diorex
sampiyon

İki Devrin Perde Arkası - Samih Nafiz Tansu Kitap özeti, konusu ve incelemesi

İki Devrin Perde Arkası kimin eseri? İki Devrin Perde Arkası kitabının yazarı kimdir? İki Devrin Perde Arkası konusu ve anafikri nedir? İki Devrin Perde Arkası kitabı ne anlatıyor? İki Devrin Perde Arkası PDF indirme linki var mı? İki Devrin Perde Arkası kitabının yazarı Samih Nafiz Tansu kimdir? İşte İki Devrin Perde Arkası kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 05.07.2022 22:00
İki Devrin Perde Arkası - Samih Nafiz Tansu Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Samih Nafiz Tansu

Yayın Evi: İlgi Kültür Sanat Yayınları

İSBN: 9789944978828

Sayfa Sayısı: 600

İki Devrin Perde Arkası Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

"Çok mühim şahsiyetlerin özel hayatlarına dair bu sahneler, okuyucularımızın gözleri önünde daima iki devri, İmparatorluk ile mütareke yıllarını ve bu iki devrin perde arkasında bugüne kadar gizli kalmış pek mühim meselelerini aydınlatacaktır. "

Emekli Süvari Albayı Hüsamettin ERTÜRK

Abdülaziz intihar mı etti, yoksa öldürüldü mü?

Jöntürkler İstanbul'da nasıl teşkilatlanmışlardı?

31 Mart Vakası'nın arka planında ne vardı?

Milletlerarası Siyonist Teşkilatı'nın amaçları nelerdi?

Birinci Dünya Savaşı'na nasıl girdik?

Gizli teşkilatımızın en mühim ajanı kimdi?

Malta zindanlarında kimler vardı?

Milli Müdafaa Grubu nasıl kuruldu?

Milli cephelerin silahları ve teçhizatı nasıl temin edildi?

Son Osmanlı hükümdarı nasıl kaçtı?

Bu ve benzeri soruların cevapları o dönemin en önemli tanıklarından birinin anlatımıyla günışığına çıkıyor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Teşkilatı Mahsusa Başkanlığı ve Mütareke yıllarında Milli Müdafaa Grubu Başkanlığı görevlerinde bulunan emekli Süvari Albayı Hüsamettin Ertürk'ün hatıralarını zamanın önde gelen gazetecilerinden Samih Nafiz Tansu'ya anlatmasıyla hayat bulan eserle, iki devrin -Osmanlı'nın son dönemi (Mütareke yılları) ve Milli Mücadele dönemi- karanlıkta kalan birçok olayı aydınlığa kavuşuyor.

Teşkilat-ı Mahsusa, o yıllarda dünyanın en güçlü ve en etkin örgütlerinden biriydi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika basta olmak üzere üç kıtada örgütlenen Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarının pek azı örgüt mensubu olarak tanınıyordu. Resmi üyelik listeleri bulunmamakla böyle bir listenin yayınlanması, Ortadoğu'daki birçok devlet adamını rahatsız edecekti.

Eşref Kuşçubaşı

Örgütte doktorlar, mühendisler, gazeteciler, politikacılar ve subayların yanı sıra, geçmişi oldukça karanlık ama sadakatlerinden kuşku duyulmayan gerilla savaşı uzmanları da yer alıyordu. Böylesine zengin bir "ajan kadrosu"na sahip olmasına rağmen Türkçe ve yabancı dillerde yayınlanan kitaplarda Teşkilat-ı Mahsusa'dan pek söz edilmemesi, söz edenlerin de yeterince bilgi vermemesi teşkilatın faaliyet alanı ve personel sayısını gizli tutmakla yükümlü olan Osmanlı devlet adamlarının bir taktik başarısıydı.

Philip H. Stoddard

İki Devrin Perde Arkası Alıntıları - Sözleri

  • Türkler, dindar oldukları kadar, belki de ondan daha fazla vatanseverdiler. Tarihin hiç bir döneminde ve Türklerin kurduğu hiçbir devlette dinsel duygular Türklere milli benliklerini unutturmamıştır.
  • Nâzım Paşa odalarından fırlamışlardı. Nâzım Paşa, Enver’i görünce şaşırmış ve “Bu ne cesaret, burada ne arıyorsunuz asi herifler” diye bağırmaya başlamıştı. Enver, paşayı selâmlamış ve “Vatanı satanlara ordu izin vermeyecektir” demişti. İşte tam bu sırada, yanında duran Yakup Cemil kolunu paşanın arkasından çevirip sağ şakağına tabancayı yaklaştırarak onu vurmuş ve yere sermişti. Enver öfkeyle, “Eyvah, ne yaptınız, bu cinayete ne gerek vardı?” diye bağırınca, hâlâ tabancasından duman çıkan Yakup Cemil, Nâzım Paşa’ya bir kurşun daha sıkarak, “Bu herife lâf anlatılır mı?” diye cevap vermişti.
  • İstanbul’un yabancı işgali altında kaldığı yıllarda Türk halkını kalbinden yaralamış, ona olaylardan sonsuz acı çektirmiş bir olay da Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamıydı. Mesleğe genç ve idealist bir vatansever olarak giren Kemal Bey, birçok değerli görev yaptıktan sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Boğazlıyan kaymakamlığı ve Yozgat mutasarrıf vekilliğinde bulunmuş ve bu sıralarda dâhiliye nezaretinden şöyle bir şifre almıştı: “İlçenizde bulunan tüm Ermenileri 24 saat içinde yola çıkaracaksınız, bunların gönderileceği yön Suriye’dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi.” Kemal Bey bu şifrenin alındığını telgrafla nezarete bildirmiş, sonra da jandarma kumandanını yanına alarak ilgililere ilçe sınırlarından dışarı çıkmalarını anlatmıştı. Kaymakam Kemal Bey bu emri vermekle kalmamış, ilçenin boşaltılmasını kendisi gözetmişti. Ermeniler gözyaşları dökerek yıllarca ekmek yedikleri, alışveriş ettikleri, atalarını gömdükleri bu topraklardan ayrılacaklardı. Bu onlara pek acı gelmişti. Ama yapacak bir şey yoktu. Emir büyük yerden, İttihat ve Terakki Fırkası Genel Merkezi’nden geliyordu, bunun önüne de hiç kimse geçemezdi. Onun için umutsuzluk ve acı içinde ülkeden ayrılıyor, giderken yanlarına bir şey alamıyorlardı. Yalnız bu göçmenler bilselerdi ki başlarına gelen bu yıkıma, İttihat ve Terakki Fırkası’ndan çok, gene kendilerinin Taşnak ve Hınçak adlı komitalarının rolü vardır. Anlamış olsalardı ki Birinci Dünya Savaşı başladığı ve Rus ordularının Anadolu’nun doğusundaki suçu olmayan Türk kasaba ve köylerini bastığı zaman, onlara öncülük eden, yol gösteren ve her yere girdikleri zaman ihtiyarlarını torunlarının önünde doğrayan, kızlarına analarının yanında tecavüz eden, çocuklarını paylaşan gene bu Ermeni komitacılarıydı ve nihayet genel merkezin bu emri sıradan bir karşılıktan başka bir şey değildi, belki o zaman bu sürülüşü haklı bulur, yapılan fenalıkların binde biri olduğuna inanır ve susarlardı. Erzurum’un kahraman dadaşlarına, Erzincan ve Sivas’ın içi dışı öz Türk halkına Rus işgali altında Ermenilerin uygun gördüğü eziyetler asla unutulur davranışlar değildi. Taşnakların haydutça toplu kıyımına, İttihat ve Terakki de Ermenileri Suriye’ye doğru göç ettirerek karşılık vermişti. Küçük bir kasabanın kaymakamı bu şifreye nasıl karşı durabilir, nasıl verilen direktifi uygulamazdı? İşte Boğazlıyan kaymakamının suçu buydu: Emre uyması! Şimdi de bunun cezası olarak idam edilecekti. Kürt Mustafa Paşa Divan-ı Harbi’nde konuşan Kaymakam Kemal Bey şöyle demişti: “Ben emir aldım. Bir memur aldığı emre uymakla yükümlüdür! Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insanca davranışta bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azabı duymuyorum.” Divan-ı Harp Başkanı Nemrut Mustafa Paşa oturduğu yerden doğrularak Kemal Bey’in yüzüne bağırmıştı: “Kış kıyamette bu kadar insanı, çoluk çocuğuyla dağlara, yaylalara sürerken Allah’tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülemesini de emretmişsin, ne dersin?” “Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim.” “On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden, bu Allah’ın kışında, soğukta, dağ başlarında yürütmek, sanki süngülemekten daha mı iyidir? Üstelik sen bir yöneticisin, bunları senin korumana vermişlerdir, (sesini yükselterek) ülkemizde yaşayan vatandaşların birini diğeri üzerine sürerek can ve mallarına saldırmaya yüreklendirmenin cezası nedir bilir misin?” “İdamdır paşam!” “Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Bey, biz de senin için bu karar varmıştık.” Kürt Mustafa Paşa Divan-ı Harbi— Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıfı Vekili Kemal Bey’i böylece idama mahkûm etmişti. Günlerden beri İstanbul bu yargılamayla ilgiliydi. Halk için için kaynaşıyordu. İdam haberi duyulunca heyecan son sınırına ulaşmıştı. Acaba idam kararı nerede ve nasıl uygulanacaktı? Herkes bunu öğrenmek istiyordu. Hâlbuki bu sırada bundan daha önemli bir iş vardı. İstanbul Limanı’nda bir savaş gemisi sefere hazırlanıyordu. Bu Fransız savaş gemisinin ismi “Demokrasi” idi. Ferit Paşa hükümeti Sevr Antlaşması’nı imzalamaya karar vermişti. Ertesi gün Osmanlı delegeler kurulu bu gemiyle Fransa’ya hareket edecekti. Bu kurulda Maarif Nazırı Bağdatlı Hadi Paşa, ileri gelenlerden Filozof Rıza Tevfik ve Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Beyler vardı. Onlar da hazırlıklarını tamamlıyorlardı. Fakat İstanbul’da hiçbir kimse bu kurulla ilgilenmiyordu. İşte bu geminin hareketinden iki saat önce bir akşam İstanbul halkı akın akın Beyazıt Meydanı’nda toplanmaya başlamıştı. Teşkilât-ı Mahsusamızın eski arkadaşları ve M. M. Grubu’na üye adamlarımız bu meydanda buluşmuşlardı. Ben de bu çirkin görüntüyü görmeye gitmiştim. Yalnız herkes birbirine soruyordu: “Niçin böyle karanlığa bıraktılar?” “İşlerine öyle geliyor da onun için.” Meydanı dolduran insan kalabalığını on binlerin üstünde buluyordum. Saat öğleden sonra beşi geçiyordu. Yollar, meydanlar, damlar büyük bir kalabalıkla dolmuştu. Şimdiki üniversitenin rektörlük dairesinin önündeki çınarın altına üç ayaklı bir darağacı kurulmuştu. Bu idam sehpasının etrafı jandarma ve polisle kordon altına alınmıştı. Binanın önünde İngiliz, Fransız askeri güçleri de yer almıştı. Kürt Mustafa Paşa Divan-ı Harbi’nin kimlerden emir aldığını gösteren bu yadsınamaz kanıtlar böylece ortada duruyordu. Halk bir deniz gibi dalgalanıyordu. Güneş Süleymaniye’nin arkasından sessizce batıyor, ortalığa pembe bir akşam rengi sinmiş bulunuyordu. Birdenbire bu kalabalığın bir anda sustuğu görüldü. Kimse nefes bile almıyordu. Üstünde “Daire-i Umum-i Askeriye” yazılı ve bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısından çıkan süngülü bir müfreze askerin ortasında yüzü gözü solmuş, üstünde beyaz bir gömlek bulunan, yaklaşık 35 yaşlarında, haksızlığa uğramış Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey görünmüştü. Yavaş yavaş yürüyor, şimdiki rektörlüğün önündeki darağacına yaklaşıyordu. Oldukça korkusuz ve sakindi. Kaderine kendisini teslim etmiş gibiydi. Son sözünün olup olmadığı sorulunca halka seslenmişti: “Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Görevimi yaptığıma yürekten inanmaktayım. Sizlere yemin ederim ki ben suçsuzum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer buna adalet diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!” Bu ses sanki uzak dağlara gitmiş, çarpmış ve oradan aynen geri gelmiş gibi, halkın ağzında tekrar edilmişti: “Kahrolsun böyle adalet!” “Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatan ve milletimize yok olmayı göstermesin. Amin!” Halk hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Meydan tümüyle yasa bürünmüştü. O sırada şimdiki rektörlük köşkünün penceresinden bakan dönemin Adliye Müsteşarı Sait Molla, cellatlara öfkeyle bağırmıştı: “Söyletmeyin bu alçak herifi! Hemen asın bu köpeği, ne duruyorsunuz it oğlu itler!” Çingeneler derhal darağacında sallanan ipin ilmiğini Kemal Bey’in boğazına geçirmişlerdi. Onu sandalyenin üstüne çıkardılar ve birkaç saniye içinde ipi çekerek sandalyeyi bir tekmeyle devirdiler, sonra ipi biraz daha yukarı çektiler. Havanın karardığı bu anda o bir kâğıt uçurtma gibi biraz havada sallandı, sonra yüzü morardı ve dili sarktı. Türk milletinin bu kahraman evladı, düşman işgalinin bir kurbanı olarak ipe çekilmişti, fakat anısı bu ulusun kalbinde sonsuza dek yaşayacaktır. O akşam asker, jandarma, polis halkı güçlüklü dağıtmıştı. Köşe başlarında İngiliz, Fransız askerleri ve makineli tüfekleri de her an tetikte hazır duruyordu. O gece Beyazıt Camisi’nin gasilhanesine bırakılan Kemal Bey, ertesi gün halkın katıldığı büyük bir cenaze töreniyle ve hocaların tekbir ve tehlilleriyle gözyaşları içinde Kadıköy’e gömülmüştü. Ondan kalan vasiyetname şudur: “Merhum sevgili oğlum Adnan’ın gömüldüğü Kadıköy Kuşdili çayırındaki mezarlıkta yavrumun yanında gömülmeyi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’de oturmaktadırlar. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesi’nde 67 numaralı evdir, adı İsmet Hanım’dır. Gömülmem için gerekli para teyzeme ödettirilmelidir. Mezar taşım, onurlu Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Ulusu ve ülkesi uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha. Yıkılmış eşim Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e yardım edilmesini, yavrularımın eğitim ve öğretimine özen gösterilmesini vatandaşlarımdan beklerim. Babam Karamürsel eski vergi memuru Arif Bey de çaresizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir, bunlara da yardım olunursa hoşnut olurum. Türk milleti sonsuza dek yaşayacak, Müslümanlık asla yok olmayacaktır. Allah ulusumu ve ülkemi yok etmesin, kişiler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk ulusu sonsuza dek yaşayacaktır. 30 Mart 1335/Boğazlayan Kaymakamı Kemal.”
  • Düşün ki yüzbaşı, saltanat makamımıza bu iki Yahudi, rüşvet verme cesaretinde bulunmuşlardı. ‘Terk edin burayı, vatan parayla satılmaz’ diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!”
  • Abdülhamit olağanüstü zeki ve kurnazdı. Kime nasıl davranılacağını bilir, herkesin nabzına göre şerbet verirdi. Diğer padişahlar gibi nazırlarını saatlerce ayakta tutmaz, aksine oturturdu. Onlara sigara ve kahve ikram ederdi. Mütercim Rüştü Paşa pek sıkılgandı, Mithat Paşa ise padişahın huzurunda sigarasını yakıp içerdi.
  • Abdülhamit saltanatı süresince daima kuruntu ve korku içinde yaşamış, özgürlüğün gelişmesini isteyenlerden ve özgürlük sözcüğünden son derece ürkmüştü. Tahttan indirilme olasılığı onun en çok düşündüğü, son derece yıldığı bir durumdu. Yıllarca hafiyeleri, sadık köleleri ona memleketi hep başka türlü göstermiş ve tanıtmışlardı. Yalnız kendi çıkarlarını düşünmüşler ve padişahı kendileri için geçim aracı olarak görmüşlerdi. Abdülhamit, bir hafiye ve körü körüne bağlı insanlar çemberi içinde güya rahat yaşayacağına inanmıştı. Hepsine durmadan paralar yedirmiş, bağışlar dağıtmıştı. Fakat sonunda neticeyi hiçbir şey değiştirmemişti. 31 Mart’a rağmen nihayet Hareket Ordusu İstanbul’a gelmiş, sokak çatışmaları yapılmış, ne Taşkışla’daki askerler, ne Beşiktaş’a giden yolları tutan karakol, ne emrindeki ünlü paşalar ve hafiyeler, ne de yıllarca ekmeğini yiyen kulları, tahttan indirilmesine engel olmuşlardı. Abdülhamit, 33 sene saltanattan sonra korktuğuna uğramıştı. Harbiye Nezareti’nden atılan topları duyuyor, Taşkışla’nın bombardımanı onu titretiyordu. Halkın neşeli, sevinçli sesi, ta saraya kadar yankılanıyordu. Hele gece olup da İstanbul’un donandığını, göklere yükselen havaî fişeklerin manzarasını gördüğü zaman çok üzülmüştü. “Bu insanlar” demişti, “vaktiyle benim cülusumu da böyle karşılamışlar, o kadar sevinmişlerdi.”
  • Nihayet Niyazi Bey’in Resne Postanesi’ni basarak Yıldız’a, Abdülhamit’in Meşrutiyet’i kabul ve hürriyeti ilân etmesini isteyen bir telgraf çektiği öğrenilmiş, biraz sonra da Enver Bey’in emrindeki kuvvetlerle Niyazi Bey’e katıldığı duyulmuştu. O zaman padişah telgrafla Rumeli Müfettiş-i Umumîsi Hüseyin Hilmi Paşa’dan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerçek gücünü sormuş, aldığı yanıt şu olmuştu: “Zat-ı Hazreti Padişahilerine bildireyim ki bu bölgede benden başka herkes, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dâhildir!”
  • Savaş önce bir kurban bayramının arifesinde 29 Ekim 1914’te Rusya ile aramızda başlamış, buna Rusya’nın bağlaşıkları olarak İngiltere ile Fransa da katılmıştı. Fakat tarihlerde görülen, bunu Enver Paşa’nın düşündüğü ve dostu Alman İmparatoru II. Wilhelm’e yaranmak için Osmanlı İmparatorluğu’nu bilerek savaşa soktuğu şeklindeki yorumların tamamen yanlış ve yalan olduğunu söylemek zorundayım. Sivastopol’un bombardıman edildiği haberinin harbiye nezaretine geldiği gün, en çok öfkelenen ve şaşıran gene Enver Paşa olmuş. “Bunu niçin yaptılar? Buna niçin meydan verildi?” diye bağıra bağıra odasında bir aşağı, bir yukarı gezinmişti.
  • İttihat ve Terakki yöneticileri, Birinci Dünya Savaşı’na uluorta girmemişlerdir. Hiç kimse sonucu bilinmeyen bu macerayı hoş görmemiştir. Rus limanlarının bombardıman edildiği haberini aldığı zaman Sadrazam Prens Sait Halim Paşa hüngür hüngür ağlamış ve; “Bu kundakçılıktır, bu alçaklıktır. Başımızı ateşe yaktılar, yazık oldu Osmanlı Devleti’ne!” diye bağırmıştı.
  • Esasen Sait Halim Paşa, İngiliz elçisiyle mektuplaşıyordu. İngiliz elçisinin dostça, bize bu felâkette tarafsız kalmamızı öneren satırları sadrazamın kafasında yer etmişti. O da samimi olarak bunların doğruluğunu onaylıyordu. Ne Dâhiliye Nazırı Talat Bey’de, ne de Cemal Paşa’da, herhangi bir savaşa girme heves ve arzusu asla yoktu. Enver Paşa da, haberi duyduğu zaman son derece sinirlenmişti. Bizim emrimizde fakat kendi ülkesine yararlı olmaya çalışan Alman Amirali Soşon Paşa, bu oldubittiyi kasıtlı olarak yapmıştı. Anılarında bunu açıkça belirtmişti: “Bu bombardımanı yapmaya zorunluydum. Ötede vatandaşlarım kan ve ateş içinde ana vatanı korurken, ben burada, Bosfor’un (İstanbul Boğazı) mavi sularına, güzel mehtaplarına bakarak koskoca savaş yıllarını elbet boş geçiremezdim. Benim yapacağım ana vatanın yükünü hafifletmekti, işte o da bu şekilde yapılırdı, Türkleri yanı başımızda savaşa zorlamakla olurdu” demişti. Gerçek o ki seferberliğin ilanı, bütün bir ülkenin her köşesinde sevinç uyandırmıştı. Çünkü savaş atalarımızın eskiden beri düşmanı olan Ruslarla başlıyordu, buna sevinmeyecek bir Türk düşünülemezdi.
  • Birinci Dünya Savaşı’nın başında tahttan indirilmiş hükümdar, Başkumandan Vekili Enver Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na davet etmiş ve onunla şöyle konuşmuştu: “Enver Paşa, sana oğlum diyorum, evet çünkü sen de bizim aileye karışmış bulunuyorsun, hanedanımızın sevgili damadısın. Kahraman bir asker, yiğit bir adamsın. Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’nin söylediklerine gücenme. Herkesçe bilinmektedir ki Gazi Müşir Osman Paşa, Tokatlı Osman’ken, Plevne’deki kahramanlığından dolayı şan ve şöhret sahibi olmuş, mareşalliğe kadar yükseltilmiştir. Onun oğullarını kendi hanedanımıza aldırdım. Derviş Paşa’yı da Lofçalı sade bir vatandaşken Batum’daki kahramanlığı üzerine şan ve şöhret sahibi bir kumandan olarak üst görevlere atadım. Oğlunu da hanedanımıza damat olarak kabul ettim. Gene bilirsiniz ki Müşir Gazi İsmail Paşa da Kürdistan’da sıradan bir kişiydi. Doğuda Ruslara karşı kazandığı galibiyetler üzerine onu en yüksek kademeye kadar çıkarmış, oğlunu da hanedanımıza damat yapmıştım. Ahmet Muhtar Paşa’ya gelince, o da Bursalı bir katırcının oğluyken doğuda Ruslara karşı gösterdiği kahramanlık ve hizmetlere karşılık ödül olarak hükümdarlık derecesiyle Mısır’a olağanüstü yetkilerle donatılmış komiser yaptım. Senelerce de aynı görevde bıraktım. Oğlunu da paşalık rütbesine kadar yükselttim. Hanedanımızdan bir gelin de vermek isterdim, fakat o bir Mısırlı prensesi yeğledi. Şimdi sen, başkumandan vekilimiz ve damadımızsın, yüce Osmanlı hanedanının bir üyesinin. Yusuf İzzettin Efendi akılca hastadır. Onun bilinçsizce sözlerini bağışla.”
  • Veliaht Yusuf İzzettin Efendi, Enver Paşa’nın damat olmasına sert bir şekilde karşı çıkmıştı. Abdülhamit burada durmuş, Enver Paşa’nın yüzüne bakmış, onun dikkatle kendisini dinlediğini görünce sözüne devam etmişti. “Oğlum Enver, otuz üç sene saltanat sürdüm, padişahlığım süresince bireyin özgürlüğüne, kişiliğine daima saygılı oldum. Fakat herkesin gönlünce bir özgürlüğü, gelişigüzel bir serbestliği de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele basında çok geçerli olan açık saçık resim ve yazılara, sinsi düşüncelerin egemen olmasına asla izin vermedim. Milli değerlerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların uygarlığına daima saygı duydum. Fakat Hristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa yeğlemedim ve üstün tarafını da görmedim. Başkalarını gelişigüzel taklit etmekten hoşlanmam. Ustalık bu uygarlığı kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu uygarlığın iyi yönlerini sarayıma getirdim. Yıldız’da cuma ve pazartesi geceleri temsiller, konserler verilmesini emretmiştim. Batının sanatçılarını bizzat sarayda hem izledim, hem de müziklerini dinledim. Bu toplantılara haremi, sultanları, damatları, hatta haremağalarımla kalfalarımı dahi davet ettim. Ben de güldüm, onlar da güldüler; ben de dinledim, onlar da dinlediler, izlediler, neşelendiler veya hüzünlendiler. Amacım saray, halka örnek olsun, batının gelişmesi yukarıdan aşağıya ülkeye kontrollü girsin diyeydi. Dileğim Rumeli ve Anadolu halkının sosyal hayatının gelişmesini sağlamaktı. Padişah olarak bu ülkenin tarihinde ilk Vekiller Meclisi’ni ben açtırdım. Fakat milletvekillerinin yeter derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce, aynı Meclis’i ben kapattırdım. Bilir misin ki Meclis-i Mebusan’ın verdiği savaş ilanı kararı bize neye mal oldu? Bu Rus savaşı yüzünden tüm Balkanlar’ı, Rumeli’yi kaybettik. Bu kararı hiç beğenmedim. Fakat önleyemedim. Mithat Paşa bu konuda çok dayatmıştı. Savaşın korkunç sonuçlarını çabuk gördüm. Plevne’nin şanlı savunmasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen yenildik. Rus orduları Ayastefanos’a kadar geldiler. Su baylar İstanbul’a girdi ve bize onursuz bir antlaşma imza ettirdiler. Bunu imzalarken Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Saffet Paşa’nın hüngür hüngür ağladığını işittiğim zaman son derece kederlenmiştim. Şimdi sizler de bir savaşa girmiş bulunuyorsunuz. Bu da acele olmuş, duygusal davranılarak ülke tehlikeye atılmıştır. İnşallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve onurlu sonuçlanır. Fakat Allah korusun yıkımla biterse ister misiniz ki bu da bize bir Anadolu’ya mal olsun, o zaman elimizde ne kalır damat?” Enver Paşa’yı derin bir düşünce almıştı. Abdülhamit Kızıl Sultan, zalim padişahtı, söylediklerini kısmen kendisini temize çıkarmak gayretiyle değiştiriyor, atlıyor, bazı gerçekleri değiştiriyordu. Fakat uzakları pekala görüyordu. Padişahın sözleri asla yabana atılamazdı. Abdülhamit tekrar sözüne devam etti: “Hareket Ordusuyla İstanbul üzerine yürüdünüz, başardınız, şehri ele geçirdiniz, saraya kadar dayandınız, beni tahttan indirdiniz, hepsi güzel. Unutmayınız ki emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerin bildirmiştim. Eğer bir direniş görseydiniz bu size çok pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Önlemlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar. Üstelik 31 Mart Olayı’nı benden bildiler. Hâlbuki bu olayla hiçbir ilgim yoktu. Ayaklananları kışkırtanlar elbette vardı. Fakat bunlar asla saraya bağlı kimseler değillerdi. Her dönemde devletin düşmanları olacaktır. Bunları araştırmaksızın, kanıtsız ve asılsız suçlamalarla herkese bulaştırmak vicdani bir hareket değildir. Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı bildirmekle görevlendirilen bir kurula katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasu’dur. Bu Yahudi’yi ne diye karşıma çıkardınız? Bununla hilafet makamı ve saltanatı elin Yahudi’sine aşağılattınız. Selanik’te bir Mason locasının büyük üstadı olan bu kişi ile Hazreti Peygamber’den beri el üstünde tutula gelen hilafet, sonuçta bir Yahudi’nin bildirmesiyle yüce Osmanlı hanedanının elinden alınmış oldu, övünebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve rahat içindesin, geleceğin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir öğüt vereyim: ‘Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!’ Dikkat et! Allah yolunu açık etsin! Allah millete, devlete yok olmayı göstermesin!”
  • Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sultan Hamit, Beylerbeyi Sarayı’nda koruma altında bulundurulduğu sıralarda, Enver Paşa birkaç defa ziyaretine gittiği halde Talat Paşa buna gerek görmemiş ve tahttan indirilmiş hükümdarın yakınına bile uğramamıştı. Fakat Abdülhamit’in hastalandığını ve hastalığının ağırlaştığını haber aldığı zaman telaşa düşmüş ve yanındakilere: “Ben Abdülhamit’in dostu değilim, fakat şunu da açıkça söylemeliyim ki o, Avrupa siyasetinde büyük bir deneyim sahibiydi, hatta bazı hükümdarlarla, diplomatlar üzerinde önemli etkileri de vardı, yazık, bir gün bizim işimize yarayabilirdi” demişti.
  • Talat Paşa, nasıl bir insan olduğunu özellikle Abdülhamit’in ölümünde göstermişti. O da herkes gibi tahttan düşmüş hükümdarın cenazesinde bulunmuştu. Cenaze denizden Beylerbeyi Sarayı’ndan alınarak Sarayburnu’na ve oradan Topkapı Sarayı’na getirilmişti. Cenaze alayı, hocaların tekbirleriyle kaldırılmış ve Sultan Mahmut Türbesi’ne getirilmişti. Tabutun üstünde kıymetli sırma işlemeli Ayet-i Kerime yazılı yeşil bir atlas örtü vardı. Elmas taşlı bir kuşakla bağlıydı. Cenazenin arkasında saygıyla yürüyen Talat Paşa, Sultan Mahmut Türbesi’nin köşesini dönerken dayanamamış, sağ elini yüzüne kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.

İki Devrin Perde Arkası İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Osmanlının son dönemleri ve mütareke yılları anılarını konu edinen kitap, teşkilat-ı mahsusa da bir dönem başkanlık yapmış olan Hüsamettin Ertürk'ün Samih Nafiz TANSU ile yaptığı bir söyleşiden teşekkül etmiş. Anı olduğu için bilinmeyen birçok hadise bulunabilir. İlginizi gerektirmeyen detaylar vardır ama ana hatlarıyla güzel bir kitap. (mefkure)

İki Devrin Perde Arkası PDF indirme linki var mı?

Samih Nafiz Tansu - İki Devrin Perde Arkası kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de İki Devrin Perde Arkası PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Samih Nafiz Tansu Kimdir?

Gazeteci, yazar ve eğitimci Sami Nafiz Tansu 6 Şubat 1906'da Köprülü / Makedonya'da doğdu. Balkan Savaşı'ndan sonra ailesi İstanbul'a göç etti. Öğrenimine, Üsküdar-Paşakapısı'ndaki Fıstıklı İlkokulunda başladı. Daha sonra İstanbul Sultanisi'ne geçti. İlk, orta ve lise öğrenimini orada yaparak 1925 yılında mezun oldu. İstanbul Darülfünun Edebiyat ve Hukuk şubelerine aynı zamanda devam etti. Tarih-Coğrafya Bölümü sınavını verdi ve 1928'de Hukuk Şubesinden mezun oldu. Öğretmenliğe İzmir Muallim Mektebinde başladı. Sonra Ankara Lisesi'ne tarih öğretmeni ve müdür yardımcısı oldu. 1934'te İstanbul Kabataş Lisesi'ne nakledildi ve aynı zamanda Boğaziçi Lisesi'nde ders verdi. İzmir'e bulunduğu yıllarda Vakit ve Son Saat gazetelerinin İzmir muhabirliğini yaptı. Çalışmalarını Ankara'da muhabirlik ve yazarlık yaparak sürdürdü. İstanbul'a dönünce Tasvir-i Efkar, Vatan ve sonra Cumhuriyet gazetelerinde çalıştı. Milli Eğitim Bakanlığı onu, sanat tarihi alanında uzmanlık eğitimi alması için İtalya'ya Roma Üniversitesine gönderdi. 1947'den 1949'a kadar iki yıl Roma Üniversitesinde yüksek lisans yaptı. 1949-51'e kadar da sanat tarihi doktorası sınıflarına devam etti. İtalya'da iken Cumhuriyet'in Roma muhabirliğini de yaptı.Yurda dönüşünde Galatasaray Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. Çeşitli fırsatlardan faydalanarak Avrupa'nın hemen her tarafını gezip gördü. Son yıllarında Rusya'ya ve Japonya'ya gitti. Bu gezi izlenimleri ile çeşitli yazıları sırasıyla Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Sabah, Dünya, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde çıktı. Samih Nafiz Tansu 1976 yılında İstanbul'da öldü.

Samih Nafiz Tansu Kitapları - Eserleri

  • İttihat Ve Terakki
  • İki Devrin Perde Arkası
  • Şeyh Şamil
  • İttihad ve Terakki İçinde Dönenler
  • Madalyonun Tersi
  • Romanofların Sonu
  • Emir Süleyman

Samih Nafiz Tansu Alıntıları - Sözleri

  • Nihayet 1915 senesi 6-7-8 Ağustos günlerinin kahramanlık destanları,19.Tümen Komutanı Mustafa Kemal'in Conkbayırı'nda,Anafartalar'da,Seddülbahir'de kazandığı sürekli ve birbirini tamamlayıcı zaferlerini dünyaya ilan etmişti.Düşmanın Anzak birlikleri işte buralardan denize dökülmüş,Türk askerinin, -''Allah Allah'' sesleri,uzak dağlardan denizlere doğru akisler bırakmıştı. (İttihat Ve Terakki)
  • Osmanlı İmparatorluğu'nun bir ucunda Yemen isyanları, diğer bir ucunda Arnavutluk hadiseleri ve Makedonya meseleleri müzmin bir hal almışken ve başta saray olmak üzere Osmanlı Devleti bunlarla başa çıkamazken, İstanbul sanki bütün bu meselelerden uzak yabancı bir diyarmış gibi zevk ve sefasında berdevamdı. Abdülhamid'in sarayı, onun etrafını çevirmiş sömürmekte bulunan aristokrat tabakası, anayurdun davalarını bigane, başka bir alemde yaşıyor, ona herşey hakikatten uzak görünüyordu. (Ödemişli Mülazım Nazım Bey) (İttihat Ve Terakki)
  • Hele Talat Paşa 'nın, Abdulhamit 'in cenazesinde gözlerinden yaş gelecek derecede ağlaması da göstermişti ki, İttihat ve Terakkiciler her şeye rağmen Sultan Abdulhamit 'in büyük bir devlet adamı olduğunu kabul etmişlerdi. (İttihat Ve Terakki)
  • Türkler, dindar oldukları kadar, belki de ondan daha fazla vatanseverdiler. Tarihin hiç bir döneminde ve Türklerin kurduğu hiçbir devlette dinsel duygular Türklere milli benliklerini unutturmamıştır. (İki Devrin Perde Arkası)
  • .... son kurşuna kadar kahramanca dövüşen Türk erleri, bu Türk subayları, imparatorluğun can alacak bir mıntıkasında vatanları için canlarını feda etmekten zerre kadar tereddüt duymuyordu. Bu meçhul kahramanların maalesef ne bir tarihi şimdiye kadar yazılmış, ne de onlar için bir abide dikilmiştir. Rumeli'nin Türk milletine neye mal olduğunu, ne fedakarlıklar pahasına müdafaa edildiğini ve ne feci bir harpten, Balkan Harbi'nden sonra nasıl elden çıktığını bilmek, her Türk genci için şüphe yok ki vatan vazifesidir. (İttihat Ve Terakki)
  • ..... Fakat Türk askerinin tarihte yapamadığı hiçbir emir gösterilemezdi. O, tam bir mutavaatla kendisine verilen emri, hemde son noktasına kadar, her şeye rağmen yerine getirmişti. (İttihat Ve Terakki)
  • Ya İstiklal Ya Ölüm! (Şeyh Şamil)
  • Ah, yaşamak ne güzel bir şeydi. (Şeyh Şamil)
  • Düşün ki yüzbaşı, saltanat makamımıza bu iki Yahudi, rüşvet verme cesaretinde bulunmuşlardı. ‘Terk edin burayı, vatan parayla satılmaz’ diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!” (İki Devrin Perde Arkası)
  • Talât Bey arkadaşları ikinci bir içtimaa ikna etmiş ve Emin Bese'nin evinde toplanmışlardı. Bu defa söz sahibi yakışıklı kurmay subayı Enver Bey'indi. - Arkadaşlar dedi, geçen seferki toplantıda verdiğimiz kararı hiç beğenmedim. Size şu kadarını sormak isterim. Memleketin mukadderatını şayed bu hükümetin kurtaracağına emin iseniz mesele yoktur. O zaman dedikoduya lüzum yok, dağılalım. Yok bunun aksi fikrinde iseniz derhal çaresine bakalım! Hükümeti devirelim!.. Meclistekilerin hemen hepsi bir ağızdan: - Hükümete itimadımız yoktur! diye bağırmışlardı. Enver Bey sevinçli bir yüz, parlayan gözleriyle cevap verdi: - O hâlde ne duruyoruz, arkadaşlar, yarından tezi yok iş başına!.. Toplantıdakîlerin biri sormuştu: - Bunu kim yapacak, hükümeti kim devirecek!.. Enver Bey derhal atılarak: - Sadık ve azimli arkadaşlarımla beraber ben!.. (İttihat Ve Terakki)
  • Ben seni çok seviyorum. (Şeyh Şamil)
  • Veliaht Yusuf İzzettin Efendi, Enver Paşa’nın damat olmasına sert bir şekilde karşı çıkmıştı. Abdülhamit burada durmuş, Enver Paşa’nın yüzüne bakmış, onun dikkatle kendisini dinlediğini görünce sözüne devam etmişti. “Oğlum Enver, otuz üç sene saltanat sürdüm, padişahlığım süresince bireyin özgürlüğüne, kişiliğine daima saygılı oldum. Fakat herkesin gönlünce bir özgürlüğü, gelişigüzel bir serbestliği de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele basında çok geçerli olan açık saçık resim ve yazılara, sinsi düşüncelerin egemen olmasına asla izin vermedim. Milli değerlerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların uygarlığına daima saygı duydum. Fakat Hristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa yeğlemedim ve üstün tarafını da görmedim. Başkalarını gelişigüzel taklit etmekten hoşlanmam. Ustalık bu uygarlığı kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu uygarlığın iyi yönlerini sarayıma getirdim. Yıldız’da cuma ve pazartesi geceleri temsiller, konserler verilmesini emretmiştim. Batının sanatçılarını bizzat sarayda hem izledim, hem de müziklerini dinledim. Bu toplantılara haremi, sultanları, damatları, hatta haremağalarımla kalfalarımı dahi davet ettim. Ben de güldüm, onlar da güldüler; ben de dinledim, onlar da dinlediler, izlediler, neşelendiler veya hüzünlendiler. Amacım saray, halka örnek olsun, batının gelişmesi yukarıdan aşağıya ülkeye kontrollü girsin diyeydi. Dileğim Rumeli ve Anadolu halkının sosyal hayatının gelişmesini sağlamaktı. Padişah olarak bu ülkenin tarihinde ilk Vekiller Meclisi’ni ben açtırdım. Fakat milletvekillerinin yeter derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce, aynı Meclis’i ben kapattırdım. Bilir misin ki Meclis-i Mebusan’ın verdiği savaş ilanı kararı bize neye mal oldu? Bu Rus savaşı yüzünden tüm Balkanlar’ı, Rumeli’yi kaybettik. Bu kararı hiç beğenmedim. Fakat önleyemedim. Mithat Paşa bu konuda çok dayatmıştı. Savaşın korkunç sonuçlarını çabuk gördüm. Plevne’nin şanlı savunmasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen yenildik. Rus orduları Ayastefanos’a kadar geldiler. Su baylar İstanbul’a girdi ve bize onursuz bir antlaşma imza ettirdiler. Bunu imzalarken Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Saffet Paşa’nın hüngür hüngür ağladığını işittiğim zaman son derece kederlenmiştim. Şimdi sizler de bir savaşa girmiş bulunuyorsunuz. Bu da acele olmuş, duygusal davranılarak ülke tehlikeye atılmıştır. İnşallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve onurlu sonuçlanır. Fakat Allah korusun yıkımla biterse ister misiniz ki bu da bize bir Anadolu’ya mal olsun, o zaman elimizde ne kalır damat?” Enver Paşa’yı derin bir düşünce almıştı. Abdülhamit Kızıl Sultan, zalim padişahtı, söylediklerini kısmen kendisini temize çıkarmak gayretiyle değiştiriyor, atlıyor, bazı gerçekleri değiştiriyordu. Fakat uzakları pekala görüyordu. Padişahın sözleri asla yabana atılamazdı. Abdülhamit tekrar sözüne devam etti: “Hareket Ordusuyla İstanbul üzerine yürüdünüz, başardınız, şehri ele geçirdiniz, saraya kadar dayandınız, beni tahttan indirdiniz, hepsi güzel. Unutmayınız ki emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerin bildirmiştim. Eğer bir direniş görseydiniz bu size çok pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Önlemlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar. Üstelik 31 Mart Olayı’nı benden bildiler. Hâlbuki bu olayla hiçbir ilgim yoktu. Ayaklananları kışkırtanlar elbette vardı. Fakat bunlar asla saraya bağlı kimseler değillerdi. Her dönemde devletin düşmanları olacaktır. Bunları araştırmaksızın, kanıtsız ve asılsız suçlamalarla herkese bulaştırmak vicdani bir hareket değildir. Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı bildirmekle görevlendirilen bir kurula katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasu’dur. Bu Yahudi’yi ne diye karşıma çıkardınız? Bununla hilafet makamı ve saltanatı elin Yahudi’sine aşağılattınız. Selanik’te bir Mason locasının büyük üstadı olan bu kişi ile Hazreti Peygamber’den beri el üstünde tutula gelen hilafet, sonuçta bir Yahudi’nin bildirmesiyle yüce Osmanlı hanedanının elinden alınmış oldu, övünebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve rahat içindesin, geleceğin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir öğüt vereyim: ‘Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!’ Dikkat et! Allah yolunu açık etsin! Allah millete, devlete yok olmayı göstermesin!” (İki Devrin Perde Arkası)
  • “Allah bir yerde bir çöküntü göstermesin. İlk önce dostlar yağmacılıkta, nankörlükte o kadar ileri gider ki, düşmanlar bile hayran kalır.” Sultan Abdülhamit Han (Madalyonun Tersi)
  • ....Konfüçyüs'un şu sözünü hatırlayalım: -Siyaset bir eve saadet getirmez ! (İttihat Ve Terakki)
  • Nâzım Paşa odalarından fırlamışlardı. Nâzım Paşa, Enver’i görünce şaşırmış ve “Bu ne cesaret, burada ne arıyorsunuz asi herifler” diye bağırmaya başlamıştı. Enver, paşayı selâmlamış ve “Vatanı satanlara ordu izin vermeyecektir” demişti. İşte tam bu sırada, yanında duran Yakup Cemil kolunu paşanın arkasından çevirip sağ şakağına tabancayı yaklaştırarak onu vurmuş ve yere sermişti. Enver öfkeyle, “Eyvah, ne yaptınız, bu cinayete ne gerek vardı?” diye bağırınca, hâlâ tabancasından duman çıkan Yakup Cemil, Nâzım Paşa’ya bir kurşun daha sıkarak, “Bu herife lâf anlatılır mı?” diye cevap vermişti. (İki Devrin Perde Arkası)
  • Talat Paşa, nasıl bir insan olduğunu özellikle Abdülhamit’in ölümünde göstermişti. O da herkes gibi tahttan düşmüş hükümdarın cenazesinde bulunmuştu. Cenaze denizden Beylerbeyi Sarayı’ndan alınarak Sarayburnu’na ve oradan Topkapı Sarayı’na getirilmişti. Cenaze alayı, hocaların tekbirleriyle kaldırılmış ve Sultan Mahmut Türbesi’ne getirilmişti. Tabutun üstünde kıymetli sırma işlemeli Ayet-i Kerime yazılı yeşil bir atlas örtü vardı. Elmas taşlı bir kuşakla bağlıydı. Cenazenin arkasında saygıyla yürüyen Talat Paşa, Sultan Mahmut Türbesi’nin köşesini dönerken dayanamamış, sağ elini yüzüne kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. (İki Devrin Perde Arkası)
  • Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sultan Hamit, Beylerbeyi Sarayı’nda koruma altında bulundurulduğu sıralarda, Enver Paşa birkaç defa ziyaretine gittiği halde Talat Paşa buna gerek görmemiş ve tahttan indirilmiş hükümdarın yakınına bile uğramamıştı. Fakat Abdülhamit’in hastalandığını ve hastalığının ağırlaştığını haber aldığı zaman telaşa düşmüş ve yanındakilere: “Ben Abdülhamit’in dostu değilim, fakat şunu da açıkça söylemeliyim ki o, Avrupa siyasetinde büyük bir deneyim sahibiydi, hatta bazı hükümdarlarla, diplomatlar üzerinde önemli etkileri de vardı, yazık, bir gün bizim işimize yarayabilirdi” demişti. (İki Devrin Perde Arkası)
  • Hayatta hiçbir şey,ne şöhret,ne servet,ne güzellik,ne huzur hiçbir şey devamlı kalmıyor,hayat baştan başa bir rüya... Müslümanların güzel bir sözü var, Allah alnımıza güzel yazı yazmış olsun!'diyelim ve vatanımıza,milletimize,devletimize mutlu günler ve başarılar ihsan etsin dileğinde bulunalım. (Madalyonun Tersi)
  • Abdülhamit saltanatı süresince daima kuruntu ve korku içinde yaşamış, özgürlüğün gelişmesini isteyenlerden ve özgürlük sözcüğünden son derece ürkmüştü. Tahttan indirilme olasılığı onun en çok düşündüğü, son derece yıldığı bir durumdu. Yıllarca hafiyeleri, sadık köleleri ona memleketi hep başka türlü göstermiş ve tanıtmışlardı. Yalnız kendi çıkarlarını düşünmüşler ve padişahı kendileri için geçim aracı olarak görmüşlerdi. Abdülhamit, bir hafiye ve körü körüne bağlı insanlar çemberi içinde güya rahat yaşayacağına inanmıştı. Hepsine durmadan paralar yedirmiş, bağışlar dağıtmıştı. Fakat sonunda neticeyi hiçbir şey değiştirmemişti. 31 Mart’a rağmen nihayet Hareket Ordusu İstanbul’a gelmiş, sokak çatışmaları yapılmış, ne Taşkışla’daki askerler, ne Beşiktaş’a giden yolları tutan karakol, ne emrindeki ünlü paşalar ve hafiyeler, ne de yıllarca ekmeğini yiyen kulları, tahttan indirilmesine engel olmuşlardı. Abdülhamit, 33 sene saltanattan sonra korktuğuna uğramıştı. Harbiye Nezareti’nden atılan topları duyuyor, Taşkışla’nın bombardımanı onu titretiyordu. Halkın neşeli, sevinçli sesi, ta saraya kadar yankılanıyordu. Hele gece olup da İstanbul’un donandığını, göklere yükselen havaî fişeklerin manzarasını gördüğü zaman çok üzülmüştü. “Bu insanlar” demişti, “vaktiyle benim cülusumu da böyle karşılamışlar, o kadar sevinmişlerdi.” (İki Devrin Perde Arkası)
  • Esasen Sait Halim Paşa, İngiliz elçisiyle mektuplaşıyordu. İngiliz elçisinin dostça, bize bu felâkette tarafsız kalmamızı öneren satırları sadrazamın kafasında yer etmişti. O da samimi olarak bunların doğruluğunu onaylıyordu. Ne Dâhiliye Nazırı Talat Bey’de, ne de Cemal Paşa’da, herhangi bir savaşa girme heves ve arzusu asla yoktu. Enver Paşa da, haberi duyduğu zaman son derece sinirlenmişti. Bizim emrimizde fakat kendi ülkesine yararlı olmaya çalışan Alman Amirali Soşon Paşa, bu oldubittiyi kasıtlı olarak yapmıştı. Anılarında bunu açıkça belirtmişti: “Bu bombardımanı yapmaya zorunluydum. Ötede vatandaşlarım kan ve ateş içinde ana vatanı korurken, ben burada, Bosfor’un (İstanbul Boğazı) mavi sularına, güzel mehtaplarına bakarak koskoca savaş yıllarını elbet boş geçiremezdim. Benim yapacağım ana vatanın yükünü hafifletmekti, işte o da bu şekilde yapılırdı, Türkleri yanı başımızda savaşa zorlamakla olurdu” demişti. Gerçek o ki seferberliğin ilanı, bütün bir ülkenin her köşesinde sevinç uyandırmıştı. Çünkü savaş atalarımızın eskiden beri düşmanı olan Ruslarla başlıyordu, buna sevinmeyecek bir Türk düşünülemezdi. (İki Devrin Perde Arkası)

Yorum Yaz