İslamın Bugünkü Meseleleri - Erol Güngör Kitap özeti, konusu ve incelemesi
İslamın Bugünkü Meseleleri kimin eseri? İslamın Bugünkü Meseleleri kitabının yazarı kimdir? İslamın Bugünkü Meseleleri konusu ve anafikri nedir? İslamın Bugünkü Meseleleri kitabı ne anlatıyor? İslamın Bugünkü Meseleleri PDF indirme linki var mı? İslamın Bugünkü Meseleleri kitabının yazarı Erol Güngör kimdir? İşte İslamın Bugünkü Meseleleri kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Erol Güngör
Yayın Evi: Ötüken Neşriyat
İSBN: 9754370168
Sayfa Sayısı: 264
İslamın Bugünkü Meseleleri Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Yüzyılımızın ikinci yarısı "İslam'ın Uyanışı" denilen bir olaya şahit oldu. Bu uyanış bir yandan İslam ülkelerinin siyasi ve iktisadi güç kazanmaları şeklinde ortaya çıkarken, bir yandan da İslamiyet'in bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın büyük ilgisini çekmesi şeklinde görünüyor.
Bu kitapta işte bu uyanışın sebepleri, görünüşü ve karşılaştığı problemler ele alınmıştır. Yazara göre İslam dünyasının bugünkü problemleri siyasi ve iktisadi olmaktan çok kültür meseleleridir ve İslam'ın uyanışı tam bir kültür hareketi haline dönüştüğü zaman köklü ve kalıcı neticeler doğurabilecektir.
Kitapta İslam dünyası bütün olarak incelenmekle birlikte esas ağırlık Türkiye'ye verilmiştir.
İslamın Bugünkü Meseleleri Alıntıları - Sözleri
- Din değişmediği halde insanların onunla ilgili anlayışları değişiyorsa, o zaman bu değişimin sebeplerini dinde veya insanlarda değil, fakat onların dışında birtakım kaynaklarda aramamız lazımdır.
- insanı dünyadaki yalnızlığından kurtarmak, ona kainatta belli bir yer vermek, hayatın maiyetini ve hikmetini anlamasına yarayacak bir izah şeması sunmak ve nihayet bütün bunları bilginin sınırlı gücüne değil de imana dayandırmak. Fakat hiçbir dünyevi, meteryalist doktrin bu fonksiyonu din kadar ifa edecek güce sahip olamaz. bu yüzden insanların dine olan ihtiyaçları hiç zaman ortadan kalkmayacağa benzemektedir.
- İnsan münasebetlerine menfaat kriterlerinin hâkim olması, insanların beşeri vasıflara hiç tesiri olmayan birtakım dış özelliklere (renk, coğrafi bölge, tarihi kader ilh.) göre farklı muamele görmesi, sosyal düzenin sınıf çatışmalarının meçhul akıbetine terk edilmesi ve zümre hâkimiyetinin meşrulaştırılması, ilmin ve teknolojinin put haline getirilmesi ve en önemlisi, bütün bunlar arasında insanın kendi varlığındaki potansiyelin geliştirilmesine imkân verecek bir 'hakikî kültür' hayatının kurulamayışı. Böyle bir dünya, insanı, yani dünya hayatının başı ve sonu olan esâs varlığı, düşünülebilecek en iptidaî seviyeye indirme yönünde işlemektedir. İnsan gün geçtikçe yiyip içen, çiftleşen ve fırsat buldukça başka insanları boğazlayan, niçin yaşadığını düşünmeye fırsat bulamayacak şekilde sürüklenip giden bir varlık haline gelmektedir. Asıl felâket budur.
- Müslümanların şikayet ettikleri kaba materyalist,yani insanın manevi ihtiyaçlarını hesaba katmayan veya ihmal eden bir medeni hayat bütün dünyada şikayet konusudur.Bu sıkıntılara cevap verebilecek bir hayat nizamı bulabilmek için çok gayretler sarfedilmektedir.Bütün bu gayretlerin hedefi insandır;insanı bütünüyle alıp ön plana çıkaracak ve bütün diğer şeyleri onun hizmetine verecek bir nizam aranıyor.İslamiyet'in gayesi de budur.Üstelik İslam böyle bir ideale hizmet edebilmek için kendini düzeltmek veya değiştirmek mecburiyetinde değildir.Onun özünde insan vardır.İnsan,İslam'a göre,Allah'ın halifesidir.Kur'an'da defalarca,Allah'ın herşeyi insanın istifadesi için yarattığı bildirilmektedir.Bu türlü bir insan anlayışı başka herhangi bir doktirinde mevcut değildir ve böyle bir kıymet sistemi dünyanın bütün teorilerinden daha üstündür. Fakat eğer İslam dünyasının yeniden yücelmesi mümkün olacaksa bunun kaynağını siyasi gelişmelerde değil,tefekkür sahasında aramalıyız.Siyasi kudret başka bırtakım gelişmeler için müsait bir zemin yaratma potansiyeline sahiptir;ama siyaset üzerinde yoğunlaşan çabalar insanları birleştirebildiği gibi onların birbirinden uzaklaşmaları,aralarına husumet girmesi için de pek müsaittir. Bu demektir ki İslam davasının asıl yükü fikir adamlarının omuzlarına yükleniyor.Müslüman aydınlar ve din adamları,alimler,mütefekkirler,sanatkarlar bu sorumluluğun şuuruna ermek zorundadırlar.Medeniyetleri politikacılar yaratmaz;medeniyet alimlerle sanatkarların işidir.Yeni bir İslam medeniyeti de elbette ilim,fikir ve sanat eseri yaradanların omuzlarında yükselecektir.Eğer onların gayretleriyle Müslümanlar arasında bir silkinme ve kalkınma olursa,siyasi hedefler kendiliğinden ele geçecektir. Bu gayeye ulaşabilmek için İslam aydınlarının kendilerini yıpratan,enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekşmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları,günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı,köklü çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor.Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar,onu günlük siyaset kavgalarına taraflardan biri halinde sokmaya kalkanlardır.Siyasi parti farklılaşmaları Batı cemiyetindeki sınıf çatışmalarının eseri olarak doğmuştur ve her siyasi parti ister istemez şu veya bu zümrenin sözcüsü olmak,onların menfaatlarını birinci planda tutmak zorundadır.
- İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır.
- … Şimdi Türkiye'de ortak bir kültür yoktur. Türkiye henüz belli bir medeniyet dairesinin üyesi de olmuş değildir. Cumhuriyet devrinin siyasî iktidar kadroları Türkiye'nin artık İslâm medeniyetinde kalamayacağını, Batı'ya süratle katılması gerektiğini düşünmüşler ve bu yüzden İslâm kültürünün kaynaklarını -hiç değilse resmî müesseselerde- kaldırmışlardı. Bu uygulamanın bir dereceye kadar başarılı olduğu söylenebilir; ancak aynı kadronun Batılı olma gayreti de tıpkı İslâm'dan çıkma hareketi gibi ancak bir dereceye kadar başarılı olmuş bulunuyor. Basitçe söyleyecek olursak, Türkiye şimdi Batı kültürüne girememiş, İslâm kültüründe kalamamıştır. Bir medeniyeti ve homojen bir kültürü olmadığı için, edebiyatının da bir kaynağı yoktur. Türkiye'de özellikle uydurma dil cereyanının başlangıcından bu yana meydana getirilmiş edebiyat eserlerini belirli bir kültür içine yerleştirilmesi, yani "teşhis edilebilmesi" âdeta imkânsızdır. Bu hüviyetsizlik hem solda sayılan, hem de sağda kabul edilen eserlerin çoğunluğu için ortak bir özellik hâlindedir...
- Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsüllerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele, ki onlara bir belâ eriştiği zaman “Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz” derler.
- “Üst üste yığılan kül tabakalarını aralayacak olursanız, Türk hayatında İslâm'ın bir kor hâlinde yattığı görülür.”
- Reform tabirinin sevimsizliğinden daha önce bahsetmiştik.Bu sevimsizlik bir yandan kelimenin Batılı olmasından,bir yandan da onun hiç hoşa gitmeyecek bir manada kullanılmış olmasından ileri geliyor. Reform kelime itibariyle bozulmuş bir şeyin yeniden düzene sokulması demektir.Pekçok kimse dinde reform denince bundan dinin bozulmuş (deforme) olduğu manasını çıkarıyor ve böyle bir fikre şiddetle karşı çıkıyor. İkincisi,Türkiye'de dinde reform tabirini kullananlar çoğunlukla din hayatının dışında kalanlar ve dini kendi ferdi hevesleri veya zevkleri istikametinde değiştirmek isteyenler olmuşlardır.Bu yüzden Müslümanlar din reformu tabirini duyunca derhal irkilmektedirler. Kelimenin sevimsizliğinden kurtulmak için buna Arapların kullandığı tabirle 'ıslah' denebilir.Osmanlı Türkçesi'nde ıslahat kelimesi reform karşılığı olarak kullanılıyordu.Arap müellifleri,dini reformdan bahsederken ıslah derler ve bunu Kur'an'ın birçok yerlerinde geçen 'muslihun' (düzelticiler) tabirine bağlarlar. Sözkonusu olan şey hiçbir zaman dinin kendisi,yani Kur'an ve sünnet değildir;ancak Müslümanlar aradan geçen zaman içinde Kur'an ve sünnetten ayrılmışlarsa,onların din anlayışını Peygamberin ve sahabenin anlayışına döndürmektir.Düzelecek şey bizim bügünkü halimizdir,düzeltme modeli ise ilk Müslümanlar devridir.
- Bugün İslam dünyasının en önemli meselelerinden biri de hem İslama hem modern hayata uygun bir hukuk sisteminin kurulmasıdır.Bir din sadece insanla Tanrı arasındaki münasebetleri değil de,aynı zamanda insanlar arasındaki münasebetleri de düzenlediğine göre,o dinin mensupları en azından kendi aralarında inandıkları dinin prensiplerinin geçerli olmasını isteyeceklerdir.Nitekim 19.yüzyıldan bu yana İslam ülkelerinde birçok batılı kanunun kabul edilip yürürlüğe konmuş olması oralarda çeşitli derecelerde huzursuzluklara yol açmış bulunuyor.Bu huzursuzluklar modern hukuk sistemlerine karşı reaksiyonları değil,modern sistemlerin tamamen yabancı kültürlerden olduğu gibi alınmasına alınmasına karşılık,yerli hukuku gözetecek kanunlara duyulan özlemi temsil etmektedir. Kur'an'daki 6666 ayetten sadece 195 tanesi hukuki hükümler getirmektedir;bunların çoğunluğu ise aile ve miras hukukuna aittir.Bu yüzden İslam hukukuna kelimenin klasik manasıyla 'dini hukuk'diyemeyiz. İslam hukukunda maddeleştirilmiş kanunlar yerine ilim adamlarının yorumları halinde bir hukuk geliştiği için,İslam hukukunun bir devlet hukuku olduğu söylenemez.Nitekim ona daha ziyade 'hukukçuların hukuku' adı verilmektedir.Böylece devletin kanun koyma yetkisi olsa bile,kanun koyma onun özel bir yetkisi veya vazifesi değildir. İslam hukukunun niçin geri kaldığı konusunda farklı görüşler mevcuttur.Bu hukukun kısa zamanda,yani Hicri 3.asır sonlarından itibaren,aşırı muhafazakar bir karekter kazandığı,yeni yorumlara yolu tıkandığı söylenir. Hicret'in 3.asrından sonra fıkıh alimlerinin artık hep eski ekollere bağlı kalarak hüküm vermeleri o tarihlerde hiç de önemli bir zaaf değildi.İslam Devletleri ondan sonra daha yüzlerce yıl dört mezhep hukukunun vazedilmiş esasları dışında çıkmamanın sıkıntısını çekmediler.Kısacası,en azından 16.yüzyıla kadar İslam dünyasında bir hukuk buhranı olmamıştı.Hayatın değişen şartları karşısında Müslümanlar gerekli hukuki değişmelerle bu şartlara intibak (bir duruma, bir ortama ya da çevreye uyma,alışma) edebilmişlerdi.Bu esnekliğin bir delili de,dört mezhebin gerektiği zaman birbirine ait hükümleri benimseyerek tatbik etmiş olmalarıdır.Gerçekten Hicri 3.yüzyıl ile 9.yy.arasında İslam hukuku,o çağlarda mevcut diğer bütün hukuk sistemlerinden daha üstün bir sistem olarak tanınmıştır.Bu yüzyıllar içinde hukukla hayat arasındaki uyum,her ikisindeki değişmelerin de aynı kaynaklara dayanmış olmasına bağlı bulunuyordu.Bu çağlar İslam dünyasının hakimiyet çağıdır;her türlü siyasi,sosyal hatta iktisadi değişmeler İslam dünyasını dışarıdan zorlamaktan ziyade içeriden,İslam cemiyetinin kendi dinamiğinin eseri olarak ortaya çıkıyordu.Kısacası,hayatı yapanlarla hukuku yapanlar aynı insanlardı ve hukuk sistemlerini hayattaki değişmelere istedikleri gibi uygulayabiliyorlardı. İslam hukukunun doğuşunda en önemli motivin İslama uygun bir hayat yaşamak olması gibi,modern hukuk sistemlerini kabul eden Batı dışı ülkelerde de bu sistemler modernist,Avrupacı bir elitin batılı bir hayat ideali için vasıta olmuştur.Ne İslam hukukunu kökten kaldıran Arnavutluk,Yugoslavya ve Türkiye'de,ne de onu yavaş yavaş değiştiren Arap ülkelerinde Batı'dan alınan kanunların yeni ve acil ihtiyaçlara cevap vermek üzere alındığı söylenebilir.Bütün bu ülkelerde İslam hukukunun birçok noktalarda yeterince işlenmemiş olduğu,tatbikatta birtakım güçlükler yarattığı muhakkaktır;fakat batıcı modernistlerin bu ihtiyaçları karşılamaktan ziyade,ihtiyaç gerekçesine dayanarak bütün bir hukuk inkılabını ve o vasıtayla topyekün kültür değişmesini gerçekleştirmek niyetiyle hareket ettikleri anlaşılmaktadır.Bu niyeti belirten en iyi delil ise,iktibas edilen Batı kanunlarının o ülkelerde gerçekten inkılap tesiri yapması,yani halkın çoğunluğu tarafından istenen neticelerden ziyade bir inkılapçı azınlığın emellerini tatmin etmiş olmasıdır.Bu ülkelerde tercüme edilen kanunların dayandığı cemiyet tipi ile,alıcı cemiyetin bünyesi arasında bugün bile doldurulamamış bir boşluk mevcuttur.Ortada sadece bir hukuk meselesi olsaydı hukuki adaptasyonlar yapılabilirdi;doğrudan doğruya ve bütünüyle tercüme yoluna gidilmesi burada güdülen gayenin hukuk sistemini düzeltmekten ziyade topyekün medeniyet ve kültür değiştirmek olduğunu açıkça göstermektedir. Aslında İslam hukuku altında ele alınan kanun ve nizamların ticaret,borç,ceza hukuku ile ilgili kısımları çoğunlukla Kur'an ve sünnete dayanmayan şeylerdi;bu yüzden bu sahalardaki değişmeler İslam toplumunun müslüman olarak yaşadığı hüviyeti bozacak bir tesir yapmamış olabilir,çünkü daha önce bu sahalardaki hukuk örf veya devlet tarafından yapılan tedvinlere (derlemek) dayanmıştı.Buna karşılık hususi hukukta,yani ferdi statü,aile ve miras konularında yapılan değişikliklerin tatbikatta pekçok intibaksızlıklara yol açtığı çok iyi bilinmektedir.Özellikle İsviçre aile hukukunun İslam gelenekleriyle hala uzlaşamadığını ve bu yüzden pekçok problemlerin çıktığını görüyoruz.Nitekim müslümanlık adına yapılan itirazlar esas itibariyle medeni hukuk meseleri etrafında toplanmaktadır. Hukukçular arasında İslam hukukuna karşı çıkışların objektif olmaktan çok duygusal bir muhteva (Herhangi bir konu veya nesnenin içeriği ile ilgili anlam bütünü) taşıması bu görüşümüzü teyid eder.Başka türlüsü zaten beklenemezdi,çünkü mesela Türkiye'de hukuk tahsilinin müfredatı içinde İslam hukukunun hiçbir şekilde yeri yoktur ve hukuk fakültelerinden mezun olanların çoğu İslam hukuku denince 'dört kadınla evlenme' vs. gibi son derece ilkel şeyleri düşünmektedir.
- Aslında İslam'da halifeliğin hiçbir zaman dini meselelerde Papa otoritesine benzer bir otorite ile teçhiz edildiğinden de bahsedilemezdi. İlk dört halifeden sonra Emevi ailesinin devlet idaresine geçmeleriyle birlikte devlet reisi veya halifelerin dini otorite olarak bir kıymeti kalmadı.Emevi hükümdarları Müslümanların devlet başkanı olarak 'Emirü'l mü'minin' sıfatını kullanıyorlar,otoritelerinin kaynağını ise İslamın 'Sizden olan emir sahiplerine itaat edin' hükmünden çıkarıyorlardı. Halifelik bir aile mirası haline gelmekle birlikte,dış görünüşte daha önceki hukuki 'seçim' usulü uygulanıyor,İslam cemaatının ileri gelenlerinin 'biat' etmesiyle bu icap yerine getirilmiş oluyordu. Abbasi hükümdarları ile birlikte devlet başkanları yine 'halife' ve 'Emirü'l mü'minin' sıfatlarını kullanacaklar,fakat din işleri içtihat sahibi alimlerin eline geçecektir.Hükümdarlar Müslümanların reisi sıfatiyle onların işleri hakkında karar verirken,kararlarını esas itibariyle,bu içtihat sahiplerinin hükümlerine dayandırmışlardır.İslam halifeliğinin bu karekteri Osmanlı halifeleri zamanında da devam etmiştir. Bu yüzden Osmanlı Devletini bir teokratik devlet sayanların fikri tamamen yanlıştır.Teokratik devlet,devlet başkanlarının,aynı zamanda dini lider,yani din işlerinde doğrudan doğruya hüküm sahibi oldukları devlettir.Osmanlı sultanlarının dini otoritelerin üstünde olmadığını,hatta onlara tabii bulunduklarını ise daha önce birkaç defa ifade etmiştik. Halifelik dendiği zaman çok kimsenin aklına hemen gelen şey,kendini peygamberin halefi sayan veya öyle kabul edilen bir liderlik makamıdır.Belki de 'halife'kelimesinin lügat manası bu düşünceyi ilham etmektedir.Fakat meseleye hem tarihi hem İslam açısından bakıldığı zaman bu fikrin hakikate hiç uymadığı görülür.Herşeyden önce,Peygamberin halefi olmaktan ne anlaşıldığını iyice bilmek lazımdır.Hz.Muhammed son peygamber olduğu için,herhangi birinin ona vekil veya halef olması söz konusu olamaz;peygamberlik onunla sona ermiştir.Şu halde peygamberin dini görevini yüklenme veya devam ettirme manasında bir halifelik düşünülmesi İslam doktirinine aykırıdır.Bu taktirde 'halife'diye bilinen kimselere bu sıfatın verilmesi hangi esasa dayanmaktadır? Emevi ailesinin hakimiyetinden bu yana gelen halifeler hakkında çeşitli şüpheler beslense bile, 'Hulefa-i Raşidin' adı verilen ilk dört halifenin durumunu nasıl izah edeceğiz? Hakikatte dört halifenin halifelik sıfatı konusunda sünni doktirininde hiçbir ihtilaf yoktur.Üstelik hilafet tartışmaları başladığı zaman herkes bunlara referans vermiş,bazıları sadece onların halife sayılabileceğini iddia etmiştir. Maverdi 'hilafet' yerine 'imamet' tabirini kullanıyor.Ona göre imamet müessesesinin hikmet-i vücudu dinin muhafazası ve dünya işlerinin idaresi hususunda son temsilcisi Peygamber olan nübüvvete vekalettir. İşte hilafet münakaşaları bu suretle başlamış ve Sünni çevrelerde ilk dört halife ile hilafetin sona erdiği,ondan sonrakilere halife denemeyeceği ileri sürülmeye başlanmıştır.Maturidi doktirininde hilafet ve imamet kavramları birbirinden ayrılarak ilk dört halifeden sonrakiler imam sayılıyordu.Niyahet 14.yy.sonunda artık halifeliğin dördüncü halife Hz.Ali ile sona erdiği,ondan sonraki devlet reislerinin ancak şeriata uygun bir idareyi temsil etmeleri şartıyla halife veya imam sayılabilecekleri kabul edildi.O tarihten sonra İslam geleneğinde 'halife' adı şeriata uygun her devlet reisi için kullanabilen bir tabir haline gelmiştir.Başka bir ifade ile,halifenin tek olması,Kureyş'ten gelmesi,Peygamberden itibaren gelen devlet reisleri zincirine bağlı bulunması ilh. şart olmaktan çıkmıştır.Nitekim Osmanlı padişahları Yavuz Selim'den önce çeşitli vesilelerle halife olarak anıldıkları gibi,Osmanlı hilafeti zamanında Hindistan'daki Babürlü hükümdarlarına yine halife denildiği görülmektedir. Bu anlattıklarımızdan çıkan neticeleri gözden geçirecek olursak,diyebiliriz ki Sünni İslam doktirininde din işlerini idare eden ve sadece manevi otoritesi bulunan bir halifelik makamı mevcut değildir.İslam dinine uygun vazife gören her devlet reisi halifedir,yani peygamberin devlet reisi olarak sahip bulunduğu fonksiyona 'halef' durumundadır.
- Sünni doktrin evliyanın kerametini tanımış, ancak bu kerametin şeri delil sayılamayacağını söylemiştir. Diğer taraftan tekkede kendisinin şeriat dahilinde kalmak şartıyla marifet ve hakikat yolunda ruhları terbiye ettiğini söyleyerek herhangi bir tezat veya rekabet iddiasından vazgeçmiştir.
İslamın Bugünkü Meseleleri İncelemesi - Şahsi Yorumlar
İSLAM’IN BUGÜNKÜ MESELELERİ -Kitap Tanıtımı- İsmet ÇİFTÇİ KÜNYE BİLGİSİ: Güngör: E. (2020).İslam’ın Bugünkü Meseleleri(1. Baskı). İstanbul Yer-SuYayınları. Erol Güngör’ün ‘’İslam’ın Bugünkü Meseleleri’’ isimli eseri ilk defa 1981 yılında yayımlanmıştır. Güngör’ün farklı yıllarda, değişik yayınevleri tarafından basılan eserlerinde takip edilen imla; kelimelerin yazılışı, kısaltmalar, noktalama işaretleri arasında farklılıklar vardır. Bu sebeple bu yayımda farklı eserlerde aynı yazılan kelimeler olduğu gibi kullanılmış, farklı imla kullanılan kelimeler, işaretler, kısaltmalar Türk Dil Kurumu Yazım Kılavuz’undaki kurallar dikkate alınarak bu eser hazırlanmıştır. Yazar’ın eşi Prof. Dr. Şeyma Güngör tarafından bu esere ‘’sunuş, kısaltmalar ve işaretler, bibliyografya ve indeks eklenmiştir. İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Hicret’in on beşinci yüzyılına giriş senesinde yayınlanmak üzere kaleme alınan, İslam’ın bugünkü bazı meselelerini, siyasi konulara girmeden ele alan ancak ihtiyaç olan noktalarda eskiye ait bazı bilgi ve müşahedeleri de nakleden denemelerden meydana gelmiştir. Müslümanların şuurlu bir nesille, fikir sanat alanında yoğun gayretler sarf ederek yeni bir medeniyet kurup varlığını koruması ve yüceltmesinin gerekli olduğunu vurgular. Yine bu eserde İslam’ın potansiyelinin nasıl yükselebileceğini ortaya koymuştur. İslam’ın, batının ve modernitenin salvolarına karşılık vererek yeniden tarih sahnesine çıkabileceğini işlemektedir. Kitap gayet sade ve akıcı bir dille kaleme alınmıştır. İlk baskı tarihi 1981 yılı olmasına rağmen, kitapta bahsedilen meseleler günümüzde de güncelliğini korumaktadır. Kitap, içinde çeşitli alt başlıkların bulunduğu, Yeni Bir Dünya, Zihnin ve Hayatın Düzeni, Bocalamalar, Allah’ın İpine Sarılmak, Geçmişin ve Geleceğin Kurucuları ve İslam Düşüncesinde İki Örnek olmak üzere 6 ana bölümden oluşmaktadır. Birinci Bölüm (Yeni Bir Dünya) Bu bölümde yazar ‘’İslam’ın uyanışı’’ alt başlığı altında bu zamana kadar, Batılı modellere karşı bir itiraz edilmediğini, bu modelin İslam’a uygun düştüğünü söyleyerek kendi benliklerini korumaya çalışan Müslümanlardan bahsetmektedir. Silkelenme sonucunda Müslümanların bugün Batının sistemlerinden, kendi sisteminin daha üstün olduğunu iddia edebildiğinden bahseder. İslam ülkelerinin kendi kaderlerini kendi medeniyetinin temeli üzerine bina edebileceği şuurunun oluşmaya başladığına değinmiştir. Yazar burada İslami uyanışın ilk olarak İslam ülkelerinde ortaya çıkan petrollerle birlikte filizlendiğini söylemektedir. Daha sonra Batının İslam’a alternatif diye gösterdiği sistemin iflasıyla İslam’a bir dönüşün ortaya çıktığını vurgulamıştır. İslam’ın temellerine dönme hareketinin milli hudutları aşan, çok merkezli ve devamlı olan bir hadise olduğunu dile getirir. Batılı eğitim sistemi sonucunda gelenekselci din anlayışında değişikliğin olduğunu vurgular. Fakat Batılıların batılılaştırma amaçlarının aksine, İslam ülkelerinde eski gücü olmayan esnaf, sanatkâr, fakir köylü zümreler Batılı eğitimle birlikte tahsilin yaygınlaşmasıyla çocuklarını okutma fırsatı bulmuştur. Bunun sonucunda İslam ideolojisini bir siyasi ve sosyal hareket olarak organize edilebilecek kalitede insanlar yetiştiğinden bahsetmektedir. Güngör batılılaşma hareketinin lüks, sefahet, gösteriş, cinsi laubalilik, halkı hor görme manasına geldiği vurgulamıştır. Batılaşan ülkelerde rejimin nimetlerinden faydalanan bir kozmopolit üst tabakanın oluştuğunu, batılılaşma sonucunda sadece bu tabakanın refah ve saadet içinde olduğunu bu refahın halkta gerçekleşmediğini dile getirmektedir. Dolayısıyla batılılaşmayla birlikte toplumun geneline yayılan bir kalkınmadan söz edilemeyeceğini ifade etmiştir. Yine bu bölümde Güngör İslam’a Batının peşin hükümlü bakış açısının olduğunu, İslamiyet’in dünya çapında bir huzur ve eşitlik davasının olduğunu tüm dünyaya göstermemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Yazar ‘’Uyku ile Uyanıklık arasındaki’’ bölümde İslam’ın bugünkü uyanışından söz ettiğimizden onun yakın zamana kadar bir uykuda olduğunu kabul etmek durumunda olduğumuzdan bahsetmektedir. Eğer geçmiş devirlerde ülkeyi yöneten yöneticilerin İslam’ın emir ve yasaklarına uyup toplumun İslam kardeşliği adı altında birleştirebilselerdi bu denli bir geri kalmışlığın olmayacağını belirtmiştir. Siyasi ve sosyal geri kalmışlığın sebebini bütünüyle İslam’dan uzaklaşmaya da bağlamamaktadır. Geri kalmışlığın birçok sebebinin olduğunu ifade eder. Türkiye de inkılapçı çevrelerin, medresenin ve sufi tarikatlerin memleketi gerileten müessese olarak gördüğünü ifade eder. Yine bu bölümde ‘’sünni Müslümanlık, sûfîlik, İslam tasavvuf hareketi’’ gibi tabirleri açıklayarak bu konular üzerinde yorumda bulunmuştur. Medrese doktrini ile sûfîlik anlayışı arasındaki farklara değinir. Yine sufilikte ahirete aşırı meyletme sonucu dünya hayatından kaçışı, Müslümanların geri kalmışlığına neden olan sebepler arasında göstermektedir. Buna karşılık devamında geri kalmışlığın topyekün buna dayanmadığını ifade etmektedir. Yine bu bölümde medresenin İslam medeniyetinin yücelmesi ve düşmesindeki rolü üzerinde mütalada bulunmaktadır. Medrese eğitimin iyi yönlerine değindiği gibi muhtevasında yer alan bir takım problem olarak gördüğü konulara da değinmiştir. Güngör ‘’Avrupa Hıristiyanlık ve İslam’’ bölümünde medeniyetten bahsetmektedir. Medeniyetinde doğduğunu öldüğünü ifade ederek bir medeniyeti ancak dini bir mayanın canlı tutabileceğini dolayısıyla dini bir maya olmadığında medeniyetin ayakta kalamayacağını vurgulamıştır. Yazar son zamanlarda batı medeniyeti ve onun yerli modellerine karşı tam bir alternatif oluşturduğundan bahsetmektedir. Batılılaşma esasına dayanan yeniliklerin hiçbirisinin İslam ülkelerinde başarılı olamadığını değinmiştir. Dinin yerine hiçbir sistemin geçemeyeceğini, bugüne kadarki tecrübelerden hareketle dinin ancak başka bir dinle yer değiştirebileceğini ifade etmekte, insanı dünyadaki yalnızlığından kurtaracak, hayatının mahiyetini hikmetini anlamaya yarayacak yegane şeyin ne olduğunu vurgular. Batı da Hıristiyan Kilisesi'nin tahribata uğradığını dolayısıyla insanların manevi boşluğunu dolduramadığı ifade ederek insanların yeni arayışlar içerisine girdiğini söylemektedir. Bununla birlikte İslam'ın insanı maddi ve manevi olarak bütünüyle kavramaya çalışan bir sistem olduğunu ifade etmektedir. Güngör Hıristiyanlığın ‘’İsa'nın Hakkı İsa'ya Sezar'ın hakkı Sezar'a’’ denilerek din ve dünya hayatı olarak hayatı ikiye ayırdığından bahseder. ‘’Din hayatı ayrı dünya hayatı ayrıdır’’ sözünün Hıristiyanlık ta olmasına rağmen gerçekte Hıristiyanlıkta din hayatı ile dünya hayatının hiçbir zaman birbirinden ayrılmadığını vurgulamıştır. Güngör Batı medeniyetinin temel değerlerinden birinin eşitlik olarak bilindiğini fakat Hıristiyan dünyasının kendi cemiyetine eşitlikçi bir yapı kazandırabilmek için uzun süre mücadele verdiğini, çok kan döktüğünü dile getirmiştir. Yine bu bölümde yazar Roma'nın, Hıristiyanlığı meşru bir din olarak tanımak zorunda kaldığını anlatmaktadır. Hıristiyanlık tarihine bakıldığında Ortaçağ'da iktisadi hayatın kilisenin dışında düşünülemeyeceğini kendini tanrıya adayan manastırlarda inzivaya çekilen keşişlerin bile ziraat ticaret ve bankerlik ile uğraştığını yine Ortaçağ'da bütün ekili topraklarının üçte ikisinin kiliseye ait bulunduğunu dolayısıyla kilisenin bugün bile Avrupa'nın en büyük kapitalistlerinden birisi olduğunu dile getirmektedir. Yine Roma’daki kölelik sisteminin Kilise’nin kanadı altında devam ettiğini vurgular. Güngör, Luthercilik hareketini gerekse Kalvenizm’in Orta Çağ Avrupa’sı sosyal hiyerarşiye hiçbir farklı bakış açısı getirmediğini aksine geniş kitleler aleyhine aristokrasi hâkimiyetinin devamı için ilave destek sağladığını ortaya koymuştur. İkinci Bölüm (Zihnin ve Hayatın Düzeni) Güngör bu bölüme ilmin tarifi ile başlamaktadır. İlmin gözle görülen elle tutulan somut bir gerçek olmadığını dış dünyanın gerekleri konusunda apriori olarak ortaya atılmış olan neticeleri ancak dolaylı bir şekilde istiklal edilen bilgiler olduğunu ifade etmektedir. Batının ilmin ve teknolojinin gücünü daha fazla adam öldürmek için kullandığını dile getirir. Yine Batı medeniyetinin yüzyılımızın başından beri bir buhran içinde olduğunu hakikat anlayışını kaybettiğini dile getirerek, batı medeniyetinin nazarı ilme dayanak olan vasıtasız bilgiyi ihmal ettiğini belirtmiştir. Yine bu medeniyetin insanları makineleştiren teknoloji putuna esir olduğunu ifade etmiştir. Teknolojinin ortadan kaldırılmasının söz konusu olamayacağına göre bugün modern teknoloji ile birlikte birbirine uyumlu değerler sisteminin oluşturulmasının bir zaruret olduğunu ifade etmiştir. Bugün ‘’İslam’ın makineleşmeye karşı getireceği çare teknolojiyi reddetmek değil, onu daha yüksek bir değer sisteminin emrine vermek olmalıdır’’ demektedir. Yazar günümüzde İslam dünyasının çoğu ülkelerinde Avrupa kanunlarının uygulandığından yakınmaktadır. İslam dünyasının en önemli meselelerinden birisini hem İslam'a hem de modern hayata uygun bir hukuk sisteminin kurulması meselesi olduğunu dile getirmektedir. İslam hukukunun gelişmesini sosyal tarif açısından gözden geçirmemiz gerektiğini ifade ederek İslam hukukunun nasıl oluştuğunu açıklanmıştır. Yazar İslam hukukunun niçin geri kaldığı konusunda birtakım görüşlerden bahsetmiştir. İslam hukukunun modern hayatın gereklerine uyum imkânlarından özü itibariyle mahrum olmadığını onun dayandığı Kur'an esaslarından hüküm çıkarmanın mümkün olduğunu belirtir. Batı hukuk sisteminin aksine Müslümanlar da hukuk ile ahlakın birbirinden ayrılabilecek şeyler olmadığını ifade eder. Yine İslam hukukunda laiklik prensibi ile çatışan bir durumun olmadığını dile getirmektedir. Yazar batıda sanat ve edebiyatın Hıristiyanlık dışında bir oluşum içerisinde olmadığını dolayısıyla sanat ve edebiyata Hıristiyanlık anlayışının yön verdiğini dile getirmektedir. Güngör, batı kültürü tesiri ile yazılan eserlerde ‘’ilerici ve modern’’ iki ana istikamet olduğundan bahseder. İslami edebiyat konusunda ise yazar ‘’İslamiyet'in kitaplarda okunan değil yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacağından’’ bahsederek onu kendi hayatımızda görmemiz gerektiğini dile getirmiştir. Üçüncü Bölüm (Bocalamalar) Yazar, ‘’İslam milliyetçiliği ve sosyalizm’’ başlığı ile başlayan bu bölümün girişinde milliyetçilik hareketinden merkezi otorite ve iktisadî rejimden bahsetmektedir. Devamında devletler için milli bir iktisat politikasının olması gerektiğinde bahsetmiştir. Güngör liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, sosyalizmi çeşitleri ve tatbikatı konularına bazı ülkelerde yer alan milliyetçilik ve sosyalizm düşüncesine değinmiştir. Bölümün sonuna doğru sosyalizmin Avrupa'daki sanayileşme olayının sebep olduğu hoşnutsuzlukları çare olmak üzere Avrupa'da geliştirilmiş bir doktrin olduğundan bahseder. İslam'la sosyalizm arasındaki münasebetin sadece Müslümanları meşgul eden bir konu olmadığına değinir. Sosyalizmin hemen sona erecek bir cereyan olmadığını, dolayısıyla sosyalizmin bir iktisadi tahlil metodu olarak her zaman karşımıza çıkacağını ifade etmektedir. Yine sosyalizmin asıl tehlikesinin iktisadi çıkmazlardan ziyade siyasi riskler taşıması olduğuna değinmektedir. Dördüncü Bölüm (Allah’ın İpine Sarılmak) Güngör İslam dünyasında milliyetçi meselesinin hem batılı devletlerin emperyalist baskılarının iyice şiddetlendiği bir zamanda hem batılıların sayesinde hem de onlara rağmen uyanmaya başladığından bahsetmektedir. Yine bu dönemde batı emperyalizmine karşı İslam Birliği politikasının da etkili bir şekilde yürütüldüğünde söz eder. Güngör İttihâd-ı İslam fikri üzerinde Namık Kemal'in ve Cemalettin Afgâni’nin görüşleri ekseninde bahsetmiştir. Cemalettin Afgani'nin, Batının İslam dünyasına karşı ezici üstünlüğüne ve siyasi iktisadi baskılarına karşı tek kurtuluş yollunun İslam ülkelerinin modernleşmesi olduğunu ifade ettiğini dile getirir. Yazar İslam dünyasında hilafet kavramı ve hilafet müessesesinin nasıl geliştiğini tarihi bir vaka olarak ana hatlarıyla aktarmaya çalışmıştır. Yine bu bölümde İslam doktrini bakımında halifelik müessesesinin ne olması gerektiği üzerinde fikir beyan etmektedir. Yine Sünni İslam doktrininde din işlerini idare eden ve sadece manevi otoritesi bulunan bir halifelik makamının mevcut olmadığını İslam dinine uygun vazife gören her devlet reisinin halife sayılabileceğini ifade eder. Güngör İslam medeniyetinin üç büyük unsuru olan Araplar Türkler ve İranlıların ortak bir medeniyetin ve inanç sisteminin içinde yaşamakla birlikte birbirinden ayırt edilebilen milletler halinde yaşadığından bahseder. Dolayısıyla milli hüviyetin varlığı ve devamı noktasında sosyolojik gerçeklere uygun düştüğü gibi İslam ile de herhangi bir uzlaşmazlık içinde olmadığını ifade eder. Geçen yüzyılda milliyetçilik cereyanları ile birlikte bunların karşısında ümmetçilik cereyanının da geliştiğini hatırlatır. Devamında ise Arap milliyetçiliği ve Türk milliyetçiliği konusundan bahseder. Türk milliyetçiliğinin aynı zamanda bir İslami hareket halinde geliştiğini dile getirir. Buna karşılık Arap milliyetçiliği içinde müşterek Arap dili etrafında doğan kültürü esas aldığı için Müslüman Arapların olduğu kadar Müslüman olmayanların da yer aldığına dikkat çeker. Güngör yine bu bölümde ‘’İslam Birliği’’ kavramı hakkında çok geniş izahlar yapmıştır. İslam devletleri arasında herhangi bir siyasi birliğin söz konusu olamayacağını dolayısıyla İslami gelişmenin milli çizgileri takip edeceğini ifade etmiştir. Fakat İslamiyet’in üniversal bir sistem olduğunu, aynı sisteme dahil olan ülkeler arasında önemli ölçüde dayanışma olması gerektiğini dile getirir. İslami uyanış olacaksa elbette bunun bir takım askeri siyasi neticelerin de düşünülmesi gerektiğini vurgular. Beşinci Bölüm (Geçmişin ve Geleceğin Kurucuları) Yazar ‘’aydınlar’’ alt başlığı altında İslam ülkelerinin çok sayıda yüksek seviyeli aydın, bilim ve sanat adamlarından mahrum bulunmasının ızdırabını çektiğine değinir. Ardından yazar medrese eğitimine değinerek Osmanlı İmparatorluğu'nda tahsilin esasının din eğitimi temeline dayanan medrese tarafından verildiğini ifade eder. Batılılaşma karşısında medrese eğitiminin önemini yitirdiği dile getirerek medrese aydınlarının, mektepli aydınlara karşı mevki ve nüfuslarını kaybettiğini ifade etmektedir. Güngör Batı medeniyetinin İslam'dan uzak ve yabancı olduğu gibi bugünkü aydınlarında İslam’ı tanımak anlamak noktasında İslam'da uzak ve yabancı olduklarını dile getirerek aydın eleştirisi yapmaktadır. Devamında Güngör Selefi anlayış hakkında geniş izah yaparak İbn-i Teymiyye'nin görüşlerinden kısaca bahsetmiştir. Müslüman aydınların kendi meselelerini bağımsız bir zihniyetle çözmeye çalışmak yerine batıdan öğrendikleriyle ele aldığını söylemektedir. Müslüman aydınların teklif ettikleri ve reform programlarının Müslüman kitlelerin duygularını rencide eder nitelikte olduğunu ifade eder. Buna bağlı olarak İslam'a yeni ve verimli bir yorum getirmekten ziyade İslam cemiyetini batıya benzetme gayreti içinde olduklarını söyleyerek eleştirilerde bulunmuştur. Günümüzde alışılmışın dışında ‘’eski yeni kavgası’’ başladığından bahseden yazar bu durumu alaylı- mektepli kavgası olarak açıklamaktadır. Bir tarafta eskiden sadece iktidar elitinin faydalandığı eğitim nimetinden istifade ederek çağımızın problemleri ile baş edebilecek şekilde yetişmiş bir din adamı kadrosu olduğunu öbür yanda durgun ve reaksiyoner bir din anlayışını temsil eden bir başka kadroda bahsetmektedir. Yazar kendisinin müdafaa ettiği şeyin bir zümre değil olmadığını bir prensip olduğunu, dinde otorite mevkilerine geçecek kimselerin bugünün meselelerini üstlenebilecek bir eğitimden geçmesi gerektiğini ifade eder. Gruplar meseleler tavsiyeler isimli bölümünde yazar 50 yıl öncesinin aydınının Batı medeniyetinin tek medeniyet olduğuna, onun dışında her şeyin cehalet ve hurafe eseri olduğuna inandığından bahseder. 50 yıl sonrasında ise İslam uyanışından söz ederek bizim bazı aydınlarımızın Batı medeniyetinin bizzat batılılar tarafından yapılan şiddetli tenkitleri sonunda kendimize müstakil bir hüviyet, bir şahsiyet aramamız gerektiğini düşünmeye başladığını vurgular. İslam ülkelerinde şimdilerde İslam ideolojisini temsil eden bir aydın kitlesinin yetiştiğini ifade etmektedir. Bugünkü İslam dünyasında reformcu cereyanlara karşı muhafazakârlığı temsil eden başlıca iki hareket olan biri ‘’İhvan-ı Müslim’in’’ diğeri Cemaati İslam-i’’ den bahseder. İhvan-ı Müslim’in hareketinin tek bir İslam Cemaati vurgusu olduğuna, bütün milletlerin buna tabi olması gerektiğine, sosyal adaletin İslam cemaatinin temel gayesi olduğuna vurgu yaptığını ifade eder. Buna karşılık Cemaati İslam-i, İslam cemaatinin ideolojik şuur sahibi olarak İslam'a uygun bir siyasi, sosyal bünye kazanması için çalıştığını ifade eder. İslam aydınlarının siyasi çekişmeleri bırakarak, günlük hadiseler üzerinde kafa yorarak çözüm üretmeleri gerektiğini vurgulamıştır. Altıncı Bölüm (İslam Düşüncesinde İki Örnek) Bu bölümde yazar insan varlığını, hukuki ve ahlaki statüsünden müstakil olarak ele alarak İslam'ın insanın temel realitesini nasıl gördüğünü ve insan dramını, varoluş trajedisini göstermeye çalışmıştır. İslam'ın insan varlığını bütünüyle kavrayan bir görüşe sahip olduğunu bireysel ve cemiyet olarak dünya ötesi haliyle ele aldığını dile getirmektedir. Ardından yazar ilk yaratılış haliyle insanı ele almaktadır. Devamında Güngör, Ebu'l Ala el Mevdûdî’nin İslam'da siyaset anlayışına değinmiştir. Değerlendirme Yazıldığı dönemde seviyeli bir entelektüel tartışmaya zemin hazırlayan bu eser İslam Davasının siyasi bir dava olduğuna inanmayan yazarın, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında vücuda gelen "uyanış" ve bu uyanışın Türkiye'ye akseden çeşitli tezahürlerini ele aldığı kitabıdır. 19. yüzyılda İslam’ın ortaya koyduğu medeniyetin mağlup olduğuna, fakat temel problemin, modern hayata uygun bir hukuk sisteminin yeniden üretilememesinde yattığına dikkat çeker. İçtihat kapısının kapalı olduğu yönündeki görüşleri eleştirir.İslam’ın, kendi içinde tutarlı ve dengeli bir değerler sistemi sunduğunu, çağımızın İslam prensiplerine çok geniş bir uygulama sahası verebileceğini öne sürer. Özellikle fikir ve sanat alanında İslam toplumunun kendisini geliştirmesi gerektiğini vurgular. Sözü geçen İslami uyanışın hangi hal ve şartlarda köklü ve kalıcı neticeler doğurabileceğini anlamak için mutlaka okunması gereken bir eser olduğunu düşünmekteyim. Kitapta yer alan meselelerin İslam’ın bir meselesi olduğunu düşünmediğimden dolayı, kitaba verilen başlığı doğru bulmadığımı ifade etmek isterim. Kitaba ‘’İslam Toplumunun Meseleleri’’ ismi verilse çok daha uygun olabileceğini düşünüyorum. (İsmet Çiftçi)
Esasen kitap ta bir mefkure olarak "İslam birliğinin " omurgası oluşturulmuştur . Dahası okuyucuya geçmiş ve gelecek ile ile ilgili ayrıntıları anlatılmış ve birikim üstünde düşünmeye davet edilmiştir . Benim en çok sevdiğim yer ise arnold Toynbee ile ilgili bir parafta anlatılanlar idi . (Sinan PERVİZ)
İslamın Bugünkü Meseleleri PDF indirme linki var mı?
Erol Güngör - İslamın Bugünkü Meseleleri kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de İslamın Bugünkü Meseleleri PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Erol Güngör Kimdir?
1956 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk bölümüne kaydoldu. Burada hocası Fethi Gemuhluoğlu onu Mümtaz Turhan’la tanıştırdı. Mümtaz Turhan hocanın teşvikiyle hukuk fakültesinden ayrılıp İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne kaydını yaptırdı. 1961 yılında fakülteden mezun olan Güngör, 1975’te bu fakültede resmî göreve başladı. Fransızca ve İngilizce de öğrenen Erol Güngör, misafir profesör olan Hains’in asistanlığını yaptı ve onun ders notlarını Türkçeye çevirdi.
Tecrübî Psikoloji kürsüsünde asistan oldu. Bu sırada Türkiye’de yeni bir bilim dalı olan Sosyal Psikolojiye yöneldi. Bu disiplinin önemli eserlerinden Krech ve Crithfield'in Sosyal Psikoloji kitabını Türkçeye çevirdi. 1965'de “Kelâmî (Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon” adlı teziyle doktor oldu. 1966'da ABD Colorado Üniversitesinden tanınmış sosyal-psikolog Kenneth Hammond'un daveti üzerine Amerika'ya gitti. Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsünde milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı. Sosyal-psikoloji ders ve seminerlerini yürüttü. “Şahıslar arası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü” konulu teziyle 1970 yılında doçent oldu. Akademik çalışmalarının yanı sıra çeşitli yerlerde yazılar yazmaya devam etti. Erol Güngör üniversitede verdiği derslerle, ilmi yayınlarıyla Türkiye'de sosyal-psikoloji dalını önemli bir saha haline getirdi. [kaynak belirtilmeli]Devlet Planlama Teşkilatı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı’nın çeşitli komisyonlarında görev alan Güngör, 1978 yılında "Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar" adlı teziyle profesör oldu. 1982 yılında YÖK tarafından Selçuk Üniversitesi’ne rektör tayin edildi ve bu görevi sırasında 24 Nisan 1983’te geçirdiği bir kalp krizi sonucunda öldü.
En verimli dönemi 70'li yıllardır. Hemen hemen bütün eserlerinde geleneği, halk, kültür, din ve şahsiyet ile yorumlamaktadır. Güngör'ün muhafazakârlığı statükoculuğa kapalı, değişimlere ve yenilikçiliğe açıktır.
Erol Güngör Kitapları - Eserleri
- Türk Kültürü ve Milliyetçilik
- Tarihte Türkler
- Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik
- Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik
- İslamın Bugünkü Meseleleri
- İslam Tasavvufunun Meseleleri
- Sosyal Meseleler ve Aydınlar
- Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak
- Türkiye'de Misyoner Faaliyetleri
- Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar
- Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri
- Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde İstanbul
- Tarihte Türkler
Erol Güngör Alıntıları - Sözleri
- Aslında İslam'da halifeliğin hiçbir zaman dini meselelerde Papa otoritesine benzer bir otorite ile teçhiz edildiğinden de bahsedilemezdi. İlk dört halifeden sonra Emevi ailesinin devlet idaresine geçmeleriyle birlikte devlet reisi veya halifelerin dini otorite olarak bir kıymeti kalmadı.Emevi hükümdarları Müslümanların devlet başkanı olarak 'Emirü'l mü'minin' sıfatını kullanıyorlar,otoritelerinin kaynağını ise İslamın 'Sizden olan emir sahiplerine itaat edin' hükmünden çıkarıyorlardı. Halifelik bir aile mirası haline gelmekle birlikte,dış görünüşte daha önceki hukuki 'seçim' usulü uygulanıyor,İslam cemaatının ileri gelenlerinin 'biat' etmesiyle bu icap yerine getirilmiş oluyordu. Abbasi hükümdarları ile birlikte devlet başkanları yine 'halife' ve 'Emirü'l mü'minin' sıfatlarını kullanacaklar,fakat din işleri içtihat sahibi alimlerin eline geçecektir.Hükümdarlar Müslümanların reisi sıfatiyle onların işleri hakkında karar verirken,kararlarını esas itibariyle,bu içtihat sahiplerinin hükümlerine dayandırmışlardır.İslam halifeliğinin bu karekteri Osmanlı halifeleri zamanında da devam etmiştir. Bu yüzden Osmanlı Devletini bir teokratik devlet sayanların fikri tamamen yanlıştır.Teokratik devlet,devlet başkanlarının,aynı zamanda dini lider,yani din işlerinde doğrudan doğruya hüküm sahibi oldukları devlettir.Osmanlı sultanlarının dini otoritelerin üstünde olmadığını,hatta onlara tabii bulunduklarını ise daha önce birkaç defa ifade etmiştik. Halifelik dendiği zaman çok kimsenin aklına hemen gelen şey,kendini peygamberin halefi sayan veya öyle kabul edilen bir liderlik makamıdır.Belki de 'halife'kelimesinin lügat manası bu düşünceyi ilham etmektedir.Fakat meseleye hem tarihi hem İslam açısından bakıldığı zaman bu fikrin hakikate hiç uymadığı görülür.Herşeyden önce,Peygamberin halefi olmaktan ne anlaşıldığını iyice bilmek lazımdır.Hz.Muhammed son peygamber olduğu için,herhangi birinin ona vekil veya halef olması söz konusu olamaz;peygamberlik onunla sona ermiştir.Şu halde peygamberin dini görevini yüklenme veya devam ettirme manasında bir halifelik düşünülmesi İslam doktirinine aykırıdır.Bu taktirde 'halife'diye bilinen kimselere bu sıfatın verilmesi hangi esasa dayanmaktadır? Emevi ailesinin hakimiyetinden bu yana gelen halifeler hakkında çeşitli şüpheler beslense bile, 'Hulefa-i Raşidin' adı verilen ilk dört halifenin durumunu nasıl izah edeceğiz? Hakikatte dört halifenin halifelik sıfatı konusunda sünni doktirininde hiçbir ihtilaf yoktur.Üstelik hilafet tartışmaları başladığı zaman herkes bunlara referans vermiş,bazıları sadece onların halife sayılabileceğini iddia etmiştir. Maverdi 'hilafet' yerine 'imamet' tabirini kullanıyor.Ona göre imamet müessesesinin hikmet-i vücudu dinin muhafazası ve dünya işlerinin idaresi hususunda son temsilcisi Peygamber olan nübüvvete vekalettir. İşte hilafet münakaşaları bu suretle başlamış ve Sünni çevrelerde ilk dört halife ile hilafetin sona erdiği,ondan sonrakilere halife denemeyeceği ileri sürülmeye başlanmıştır.Maturidi doktirininde hilafet ve imamet kavramları birbirinden ayrılarak ilk dört halifeden sonrakiler imam sayılıyordu.Niyahet 14.yy.sonunda artık halifeliğin dördüncü halife Hz.Ali ile sona erdiği,ondan sonraki devlet reislerinin ancak şeriata uygun bir idareyi temsil etmeleri şartıyla halife veya imam sayılabilecekleri kabul edildi.O tarihten sonra İslam geleneğinde 'halife' adı şeriata uygun her devlet reisi için kullanabilen bir tabir haline gelmiştir.Başka bir ifade ile,halifenin tek olması,Kureyş'ten gelmesi,Peygamberden itibaren gelen devlet reisleri zincirine bağlı bulunması ilh. şart olmaktan çıkmıştır.Nitekim Osmanlı padişahları Yavuz Selim'den önce çeşitli vesilelerle halife olarak anıldıkları gibi,Osmanlı hilafeti zamanında Hindistan'daki Babürlü hükümdarlarına yine halife denildiği görülmektedir. Bu anlattıklarımızdan çıkan neticeleri gözden geçirecek olursak,diyebiliriz ki Sünni İslam doktirininde din işlerini idare eden ve sadece manevi otoritesi bulunan bir halifelik makamı mevcut değildir.İslam dinine uygun vazife gören her devlet reisi halifedir,yani peygamberin devlet reisi olarak sahip bulunduğu fonksiyona 'halef' durumundadır. (İslamın Bugünkü Meseleleri)
- Pornografi kitaplarının yazılış gayesi okuyucunun şehvetini kamçılamaktır. Bunlarda edebiyatın asıl konusu olan insan münasebetleri yerine eşya arasındaki mekanik durumlara benzeyen bedeni münasebetler birinci plana geçer, hatta bütün sahneye hakim olur. İnsanlar arasında herhangi bir duygu bağı yoktur; sanki bunlar cinsi tatminsizlik çeken kimseleri eğlendirmek için para ile tutulmuş birer canbazdırlar. Aralarındaki münasebetin yeri, zamanı ve entrikası da söz konusu değildir; yeri, zamanı ve insan isimlerini değiştirirseniz, insanları bir araya getiren vesileleri ortadan kaldırırsanız pornografik romanda hiç bir şey değişmez. Bu yüzden pornografinin ideal tipi sinema filmidir; orada insanlar elbiseleriyle birlikte müstehcenin dışında insanı ilgilendirebilecek her şeyden soyunmuşlardır. (Sosyal Meseleler ve Aydınlar)
- Biz kaybedilmiş bir medeniyetin çocuklarıyız (Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik)
- İlk defa Ziya Gökalp'ın kültür-medeniyet ayırımına götüren düşüncenin temelinde Türkiye için pratik bir endişe yatıyordu. Bütün devlet gücünü, aydınların bütün gayretini seferber ederek yöneldiğimiz B atı dünyasının medeni gelişmelerini taklid ederken, onların sosyal ve kültürel özelliklerini de benimseyecek miydik? Başka bir ifade ile, eski teknolojimizle birlikte eski adet ve geleneklerimizi , inançlarımızı da bırakacak mıydık? Kılık kıyafetimizden tutun da. dinimize kadar Avrupalı gibi mi olacaktık? (Türkiye'de Misyoner Faaliyetleri)
- Ahmet Hamdi Tanpınar şiir için "iç kale sanatı" derdi. Çünkü şiir en fazla çağrışım yüklü olan sanattır ve bu çağrışımlar her millet veya insan grubunun kendine has olan hafızasında saklanır. Gerçekten, şiir tıpkı bir iç kale gibi milletin varliğının çekirdeğini teşkil eder ve düşmana en son verilen odur. Onun gitmesiyle her şey bitmiş demektir. (Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik)
- Devamlı hata işleyen, hiçbir iş başaramayan, bu başarısızlığına rağmen kendini bir türlü düzeltmeyen, üstelik bir de yaptığı beceriksizlikler büyük felaketlere yol açınca hiçbir şey olmamış gibi pişkin davranan bir insan, eğer gerizekalı değilse, mutlaka ahlak karakteri çok zayıf biri demektir. (Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik)
- Bazı ortak değerler yoksa, şahsi değerler insanı toplayıcı olmaktan çok dağıtıcı olabilirdi. (Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar)
- Fikir hürriyetine imkan vermeyen bir milliyetçilik düşünülemez. (Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik)
- ...bir felsefeci"ahlakın gayesi yaşamak değil, yaşatmaktır" diyor. Şu halde, ahlak terbiyesi veren kişiler anne, baba,mürebbi, öğretmen,din adamı,hatta politikacı ve devlet adamı bu gerçeği daima göz önünde bulundurmalı, insanı bütün yönleriyle öğrenmeli ve öğretmelidirler. (Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak)
- Özellikle ahlâkî davranış konusunda değer, bir kimsenin çeşitli insanları, insanlara ait nitelikleri, istek ve niyetleri, davranışları değerlendirirken başvurduğu bir kriter demektir. Bir örnek verelim: Ahmet iyi insandır. Niçin? İnsanlara elinden geldiğince yardım etmektedir. Çünkü insanlara yardım etmek iyidir. Değer bir inanç olmak bakımından, dünyamızın belli bir kısmıyla ilgili idrak, duygu ve bilgilerimizin bir terkibi demektir. Fakat değer, inancın spesifik bir şekli olmak itibariyle ondan daha yukarıda bir zihin organizasyonudur. Şöyle ki bir değer bir tek inanca değil, bir arada organize olmuş bir grup inanca tekabül eder. Yukarıda örnek verdiğimiz değeri misal alırsak, insanlara yardımcı olmanın iyiliği hakkındaki inancımız bizim insan ilişkileriyle ilgili çeşitli hayat tecrübelerimizden doğmuştur ve bunun içinde birden fazla inancın insanın kıymetine olan inanç, iyilik yapmanın vicdan huzuru vereceğine olan inanç, yardımseverliğin barışa yol açacağına olan inanç, Tanrının yardım edicileri sevdiğine olan inanç vs.katkısı vardır. (Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar)
- Görüyoruz ki insanların tatmin edilmek istenen ihtiyaçları, toplum tarafından ancak belirli bir düzen içinde karşılanırsa "meşru" ve "ahlaki" sayılmaktadır. Bazı sosyologlar hertürlü ahlak -dışı hareketlerin sebebini şu noktada görürler: Toplum insanlara birtakım hedefler göstermekte, fakat bazan onları bu hedeflere götürecek vasıtalardan mahrum bırakmaktadir.Mesela servet sahibi olmanın çok kıymetli sayıldığı bir yerde, eğer herkesin bu kıymeti elde etme imkanı olmazsa -ki olması pek beklenemez-o zaman bazı insanlar ahlak ve kanun dışı yollardan servet kazanmaya çalışacaklardır. (Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak)
- Bir ülkede milli eğitimin esasları bir devlet politikası halinde tesbit edilmedikçe, öğretmen karanlık orman içinde yol bulmaya çalışan bir insan olmaktan kurtulamayacaktır. (Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik)
- Filozof olarak tasavvufu bir felsefi sistem -tam Gazali'nin aksine- haline getirme yolunda ilk ciddi teşebbüs Suhreverdi'ye aittir. 1191'de halep'de eyyübi hükümdarının emriyle idam edildiği için 'maktül' veya 'şehit' lakabıyla anılan Suhreverdi, Plotinus'un sudür (emanation) teorisinden hareket ederek varlık kademeleri hakkında yeni bir görüş getirmiştir. (İslam Tasavvufunun Meseleleri)
- Macar süvarisi omuz omuza saflar halinde mızraklarla hücuma kalkınca önce Rumeli, sonra Anadolu askeri yarılarak yol verdi.Yıldırım hızıyla bizim merkeze doğru yürüyen Macarlar birden top atışları altında allak bullak oldular.Artık hiçbir hücum insiyatifler kalmamış, küçük gruplar halinde dağılmışlardı.Balı Bey'le Husrev Bey'in akıncı birlikleri de önden ve arkadan kıskacı kapatmaya başlayınca Macar ordusu için hiçbir ümit kalmadı.. ( Mohaç Meydan Savaşı / 1526 ) (Tarihte Türkler)
- "Batı" ile "medeniyet" kavramları birbirinin aynı değildir. (Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik)
- Diyonizos dininde ruhun mahiyeti ferdi olmaktan ziyade; bu adeta bir kabile ruhu idi ve fertler vasıtasiyle tezahür etmekle birlikte onlardan fazla birşey ifade ediyordu. Bu itibarla Diyonizos dininin mensupları müşterek bir ruhun parçalarını taşımış olmakla birbirine yakınlık ve bağlılık duyuyorlar, ruhun birliği cemaat arasında bir birlik getiriyordu. Pitagoras bu grup ruhu anlayışını muhafaza etti. Muhtemelen grup ruhunun kendi şahsında bir bedene kavuştuğunu kabul ediyordu. Kurduğu tarikat içinde her türlü ferdi çıkışın şüphe ile karşılanması, yapılan matematik keşiflerinin hiçbir şahsi isme bağlanmaması bunu gösteriyor. Pitagoras'tan 'Üstad' veya 'O' diye bahsediliyordu. O öldükten sonra, temsil ettiği grup ruhu müridleinin logos'u (kelam) olarak devam etti. Pitagorcular üstadlarının -ölümünden sonra- Tanrı'nın (Apollo) oğlu hatta bizzat Tanrı (Apollon Hyberoreios) olduğuna inanmışlardı. (İslam Tasavvufunun Meseleleri)
- Orkun Abideleri Türk milleti'nin binlerce yıllık tarihi boyunca meydana getirdiği eserlerin en başta gelenleridir; dünyada başka hiçbir milletin tarihinde bu derece edebi hakikatleri bu kadar yüksek bir edebiyat diliyle ortaya koyan eser bulunmaz. Orada Türk tarihinin ve Türk milletinin özü, taşlara kazılmıştır. Öyle ki, Türk 'ün bütün tarihi kaybolsa, sadece Orkun Abideleri' ne bakarak bu milletin yüksek medeniyetini, devlet kurucu dehasını, ahlak ve faziletini, askeri kahramanlığını, devlet ve kanun anlayışını öğrenmek münkündür. (Tarihte Türkler)
- Pitagoras bir tarikat kurmuştu ve orada müridlerine bu dünyanın geçici ve aldatıcı olduğunu, ruhun burada hapishane hayatı yaşadığını, ancak -görünmeyen- bir Tanrı ile mistik bir birlik kurmak sayesinde ruhun kurtulacağını öğretiyordu. (İslam Tasavvufunun Meseleleri)
- Milli tarih şuuru, milliyetçiliğin temelini teşkil ettiği için, ona en çok düşman olanlar da milliyetçilik aleyhtarlarıdır (Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik)
- İçlerinde ulubatlı Hasan adlı bir er surun üstüne Türk sancağını dikti. Bizanslılar büyük bir telaşa kapılmışlar ve ok yağdırmaya başlamışlardı. Ulubatlı orada şehid oldu, fakat sancağı bırakmadı. (Tarihte Türkler)