türkiye'nin sosyal ve dini tarihini daha iyi kavrayabilmek, sonraki bir takım dini yapılanmaları yeterince anlayabilmek için yakından ve özenle incelenmeye değer bir olaydır. İşte bu araştırmamızda biz de bunu deneyeceğiz. Ancak şunu hemen belirtelim ki, bu çok mühim olayın gerçekte olduğu gibi tam olarak kavranıldığı, bütün yönleriyle aydınlığa çıkartılabildiği, bugün bile hâlâ kolay kolay iddia edilebilecek durumda değildir. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, elden geldiğince, kaynakların imkân verdiği ölçüde gerçeğe olabildiği kadar yakın bir tarihçe sunabilmektedir.
  • Muhtemelen XIII. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, devletin siyasi, ekonomik ve kültürel bakımlardan en parlak bir dönemde bulunmasına rağmen, toprak rejimi bozulmaya ve özel mülkiyet veya vakıflar, konar-göçerler için hayatî önemi hâiz müşterek mülkiyet (kollektif) aleyhine dönmeye başladı. Bu bozulma, köylerde de hatırı sayılır özel mülklere sahip bir toprak aristokrasisinin çıkmaya başlamasına yol açtı. Bu toprak aristokratları köylüleri ırgat olarak kullanıyordu. Böylece, köylülerle devlet arasında bu büyük toprak sahiplerinden ibaret bir aracı sınıf meydana geldi.
  • Burada son olarak bir de hükümetin Türkmenler üzerindeki baskılarından söz etmek lâzımdır. Bu baskılar bilhassa II. Gıyaseddin Keyhusrev zamanında kendini göstermeye başlamıştır. 1237'de tahta geçen bu genç sultan, rivayetlere göre Gürcü karısının etkisiyle kendini sefahate vermiş ve av partileri, içki meclisleri tertip ederek sorumsuz ve sefih bir yaşantı sürmeye başlamıştır. Devlet işlerinden tamamiyle elini çekerek yetkilerini kendi iktidarı peşinde koşan kurnaz veziri Sâdeddin Köpek'e devrettiğini bütün kaynaklar yazar. Bu vezir ve maiyyetindekiler, memleketi kendi siyasi menfaatleri doğrultusunda idare ediyor, devlet memuriyetlerini ve birtakım yüksek mevkileri rüşvet karşılığında peşkeş çekiyorlardı. Bu otorite boşluğundan ve denetimsizlikten yararlanan mültezimler, halkı yüksek vergilerle eziyorlardı. Bu sûretle birkaç yılda memleketin normal akıp giden sosyal düzeninde bozukluklar başgöstermeye başladı. Bu durum tabiatıyla diğer ahalinin hayatında olduğu gibi Türkmenlerin hayatında da sarsıntılar meydana getirmişti. Fakat Türkmenlerin takip ettikleri hayat tarzı yüzünden bu sarsıntılar onları yerleşik kesimden çok daha fazla etkiliyordu. Çünkü yeterli mer'a ve kışlak bulamamaktan dolayı zaten zorlukla hayatlarını sürdürmekte olan bu insanlar, ödemeye alışmadıkları vergilere çoğu zaman zaten olumsuz bakıyorlardı. Böyle olunca, bir de müsamahasız vergi memurlarının ağır vergi tekliflerinin getirdiği ilâve yük karşısında, iktisaden büsbütün güçsüz duruma düşüyorlardı. Sonuçta hayatlarını sürdüremez hale geldiler. İşte Türkmenleri çileden çıkaracak olan zor noktası burada başlamış olmalıdır. İster istemez yaşayabilmek ve hayatî ihtiyaçlarını giderebilmek için, zaten zaman zaman yaptıkları yağma hareketlerini daha da artırdılar ve sonunda yönetimle ipleri kopardılar. Nitekim bu durum, isyanın başlangıcından itibaren yapılan şiddetli yağmalarla kendini gösterecektir. Görüldüğü gibi, şahsen bizim Babâiler isyanının temel sebepleri olarak değerlendirmekte olup yukarıda açıklamaya çalıştığımız ekonomik, demografik, sosyal ve psikolojik sebepler, aslında birbirinin sebep ve neticesi ve birbirinden ayrılamaz faktörler olarak kabul edilebilir.
  • Şehirli İran kültürünün her türlü etkisinden uzak kalan ve Türkçe konuşan bu ahali, abdal, baba veya dede unvanlarını taşıyan söz konusu bu şahsiyetlerin kuvvetle tesirinde idiler. Bu unvanları taşıyan muhtelif heterodoks gruplara mensup göçmen sûfîler ayrıca, mensubu bulundukları cezbeci sufî mektebin vatanı olan Horasan bölgesine nisbetle, Horasan Erenleri unvanıyla tanımlanıyorlardı. Halk sufîliğinin geleneksel yazılı metinlerinde bu terimin, söz konusu bütün dervişlerin Anadolu'ya Horasan'dan göçtüğünü ima eder bir anlamda kullanıldığını biliyoruz. Nitekim çoğu evliya menakıbnamesinde Anadolu'ya göç ettiğinden söz edilen her derviş, hangi tarikate mensup olursa olsun, mutlaka Horasan'dan göçme, yani Horasan Erenleri'nden idi. Böylece esasında bu terimin coğrafî anlamda anlaşılmaması gerektiği görülüyor. Nitekim bugün artık Horasan Erenleri teriminin, IX. yüzyıldan itibaren Horasan'da meydana çıkan Melâmetîlik dediğimiz büyük bir tasavvuf anlayışının etkilediği, Kalenderîlik, Haydarîlilk gibi muhtelif heterodoks tarikatlara mensup ve Asya'nın değişik mıntıkalarından gelen dervişleri ifade ettiğini çok daha iyi biliyoruz.
  • Daha Anadolu'da yaptıkları ilk fetihlerden itibaren Selçuklular, vaktiyle Horasan'a indiklerinde zengin toprak sahipleriyle halk kitleleri arasında gördükleri büyük uçurumu, Bizans aristokrat toprak sahipleriyle yerli ahali arasında da gördüler. Bu sebeple herhangi bir sosyal krizden sakınmak maksadıyla, kendi geleneklerine de uygun olan mîrî toprak rejimi ile askerî iktâlar sistemini uygulamaya başladılar. Hatta XIII. yüzyıla kadar feodal sistemin oluşmasına da engel olabildiler. Fetholunan bütün topraklar, İslâm hukuku gereğince doğrudan doğruya devletin malı telakki ediliyordu. Mamafih bazı şartlar altında özel mülkiyet de kabul olunmuştu ama bu tip mülkiyet önemli bir miktar teşkil etmiyordu. Özel mülkiyet şehirlerle köylerin yakınlarında bulunan bahçeleri, bağları ve buğday ve arpa tarlalarını içine alıyordu. Bu özel mülkiyetin yanında başka bir çeşit mülkiyet daha vardı ki, devlet hizmetindeki bazı şahıslara hükümetçe verilmişti. ''Dîvanî malikâne'' diye adlandırılan bu çeşit toprak mülkiyeti ne satılabilir, ne bağışlanabilir ne de miras yoluyla intikal edebilirdi.
  • Mahmud b. el-Hatîb adında bir Selçuklu müellifinin "Fustat'ul-Adâle fî Kavâidi's-Saltana" adlı eseri, devrin Anadolu'sundaki Cavlakî de denilen Kalenderî dervişlerinin inançları ve faaliyetlerine dair bir hayli bilgi verir. Onlardan çok nefret ettiği anlaşılan ulemâ kesimine mensup yazar, Kalenderîler için ibâhiyye (helal haram tanımayan) ve zenâdika (dinsiz) terimlerini kullanır ve daha da ileri giderek kendilerini eski İran'daki Hurremîlere ve Mazdekîlere benzetir. Oysa onlar kendilerine Cevlâki demektedirler. Yazara göre Kalenderîler, şeriat ve ahlâk kanunlarına raiyet etmedikleri gibi, dini yasakları da tanımıyorlar, namaz kılmıyorlar, fakat şarap içip esrar kullanıyorlardı; hatta aralarında homoseksüeller de bulunuyor ve bu işi hiçbir utanç duymadan yapıyorlardı. Aynı yazar, bunların özellikle tecrübesiz gençleri kandırıp aralarına aldıklarını da ilâve ettikten sonra, eserinin birçok yerinde, devletin ve ulemânın bütün bu kötülükler karşısında son derece lâkayd kaldığını ve bu ağlanacak duruma hiç müdahalede bulunmadığını yakınarak anlatır. İbnu'l-Hâtib, Kalenderîlerin bu durumdan yararlanarak camilere bile köpekleriyle girip orada açıkça esrar kullanmaktan geri durmadıklarını da yazıyor. Yazara göre bunlar kendilerinin derviş olduklarını iddia etmelerine rağmen, aslında tabiata, suya, aya ve güneşe tapmaktadırlar.
  • Bu arada, sözünü ettiğimiz, Türkmenlerin bu değişik İslâm anlayışında, o dönemde bütün Orta Doğu Müslüman bölgelerinde güçlü bir nüfuzu bulunan İsmaili (Bâtınî) propagandasının Türkmenler arasındaki etkisi meselesine de temas etmek gerekir. Bu propagandanın mevcudiyetinin tesbiti, Baba Resûl isyanının ideolojik yönü açısından çok önemlidir. Aslına bakılırsa, bütün Türkmenler arasında olmasa bile, özellikle Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'de yaşayan Türkmenler arasında böyle bir propagandanın mevcut olabileceği pekâlâ tahmin edilebilir. Onların zaten daha XII. yüzyılda İran'da İsmaililerle temas halinde olduğu düşünülürse, bu tahmin pek de yanlış sayılmaz. Zira Baba Resûl isyanının mayalandığı merkezlerden biri olan Kuzey Suriye, takriben bir asırdan beri İsmaililer için çok elverişli bir propaganda alanı haline gelmişti. Türkmen boylarının sürüleriyle dolaştıkları bu bölgede bazı İsmaili kalelerinin bulunduğu ve söz konusu propagandalara üs vazifesi gördükleri bilinmektedir. Nitekim bazı çağdaş Arap kayakları, İsmaililerin buralarda, Türkmenlere hiç de yabancı olmayan bir takım kadın-erkek karışık dini âyinler yaptıklarını yazarlar. XI. yüzyılın sonlarından XIII. yüzyılın ilk yarısına kadar yayılan uzun zaman içinde Türkmenlerin, pekâlâ bu propagandalardan etkilenmiş olabileceği ve hatta İsmaili kalelerinde yetişen Türkmen kökenli dâîlerin onlar arasında bu propagandaları yürütmüş bulunabileceği pek uzak bir ihtimal sayılmamalıdır. Bu İsmaîlî propagandasına, Moğol tahribatından kaçan ve yine Kuzey Suriye ile Anadolu'ya sızan dâîlerin yürüttükleri yeni safhayı da eklemek gerekir. Nitekim bazı İsmaili daîlerinin Moğol istilâsından sonra sûfi hüviyetine bürünerek bir kısım tarikatler içinde gizlendikleri de biliniyor. O halde XIII. yüzyılda Anadolu'da faaliyet gösteren tarikatlerin bazılarının mensubu bilinen ve aslında birer İsmaili dâîsi olan dervişler ve şeyhler, Türkmen babaları, yazın Suriye'ye, kışın da Orta Anadolu yaylalarına gidip gelen Türkmenler arasında, İsmaililk'le karışmış bir tasavvuf anlayışını mükemmel bir surette yayabilecek ortam bulabiliyorlardı. Bu sebepledir ki, sıkışık zamanlarda ''gaipten zuhur edecek ilâhî bir kurtarıcı''nın (mehdi) gelmesi gibi daha çok Şiîliğe yaraşır bir inancın, Baba Resûl tarafından kolayca Türkmenler arasında yayılmış olması, pekâlâ mümkündür. Her halükârda, şu söylenebilir ki, Baba Resûl'ün fikirleri dini alanda da Türkmenlerin yabancısı değildi ve onlar tarafından hararetle benimseniyordu. Görülüyor ki Türkmen babalarının isyana yönelik propagandaları için bu çevreler gayet elverişli idi ve Baba Resûl'ün adamları bu ortamda kolayca her an ayaklanmaya hazır kimseler buluyorlardı. Nitekim Baba Resûl'ün propagandaları süratle Türkmenler arasında yayıldıysa, bunda, yukarıda temas edilen iktisadi ve içtimai genel memnuniyetsizliğin payı kadar, bu heterodoks Türkmen Müslümanlığının siyasal iktidara karşı olan zihniyet dünyasının da önemli bir rolü bulunduğunda şüphe yoktur.
  • Burada, Türkmenlerin hayat şartlarını ağırlaştıran önemli bir başka faktörü daha, demokgrafik yapıdaki yoğunlaşmayı da unutmamak gerekir, ki bu da toprak konusundaki bu sıkıntılara rağmen bir de, XIII. yüzyılın başından beri Anadolu'ya devamlı sûrette vuku bulan göçler sebebiyle Türkmen nüfusundaki artıştır. ... XIII. yüzyılın başlarına, hatta ilk çeyreğine gelinceye kadar durum bu merkezdeydi. Fakat, bu devirden itibaren, Moğol istilâsınınkiler de dahil olmak üzere yeni göç dalgaları, yeni nüfus artışı sebebiyle eskiden gelip hayatlarını düzene sokmuş olanların bu düzenini büyük bir ihtimalle alt üst etti. Arâzi muhtemelen yetersiz hale geldiğinden hükümet yeni gelenleri yerleştirme hususunda zorlanmaya başladı. Ayrıca, yerleşik hayata geçip buna alışanlar, ellerindeki ekili arazileri yeni gelenlerle mer'a veya kışlak olarak paylaşmaya razı olmuyorlardı. Tabiatıyla bu da yenilerle eskiler arasında geçimsizliğe yol açıyordu. Bu tip kavgalar, hayvanlarına mer'a arayan ve hükümetin talimatını dinlemekten çok kendi bildiği gibi hareketi tercih eden Türkmenler arasında, Baba Resûl isyanından önce beliren genel memnuniyetsizliğin artmasında hatırı sayılır bir etken oluşturmuş olmalıdır. Bu yüzden isyanın temelinde, bu sade, basit ama zor bir hayat yaşayan insanların, her ne pahasına olursa olsun, yüzyıllardan beri alıştıkları konar-göçer hayatlarını sürdürme yolundaki sarsılmaz azimlerini aramak ve bunu önemli bir faktör olarak kabul etmek gerekir. Onlar kendilerini yerleşik hayat yaşayan kardeşlerinin arasında çok rahatsız hissediyorlardı.
  • Babâiler isyanı, belli bir tarihte başlayıp bitmiş bir olay olarak kalsaydı, belki de o kadar önemli olmayacaktı. Fakat bu olayı diğerlerinden ayıran şey, isyanın bitiminden sonra, özellikle konar-göçer Türkmen zümreleri ile, onların da ötesinde kırsal kesimde yerleşik bir sûfi hareket olarak, uzun yüzyıllar kalıcı bir etkiye ve kendi içinden yeni dini-sosyal birtakım hareketlere kaynaklık etmiş olmasıdır. Bunu biz Babâiler hareketi olarak adlandırıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu'nun teşekkülü devresinde, ilk beyleri çevreleyen ve kendilerine Abdâlân-ı Rûm denilen Türkmen babaları hemen tamamiyle bu hareketin içinden geliyorlardı ve Türkmen muhitlerinde büyük bir etkiye sahiplerdi. Bu etki aynı zamanda, Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan muhtelif Türkmen beyliklerine de yayılmıştı. Babâiler hareketine mensup bir sürü Türkmen babası, bu beyliklerdeki ahali ile devamlı temas halindeydi. ... Kısmen 1970'li yıllarda, fakat daha çok Alevî-Bektaşî kimliğinin gündeme geldiği 1990'larda, Hacı Bektaş-ı Veli birçok eserde ya bir bölüm olarak, ya da müstakil monografiler halinde, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız ideolojik çerçevede inceleme konusu olmuştur. Sünnî ya da Alevî kökenli araştırmacıların kaleminden çıkan bu monografilerin çoğu, ne yazık ki bilimsel bir tarih yöntemine dayanmaları şöyle dursun, sağlam bir tarihî tenkit kavramından da yoksun çok açık birer saptırılmış tarih (histoire de-formee) örneği olup, birbirine zıt kimlikler altında kendi Hacı Bektaş-ı Veli'lerini yaratmaya çalışmaktadırlar.
  • Günümüzde bazı araştırıcılarca ve onları takip eden bazı Türk araştırıcılarınca heterodoksi (heterodoxy, hétérodoxie) terimi, heretik (heresy, hérésie) yani 'sapkın' terimiyle eş anlamlı kabul edilmekte, bu yüzden -üstelik kilise terimi olarak- "dışlama" ve "ötekileştirme" ifade eden bir terim olarak anlaşılıyor. Oysa bu terim sözlükte sapkın anlamını değil, "kabul edilmiş resmi inancın dışında, ona alternatif ve muhalif olan inanç" anlamını taşıyan bir terimdir. Heterodoksi kelimesi bir teoloji terimi olarak dahi sapkın anlamını değil, belirttiğimiz anlamı ifade eder. Kaldı ki, bu terim yalnız bir teoloji terimi değil, aynı zamanda bir sosyal tarih hatta hukuk ve iktisat terimi olarak da uzun zamandan beri kullanılmaktadır. Bizim kullanışımız da, bir sosyal tarih terimi sıfatıyladır.
  • ... nasıl bir ideolojinin peşinden gittikleri üzerinde bugüne kadar muhtelif görüşler ortaya konulmuştur. Bunların en eskisi, F. Köprülü'nün çeşitli eser ve makalelerinde ileri sürdüğü, büyük bir araştırıcı çoğunluğu tarafından paylaşılan, konar-göçer Türkmen zümrelerinin yapılarına uygun bir heterodoks İslâm anlayışı olduğu üzerine yoğunlaşan görüştür. Bizce de bu isyanı yürüten ideooji, aşağıda açıklamaya çalışacağımız bu heterodoks İslâm inancına dayanıyordu. Bununla beraber, özellikle 1970'li ve 80'li yıllardan itibaren, Türkiye'de bu görüşe, "Türkmenlerin aslında Sünnî İslam'a mensup bulundukları, ancak onları horlayıp ezen Selçuklu yönetiminin ve ortaklarının, haklı olarak ayaklanan Türkmenleri mahkum etmek maksadıyla kendilerini 'sapık' inançlı olmakla itham ettikleri" şeklinde özetlenebilecek bazı itirazlar oldu. Bu itirazlar temelde Orta Asya'da İslâm'ın tarihsel süreç içinde yerleşik ve konar-göçer çevrelerde algılanış ve görüntüleniş farklarını, bu farkları yaratan sosyo-ekonomik ve dini faktörleri dikkate almamaktan, dolayısıyla meseleyi sosyal tarih perspektifiyle değil, ilahiyat perspektifiyle değerlendirmiş olmaktan ileri gelmektedir.
  • Kalenderîler tarafından en çok kullanılan unvan Abdal kelimesidir, ki şüphesiz temelde tasavvuftaki ilk anlamıyla ilgilidir. Bu anlamda kelime Mevlânâ tarafından da kullanılmıştır. İranlı yazarlar bu kelimeyi daha XII. yüzyıldan itibaren daha ziyade heterodoks dervişleri belirlemek için kullanıyorlardı. Bu yüzyılın sonuna doğru bilhassa Anadolu'da artık sadece Kalenderî ve Haydarî dervişlerinin bu unvanı taşıdıklarını biliyoruz. Nitekim XIII. yüzyılda Cemaleddîn-i Sâvî ve Kutbeddîn Haydar gibi ünlü Kalenderî ve Haydarî şeyhleri, Abdal ünvanını taşıyorlardı. Kaynaklardaki rivayetler, bu birinci grubu temsil edenlerin bir kısmının bekâr yaşadığını, zamanın ve mekanın ahlâkî kurallarına riayet etmediklerini, acaip kıyafetlerle gezdiklerini ve bilhassa saçlarını, sakallarını, bıyıklarını ve kaşlarını tamamiyle kazıttıklarını kaydediyorlar. Kayıtlara inanmak gerekirse Kalenderîlerin önemli bir kesiminin, genellikle aşağı tabaka mensupları olduğunu tahmin etmek mümkündür. Daha ziyade bu yüzden ve ikinci olarak da toplumsal kuralları, İslamî kaideleri pek dikkate almayan tavırları yüzünden şehirlerde hiç de iyi karşılanmıyorlar, hatta kovuluyorlardı.

Babailer İsyanı İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Babaîler İsyanı: Ahmet Yaşar Ocak'ın ilk defa kitabını okuyorum. Babai isyanı, baba ilyas, baba ishak, hacı bektaşi veli ve diğerleri hakkında yaşanılan yüzyıl içerisinde çok sayıda ve yeterli sayılabilecek kaynaklar olmamasına rağmen elindeki malzeme ile çok başarılı bir eser oluşturmuş, ayrıca akademik bir dille yazılan kitabı akıcılık ve üslub açısından çok kaliteli buldum. Tarihe merakı olan ve bu konuda kaynağa ihtiyaç duyan herkese tavsiye edebilirim. (Samed Cesur)

Selam️ Ahmet Yaşar Ocak “Babaîler İsyanı” / Aleviliğin Tarihsel Alt Yapısı.. Prof. Dr. Ocak’ın 1978’de Claude Cahen’in başkanlığında bir jüri önünde savunulan doktora tezi olduğu, 1980’deki özetlenmiş baskısında belirtilmiş, daha sonra jüri tarafından kabul edilen orijinal Fransızca versiyonu Türk Tarih Kurumunca neşredilir. 1996 yılında bu versiyon genişletilip yeniden düzenlenmiş şekilde Türkçe olarak yayınlanır. Daha sonraki baskılarda 1996 baskısı esas alınır. 1240 yılında Türkmenlerin, Anadolu Selçuklu yönetimine karşı isyanını ve isyanın altındakini sebepleri, Selçuklu dönemi Anadolu’nun toplumsal, ekonomik ve inanç yapısını teşrihini ortaya koymanın ötesinde, Osmanlı kuruluş dönemini, bu dönemin Bizans uçlarındaki toplumsal ve dini yapısından, günümüz Türkiye’sinde hala tartışılan Bektaşilik ve Aleviliğin tarihsel, sosyolojik zeminini akademik platformda tartışmaya açtığını belirten Ocak, eser içinde bölümler halinde, bize kapsamlı bir “Babaîler İsyanı” portresi çiziyor. Kısaltmalar ve Kronolojik Tablo ardından, Kaynaklar ve Araştırmalar ile giriş kısmı, isyanın sebepleri, iktsadi olanlar, sosyal ve psikolojik olanlar, ilaveten toprak ve vergi rejimi , elverişli dini şartlar ve siyasi ortamın uygunluğu, katılımcılar; konar-göçer Türkmenler ve köylüler, maceraperest ve yağmacılar, yönetenler; heterodoks şeyhler ve dervişler, kitabın ilk çeyreğini oluşturuyorlar. İsyanın ideolojisi: Mehdici (Mesiyanik), Bağdaştırmacı (Senkretik) ve Mistik Heterodoks İslâm üzerine satırları isyanın lideri konusu ile tamamlıyoruz. Ki o da başlı başına bir soru, Baba Resûl, Baba İshak, Baba İlyas? Kendime aldığım notlarla buraya uzun uzun anlatabileceğim bir kurgu eser olmadığından, daha fazlası için anca alın okuyun diyebilirim. Benim meraklısına tavsiye listemdedir diyeceğim kaynak eser, tarih okumayı seven her okur için eminim cezbedici olmuştur. Nitekim ciltli baskısı ve zengin muhteviyatıyla benim de mirasıma katıldığı için mutluyum. Bir de; eldeki kaynaklarla her yönden incelenmeye çalışılan isyanı, kısaca aşağı not düşüyorum. Saygılarımla 1237 yılında 2. Gıyaseddin Keyhusrev babası Alaeddin Keykubad’ın zehirlenerek ölmesinden sonra, Anadolu Selçuklu tahtina geçer. Babasının zamanında doruk noktasına erişen memleketin siyasi, içtimai ve iktisadi nizamı, yeni genç sultanın beceriksiz ve kötü idaresi yüzünden hızla alt üst olur. Bilhassa veziri Sâdeddin Köpek’in kendi ikbal ve iktidarını daha da yükseltmek için işlediği siyasi cinayetler ve gayri meşru faaliyetleri, halkın hayatında büyük krizler meydana getirir. Bu arada göçebeler ve köylü ahali kötü yönetimden son derece zarar görür. İşte bu rahatsızlık yüzündendir ki, 1240 yılında bir ihtilal patlak verir. Önce Güneydoğu Anadolu mıntıkalarında, sonra da Orta Anadolu’da yayılan ihtilalin merkezi Amasya. Kefersûd taraflarında otururken Amasya’ya gelip yerleşen Baba İshak adındaki bir Türkmen babası, peygamberliğini ilan ederek Selçuklu yönetimine karşı ayaklandı ve bu ayaklanma gittikçe büyüdü. Çevresine toplanan Türkmenler etrafı yağmalamaya başladı. Baba İshak emrindeki Türkmen ordusu (ki bu ordu, kadınlı erkekli, çocuklu ihtiyarlıydı) peşpeşe başarılar kazandı. Selçuklu hükümeti birçok defa isyancılar üzerine kalabalık kuvvetler gönderip bu büyük tehlikeyi bertaraf etmeyi denediyse de başarılı olamadı. Nihayet 1240 yılında son bir teşebbüsten sonra Baba İshak yakalanıp idam edildi. Daha sonra, Malya ovasında vukû bulan bir çarpışmayı müteakip yenilgiye uğratılan Türkmenlerin büyük çoğunluğu katliâma uğradı. Ücretli frank askerlerinin sayesinde tehlikeyi savuşturan Anadolu Selçuklu Devletine pahalıya mal olan bu zafer, Selçukluyu Moğol istilasına uğramaktan kurtaramadı. (Kitapzede)

13.ve 14.yy en merak ettiğim dönem olması sebebiyle ve Hocanın daha önce bir çok kitabını okumuş biri olarak daha da dikkatli okuduğum bir monografi oldu. Çok önemli bilgilere ulaşıyorsunuz...Mesela; Baba İlyas'ın mı, Baba İshak'ın mı ayaklanmanın baş aktörü olduğu? İsyanın sosyolojik altyapısı? Baba İlyas'ın nasıl öldüğü ?Baba İshak'ın dönme bir rum olabilme ihtimalinden(Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsameddin kaynağında) tutunda bir çok bilgiye popülizme kaçmadan, akademik dille ve işin uzmanları dışında bizim gibi amatörce tarih okumayı sevenlerin de okuyup anlayabileceği sadelikle yazdığı için daha da önemlidir benim için. Hocanın, özellikle Elvan Çelebi'nin Menakıbu'l-Kudsiyye eserine özel bir önem ve dikkat çektiği bir kaynak kitaptır. (Mavi Renk)

Babailer İsyanı PDF indirme linki var mı?

Ahmet Yaşar Ocak - Babailer İsyanı kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Babailer İsyanı PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Ahmet Yaşar Ocak Kimdir?

Yozgat'ta doğan (1945) Ahmet Yaşar Ocak yüksek tahsilini İstanbul İlahiyat Fakültesi'nde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nü bitirdi. Aynı fakültede asistan oldu. Doktorasını Strasbourg Üniversitesi'nde, doçentlik ve profesörlüğünü ise Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü'nde yaptı. Ocak, Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim görevliliği görevini devam ettirmektedir.

Ahmet Yaşar Ocak Kitapları - Eserleri

  • Babailer İsyanı
  • Türkler, Türkiye ve İslam
  • Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri
  • Türk Sufiliğine Bakışlar
  • Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler
  • Arı Kovanına Çomak Sokmak
  • Kalenderiler
  • Ortaçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri
  • Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası
  • Osmanlı Sufiliğine Bakışlar
  • Hızır Yahut Hızır İlyas Kültü
  • Sarı Saltık
  • Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri
  • Selçuklular Osmanlılar ve İslam
  • Osmanlı İmparatorluğu ve İslam
  • Veysel Karani ve Üveysilik
  • Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler
  • Tasavvuf, Velâyet ve Kâinatın Görünmez Yöneticileri
  • Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Evliya Menakıbnameleri
  • Türk Folklorunda Kesik Baş (Tarih-Folklor İlişkisinden Bir Kesit)
  • Dede Garkın ve Emirci Sultan
  • Yunus Emre
  • Benden Sual Ederseniz
  • Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi

Ahmet Yaşar Ocak Alıntıları - Sözleri

  • Vah ne yazık, sevgi kadehinden içmeden Çoluk çocuk ev barktan tam geçmeden Suç ve isyan düğümünü burada çözmeden Şeytan galip, can verende şaştım işte. (Türk Sufiliğine Bakışlar)
  • "kendisini Tanrı aşkına adamış, bu yüzden de "Yaratılanı Yaratan'dan ötürü seven" O'nun yarattığı insanı da aynı sebeple yücelten, yaşadığı dönemde gördüğü iki yüzlülükleri, bozuk düzenleri, ahlaki yoksunlukları eleştiren, insanlara düzgün insan olmayı öğretmeye çalışan melamet ehli inançlı bir sufî; olduğunu da açıkça göstermektedir. (Yunus Emre)
  • Şeyh Bedreddin ve onunla bağlantılı Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanları zaman zaman 1240'taki Babai isyaniyla aynı mahiyette görülmüştür... İdeolojilerindeki benzerliğe rağmen, daha detaylı bir analiz yapıldığında, birinin ideolojisi daha çok İslami cila altında İslam öncesi inançlarla karışık bir mehdicilik, diğerininki ise yine mehdici bir karaktere sahip bulunmakla beraber, İslam, Hristiyanlık ve Museviliğin birleşiminden doğan bir bağdaştırmacılık, telfik'tir. (Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • "Kasapların tartışmasında koyunların taraf tutması, koyunların kaderini değiştirmez." (Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası)
  • Alevi araştırmacılar çoğu, Aleviliği Hz Ali ile Muaviye'nin hilafet çatışmaları ile başlatırlar. Bunu İlk bakışta doğru gösteren, Aleviliğin ana inanç konusu olan Hz Ali'dir. Oysa bu başlangıç noktası Şiilik için geçerlidir ve çok bilindiği üzere Şiiliğin tarihi gerçekten burada başlar. (Ortaçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Ricaut asıl çarpıcı bilgileri, Mûsirrîn ( Muserins) adıyla zikrettiği zümre hakkında vermektedir ki aynı şekilde Osmanlı kaynaklarına yansıyan bir zümre de budur. " Sır gizleyenler" anlamına gelen bu kelimede kastedilen"sır" yazara bakılırsa, uluhiyet kavramını inkar etmek, yani ateizmdir (Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Saçları, sakalları ve bazen bıyıkları ve kaşları kazınmış, belden yukarılari çıplak, sırtlarında bir hayvan postu, boyunlarında aşık kemikleri ve çıngıraklar, bellerinde baltalariyla dolaşan bu dervişler Allah'ın insan bedenine girip insan kılığında göründüğüne, beden öldükten sonra ruhun başka bir bedende yeniden dünyaya geldiğine inanıyorlardı. Namaz kilmadiklari, oruç tutmadikları, içki içtikleri, esrar kullandıkları için uğradıkları şehir ve kasabalarda çoğunluğu halkın ve ulemanın kinamalarina ve bazen hakaretlerine muhatap oluyorlar, kırsal bölgelerde ise büyük bir saygıyla karşılanıyor ve evliya muamelesi görüyorlardı... kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor ve fethettikleri topraklarda zaviyeler kurararak yerli Hristiyanlık halk arasında bu Müslümanlık anlayışını yayıyorlardı. Oralardaki efsaneleri, eski aziz menkabelerini, hatta Kitabı Mukaddes hikâyelerini kendilerine adapte ederek yeni menkabeler yaratıyorlardı. Bu, rastgele yapılan bir şey olmayıp, esasında oralarda kendi Müslümanlık anlayışlarını yaymak için kullandıkları bir yöntem idi. (Ortaçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Çok tipik bir örnek olduğu için hep vurguladığım bir vakıa da İrlanda'da Hıristiyanlığın yayılışı sürecidir. Hristiyan misyoner rahipler İrlanda'daki antik mitolojiyi özümseyip Hristiyanlaştırarak bu dinin yayılmasını sağlamışlardır. Bunun en güzel örneği 5. Yüzyılda İrlanda'da faaliyet gösteren Saint Patrick'tir. İşte aynı süreç İslam'ın yayılışı için de geçerlidir. İslam yayılırken coğrafyalardaki sıradan halk hiçbir zaman İslam'ın teorik kurallarının bilincine vararak, teolojisinin inceliklerine vakıf olarak Müslüman olmamıştır. Çünkü bu yüksek seviyede entelektüel bir birikim ister. Dolayısıyla sıradan halk tabii bir şekilde önce kazanacaklarına bakar, İslamı kabul etmenin kendisine sağlayacağı pratik yararlara bakar. Sonra da ilk dikkatini çeken şey eski inançlarını andıran inançlar olup olmadığıdır. Onlara benzer unsurları hemen kabullenir ve onları eski inançları ve mitolojisi ile özdeşleştirir. (Arı Kovanına Çomak Sokmak)
  • XVI. yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim devrine kadar yalnızca ehl-i küfr'e yani Hıristiyan dünyaya karşı mücadele misyonunu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında, İran'da Safevi devletinin kurulmasıyla başlayan Şii propagandaya karşı yeni bir misyon yüklendi: Ehl-i Rafz'a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'ndan sonra Sünni İslam'ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. Bu süreç, Osmanlı imparatorluğu genelinde Sünni İslam'ı tam bir devlet ideolojisine dönüştürdü. Bu Sünni ideolojinin teorik temeli, Osmanlı medreselerinde çok eskiden beri okutulmakta olup, Osmanlı Sünniliğine ana istikameti veren, XIV. yüzyılın ünlü âlimlerinden Sadeddin-i Taftazani'nin eserine Ömer Nesefi'nin yazdığı Şerhu'l Akaid idi. Yazıldığı dönemdeki şiddetli dinî cereyanların etkisiyle genellikle Sünnilik dışı İslâm mezheplerine karşı çok katı ve hoşgörüsüz bir tavır takınan ve Osmanlı Sünniliğinin tam bir dogmatizme dönüşmesinde belki en büyük rolü oynayan bu kitabın, bu açıdan ciddi ve derin bir analize tâbi tutulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Bu analiz işleminin bu meyanda getirilen diğer literatüre de uygulanması çok yararlı sonuçlar verecektir. (Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası)
  • Uzun zamandır batının akılcılığı(bilimi,teknolojisi,endüstrisi) tasavvufun irfanına galip gelmektedir. (Tasavvuf, Velâyet ve Kâinatın Görünmez Yöneticileri)
  • Kaynaklara bakıldığında, conformist sufi çevrelerinin [...] bir medrese eğitimi almış ve onun öğretisini hem pratik, hem teorik yahut en azından teorik olarak benimseyen ve bu sebeple olabildiği kadar şeriat çerçevesinde kalmaya özen gösteren, daha ziyade şehirli sufilerden oluştuğu görülür. (Osmanlı Sufiliğine Bakışlar)
  • Rafizilik veya Kızılbaşlık, İslami ve mistik bir cila altında eski inançlarını koyu bir tutuculukla koruyan konargöçer halk kesimi içinde, kendisini vergiye bağlayıp yerleşik hayata geçirmeye zorlayan Osmanlı yönetimine karşı, bunalımı kullanmak suretiyle tahrik eden Şii propagandasınin etkisiyle oluşan yeni bir oluşumdur. (Yeniçağlar Anadolu'sunda İslam'ın Ayak İzleri)
  • Hoca fazla sert değildi ama yüzü pek gülmezdi. Erzurum şivesiyle konuşuyordu. Lacivert takım elbise giyerdi, kravatı var mıydı yok muydu onu Tam hatırlayamıyorum. Ama başındaki fötr şapkasını çok iyi hatırlıyorum. Ders verirken şapkasını çıkarıp masanın üstüne koyardı. Ama sertliğine rağmen hoş ve sempatik bir insandı aynı zamanda. Bir keresinde muziplik yapıp ders çıkışında hocaya şapka giymenin günah olup olmadığını sordum. İskilipli Atıf Hoca hadisesini biliyordum ve sorum maksatlıydı. Üstelik hocanın başında da fötr şapkası vardı. Çok kızdı hiç cevap vermeden döndü gitti. Adamcağız ne cevap versin günah dese siz niye giyiyorsunuz diyeceğim, günah değil dese madem öyle Atıf Hoca niye giymeyi reddetti diyeceğim. Hasılı kelam benim yaptığım kabalık ve ukalalık idi ama gençlik işte, bir bakıma fütursuzluk demek değil midir? (Arı Kovanına Çomak Sokmak)
  • Sakalımı başımı Bıyığımla kaşımı Hak onara işimi Bu sakalı kırkarım Kaygusuz Abdal (Kalenderiler)
  • Kaynaklar bu dönemin tanınmış zındıkları arasında Emevi halifesi II.Velid b. II.Yezid'i (743-744) zikrederler. Ebû'l-Ferec İsfahâni'nin (ö. 967) Kitabu'l-Egani isimli ünlü eserinde, Velid'in daha küçük yaşta mürrebbisi Abdü's-Samed tarafından "zındıklığa" alıştırıldığı, içkiye düşkün olup veliaht iken Kabe'ye bile içki götürdüğü, sefahat âlemlerini halife olduktan sonra da terk etmediği, dini emirleri hafife aldığı ve bunun herkesçe bilindiği ileri sürülür.75 Hatta Ebû Said el-Himyeri'nin naklettiği bir pasajda yer alan manzum arçalar, görünüşe göre aynı zamanda kuvvetli bir şair olan halife Velid'in, Kur'an-ı Kerim'e nazmen meydan okuduğunu gösteriyor. Yine Kitabü'l- gani'deki bir pasaj, halife Velid'in Maniheist inançlar taşıdığını ihsas ediyor. İbnu'l-Esir'in naklettiği bir anekdot ise halife hakkında tamamen değişik şeyler söylüyor; Süyûti de Zehebi'den naklen, her ne kadar içki âlemlerine düşkün ve livataya (homoseksüellik) eğilimli olsa da, halife Velid'in zındık olmadığını belirtiyor. (Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler)
  • Anadolu'ya muhtelif göçlerle gelip yerleşen Türkmen babalarının, eski Türk Şamanlarının İslâmîleşmiş şekilleri olduğu eskiden beri bilinmektedir. (Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri)
  • Kısaca toparlanacak olursa, bir defa bu tartışmadan, Kalenderliğin, Melametiliğin biraz farklılaşmış biçimi olduğu sonucu çıkmaktadır. Ama asıl önemli olan şudur: Bu sufi yazarların eserlerini yazdıkları dönemlerde Kalenderliği henüz yüksek bir tasavvufi felsefe ve yaşayış biçimi olarak yaşayanlar bulunduğu gibi, kendilerini bu maske altında gizleyerek hiç bir dini, içtimai ve ahlaki nizam ve kaide tanımayan Kalenderi zümreleri de bulunmaktadır. Sühreverdi'nin yaşadığı devir, aynı zamanda, ileride kendisinden bahsedilecek olan büyük Kalenderi şeyhi Cemalü'd-Din-i Sivi'nin devridir. Bu devir, ayın zamanda Kalenderiler'in Orta Doğu'da iyice yayılıp tanındıkları bir dönemdir. Cami'nin zamani ise, Kalenderi zümrelerinin hemen her tarafı kapladığı çok daha geç bir dönemi yansıtır. İşte her iki yazar da kendi devirlerindeki Kalenderi zümrelerinin durumunu göz önüne alarak belirtilen fikirlerini ileri sürmüşlerdir. (Kalenderiler)
  • F. Köprülü, A. İnan, O. Turan, C. Cahen ve I. Mélikoff gibi âlimlerin çalışmaları da bu gerçeği ortaya çıkarmış, hattâ Orta Asya ve Anadolu'da XIII-XIV. yüzyıllarda bile İslâmlaşmanın tamamlanmadığını göstermişlerdir. Adları geçenler, bu duruma sebep olarak, söz konusu yıllarda devam eden göçler sebebiyle durmadan yenilenen Asya menşe'li eski inançları zikretmişler, bunlar arasında özellikle Şamanizm'e ağırlık vermişlerdir. (Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri)
  • Bektaşi menakıbnamelerinde tenasüh ile ilgili menkabeler, şüphesiz ki sadece bu kaydedilenlerden ibaret değildir. Bunlar, en tipik olanlarından seçilmiştir. Yukarıda nakledilen bu menkabeler, dikkat edilirse, üç ana grupta toplanmaktadır. a) Bir kısmında aynı ruhun Adem Peygamber'den Hz. Muhammed'e kadar, sırasıyla bütün peygamberlerin bedeninde yaşayıp geldiği anlatılmaktadır. Sultan Şucauddin ve Otman Baba'ya dair bir kısım örnekler bu mealdedir. Bu inanç, XV. yüzyılın ilk yarısında Kaygusuz Abdal'dan itibaren, Bektaşi-Alevi şiirinde de sık sık işlenmiştir. (Türkiye Sosyal Tarihinde İslamın Macerası)
  • Burada son olarak bir de hükümetin Türkmenler üzerindeki baskılarından söz etmek lâzımdır. Bu baskılar bilhassa II. Gıyaseddin Keyhusrev zamanında kendini göstermeye başlamıştır. 1237'de tahta geçen bu genç sultan, rivayetlere göre Gürcü karısının etkisiyle kendini sefahate vermiş ve av partileri, içki meclisleri tertip ederek sorumsuz ve sefih bir yaşantı sürmeye başlamıştır. Devlet işlerinden tamamiyle elini çekerek yetkilerini kendi iktidarı peşinde koşan kurnaz veziri Sâdeddin Köpek'e devrettiğini bütün kaynaklar yazar. Bu vezir ve maiyyetindekiler, memleketi kendi siyasi menfaatleri doğrultusunda idare ediyor, devlet memuriyetlerini ve birtakım yüksek mevkileri rüşvet karşılığında peşkeş çekiyorlardı. Bu otorite boşluğundan ve denetimsizlikten yararlanan mültezimler, halkı yüksek vergilerle eziyorlardı. Bu sûretle birkaç yılda memleketin normal akıp giden sosyal düzeninde bozukluklar başgöstermeye başladı. Bu durum tabiatıyla diğer ahalinin hayatında olduğu gibi Türkmenlerin hayatında da sarsıntılar meydana getirmişti. Fakat Türkmenlerin takip ettikleri hayat tarzı yüzünden bu sarsıntılar onları yerleşik kesimden çok daha fazla etkiliyordu. Çünkü yeterli mer'a ve kışlak bulamamaktan dolayı zaten zorlukla hayatlarını sürdürmekte olan bu insanlar, ödemeye alışmadıkları vergilere çoğu zaman zaten olumsuz bakıyorlardı. Böyle olunca, bir de müsamahasız vergi memurlarının ağır vergi tekliflerinin getirdiği ilâve yük karşısında, iktisaden büsbütün güçsüz duruma düşüyorlardı. Sonuçta hayatlarını sürdüremez hale geldiler. İşte Türkmenleri çileden çıkaracak olan zor noktası burada başlamış olmalıdır. İster istemez yaşayabilmek ve hayatî ihtiyaçlarını giderebilmek için, zaten zaman zaman yaptıkları yağma hareketlerini daha da artırdılar ve sonunda yönetimle ipleri kopardılar. Nitekim bu durum, isyanın başlangıcından itibaren yapılan şiddetli yağmalarla kendini gösterecektir. Görüldüğü gibi, şahsen bizim Babâiler isyanının temel sebepleri olarak değerlendirmekte olup yukarıda açıklamaya çalıştığımız ekonomik, demografik, sosyal ve psikolojik sebepler, aslında birbirinin sebep ve neticesi ve birbirinden ayrılamaz faktörler olarak kabul edilebilir. (Babailer İsyanı)

Yorum Yaz