diorex

Emret Komutanım - Mehmet Ali Birand Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Emret Komutanım kimin eseri? Emret Komutanım kitabının yazarı kimdir? Emret Komutanım konusu ve anafikri nedir? Emret Komutanım kitabı ne anlatıyor? Emret Komutanım kitabının yazarı Mehmet Ali Birand kimdir? İşte Emret Komutanım kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 03.02.2022 18:47
Emret Komutanım - Mehmet Ali Birand Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Mehmet Ali Birand

Yayın Evi: Milliyet Yayınları

İSBN:

Sayfa Sayısı: 552

Emret Komutanım Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Osmanlı çağdaşlaşmasının temel dinamiğini askeri alanda yapılan değişimler oluşturmuştur. Anadolu'da meskun Türk nüfusunun % 90'ı okuryazar bile değildi ama, ordularımız İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi zamanın süper güçlerinin bile belini kıran 4 yıllık Birinci Dünya Savaşı'nı sonuna kadar sürdürebilmişti.

Günümüzde dahi siyasilerin almış olduğu en kritik kararlarda gözlerin hemen askeri kanada çevrilmesi, 'acaba asker ne düşünür?' sesli düşünmelerinin halen daha sıklıkla yapılıyor olması, siyasetin ters gidişatını tekrar rayına sokacak gücün askeriye olarak görülmesi, genç subayların rahatsız olup olmamasının ülke içi dengelerde bir etken olması... Kısaca İsrail'le ilişkilerden tutun, üniversitelere türbanla girilip girilememesine kadar iç ve dış siyasete ilişkin oldukça farklı konularda halen daha Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli unsur olması bu 100 yıla yayılan bu değişimlerin doğal neticesidir.

Emret Komutanım Alıntıları - Sözleri

  • Sivil toplum olarak bizler her şeyden önce, Türkiye'nin ve Demokrasinin gerçek sahibi olduğumuza inanmak ve ona göre hareket etmek zorundayız. Zaman zaman bazı sivil kesitler zora geldikçe müdahale bekler, hatta kışkırtır ve davetiye çıkartırsa, bu kısır döngüden kurtulamayız. Adeta askeri müdahaleye alışmış, altından kalkamadığı sorunlar çıktığında «Asker gelip düzeltsin» yaklaşımıyla hareket etmek ülkemize ilerde çok pahalıya mal olacaktır. Dikkat edilecek olursa, askeri müdahalelerin tümü, sivil kesimin bıraktığı büyük boşluğun ordu tarafından doldurulması ile gerçekleşmiştir. Siyasi alanda içinden çıkılamayacak kilitlenmeler de olsa, büyük ekonomik ve sosyal çalkantılar da çıksa, 12 Eylül öncesi durumun tam aksine, çözümün askeri müdahaleden değil, demokratik sistem içinde Büyük Millet Meclisi'nden geçmesi gerektiğini bilmemiz ve benimsememiz gerekmektedir.
  • Varşova Paktı'nın NATO veya Türkiye'ye olası bir saldırısını durdurmak amacıyla, NATO ülkelerinin ortaklaşa hazırladıkları savaş planlarına göre, Türk ordusunun Türkiye'nin Savunulması ile ilgili belirli görevleri vardır. Bu görevlere dayanılarak da, Türk kuvvetlerinin görev sahaları saptanmış ve hangi Türk birliğinin barış zamanında nerede durması, savaş zamanında da nerelere kaydırılması gerektiği belirlenmiştir. Şu veya bu nedenle Türk Genelkurmayı NATO'ya tahsisli kuvvetlerinin yerini değiştirme veya kaydırma gereği duyarsa, NATO'ya gerekçe göstermek ve bilgi vermek zorundadır. Onay alınmaz ama tahsisli kuvvetin neden ve nereye götürüldüğü konusunda adeta sorguya çekilinir.
  • DEMİREL, yakın geçmişteki üç askeri müdaheleden etkinlenen tek siyasi lider olmuştur. 27 Mayıs ihtilalinden sonra Silahlı Kuvvetler'e olumsuz bakmaya başlayan, DP'nin mirasını devralan Demirel, 12 Mart ve 12 Eylül müdahelelerinde iktidarda bulunuyordu. Bunlara rağmen, askerlerle diyaloğu mümkün olduğu kadar geliştirmeye, karşılıklı güven havasını oluşturmaya ve orduyu siyaset dışı tutmaya çalışmışsa da, başarılı olamamıştır.
  • Türk subayı kendini NATO ile özdeşleştirmez. Bir Alman, Fransız veya Hollandalı gibi düşünemez. Bazı noktalarda çıkarlarının çelişebileceğini dahi bilir. Oysa, diğer NATO ülkelerinin temel çıkarları eştir. Diğer orduların subayları bu sistemin bir parçası olmuşlardır. Sistemi oluşturduklarını bilirler. Türk subayı ise kendini, sistemin dışında ancak genel çıkarları ve savunması açısından NATO'da çıkarları olan biri gibi görür. - Bizim subaylarımız ne kadar rütbeleri artarsa artsın, NATO gibi veya NATO'nun üyesi bir Belçikalı gibi düşünemez. NATO bizim için, uzaklarda kararlar alan, planlar yapan, bizim de, her şeyini uyguluyormuşuz gibi hareket ettiğimiz ve ümit içinde “İnşallah gelirler” diye beklediğimiz bir örgüttür. Biz daha çok milli düşünürüz. - Subay kadrolarımız gibi erlerimiz de farklı değildir. İçlerinde üniversitelilerin dahi bulunduğu 300 kişilik birliğe “NATO nedi?" diye sordum. Beş kişi bildi. Bazıları spor kulübü diye yanıtladı. Kimi hiç duymamış.
  • Türk Silahlı Kuvvetleri Hava Kuvvetleri'nin tamamı, Kara Kuvvetleri'nin de büyük bölümü NATO görevleri ile yükümlüdürler. Deniz Kuvvetleri ise, «Akdeniz Çağrı Gücü» diye adlandırılan ve savaş durumunda Akdeniz'de oluşturulacak, NATO Ortak Deniz gücüne katılırlar. Barış döneminde, bu kuvvetler NATO planlarında görülmekle birlikte, Milli Komuta altındadırlar. Savaş çıktıktan sonra NATO'ya tahsis edilirler.
  • Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en üst düzeyinde görev yapan bir generalin şu değerlendirmesi, ordunun hiç değilse önemli bir kesitinin eski müdahalelere nasıl baktığını yansıtiyor: – Türkiye'de bugüne kadar dört müdahale şekli görüldü. İlki ve gerçek ihtilal 27 Mayıs idi. İşlerin kötüye gittiğini gören genç bir grubun hareketiydi. Devlete karşı değil, devleti kurtarmak - korumak için yapılmış, zira devlet elden gidiyordu. “Buna kim sahip çıkacak” endişelerinin birikimiyle oldu. Demokrasiyi korumaktı amaç. Emir kumanda zinciri içinde yapılmadığından, kısa sürede ihtilal çocuklarını yemeğe başladı ve etkisizleşti... Ardından Talat Aydemir olayları geldi. Ardı ardına iki teşebbüs. O devlete karşı bir hareketti. Zira 1960 müdahelesinden sonra dengeler kurulmuş, devlet yeniden rayına oturtulmuştu. Fırtına geçmişti. Sonrasında diyaloglar yoğunlaştırılacağına yeniden ihtilal yolu denendi. Bundan dolayı da destek bulamadı ve yok oldu... 12 Mart gerçek bir hareket değildir. Trenin rayına oturtulması gerektiğini gösteren bir ikaz idi. Bir yanda dinciler, öte yanda Komünistler ve Kürtler. Meclisi doğru yola sürüklemek için yapılmıştı. 12 Eylül ise, 12 Mart'ta yapılamayanları gerçekleştirdi. Devleti sağlam zemine oturttu... Siyasetçiler kendi işlerini yapamıyorlar, o zaman birileri sahip çıkıyor.
  • Genelkurmay Karargahı'nın temelini J Başkanları oluşturur. Amerikan sisteminden alınmıştır. J harfi de JOINT yani ORTAK anlamına gelen kelimeden alınmıştır. J-1 Personel İşleri Başkanı J-2 İstihbarat Başkanı J-3 Harekât Başkanı J-4 Lojistik Başkanı J-5 Genel Plan-Prensipler Başkanlığı J-6 Muharebe Elektronik Başkanlığı J-7 Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı TMR/NMR NATO’daki Askeri Temsilciler Genelkurmay Başkanları, yasaya göre, görevden uzak kalırsa veya ani uzaklaşma zorunluğu karşısında kalınırsa Hava Kuvvetleri Komutanı Genelkurmay Başkanı olur.
  • Yabancıların karşılaştıkları en büyük güçlük dil oluyor. Ancak özel kursları izledikten sonra, anlayabilecek duruma giriyorlar. Zaten öğretmenler de bu handikapı düşünerek gerektiğinde fazla yüklenmiyorlar ve yardımcı oluyorlar. Yabancılar bazı derslere sokulmuyor. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çok can alıcı konularının tartışıldığı «gizli» sayılan bilgilerin konuşulduğu dersler sadece Türk subaylarına açık oluyor. Bu uygulama bize özgü değil. Örneğin, İngiliz veya Amerikan Askeri Akademilerinde de, Türk subayları bazı derslere gizlilik nedeniyle alınmaz. Güney Korelilerle, Pakistanlıların Türk Akademisinden mezun olmaktan dolayı ülkelerinde bir üstünlükleri oluyor. Türkiye'de eğitim görmüş olmak onlara bir başkalık kazandırıyor. Amerikalıların subay yollamaları ise, daha fazla o genç adamın Türkiye üzerinde uzmanlaşması amacından kaynaklanıyor. Karargahlarında komutanları tarafından seçilip, önce Türkçe kurslarda hazırlanan Amerikalılar, Akademinin uzunca bir süredir gedikli müşterileri arasına giriyorlar. Genelde de, bir süre sonra Türkiye'de görevlendiriliyorlar. JUSMATT'da olsun, bizdeki Amerikan tesislerinde olsun, kazandıkları Türkçe ve daha da önemlisi Akademideki arkadaşlıkları, kendilerine önemli bir avantaj sağlıyor.
  • Amerika, NATO'ya girmemizle birlikte desteğini arttırdı. Sadece silah değil, Silahlı Kuvvetler'in eğitiminden teşkilatlanmasına kadar her şey Amerikan kıstasları kullanılarak yeniden düzenlendi. Ankara'daki Amerikan Yardım Heyeti Başkanı Pendleton, görevden ayrılmadan önce o günleri şöyle anlatıyordu: – 1940'ların sonundan, 1950'lerin ortasına kadarki dönemde, Türk ordusunu adeta yeniden inşa ettik diyebilirim. Ortada büyük bir gereksinme vardı. Ancak, bu programın gerçekleşmesinin diğer ve en önemli nedeni de, bizim elimizde de silah, cephane ve malzeme olmasıydı. Hem de, ne yapacağımızı bilemeyeceğimiz kadar vardı. 2'nci Dünya Savaşı'ndan ve Kore Savaşı'ndan kalma silah, araç-gereç yığılmıştı. Bir bölümü iyi kullanılmıştı, diğer bir bölümü ise biraz tamirle yine kullanılabilecek duruma sokuluyordu. Bunları müttefiklerimize dağıttık. Amerikan ordusu bu ikinci el veya elden düşme silah, araç - gereçin yerine kendisi için yenilerini devreye sokarken, diğerlerini başta Türkiye ve Yunanistan olmak üzere, gereksinme duyan müttefiklerine dağıtmaya başladı. İşte bugün Türk ordusunun kullandığı gemilerden bazıları, Kara ordusundaki bazı zırhlı araçlar, kamyonlar, cipler, hatta bazı silah sistemleri, tanklar, 2'nci Dünya Savaşı ve Kore görmüştür. Sayı ve oranları azalmakla birlikte, hâlâ kullanılmaktadırlar.
  • Bir gün, Kara - Hava - Denizci subayların bulundukları bir toplantıda sohbet ediyorduk. Karacı bir dostumuz gelişmeler hakkında ve Türkiye ile ilgili görüşlerini açıklıyordu. Denizci dostumuz -sonradan çok da iyi arkadaş olduklarını öğrendim- durdu ve «...Oğlum, sen yanlış vapura binmişsin.» dedi. Önce hiçbir şey anlamadım, merak edip sorunca bunun bir deyim olduğunu ve Ada'ya (O zaman Deniz Harp Okulu Heybeliada'daydı.) giden vapura bineceğine, Çengelköy'e (Kuleli Askeri Lisesi'nin bulunduğu yer.) giden vapura bindiğini, yanlış kuvvet seçtiğini söylermiş... Denizciler için, beğendikleri, sevdikleri Karacıya en büyük övgü buymuş. Karacı subay arkadaşlarını fazla katı ve tutucu bulurlar. Disiplin anlayışları da biraz farklıdır.
  • Bırakın küçüklüğümü, şimdi bile benim favorim hala Denizcilerdir. Ardından Havacılar gelir, sonra da Karacılar. Her birinin içinde çok değerli ve çok iyi dostum olanlar da var tabii... Doğrusu nedeni tam olarak çıkarabilmiş değilim. Ancak onların bembeyaz üniformaları içindeki halleri pek görkemlidir. Hele bir ara öğrencilere pelerin de taktırırlardı. Hiç unutmam mahalle arkadaşım Cent, denizcilerin bu dış görüntülerinin parlaklığından dolayı yedeksubaylığını Denizde yapmak için uğraşmış ve pek de memnun olmuştu. Biz de onu gıptayla seyrederdik. Mahalleye mutlaka üniformasıyla gelirdi. Hele kızlara sorarsanız onlar için Denizcilerin üzerine yoktur. Geçit törenlerinde sakız gibi, dimdik geçişleri, sanıyorum herkesin ilgisini çekerdi. Bu yaklaşım son derece doğal, dış görünüşe bağlıydı. Havacılar da sempati toplarlardı, ancak Deniz yine en önde gelirdi. Hâlâ da öyle... Bu, kuvvetler arasında bir tercihten çok, görüntüden kaynaklanırdı. Zaman geçtikçe, sadece dış görüntünün değil, kişisel ilişkilerde de bir farklılık hissetmeye başladım. Havacı ve Denizcilerle nedense daha bir kolay diyalog kurabiliyordum. Karacılar arasında da aynı şekilde çok rahatlık veren ve açık insanlar vardı. Ancak belki de rastlantı, Karacılar daha muhafazakâr tutumdadırlar.
  • Bütün bunlardan daha da önemlisi, ekonomik durumdu. «Her mahallede bir milyoner yaratacağım» diyen Menderes, bu konuda da büyük bir acelecilikle, bütün projelere birden başladı. Fabrikalar, yollar, limanlar, petrol rafinerileri, sulama tesisleri, hidroelektrik santralleri, büyük kentlerin yeniden düzenlenmesi... Bunların her biri gerekliydi ve dev projelerdi. Türkiye'nin de büyük gereksinmesi vardı. Ancak tam hesap edilemeyen, değirmenin suyunun nereden ve ne süreyle bulunacağı idi. Yatırımların birdenbire artışı, Amerikan yardımı ve büyük dış borçlanma kısa sürede enflasyonist baskıları görülmemiş biçimde arttırmaya yetti. Ardından da klasik kısır döngüye düşüldü. Bütçenin açık vermesi, zaten kısıtlı olan ihracatın düşüşü hep aynı düzeyde süreceği sanılan Amerikan yardımının azalması, dış borçlanmanın yabancı bankalar tarafından konulan sınır aşılınca durması. Bu ani açılma ve ardından gelen büyük enflasyon, orduyu çok etkiledi. Ani açılma sonunda birdenbire yeni bir burjuvazinin ön plana çıktığı görüldü. Para el değiştirivermiş, ekonominin açılması sonucunda, o zamana kadar tanınmayan bazı insanlar (bugünün diliyle müteşebbisler) paralanıvermişlerdi. Yeni paraya kavuşmanın verdiği hazımsızlıkları, temelsiz ekonomik genişlemeler sırasında daima görülen kaçınılmaz fırsatçıların türemesi, Türk toplumunu sarstı, karıştırmaya yetti.
  • - Sivil-asker dünyaları arasındaki fark sizi rahatsız etmiyor mu? - Etmez olur mu? Tabii ediyor. Aramızda yeterince diyalog yok. Türk toplumu canı gibi seviyor ordusunu, ancak bu yeterli değil. Kendi kabuğuna çekilmiş gibi karşıdan bakışıyoruz. Genelkurmay Başkanımızın üzerinde en çok durduğu noktalardan biri budur. Biz açılıyoruz. Belki yaptığımız iş nedeniyle sizin istediğiniz kadar açılamıyoruz, ancak önemli çabalar var. Size istediğiniz bilgilerin verilmesi bile bunun işareti değil mi? Ancak dünyada orduların bir de yapısı vardır. Bu meslek hiçbir zaman bir basın veya üniversite gibi açılamaz. Zira biz son derece hassas konularla uğraşıyoruz. Elimizin altından sırlar geçiyor. - Sivil ve askerin dünyaları arasında bir uzlaşı, hiç değilse belirli bir görüş birliği kurulmasının önemine inandığınızı söylediniz. Bu noktada ne yapıyorsunuz? - Mümkün olduğu kadar görüşlerimizi yaymaya çalışacağız. Aslında biz de siz de aynı şeyi hedefliyoruz: Türkiye'yi daha ileriye götürebilmek. O zaman bu uzlaşı noktasını bulmak çok güç olmamalı. Bir general ile yaptığımız bu sohbet aslında Genelkurmay'daki genel bir eğilimi yansıtıyordu. Bu dünya farklılığının kapatılmasında nasıl askerimize görev düşüyorsa, aynı şekilde sivil kadrolarımıza da önemli roller düşmekte. Bu farklılığın daha fazla genişlemeden hiç değilse durdurulması, ülkenin geleceği için de en önemli unsurlardan biri.
  • Asker disipline, verilen işin bitirilmesine, vakit israf edilmemesine alışmış bir insan olarak, sivil hayattan kopmuş, o hayatın bazı dikkat edilme gereken noktalarını varsayamamakta. Sürtüşme de, işte bu ayrı dünyalar arasındaki ortak noktaların çok az oluşundan ve diyalogsuzluktan kaynaklanıyor. İlerde değineceğimiz sivil-asker dünyalarının farklılığından geliyor. Türk politikacısı da, çok sevmekle birlikte askerliği «katı-esnek olmayan ve dar görüşlü» olarak niteler. Tabii bunların hiçbirini açıkça tartışmaz.

Emret Komutanım İncelemesi - Şahsi Yorumlar

. Kitapta birand askeriyeyi inceliyor. Bir insan neden asker olur? Hangi tabakadan gelir? Nasıl eğitimler alır? Devlete nasıl bakar? Sosyal hayattan nasıl kopar? Nasıl terfi alır ve emekli olunca nasıl yalnızlık girdabında savrulur bu ve bunlar gibi bir çok soruya cevap vermeye çalışıyor kitap. Yazar kitapta komutan isimli bir karakter yaratıp onun üzerinden anlatsa da aslında askeri lise öğrencisinden orgeneral emeklisine kadar çeşitli rütbelerden askerlerle yaptığı röportajlar kitaba yön veriyor. Tabi nesnelliği tartışılsa bile yinede askeriyeyi ve askerleri tanımak için okunabilecek bir kitap. Özellikle devletin askere verdiği imkanları, anadoluda askere dair saygıyı, askerin siville ilişkisini okurken şaşırdım ve emekli olmuş yüksek rütbeli askere cidden üzüldüm. Kısacası asker-sivil ilişkisini, bir askerin iç dünyasını, askeriyenin nasıl işlediğini anlamak için okunabilir. Tavsiyemizdir. (Behzat Aktura)

Son zamanlarda okuduğum en değerli kitaplardan biriydi, Türk Silahlı Kuvvetlerimizle ilgili okuma yapmak isteyenlere şiddetle öneriyorum. Kitap, "komutanın" askeri liseden başlayarak emeklilik hayatına kadar olan sürecini net bir şekilde göz önüne seriyor. Şanlı ordumuzu en ince ayrıntılarıyla inceleyen, askerimizin psikolojisini, yaşamını, zorluklarını röportajlarla da destekleyen titiz bir çalışmanın ürünü. "Güçlü olmak için ilk koşul Türk Devleti'nin sağlam bir temele oturtulmasıdır. Bu temel, Türk kahramanlığına, Türk kültürüne dayanır ve Türk milleti ile bütünleşirse çok güçlü olur. Bu yönden, Türk milleti ile bir bütün olan Türk Silahlı Kuvvetleri, devletin yüce varlığının sarsılmaz temelini teşkil etmektedir." (H)

Kitabın Yazarı Mehmet Ali Birand Kimdir?

Mehmet Ali Birand (d. 9 Aralık 1941; Beyoğlu, İstanbul - ö. 17 Ocak 2013, İstanbul), Türk gazeteci, yazar, köşe yazarı, haber sunucusu, televizyon yapımcısı.

İlk yılları

Mürvet ve İzzet Birand'ın oğlu olan 9 Aralık 1941 gecesi Alman Hastanesi'nde dünyaya geldi. Birand'ın kökeni Elazığ'ın Palu ilçesine dayanmaktadır ve Kürt kökenlidir. Birand, iki yaşındayken babasını kalp krizi nedeniyle kaybetti. İlkokulu Erenköy Zihnipaşa'da tamamladı ve 1955'te Galatasaray Lisesi'nde okumaya başladı. Bu okula, Dışişleri Bakanlığında "küçük bir diplomat" olan dayısının maddi yardımlarıyla gitti. Liseyi 1962'te bitirdi. İstanbul Üniversitesi Filoloji Fakültesinde Fransızca bölümüne girerek eğitimini sürdürdü fakat maddi sorunlardan dolayı devam edemedi.

Kariyeri

Mesleğe 1964 yılının Temmuz ayında Abdi İpekçi'nin vasıtasıyla Milliyet gazetesinde başladı. 1971'de evlendikten sonra 500 dolar maaşla Brüksel'de Milliyet için çalışmaya başladı ve burada yirmi yıl çalıştı. 1974 Kıbrıs Harekatı'nın meydana gelmesiyle sürekli Washington, Atina, Strasbourg'a (Avrupa Konseyi için) gider oldu. Abdi İpekçi'den sonra kısa bir dönem Milliyet'in genel yayın yönetmenliğini yaptı.

1985 yılında TRT 1'de 32. Gün adlı bir aylık haber programı yapmaya başladı. Programda uluslararası ilişkileri ele aldı ve yabancı devlet adamlarını konuk etti. Birand, programı, Avrupa televizyonlarında gördüklerini örnek alarak ve izlediklerinden esinlenerek yaptı. 32. Gün'ün beğenilmesiyle Birand, oldukça tanındı. Can Dündar, Mithat Bereket, Çiğdem Anat, Ali Kırca, Deniz Arman, Cüneyt Özdemir, Rıdvan Akar, Musa Çözen, Talip Korkmaz, Sacit Baydar başta olmak üzere birçok muhabir, kameraman ve teknisyen program için çalıştı.

1986 yılında Sovyetler Birliği yetkililerini ve Milliyet'i ikna edip, Moskova'da da büro açtı. 1988'de Lübnan'ın Beka vadisindeki PKK kampında Abdullah Öcalan ile röportaj yaptı. Bu röportaj, Türkiye'de Öcalan ile yapılan ilk röportajdı ve basılması sonrası Milliyet gazetesi toplatıldı ve yayımlanması yasaklandı. Daha sonraki yıllarda çeşitli belgeseller çekti.

1991 yılının Haziran ayında Birand, ailesiyle birlikte Türkiye'ye geri döndü. İstanbul'a yerleştikten sonra Milliyet'ten Sabah'a geçti ve 32. Gün programını TRT'den Show TV'ye taşıdı. Fakat 28 Şubat sonrası Sabah'tan kovuldu ve Show TV'deki programı da durduruldu. 1997'de Aydın Doğan, kendisine CNN Türk'ün kuruluşunda görev verdi ve bu dönem, Posta gazetesinde yazmaya başladı. CNN Türk'te Manşet adlı günlük siyasi bir talk show yaptı. 2005'te Kanal D Ana Haber Bülteni'nin Genel Yayın Yönetmeni ve bültenin anchor'u oldu. Ocak 2009 hem CNN Türk'ü, hem de Kanal D'nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi.

Tartışmalar

Adı, 1996-1997 yıllarında 28 Şubat sürecinde "andıç" adlı belgede geçti. TRT için 32. Gün programını hazırladığı dönemde sahtecilik ve dolandırıcılık iddiası ile hakkında açılan kamu davasından yargılandı ve hüküm giydi. Olayı ortaya çıkaran TRT Teftiş Kurulu raporunda Birand'ın kurumu uğrattığı zarar: 2 milyon Belçika Frangı, 4 milyon 650 bin İtalyan Lireti, 104.100 Fransız Frangı, 34.600 ABD Doları, 28.400 İngiliz Sterlini, 35.360 Avusturya Şilini, 1.558 Alman Markı, 310 İsviçre Frangı olarak belirlenmiştir. Ankara 17. Asliye Ceza Mahkemesi'nin Esas 1994/1315 sayılı kararıyla TRT`yi dolandırmaktan 11 ay 20 gün hapis cezası almıştır. Cezası Yargıtay tarafından da onanan Birand, TRT'nin zararını geri ödemiş ve aldığı hapis cezası paraya çevirilmiştir. Hakkında aynı suçtan açılan ikinci bir davada, mahkemece suçu sabit görülmekle birlikte zaman aşımı nedeniyle dava düşmüştür.

Kişisel hayatı ve ölümü

Milliyet'te çalışırken karşılaştığı Cemre ile evlendi ve evli çift, evlilik sonrası Brüksel'e giderek burada yirmi yıl yaşadı. Çiftin Umur Ali adında bir oğlu oldu. Birand ayrıca Fransızca ve İngilizce bilmekteydi ve aynı zamanda Belçika vatandaşıydı.

Bir süre önce pankreas kanserine yakalanan Mehmet Ali Birand, hastalığı ile ilgili bir seri ameliyat geçirmiş ve kemoterapi görmüştü. Tedavisinin bir parçası olarak safra kesesindeki stentlerin değiştirilmesi için gittiği İstanbul Amerikan Hastanesi'nde yapılan ameliyat sonrasında 17 Ocak 2013 tarihinde yoğun bakımda hayatını yitirmiştir. Sabah saatlerinde medya tarafından verilen ölüm haberi, oğlu ve tedavi gördüğü hastane tarafından yalanlanmış ve Birand'ın yoğun bakım altında olduğu açıklanmıştır. Ancak oğlu Umur Birand saat 19.00'a doğru yaptığı basın açıklaması ile Birand'ın, 18.29 sıralarında vefat ettiğini açıklamıştır.

Mehmet Ali Birand Kitapları - Eserleri

  • Demirkırat
  • 12 Mart/İhtilalin Pençesinde Demokrasi
  • The Özal: Bir Davanın Öyküsü
  • Son Darbe: 28 Şubat
  • 12 Mart
  • 12 Eylül Türkiyenin Miladı

  • 12 Eylül Saat 4.00
  • Emret Komutanım
  • Apo ve PKK
  • 30 Sıcak Gün
  • Diyet
  • 32. Gün
  • Türkiye’nin Ortak Pazar Macerası

  • 32.gün 10 yılın perde arkası
  • 31 Temmuz 1959’dan 17 Aralık 2004’eTürkiye’nin Büyük Avrupa Kavgası
  • Türkiye'nin Avrupa Macerası 1959-1999
  • Bir Pazar Hikayesi

Mehmet Ali Birand Alıntıları - Sözleri

  • Hiçbir şey dünkü gazete kadar eski olamaz ! (32. Gün)
  • İnsanların olduğu gibi toplumların da tarihlerinde dönüm noktaları vardır.Bu dönüm noktaları bazen sessizce, kendiliğinden çalar kapıyı, bazen de korkunç bir gök gürlemesi gibi patlar. (Demirkırat)
  • Darağacındakiler hayata asılırlar. Asanlar ölüme gömülürler. (12 Mart)
  • Kürt sorununun sadece güvenlik önlemleriyle çözümlenemeyeceğini en iyi bilenlerin başında da yine askerler gelmektedir. Ancak onlara bir görev verilmiştir. PKK terörünü durdurmaları istenmektedir. Türk subayı, düzenli bir ordunun halktan belirli bir destek alan gerilla ile başa çıkma­sının imkansız derecede güç olduğunu bilmektedir. Ancak artık geri çe­kilmesine de imkan yoktur. Ordunun sinirliliği işte bundan kaynaklanıyor. Bir yandan, verilen emri yerine getirmesi gerekli. Aksi halde prestiji yok olacak. Türk toplumunun gözündeki yeri sarsılacak. Öte yandan, ne eğitimi ne de düzeni verilen görevle bağdaşmakta ... (Apo ve PKK)
  • Şevket Kazan (RP kocaeli milletvekili): Erbakan Hoca’nın bir ifadesi var: “Bizim İnanlarımız var, diğer partilerin seçmenleri var.” (Son Darbe: 28 Şubat)
  • 1966 yılının 19 Mayıs törenlerinde her şeyden çok genç kızların mini şortları konuşuldu. Tutucu çevreler, kızların şortla gösteri yapmasına karşı çıkıyordu. Aslında şortların boyları öncedeki yıllardakinin aynıydı. Ne uzamış ne kısalmıştı. Törenlerde de hiçbir değişiklik yoktu. Değişen, ülkedeki dinci güçlerin seslerini yükseltmeye başlamalarıydı. (12 Mart)

  • “Bir ihtilalci müzakereye girdiği andan itibaren kaybetmiştir. Kendi iç dünyasında evvela anlaşmazlığa düşmüştür. Kendi kafasında kargaşaya düşen bir lider, sağlam karar veremez.” (12 Mart/İhtilalin Pençesinde Demokrasi)
  • ..Belçikalıların ne denli büyük bir yanlış yaptıklarını anladım . Bize İranlı müslüman diye gönderdikleri adamın adı Yezidyan dı ve su katılmamış bir Ermeni’ydi. (32. Gün)
  • - Mesud Barzani ile ilişkileri nasıl bir çizgi gösterdi? lrak'a küçük bir grup olarak gelmişlerdi. Sonradan büyüdüler... Me­sud Barzani ile de 1986 sonunda ilişkilerini kestiler. 1987'de tamamen bitti. Barzani, PKK'yı sözlerinde durmamakla suçladı. Apo da Barzani'yi Türkiye ile gizli müzakereye girmekle suçladı. Mesud'un PKK'yı topraklarından çıkarma yönünde söz verdiğini ileri sürdü. Buna karşı da Türk­lerin Barzani'ye saldırmayacağı sözü verdiğini ileri sürdü. Mesud bunun üzerine, PKK'nın topraklarından çıkması emrini verdi. Bütün parti üyelerine köylülere de, PKK'nın hiçbir üyesine yardım etmemeleri, köylerine almamalarını söyledi. (Apo ve PKK)
  • "Şah'ın ordusu her yıl ilkbahar ve sonbaharda sistematik şekilde Kürtleri bombalar, dirençlerini kırmaya çalışırdı. Hatta bu bombardımanlar sırasında durum önceden Türkiye'ye bildirilir ve bir yandan İran uçaklarının yanlışlıkla Türk hudutlarını geçmeleri halinde yaratabilecekleri sakıncalar önlenmeye, öte yandan da Türkiye'nin hudutları kapaması halinde, canlarını kurtarmak için Türkiye'deki akrabalarının yanına sığınacak olanların bu girişimleri engellenmeye çalışılırdı. (Türkiye İran ile hudutlarını etkin biçimde kapayamadığından dolayı, Şa'a yollanan yanıt bazen “önlem alındığı”, bazen de “kapatılamadığı” şeklinde olurdu. Türkiye bombardımanlar döneminde Kürt grupların, hududu geçmesine genellikle göz yumar, ancak gözetimini de artırırdı.) Şah'ın Kürtlere yaptığı baskı mevsimlik bombardımanlarla kalsa yine de iyiydi. Örneğin, herhangi bir Kürt'ün bölgesinden ayrılıp Tahran'da iş araması, bulması, arayıp bulsa dahi çalışması olanaksızdı. İşi veren de alan da kısa sürede cezasını bulurdu. Gaddarcasına bir ezme, bezdirme ve öldürme kampanyası sürdürülürdü. İşte böyle bir ortam içinde sıkışmış Kürtler de yıllar boyunca aralarındaki dayanışmayı ellerinden geldiğince artırmış, doğu veya batı gözetmeksizin nereden bulurlarsa silah alıp güçlenmişlerdi. Bölgede çıkarı olan tüm ülkelerin Kurt unsurunu görmezlikten gelmeleri söz konusu değildi. Aksine, ister Sovyetler Birliği olsun, ister Amerika veya Batı Avrupa olsun, hatta Libya, bu bölgede kendilerinden yana bir KÜRDİSTAN kurulmasına yardım etmek, hiç değilse böyle bir olayın dışında kalmamak isterler. Bu nedenle de Kürt hareketini para veya silahla daima desteklerler. Her birinin de kendi görüşü paralelinde bir Kürt politikası vardır." (12 Eylül Saat 4.00)
  • Bir gün, Kara - Hava - Denizci subayların bulundukları bir toplantıda sohbet ediyorduk. Karacı bir dostumuz gelişmeler hakkında ve Türkiye ile ilgili görüşlerini açıklıyordu. Denizci dostumuz -sonradan çok da iyi arkadaş olduklarını öğrendim- durdu ve «...Oğlum, sen yanlış vapura binmişsin.» dedi. Önce hiçbir şey anlamadım, merak edip sorunca bunun bir deyim olduğunu ve Ada'ya (O zaman Deniz Harp Okulu Heybeliada'daydı.) giden vapura bineceğine, Çengelköy'e (Kuleli Askeri Lisesi'nin bulunduğu yer.) giden vapura bindiğini, yanlış kuvvet seçtiğini söylermiş... Denizciler için, beğendikleri, sevdikleri Karacıya en büyük övgü buymuş. Karacı subay arkadaşlarını fazla katı ve tutucu bulurlar. Disiplin anlayışları da biraz farklıdır. (Emret Komutanım)
  • Çin yanlıları, Türkiye İşçi Köylü Parti'sinde örgütlüydü. Yasal olan bu partinin genel başkanı Doğu Perinçek'ti. TİKP, günlük Aydınlık gazetesini yayımlıyordu. Bu gruba Çin yanlısı denilmesinin nedeni de Mao Zedung'un görüşlerine duydukları saygıydı. Yine aynı şekilde Kamboçya'da Kızıl Khmerleri sosyalist bir hareket olarak tanımlıyorlafı. Aydınlık gazetesinde yapılan yayınlar nedeniyle diğer sol gruplar TİKP'lileri "ihbarcı" olarak niteliyordu. (12 Eylül Türkiyenin Miladı)
  • Yabancıların karşılaştıkları en büyük güçlük dil oluyor. Ancak özel kursları izledikten sonra, anlayabilecek duruma giriyorlar. Zaten öğretmenler de bu handikapı düşünerek gerektiğinde fazla yüklenmiyorlar ve yardımcı oluyorlar. Yabancılar bazı derslere sokulmuyor. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çok can alıcı konularının tartışıldığı «gizli» sayılan bilgilerin konuşulduğu dersler sadece Türk subaylarına açık oluyor. Bu uygulama bize özgü değil. Örneğin, İngiliz veya Amerikan Askeri Akademilerinde de, Türk subayları bazı derslere gizlilik nedeniyle alınmaz. Güney Korelilerle, Pakistanlıların Türk Akademisinden mezun olmaktan dolayı ülkelerinde bir üstünlükleri oluyor. Türkiye'de eğitim görmüş olmak onlara bir başkalık kazandırıyor. Amerikalıların subay yollamaları ise, daha fazla o genç adamın Türkiye üzerinde uzmanlaşması amacından kaynaklanıyor. Karargahlarında komutanları tarafından seçilip, önce Türkçe kurslarda hazırlanan Amerikalılar, Akademinin uzunca bir süredir gedikli müşterileri arasına giriyorlar. Genelde de, bir süre sonra Türkiye'de görevlendiriliyorlar. JUSMATT'da olsun, bizdeki Amerikan tesislerinde olsun, kazandıkları Türkçe ve daha da önemlisi Akademideki arkadaşlıkları, kendilerine önemli bir avantaj sağlıyor. (Emret Komutanım)

  • "30 yıllık devlet tecrübem bana, rejim ne olursa olsun devlet idare edebilmek için mutlaka disiplin ve otoritenin gerektiğini öğretti. Bizim şimdiye kadar kurabildiğimiz koa­lisyonlar, disiplin ve otoriteyi sağlamakta yeterli olamadılar... Sayın Ecevit de, Sayın Demirel de denedi. Bu nedenle istik­rarlı, sürekli bir hükümete bu devletin ihtiyacı büyüktür. İstik­rarın başlıca şartı da, memlekette huzur ve sükunu sağlayabilmektir. Bunun için de terörü geride bırakmaya mecburuz." (12 Eylül Saat 4.00)
  • Demirel' e gore, hukumet Amerika tarafindan dusurulmustu. Erbakan' a gore, "Kukreyen Musluman Turkiye' yi istemeyenler, hukumeti sabote etmisti." Turkes' e gore, "Titreyip kendine gelecek olan buyuk Turkiye' den korkan dis gucler ve onlarin icerdeki yardakcilarinin isiydi" bu sonuc. Hic biri " Acaba biz ne tur hata ettik?" diyemedi. Neyin "Diyet" ini odediklerinin olsun farkina varamadilar... (Diyet)
  • "Efendim Özal bir havalara girmişti. Hem komünist, hem sosyal demokrat, hem sağcı her şey oluyordu. Nereden oy gelecekse oyum diyordu. Ben de kızıyordum bu ne biçim particilik diye, her şeye benim diyor. Oy gelecek şeye benim diyor diye kızıyordum açık oturumda." (12 Eylül Türkiyenin Miladı)
  • (...) en ağır sözleri söyleyenler daha sonra Sayın Çiller'in kabinesinde bakan oldular. Türk siyasetinin böyle ilginç anlarını, sahnelerini yaşadık o dönemde. (Son Darbe: 28 Şubat)
  • 12 Mart rejimi bir kasırga gibiydi. O kasırga solu ezdi geçti. Ülkede sol görüşlü olanlara karşı büyük bir tutuklama ve gözaltı kampanyası başladı. İşkenceli sorgular insanları dehşete düşürdü. (12 Eylül Türkiyenin Miladı)
  • Sivil toplum olarak bizler her şeyden önce, Türkiye'nin ve Demokrasinin gerçek sahibi olduğumuza inanmak ve ona göre hareket etmek zorundayız. Zaman zaman bazı sivil kesitler zora geldikçe müdahale bekler, hatta kışkırtır ve davetiye çıkartırsa, bu kısır döngüden kurtulamayız. Adeta askeri müdahaleye alışmış, altından kalkamadığı sorunlar çıktığında «Asker gelip düzeltsin» yaklaşımıyla hareket etmek ülkemize ilerde çok pahalıya mal olacaktır. Dikkat edilecek olursa, askeri müdahalelerin tümü, sivil kesimin bıraktığı büyük boşluğun ordu tarafından doldurulması ile gerçekleşmiştir. Siyasi alanda içinden çıkılamayacak kilitlenmeler de olsa, büyük ekonomik ve sosyal çalkantılar da çıksa, 12 Eylül öncesi durumun tam aksine, çözümün askeri müdahaleden değil, demokratik sistem içinde Büyük Millet Meclisi'nden geçmesi gerektiğini bilmemiz ve benimsememiz gerekmektedir. (Emret Komutanım)
  • ...adeta "hücum" emri verilmişti. Çorum'da 18 kişinin öldürülmesi üzerine 50 tanka bindirilmiş askeri birlikler yola çıkarılırken Fatsa olayları pat­lak veriyordu. Çorum'daki gelişmeleri izlemeye giden Milliyet gazetesi muhabiri, kentin sınırında silahlı komandolar tara­fından durdurulup, kimliği öğrenilince geldiği arabaya tıkılıp kovalanıyor, kent adeta sağın kurtarılmış bölgesi ilan edili­yordu.... Fatsa ise solun kurtarılmış bölgesi oluyor, ardından hem Tunceli hem de Fatsa'daki aramaya suratları maskeli sivil komandoların da katılması, olayların boyutunu ve tepki­leri artırıyordu. ... Durum ancak, sokağa çıkma yasağı konularak önlenebi­liyordu. (12 Eylül Saat 4.00)

Yorum Yaz