Gülüşün ve Unutuşun Kitabı - Milan Kundera Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı kimin eseri? Gülüşün ve Unutuşun Kitabı kitabının yazarı kimdir? Gülüşün ve Unutuşun Kitabı konusu ve anafikri nedir? Gülüşün ve Unutuşun Kitabı kitabı ne anlatıyor? Gülüşün ve Unutuşun Kitabı kitabının yazarı Milan Kundera kimdir? İşte Gülüşün ve Unutuşun Kitabı kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Milan Kundera
Çevirmen: Erhan Bener
Orijinal Adı: Kniha smíchu a zapomnĕní
Yayın Evi: Can Yayınları
İSBN: 9789750726095
Sayfa Sayısı: 264
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, birbiriyle doğrudan bağlantısı olmayan karakterlerin yer aldığı yedi ayrı anlatıdan oluşur. Bu karakterler ve anlatılar birbirlerine ortak izleklerle bağlanır. Birbirini bir yolculuğun aşamaları gibi izleyen bölümlerde, bir müzik yapıtında olduğu gibi aynı durumlar, aynı sorular yinelenir. Mizah, yoğun bir hüzün eşliğinde gelişir. Sonuna doğru bir koşuya dönüşen tarih ile yazarın ve ülkesinin unutuş tanrılarına adanmış yazgısı gözler önüne serilir.
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, devletin insan belleğini ve tarihsel gerçekleri yok etme eğilimi üstüne ironik gözlemlerden oluşan, ideolojik öğretilerin çoğu zaman iyi ve kötü kavramlarını nasıl saptırdığını irdeleyen bir roman.
XX. yüzyılın en önemli yazarlarından Milan Kundera, Fransa’ya yerleşmesinin ardından yazdığı bu romanın yayımlanışından hemen sonra Çek hükümeti tarafından yurttaşlıktan çıkarılmıştı.
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı Alıntıları - Sözleri
- "Eğer herkes susarsa, sonunda hepimiz kölelere döneriz."
- "Bir an gelir ki artık sürdüremeyeceğini anlarsın.Artık yoruldum."
- "Ben bir taş gibi düşmekteydim, onların kanatları vardı ve benim artık asla olmayacaktı."
- " Ona çok yakın ama sonsuz bir uzaklıktaydı."
- " Ona çok yakın ama sonsuz bir uzaklıktaydı."
- "Ölüm çizgisine doğru ata binmiştim, ve canım şarkı söylemek istiyordu."
- "Bazen, kendi kendime deli olacağım diyorum, çünkü çatlayacak kadar dolu hissediyorum kendimi, öylesine bağırmak ihtiyacındayım."
- "Eğer herkes susarsa, sonunda hepimiz kölelere döneriz."
- "Ben bir taş gibi düşmekteydim, onların kanatları vardı ve benim artık asla olmayacaktı."
- "Kaçan ve kendini savunan kadındır."
- "Bir kadın şair, iki kat kadındır."
- "Onun gözyaşlarını ezbere biliyordu."
- "Barışa tutkun insan her zaman gülümser."
- "Bir an gelir ki artık sürdüremeyeceğini anlarsın.Artık yoruldum."
- Bir an gelir ki artık sürdüremeyeceğini anlarsın. Artık yoruldum.
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı İncelemesi - Şahsi Yorumlar
İçimizdeki zavallılığın ortaya çıkmasının yarattığı derin acı: Çek yazar Milan Kundera’nın 1979 yılında Fransa’da sürgündeyken yayınladığı “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı”, ülkesinin politik durumu ve sürgün hayatı nedeniyle bunalan yazarın karmakarışık düşünceleri ve hislerinin ironik, hatta absürd bir karışımı. Birbirinden bağımsız gibi görünen, ancak ufak tefek de olsa ortaklıklar barındıran 7 öyküden oluşan kitap, roman olarak sınıflanabilir mi, emin değilim. Nitekim Kundera da bu sıkıntının farkında olacak ki, eserini şöyle tanımlamış : “Bu kitap, çeşitleme biçiminde bir romandır. Çeşitli bölümleri, bir temanın, bir düşüncenin, sonsuz; büyüklükler içinde kapsamı benim için kaybolmuş bulunan, eşi benzeri olmayan tek bir durumun içine götüren bir yolculuğun değişik durakları gibi birbirini izler.” Bu “çeşitleme” tanımı bile yeterince açıklayıcı gelmiyor, değil mi? İşte Kundera’nın kitabındaki genel hava da bu. Yazarın yıllar boyunca içinde biriktirdikleri bu kitabında birer birer süzülüyor dışarıya; ancak komünist rejimler altında yaşayan yazarlarda sıklıkla gördüğümüz gibi, kelimeye döktüklerinin üstünde bir tül perdesi asılı kalıyor; biz o perdenin arkasındakileri hissedebiliyoruz, tahmin de edebiliyoruz, ancak açıkça göremiyoruz. Komünist rejimlerin tehlikelerine karşı bir savunma mekanizması olarak tanımlayabileceğimiz bu “yazar refleksi” Kundera’da kendini, kimi sembollerin yoğun kullanımı ile (cinsellik, aşk, aldatma, müzik, kahkaha gibi) gösteriyor. Kundera’nın bu yolculuğunu adlandırabilmek için bence öncelikle, kısaca Çeklerin yakın tarihine bakmakta yarar var: İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgal edilen ve büyük acılarla boğuşan -o dönemki adı ile- Çekoslovakya, savaş sonrası, tüm diğer Doğu Avrupa ülkeleri için olduğu gibi, müttefiklerce Rusya’nın hakimiyetine teslim edilir. Rusların işbirlikçi gölge hükümetler vasıtasıyla yürüttükleri ve Stalin’in komünist rejiminin demir yumruğunu tüm Doğu Avrupa’ya hunharca indiren bu yönetim, sayısız iç isyanla ve protestolarla karşılaşsa da, Glastnost’u takip eden 1989 yılındaki “Kadife Devrim”e kadar, 41 yıl boyunca ülkeyi totaliter komünizm ile yönetir. Bu dönemde rejim karşıtı olan -ya da ihbar mekanizması sayesinde olduğu sanılan- sayısız insan idam edilir, hapislerde çürütülür, işlerinden edilir, ülkeden kaçmak zorunda bırakılır ve vatandaşlıktan çıkarılır. 1929 doğumlu Kundera, Çek tarihinin bu çalkantılı döneminin tam ortasında yer alır. Savaş öncesi demokratik Çek Cumhuriyeti hakkında hiç bilgisi olmayan kuşağa aittir o, bu nedenle gençlik dönemi ideolojileri 2. Dünya Savaşı’ndan ve Alman işgalinden etkilenmiştir. Çoğu akranı gibi 1948 yılında, 21 yaşındayken, Komünist Parti’ye katılır. 1950’de “parti karşıtı faaliyetleri” nedeniyle partiden ihraç edilir, 1956 yılında tekrar partiye kabul edilir, ancak 1970 yılında ikinci kez ihraç edilir. Kundera ve arkadaşlarının reformist faaliyetleri partiyi tedirgin etmektedir; yazarın ilk romanı “Şaka” 1967 yılında yayınlandıktan kısa süre sonra toplatılır ve yasaklanır, Kundera uzun süre işsiz kalır ve sürekli takip edilir, bu sarmaldan çıkamayacağını anladığında 1975 yılında Fransa’ya iltica eder, 1979 yılında da Çekoslavakya vatandaşlığından çıkarılır. Yazar yenilerde, 2019 yılında, ülkesinin vatandaşlığına tekrar kabul edilir. Çok acıklıdır yaşananlar… Kundera inandığı tüm değerlerin birer birer yıkıldığını izler. Desteklediği rejim kendi evlatlarını yemeye başlamıştır, ihbar mekanizması en yakınlarına kadar uzanır, sürekli tedirginlik ve korku insanları değiştirir, kendileri olmaktan çıkarır. Toplum gittikçe içine kapanır, sessizleşir; birbirine benzeyen ve birbiri gibi davranan, yüzeysel konular dışında hiçbir şey ile ilgilenmeyen, uzak duran ve gülmeyi unutan bir insan yığını haline dönüşür. İşte bu roman, Avrupa’nın içinde yaşanan bu facianın sessiz çığlığıdır. Kundera’nın kelimeleri ile bu, “gülüş ve unutuş üzerine, unutuş ve Prag üzerine, Prag ve melekleri üzerine yazılmış” bir romandır. “Kayıp mektuplar” adlı hikayelerde kahramanını parti ile özdeşleştirir Kundera; çok sevmiştir onu ama şimdi görmek dahi istemez; partisinin eski elemanlarına yaptığı gibi o da o eski günlerini atıp çıkarmak ister hayatından. “Melekler” el ele tutuşup dans ederken halkadan çıkanların acı sonunu gösterir; asılan, tutuklanan, yasaklanan insanlar varken kalanlar zorlama bir gülüşle, halkayı bozmadan danslarına devam ederler. Babasından gelen müthiş bir müzik bilgisiyle harmanlayarak toplumun ruh durumunu notalar üzerinden yansıtır Kundera ve yaratılan tek sesliliğe lanet okur; “Birgün bir büyük adam, bin yıl içinde müzik dilinin tükendiğini ve sürekli olarak aynı mesajı gevelemekten başka şey yapamadığını farketti. Devrimci bir kararnameyle sesler arasındaki hiyerarşiyi ortadan kaldırdı ve bütün sesleri eşdeğerli kıldı.”. “Litost” ile Çek aydınlarının içlerindeki o tarif edilmez acıyı, aşağılanma duygusunu, çaresizlikten kaynaklı ızdırabı tanımlar; “Litost, içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan acılı bir durumdur.” Duygularını okuyucuları ile paylaşır Kundera. Bunu ne kadar başarılı yapmıştır, bence tartışılır. Sembolik anlatımı çoğu kez konuyu çok derinlerde sakladığından okuyucuya ulaşabilmiş midir, emin değilim. Kimi hikayelerinde konudan koptuğumu ve o sembollerini anlayacağım diye yorulduğumu ifade etmeliyim. Bir de Kundera’nın dillere destan cesur (!) cinselliği var tabii işin içinde; acaba ahlaksızlığa, sevgisizliğe gönderme mi yapıyor, yoksa kendi fantezilerini ya da yaşanmışlıklarını mı paylaşıyor, bize felsefi bir mesaj mı vermek istiyor yoksa tüm sınırları mı yakıyor, hiç bir zaman emin olamadım. Batı dünyasındaki ününü güçlü kaleminden çok komünizme karşı duruşu, iğneleyici ve sansürsüz dili ile kazandığını düşündüğüm bir yazar Kundera. Beğeniyorum kendisini ama öyle aman aman başarılı da bulmuyorum. Yine de kesin bir karara varmak için diğer eserlerini de okumam gerek. Buraya kadar yazdıklarım ilginizi çekti ise belki bir şans verebilirsiniz. (AkilliBidik)
“Bu, gülüş ve unutuş üzerine, unutuş ve Prag üzerine, Prag ve melekleri üzerine yazılmış bir romandır.” Kundera böyle tanımlıyor kitabı. Benim tanımım ise kırgınlığın ve beraberinde getirdiği öfkenin üzerine yazılmış bir kitap olması. Her bir satırın yazarın kendi hayatının birer yansıması olduğunu Kundera'nın hayatını araştırınca görmek mümkün. Zaten kitapta da bunu açıkça belirtmiş ve kendi yaşadıklarını da okura sunmuş. Bu kitabını Çekoslovakya'yı terk edip Fransa'ya yerleştiği dönemde yazıyor, kitap yayınlandıktan sonra da Kundera Çek vatandaşlığından çıkartılıyor. Ülkesi ile başı belada olan yazarlardan biri de Milan Kundera anlayacağınız. Dolayısıyla yaşadığı sorunları kitaplarına hem üslup olarak, hem kurgusal olarak yansıtıyor. Gerek göndermeleriyle, gerek ironileriyle alt metinde dönemin siyasal ve ideolojik yapısını bolca eleştiriyor, hatta dalga geçiyor. “Birgün bir büyük adam, bin yıl içinde müzik dilinin tükendiğini ve sürekli olarak aynı mesajı gevelemekten başka şey yapamadığını farketti. Devrimci bir kararnameyle sesler arasındaki hiyerarşiyi ortadan kaldırdı ve bütün sesleri eşdeğerli kıldı.” Prag'ı işgal eden Sovyet Rusya'ya inceden ironili bir gönderme yaparak bizlere dönemin siyasal yapısı hakkında da ipuçları veriyor. Sesleri aynı çıkmayan insanlar ötekileştirilip, toplumdan uzaklaştırılıyor ve tek bir tonda aynı şeyleri söyleyen insanlar topluluğu oluşturulmaya çalışıyor. Buna direnen insanlar ise ya ülkeyi terk ediyorlar ya da vatandaşlıktan çıkartılıyorlar. Karşı bir mücadele söz konusu bile değil, çünkü çoğunluğun karşısında pasifleşiyor, olan güçlerini de kullanamıyorlar. Meslekleri ellerinden alınıyor, kitapları yakılıyor, onlara yardım etmek isteyen eş, dost, akraba vatan hainliği ile itham ediliyor ve ellerinde gitmekten başka bir şey kalmıyor. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında “Yaşadığı yeri terk etme arzusunda olan insan, mutsuz insandır.” diyor Kundera bunu şimdi daha iyi anlıyorum. O ülkesini terk etmek istemedi, hatta bunu yaptığı için çok üzgündü bunu şu satırları okuyunca siz de anlayacaksınız. “Zayıfın önünden kaçan kadar aşağılık bir şey yoktur. Ama onlar çok kalabalıktılar.” Zayıf insanların çokluğu, güçlü insanların azlığını fırsat bildiği için, o güçlü insanlar çekip gitmeyi tercih ettiler. Yine Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında Kundera şu sözü boşu boşuna söylememişti. “Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar” Bu iki kitabı okuduktan sonra anlıyorum ki yazar, kendi yaşanmışlığını edebiyatla bize anlatıyor. Zaten bir yazar başka ne yapabilir ki? Onun silahı kalemidir, kendisini ancak onunla savunur, onunla anlatır. Kundera’da duyduğu kırgınlık ve öfkeyi kalemini kullanarak inci gibi bir estetikle bize anlatmış. Kitap hakkındaki ön sözümden sonra biraz da içeriği hakkında konuşalım. Kitap, toplam yedi bölümden oluşan bir roman. Aslında bölümler öykü gibi, kitap ise romanımsı tadında bir şey. Yazar bu konuda kendisi de net bir şey diyemiyor. “Bu kitap, çeşitleme biçiminde roman-kitap, çeşitleme biçiminde bir romandır. Çeşitli bölümleri, bir temanın, bir düşüncenin, sonsuz büyüklükler içinde kapsamı benim için kaybolmuş bulunan eşi benzeri olmayan tek bir durumun içine götüren bir yolculuğun değişik durakları gibi birbirini izler.” Yani kitabı oluşturan bölümler ya da öyküler birbirinden bağımsız aynı zamanda da birbirinin tamamlayıcısıdırlar. Bu tamamlama doğrudan olmuyor. Tema ve karakterlerin iç dünyalarının yansımaları olarak ortak payda da buluşuyorlar. Alışılagelmişin dışında bir yazınsal düzen hakim kitaba. Okuru sürükleyip, belli bir finale hazırlamıyor yazar. Belli kalıplara bir baş kaldırı da olabilir bu. Tıpkı Jose Saramago'nun noktalama işareti kullanmaması gibi Kundera’nın bu kendine özel üslubu, bir baş kaldırının sonucu sanırım. ( Komünist ve Anti-Komünist iki yazarı aynı noktada buluşturmak da benim gibi ikizler burcu birine yakışırdı herhalde. ) Kitapta en ilgimi çeken bölümlerden biri olan Litost kavramından bahsedeyim biraz. Yazarı okuyanlar bilir ki Kundera böyle terimleri mutlaka sıkıştırır kitabına. Kavramı, kavradıktan sonra o tek kelimelik terimin kitap ile ne kadar özdeş bir yapıya sahip olduğunu görünce, hiç de tesadüfi bir şekilde o terime bir bölüm açılmadığını anlamış oluyoruz. Nedir litost? Bilmiyorum. Evet bilmiyorum. Çünkü Çekçe bir sözcük ve başka dillere çevrilmesi mümkün olmayan bir sözcük. Öyle diyor Kundera… “Litost, içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan acılı bir durumdur.” Bir nevi eziklenme, aşağılanma, hüzünlenme içeren bir sözcük ve bu sözcük olmadan insan ruhunun anlaşılabileceğini düşünmüyor yazar. İki aşamalı olarak işleyen bu sözcük ilk aşamada yaşanılan durumdan dolayı aşağılanmış hissetmekle kendini gösterir ve devamında bu his intikam almaya, içindeki aşağılanmış olmanın öfkesini başka bir şeye boşaltma isteği ile varlığını gösterir. Kitapta Litost sözcüğüne dair bir bölüm yazılmasını tesadüf olarak görmediğimi söyledim. Çünkü bu kitap iliklere kadar işleyen Litost durumunun yaşanmasıyla ortaya çıkmış bir eserdir. Fikirlerinden dolayı ötekileştirilen ve ötekileştirilmenin beraberinde getirdiği aşağılanmanın yol açtığı eziklenme durumundan ancak bir kitap yazılarak intikam alınırdı ki bu da litostun ikinci aşamasıdır. Değineceğim son konu ise bir Kundera klasiği olan cinsellik! Bu kitabında da bolca erotizm var. Aşk, siyaset, cinsellik… Şeytan üçgeni… Bunların karılmasından baya hoşlanıyor yazarımız. Kitap boyunca neden bu kadar cinsellik üzerinde yoğunlaşıyor diye düşündüm hala da düşünüyorum. Acaba Ahlakı, ahlaksızlıkla anlatmak istiyor olabilir mi? Felsefecileri sahneye davet ediyorum. Ama kesin olarak düşündüğüm bir şey var onda cinsellik ona göre kale alınmayacak bir şey, çünkü “ Aşk, çiftleşme arzusunda duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur kendini.” der Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde… Yani gönüller bir olsun, bedenler kiminle olursa olsun bir önemi yok diyor. Ya da zihnim bana oyun oynuyor ve yazarı aklamaya çalışıyorum bilemiyorum. Buna okuyup sizler karar verin. Efendim, gönlüm bu kitabı okumanızı tavsiye etmiyor, sadece bana kalsın Milan Kundera diyor ama yine ağız ucuyla da olsa tavsiye edeyim. Ben okudum pişman olmadım, sizler de okur ve umarım pişman olmazsınız. Keyifli okumalar… (Rahime)
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı: Milan Kundera'yı daha önce okumamıştım. Çek Edebiyatını giriş yapmamış olmam, yazara başlamışım olmamın arkasındaki asıl nedendir. Okuduğum yazarlar, Rus, İngiliz ve Fransız ağırlıklı olduğu için bazen başka ülkelerin yazarlarına şans vermenin okura çok şey kattığını söyleyebilirim. Gelin bakın görün ki bu sefer verdiğim şansın hor kullanılmış olduğunu hissediyorum. Yazar, okura güzel bir şeyler anlatmak isterken nedense yazdığı güzel paragrafları kendi eliyle kirletmiş veya absorbe etmiş. Kitap içinde yedi tane öykü bulunmaktadır. Bu öyküler kurgu olarak birbirleriyle bağlantılı görünmese de, yazarın kendi ülkesinin tarihi ve siyasi geçmişi bakımından birbirlerine bağlıdır. Hikayelerde Çekoslovakya'nın uğradığı Alman ve Rus işgallerine değinilmesini çok takdir ettim. Yazarların kendi ülke geçmişlerini anlatmaları okura her zaman tarihi kültürün yanında evrensel bakış açısını geliştirmek için çok güzel argümanlar katmaktadır. Hikayelerde olaylarda bir unutuş söz konusu, gerçek tarihin, sanatın, müziğin, edebiyatın ve en önemlisi insan ilişkilerinin unutulmasından ve bunların yapaylaştığından bahsediliyor. Bu yapaylaşan olgularda bulunan insanın, dünya devinimi etkileyen bu unutuş karşısındaki, gülme sınırındaki ciddiyeti anlatılıyor. Buraya kadar her şey güzel ama yazarın nedense bir cinsellik takıntısı var. Anlatmak istedikleri ve anlatma şekli başarılı ama birden cinsellik mantar gibi türüveriyor. Cinselliğe karşı bir ön yargım yok. Kurguda olması gerekiyorsa tabii ki olmalı, zaten hayatın bir parçası. Ancak yazar, o kadar çok ve gereksiz kullanıyor ki yazdığı edebi metni boğuyor ve okurun tat almasını engelliyor. Genel olarak kitabı beğendiğimi söyleyemem. Ama şairlerin olduğu bir öykü vardı, o öykü çok güzeldi ve bence kitabın okunabilir ve beğenilebilir olmasını sağlayan tek unsur... (İsmail Kulaç)
Kitabın Yazarı Milan Kundera Kimdir?
Milan Kundera, Çek-Fransız asıllı yazar. Kundera, 1 Nisan 1929'da Çekoslovakya'nın Brno şehrinde doğmuştur. 15 kitap yazmış, sayısız ödül almış, yazarlık mesleği yanında uzun yıllar müzik ve sinemayla profesyonel olarak uğraşmıştır. Yaşamını Paris'te, eşiyle birlikte sürdürmektedir.
Yaşamı
1929 yılında, orta halli Kundera ailesinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Ludvik Kundera (1891-1971), 1948-1961 yılları arasında Brno Müzik Akademisi müdürlüğü yapmış olan, ünlü müzikolojist ve piyanist Leoš Janaček'in öğrencisiydi. İlk piyano derslerini babasından aldı ve ilerleyen yıllarda kendisi de müzikoloji üzerine çalışmalar yaptı.
Lise eğitimini 1948 yılında Brünn'de bitirdikten sonra, Charles Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde, edebiyat ve estetik üzerine eğitim gördü. İki dönem sonra Film Akademisi'ne geçti ve yönetmenlik konusunda ilk makalelerini yazdı fakat daha sonra çalışmalarını politik baskı yüzünden durdurmak zorunda kaldı.
II. Dünya Savaşı'nın sonunda Komünist Parti'ye üye oldu. Ancak 1948'in şubat ayında partiden çıkarıldı. 1950 yılında da bir diğer Çek yazar Jan Trefulka Komünist Parti'ye karşı faaliyetlerde bulunmaktan, partiden uzaklaştırıldı. Trefulka o günlerde gerçekleşen olayları 1962 yılında yazdığı Pršelo jim štěstí (Onlardan Yükselen Mutluluk) romanında anlattı. Kundera'ysa o günlerde başına gelenleri bir şaka olarak görmüş olacak ki, partiden çıkarılma sürecinde başına gelenleri anlattığı kitabının ismini Žert (Şaka) koydu. 1956 yılında Komünist Parti'ye tekrar giren Milan Kundera, 1976 yılında ikinci kez, Vaclav Havel gibi ünlü yazarlar ve sanatçılarla birlikte partiden ihraç edildi.
1968'deki Rus istilasından sonra, Prag Müzik ve Sanatlar Akademisindeki görevinden uzaklaştırılan Kundera, politik baskılara dayanamayarak Fransa'ya göç etti ve 1981 yılında Fransa vatandaşı oldu. 1979 yılında yazdığı "Gülüşün ve Unutuşun" kitabının yayınlanmasının ardından Çekoslovak hükümeti Kundera'yı vatandaşlıktan çıkardı.
1980 yılında Gabriel Garcia Marquez'in aldığı Commonwealth Ödülü'nü, 1981 yılında Tennessee Williams'la paylaştı. En bilinen romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği 1988 yılında Philip Kaufman tarafından sinemaya uyarlandı. 1983 yılında Michigan Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilen Kundera 1985 yılında da Kudüs Ödülü'ne layık görüldü.
Çağımızın en başarılı düşünsel roman yazarı ve varoluşçuların sonuncusu olarak nitelendirilen Kundera'nın son kitabı "Bir Buluşma" 2009 yılında yayınlanıp 2010 yılında ise Türkçeye çevrilmiştir.
Ödülleri
Medicis Ödülü (Yaşam Başka Yerde)
Mondello Ödülü (Jacques İle Efendisi)
Commonwealth Ödülü
Europa Literatura Ödülü
Kudüs Ödülü
Milan Kundera Kitapları - Eserleri
- Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
- Kimlik
- Bilmemek
- Yavaşlık
- Gülüşün ve Unutuşun Kitabı
- Gülünesi Aşklar
- Kayıtsızlık Şenliği
- Ölümsüzlük
- Ayrılık Valsi
- Yaşam Başka Yerde
- Şaka
- Roman Sanatı
- Bir Buluşma
- Jacques ile Efendisi
- Perde
- Saptırılmış Vasiyetler
- Anahtar Sahipleri
- Varlığın Dözülməz Yüngüllüyü
Milan Kundera Alıntıları - Sözleri
- “Hayatları felakete dönenler, suçlu avına çıkarlar.” (Bilmemek)
- “İnsanoğlu anlamdan yoksun bir varlık, bir tesadüf olduğunu, oyunun sonuna kadar nedensiz oynamak zorunda olduğunu kavramaktadır şimdi.” Bacon (Bir Buluşma)
- “Şairler icat etmez şiirleri Gerilerde bir yerdedir şiir Çok, çok uzun zamandır oradadır Şairin tek yaptığı onu keşfetmektir.” Jan Skácel (Roman Sanatı)
- İnsanın gücü tükenir ve üzerine elini kolunu bağlayan bir yorgunluk çöker. Yorgunluk: hayatın kıyısından ölümün kıyısına uzanan sessiz bir köprü. (Ölümsüzlük)
- Birkaç gündür ben de saat gibiyim, durup dinlenmeden koşuyorum.Bazen zamanın benim dışımda akıp gittiğini duyuyorum... Tıpkı bir ırmak gibi... Çok yorgunum, bir bardak su verebilir mısın? (Anahtar Sahipleri)
- “İnsan dünyaya bir defa gelir ve bir daha asla önceki bir hayatın deneyimleriyle başka bir hayata başlanamaz. Gençlik nedir bilmeden çocukluktan çıkılır, evli olmak nedir bilmeden evlenilir ve yaşlılığa girerken dahi insan nereye gideceğini bilmez. Yaşlılar, yaşlılıklarının masum çocuklarıdır. Bu anlamda, insanlığın dünyası acemiliğin gezegenidir.” (Roman Sanatı)
- İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir. (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği)
- Yavrucuğum hiçbir zaman anlayamayacağın bir keder var içimde. (Yaşam Başka Yerde)
- Sevgi kırılgan, narin bir şey midir peki? (Yavaşlık)
- "Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız. Olaylar çabucak olup bittiği zaman, kimse hiçbir şeyden emin olamaz, hiçbir şeyden, hatta kendisinden." (Yavaşlık)
- "Gözü 'daha yükseklerde bir yerde' olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.." #Edebiyat (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği)
- Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim: Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hâlâ çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. (Yavaşlık)
- 'En güzel intikam, 'başarıdır.' Seni sevmeyen herkesi üzer.' (Jacques ile Efendisi)
- Tek özgürlüğümüz, acı ile zevk arasında seçim yapmaktı. Mademki her şeyin anlamsız oluşu yazgımızdı, bu anlamsızlığı bir safra gibi taşımamak, onun zevkini çıkarmayı bilmek gerekirdi. (Kimlik)
- Her şey düzenlenmiş, ayarlanmış, yapay, her şey bir oyun, hiçbir şey içten değil. (Yavaşlık)
- İnsan, yaptığı bir hareket, söylediği bir söz yüzünden kendine kızabilir, ama yaşadığı bir duygu yüzünden kızamaz, çünkü duygularımız üzerinde hiçbir gücümüz yoktur. (Kimlik)
- İnsanın hayatta geri çekilmek zorunda kaldığı anlar vardır: Yaşamsal konumları korumak için en az önemli konumları terk etmenin gerektiği anlar. (Gülünesi Aşklar)
- Eğlenir, başkalarını eğlendirir ve düzenden yana olmanın ortaya koyduğu olur olmaz vaatlerle dünyayı tek ve koca bir şakaya çevirir. (Roman Sanatı)
- Ben annemi hep gökyüzünde diye düşünürüm. (Şaka)
- Ölüm ülkesine ulaşmak için, insanın kısacık bir süre kendisinin dışına çıkması yeterlidir. (Saptırılmış Vasiyetler)