Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb - Cemil Meriç Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb kimin eseri? Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb kitabının yazarı kimdir? Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb konusu ve anafikri nedir? Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb kitabı ne anlatıyor? Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb kitabının yazarı Cemil Meriç kimdir? İşte Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Cemil Meriç
Yayın Evi: İletişim Yayıncılık
İSBN: 9789754706376
Sayfa Sayısı: 463
Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Kırk Ambar "bütün eserleri"ni yayımladığımız Cemil Meriç'in dokuzuncu ve -belki de- en önemli kitabı. Adeta bir "mefhumlar kamusu", "dağınık ve derbeder bir ansiklopedi". Üstâda göre, "kurmak istediği abidenin birkaç sütunuyla birkaç odası". "Bütün eserleri" yayına hazırlayan Mahmut Ali Meriç, bu "abide"yi önemine binaen iki ayrı cilt halinde yeniden düzenledi. Kırk Ambar'ın ilk cildinin başlığı "Rümuz-ül Edeb". Bu cilt, dünya edebiyatından yola çıkarak klasiğe, hümanizmden edebiyat sosyolojisine, romanın romanından edebiyat tarihinin tarihine uzanıyor. Cemil Meriç, bu uzun edebî yolculukta okuru düşünmeye davet ediyor. Kırk Ambar'da yolculuğumuz "pek yakında", ikinci cilt "Lehçe-t-ül Hakayık"la devam edecek...
(Tanıtım Bülteninden)
Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb Alıntıları - Sözleri
- ".. Şimdi dünyadayız , Aldananların , inananların , dövüşenlerin dünyasında .."~~~°°~~
- Bu dünyadan nasıl kaçacaksınız? Kaç kişi bir roman kahramanı olabilir? Çoğumuz özlediğimiz hayatı romanlarda yaşamaya kalkarız. Ve kitaba koşarız."
- "Şimdi dünyadayız. Aldananların, inananların, dövüşenlerin dünyasında.."
- "Ağlatmak istiyorsanız önce siz ağlayın. Gördüklerinizi anlamak için daha önce yaşamış olmalısınız. İnsan ancak yaşadığı kadarını görür, gerçek hayatında veya rüyalarında yaşadığı kadarını."
- İslamiyet, "ölülerinizi hayırla yadedin" der..! Asil bir ihtar. Ölülerinizi yani sizden olanları, aynı mukaddeslere inanan, Aynı kavgalara katılan, Aynı emel veya hınçları bölüşen insanları..!
- "Aşk manasını kaybetti. Roman neyi anlatacak?"
- Tarih boyunca, insanların uyuşmasına dayanan aralıksız bir ayıklama olur; yaşamaya lâyık yazılar kalır sadece.
- “Mekân ile zamanı aşacak insan. Bu kanatlanış, birleşmenin, birlikte düşünmenin eseri olacak. Birlikte düşünmek kişiliği ortadan kaldırmaz, geliştirir. Ama düşüncelerini başkalarınkilerle birleştirmek için, onları sevmek, onlarla kaynaşmak gerek. Kurtuluş bu şuurlanışta. Düşünen insanlığı hayata bağlayacak olan, maddî bir rahat değil, kendi kendini aşma, bütünleşmedir.”
- Ne ararsan bulunur,derde devadan gayrı.”
- Çağın eğilimi, bütün devirleri ve bütün ülkeleri yalnız maddeleriyle değil, mânâlarıyla da tanımak; teknik olarak taklit etmek değil, ruhuna da nüfuz etmektir.
- Evet, bir Balzac’ımız, bir Dickens’ımız, bir Dosto’muz yok belki. Ama bir Peyami, bir Kemal Tahir, bir Adalet Ağaoğlu. Avrupa’daki çağdaşları ile pekâlâ boy ölçüşebilir.
- Düşünce deruni bir lisandır. Kendisi ile konuşan insan hem 'ben'dir, hem de 'sen.'
- Klasik denilenlerin çoğu unutulup gitmiş zamanla. Klasiklerin en büyükleri yaşadıkları dönemde anlaşılmayanlar.
Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Muhteşem bir kitabı daha okumanın verdiği haklı gurur ile bu incelemeye başlıyorum. Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan çok sevgili sayın yazar/Cemil-Meric ' e şükranlarımı sunuyorum. Popüler kültürde hak ettiği değer kendisine pek verilmese de edebiyat eleştirmenliğinden, sosyolojiye ve hatta Lamia hanıma yazdığı aşk mektuplarına kadar edebiyat dünyamız için paha biçilemeyecek eserler vermiştir. Özellikle genç okurlarımıza tavsiyem Lamia hanıma yazdığı aşk mektuplarını okusunlar ve gerçek aşkı orada görsünler. Kitabımıza gelince Dünya edebiyatında birçok yeni tür ortaya çıkmıştı. Bu türlerin analiz edilmesi ve Türk edebiyatında topluma uygun bir dille anlatılması gerekiyordu. İşte bu açığı değerli yazarımız Cemil Meriç kapattı. Klasizm ve hümanizm hakkında çok ayrıntılı bilgiler verir. Mesela ''Hümanizm, insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnaî bir değer vermekse, İslâmiyet tek gerçek hümanizmdir.'' gibi muhteşem örnekler ile konuyu pekiştirir. İncelememi değerli üstadın zihnimize kazımamız gereken tespitleriyle bitiriyorum. ''Biz kıtalar arasında ezelî bir savaş olduğuna inanmıyoruz. Savaş Avrupalının ruhundadır: sınıflar arası savaş, milletler arası savaş… Nizamını bir türlü kuramayan bu tedirgin ruh, arzı geniş bir salhaneye çevirmiştir ve çevirmektedir. ASYA AVRUPALILAŞAMAZ, İSLÂM HIRİSTİYANLAŞAMAZ, TARİH IRMAĞI YERİNİ DEĞİŞTİREMEZ.'' Sevgi ve saygılar... (Özgür Beden)
Kitap incelemesinden ziyade yazarın hayatına dair bilgi içeren bir yazı yazmak istedim. Fikirleriyle, hayatıyla beni etkilemiş bir insandır kendisi. İncelemede yazdığım bilgilerin kaynağı; Kızı Ümit Meriç’in yazdığı: kitap/babam-cemil-meric--64303 Dücane Cündioğlu’nun yazdığı: kitap/bir-mabed-bekcisi--48551 TRT'de yayınlanan Türkiye’nin Ruhu Belgeseli ve İstanbul Valiliğinin Cemil Meriç’in hakkında yayınladığı yazılardan benim not ettiğim, altını çizdiğim yerlerin bir kısmı. Muhtemelen uzun bir inceleme olacak olsa da, konu Cemil Meriç olduğu için kısa bir özet olarak görülebilir. Fikir işçisi, Türkiye’nin ruhu, Aydın gibi sıfatları fazlasıyla hak eden Türkiye’nin yetiştirdiği ender insanlardandır kendisi. Çocukluğundan başlayacak olursak yakınlarının tasvirine göre; ‘’Kısa pantolonlu, gözlüklü, yalnız ve farklı.’’ Çocukluğu boyunca hayatının diğer dönemlerinde de olacağı gibi yalnız. Yaşıtları oyunlar oynarken o sütten kesildiği yaşta, dört yaşında okumayı öğreniyor. Mehmet Emin Yurdakul’un Türk sazı dergisini o yıllarda elinden düşürmüyor. Dört yaşında, dört numara miyop. Ailesini ve kendisini şöyle anlatıyor; ‘’Babam çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem bu yabani dünyada aşinası olmayan, hasta bir kadıncağız. Silik, mızmız. 12 Aralıkta doğan ben, hep itilip kakılmışım, düşman bir dünyada dostsuz büyüdüm. Daima başka, daima yabancı. Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçtım.’’ İlkokulu bitirip Antakya Sultaniyesine başlıyor, bu okul tam ona göre. Öğretmenlerinin bazıları iki doktora yapmış, mutasarrıflık, profesörlük ünvanı almış kişiler. Aynı zamanda farklı milliyetlerden öğretmenleri de var bu okulda. Fikir hayatına böyle bir ortamda atılıyor Cemil Meriç. Hatay’ın Fransız mandası olduğu bu yıllarda müfredatta buna uygun tabii. Birçok ders Fransızca okutuluyor. Bu sayede Fransız Edebiyatını çok daha yakından tanıma fırsatı bulmuş. Ama yalnızca Fransız Edebiyatı ile sınırlamamış kendisini, okuma yelpazesi çok daha geniş ve okuma sevgisi çok daha büyük. Yıllar sonra bu durumu şöyle anlatıyor; “Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Bu dünya, kitaplara açılıyordu; bu, sonsuzluğun erken keşfiydi belki de.’’ Çok okuyan, fikirlerini tartışmak isteyen bir insan kendisi fakat onunla tartışabilecek hiç kimse yok çevresinde. Her sene sınıf birincisi ama bu da yetmiyor ona ve yazmak istiyor. İlk yazısı ‘’Yerel gün’’ gazetesinde çıkmış. Ardından Hataylı Türklerin Fransız mandasına direnmesini destekleyen bir yazı yazıyor. Bu yazı Fransız İstihbaratının gözünden kaçmıyor, ‘’Fransız karşıtlığı’’ ile suçlanıyor ve okuldan artık hiçbir şekilde mezun edilmeyeceğini anladığından okulunu son senesinde bırakmak zorunda kalıyor. Bunun üzerine gözlerinin ışığı daha da sönmeye başlıyor bu yıllarda, altı numara miyop ve yine büyük bir arayışın içinde. Marksist bir anlayışa sahip, daha sonra ki durakları Ateizm ve Türkçülük olacaktır. Cemil Meriç’in arayışlarla geçen fikir hayatı kendi yaptığı bir tasnife göre şu dönemlere ayrılıyor: 1917-1925: Koyu bir Müslümandır. 1925-1936: Şoven milliyetçidir. 1936-1938: Sosyalisttir. 1938-1960: “Âraf” dediği kuluçka devrindedir. 1960-1964: Hint devrindedir. 1964’ten sonra ise sadece Osmanlıdır. 1933’de İstanbul’a taşınıyor ve Nazım Hikmet ile tanışıyor. Geçim sıkıntısının kendini gösterdiği bu yılları şöyle anlatıyor; ‘’Yıllarca aç kaldım ve koca bir şehirde yapayalnız. Gurbet ve açlık, bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç hiçbir zaman dolaşmamıştır. Temsil ettiği beşeri değerleri lekelememek için açlıktan kıvranmaya razı olan adam.’’ Ekonomik nedenlerden dolayı İstanbul’da tutunamıyor ve mecburen memleketine geri dönüyor. Kazandığı sınav sonucunda İskenderun tercüme odasına giriyor. Bu iş ona yeniden umut veriyor fakat çok uzun sürmüyor bu durum. Bir telefon emriyle aniden görevine son veriliyor. Ardından Hatay Aktepe’ye, Nahiye Müdürü olarak atanıyor. 22 gün sonra tekrar görevden alınıyor, yine bir telefon emriyle. 1939’da ise polis Cemil Meriç’in evini basıp tüm kitaplarına ve dergi koleksiyonlarına el koyuyor. Suçu ‘’Komünizm propagandası yapmak ve Bağımsız Hatay Hükümetini devirmeye teşebbüs.’’ Savcının talebi, idam. Cemil Meriç mahkemede muhalifliğinden ödün vermiyor ve ‘’Ben bir marksistim’’ diyor. Böyle bir cümle Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde ilk kez kullanılıyor. Bu dönemi ve gördüğü baskıyı şu satırlarla anlatmış; ‘’Herhangi bir Batı ülkesinde büyük bir fikir adamı olabilirdim. Ama ezdiler. Acaba daha ezilen kaç kişi var bu memlekette, her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye çalışan zavallı memleketim. Karanlığa o kadar alışmışsın ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor seni. Memleketim… En seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çeken memleketim.’’ İki ay tutuklu kaldıktan sonra beraat ediyor fakat geri kalan hayatı boyunca polisin takibinden kurtulamıyor. 1940 yılında yeniden İstanbul’a giderek yabancı diller yüksekokuluna kaydını yaptırıyor. Burada da hocalarının bilgi eksikliğini yüzlerine vurmaktan kaçınmıyor. Öyle ki Öğretmeni Sabri Esat Siyavuşgil, ‘’Evladım senin bu derslere hiç ihtiyacın yok ki, artık okula gelme’’ diyor. O da daha fazla kitapların dünyasına sığınıyor, Salâh Birsel tanıklık ettiği kitap tutkusunu şöyle anlatıyor; ‘’Gece gündüz okurdu. Bu yüzden gözlerinin gücünü her geçen gün biraz daha yitirirdi. Ne var ki o buna hiç aldırmazdı.Odasında masanın üstüne sandalyesini koyar, kendisi de sandalyeye çıkar ve kitabını ampule 30 cm uzaklıkta okurdu. Bunu, elektrik ampulünü aşağı kadar iletecek kordona verecek parası olmadığı için yapardı. Parasız oluşunun sebebi, eline geçen parayı kitaplara yatırmasıydı.’’ En sevdiği yazar, düşünce dünyasına onunla girdim dediği Balzac. Çeviriler yapmaya bir yandan da dergilerde yazdığı yazılarla para kazanmaya çalışıyor. Yalnızlıktan yakındığı 1942 yıllarında, Kerim Sadi’nin ısrarıyla Öğretmen arkadaşı Fevziye Menteşoğlu ile tanışıyor. Birkaç ay sonra ona, “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” şeklinde bir evlenme teklifinde bulunuyor. Fevziye Hanım’ın cevabı kısa ve net: “Cesaretimi takdir edersiniz” Ve evleniyorlar. Bu yıllarda yabancı diller okulundan mezun oluyor ve mecburi hizmetini yapmak için Elazığ’a tayin ediliyor. Savaş yılları açlık, sefalet ve kıtlığı beraberinde getiriyor. Ve Fevziye Hanım, aşırı soğuk yüzünden peş peşe iki çocuğunu düşürüyor.Cemil Meriç ise buz gibi salonda öğrencilerine eğitim vererek acısını dindirmeye çalışıyor. Fevziye Hanım 3.kez hamile kalınca İstanbul’a gidiyor, Cemil Meriç de bu yıllarda görevinden istifa ederek onunla beraber gidiyor. Geçinmek için gece gündüz Balzac çevirileri yapmaya devam ediyor. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Fransız Okutmanlığı görevine atanıp bir yandan da Sosyoloji üzerine dersler veriyor. Gözlerinde ki bozukluk daha da ilerlemeye başlamış. Bir bahar akşamı. Cemil Meriç, eşi Fevziye Hanım'la birlikte, akrabası Ahmet Çipe'nin konuğu. Sohbetler yapılır, yemekler yenir, çaylar içilir. Cemil Meriç'in gözlerinde 12,5 miyop ve kuvvetli hipermetrop vardır. Merdivenlerden inerken son eşiği göremeyen Cemil Meriç düşer. Bir şeyi yoktur. Ev sahibiyle vedalaşıp sokağa çıkarlar. Yolda yürürken, eşinin kulağına yaklaşıp şöyle söyler: "Fevziye, elektrikler mi kesik, hiçbir şey göremiyorum." 38 yaşında görme yetisini tamamen kaybetmiştir. Fakat bu durum bile onu hayattan koparmaz. En çok üzüldüğü şey, bir daha kitap okuyamayacak olmasıdır. Öğrencileri bu üzüntüsünü bildiği için her gün onun evine gelerek saatlerce kitap okur. Yine tüm eserlerini gözlerini kaybettikten sonra verir. Cemil Meriç, eserlerinde bilhassa Türkçe’nin hızla kan kaybetmesi ve mâzi ile aradaki çatlağın her geçen gün biraz daha büyümesi, bunun Türk toplumunun bugünü ve yarını üzerinde icra edeceği yıkıcı tesirler üzerinde durur. Bir düşünce geleneğinden mahrum olmaları yüzünden Eflâtun’un ünlü istiaresinde geçtiği gibi “mağara”ya kapatılmış olan Türk aydınlarının kısa zaman aralıklarında hızla burçtan burca savrulmalarına işaret eder. Gerçeğin kimsenin tekelinde bulunmadığını, dolayısıyla ona ancak ortak bir gayret ve açık bir zihinle ulaşılabileceğini, sağ-sol çatışması gibi Avrupa’dan ithal edilen suni kamplaşmaların Türk insanı ve aydınının zaten zayıf ve mecalsiz bırakılmış dinamiğini iyice körelteceğini, aydınların kendi kültür köklerini olduğu kadar dünya kültürünü, içine girmek için Tanzimat’tan beri çırpındığımız Avrupa’yı bile son derece yetersiz ve sığ bir şekilde tanıdığını belirtir. Öte yandan Jurnal Cilt 2’de Lamia Hanıma yazdığı mektuplar aşkın en saf ve en tutkulu halidir. Edebi değeri son derece yüksek bir eser. Gelelim 1980 yılında yayınlanan bu kitabına. Edebiyattan Felsefeye, Doğu Batı meselesinden, Oryantalizme kadar her konu ayrıntılı ve sade bir biçimde kendine yer bulmuş. Kendi söylemiyle kurmak istediği kütüphanenin bir kısmı ve yazdığı bir ansiklopedi. Anlaşılmasını temenni ettiğim bir insandır Cemil Meriç. Sıkıntıların, sorunların, baskıların yıldıramadığı kitap sevdası benzersiz, büyük bir ‘’Fikir Adamı.’’ Kendisininde söylediği gibi; ‘’Bütün hayatı vermekle geçti. Bilgisini, zamanını, kalbini. Başkalarında yaşadı, başkaları için yaşadı. Kendisinin olmayan bir dava yüzünden damgalandı. Ve uğrunda çarmıha gerildikleri onu taşladılar. Hayatı bir delinin yazdığı hikâye.’’ (Aykut Günaydın)
Uzun bir zaman birlikte yaşadığımız,kâh mutfakta çorba karıştırırken ,kâh okuma odasında bütün olanakların ve sessizliğin davetiyle, beni cümlenin kadim ve lâyezal sırlarına sürükleyen,uyuya kalıncaya dek,kâh öğlenden sonra puslu bir rüzgâr gibi önümde kıvrılan denize, bir kahve selamıyla sokulduğumda...Araya giren "Bağbozumu Şarkıları" ve ara ara içimi yoklayan "Otomatların Marşı "...Hepsine ama hepsine bir orkestra şefi vakarıyla yol gösteren,nahif ve duygulu...Meriç... Eserlerle âdeta gözgöze konuşurcasına sohbet meclisi kurmuş ,Dostoyevski,Hugo ve Aristoyla aynı anda müthiş bir diyalog yakalayıp sizin de onları keyifle dinlemenizi salık veren bir yazar...Meriç... Humanizma sanrılarıyla düşüncesi ve hissiyatı tir tir titreyen bir batı mistisizmi ve bunu anlamaya çalışırken,özverisi şevkatli bir el gibi edebistanin toprağında gezinen bir yazar...Meriç.. Romanın bütün dillerde özgürlüğü simgelediğini,bu özgürlüğün aslında dilde,üslupda,hikayede ve kurguda değil,bizzat romanın kendi serazer ruhunda boy veren,kendini kanıtlamaktan ziyade kendini kanıksamak özlemi olduğunu ,bana hissettiren bir yazar ...Meriç... O kadar çok not aldım ki,okunacak sayısız kitap olduğunu ve ömrümün bu uğurda asla kifayet etmeyeceğini bir kez daha farkettim :) Bana kalırsa bu kitap Edebiyat Tarihi bölümlerinde ders kitabı olarak müfredata dahil edilmeli.Sadece edebiyat okuyan öğrencilerin değil,kitap kokusunda huzur ve selamet bulan herkesin pek çok kazanımlarla mezun olacağı bir tedrisat... Üstad'ın noktasına, virgülüne kadar okuduğu eserlerle -kendi bakışına aşina olsun olmasın- kurduğu saygı ve edep bağı hayranlık uyandırıcı.Ezbere konuşmamak,ilimle hemhâl olmak bu olsa gerek dedim kendime... Ziya-de olsun... (Eylül Türk)
Kitabın Yazarı Cemil Meriç Kimdir?
Hüseyin Cemil Meriç (12 Aralık 1916, Reyhanlı - ö. 13 Haziran 1987, İstanbul), Türk yazar, şair ve düşünür.
Meriç’ten önce bir dönem, Şaman ve Yılmaz soyadlarını kullandı. Rumeli’den göçen bir ailenin çocuğudur. İlk ve ortaokulu Reyhanlı Rüştiyesinde(1928) tamamladı. Burada Arapça, Fransızca, Kur’an, tecvîd (Kur’an-ı Kerim’I uygun telâffuzla okuma), ahlâk okudu. Buradaki Türkçe öğretmeni yarım düzine şiir kitabı olan Ömer Halim Bey’di. Sonradan adı Fransız Lisesi (Lycéed’Antioche) olan Antakya Sultanisi’nde okudu, “benim üniversitem” diye andığı bu lisede Fransız ve yerli hocalardan özel dersler aldı. Ali İlmî Fânî’nın kılavuzluğunda Divan edebiyatının sihirli dünyasını burada keşfetti. Yine burada Bazantey’den Fransız edebiyatı tarihi okudu. 1936’da İstanbul’a giderek bir yıl Pertevniyal Lisesine devam etti. Buradaki öğretmenleri arasında Nurullah Ataç ve Reşat Ekrem Koçu da vardır. Bu arada Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi ile tanıştı. 1937’de kısa süre İskenderun’un bir köyünde öğretmenlik
yaptı, İskenderun Tercüme Bürosuna sınavla reis muavini oldu, bu işe beş ay devam etti. 1938’de Fransızlar tarafından Aktepe’ye nahiye müdürü tayin edildi, yirmi gün sonra işine son verildi. 1939’da iki ay hapis yattı, hakkında açılan dava beraatle sonuçlandı. 1940’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe Bölümünde bir süre okudu. Ancak üniversiteden çok kütüphanelere devam ettiği için bu bölümü bitiremedi. Birkaç yıl sonra aynı fakültenin Fransız Filolojisi Bölümünden mezun oldu (1944). Tayin edildiği Elazığ Lisesi öğretmenliğinden (1942-45) sonra hayatını kalemiyle kazanmaya başladı. 1946’da
sınavla İstanbul Üniversitesine Fransızca okutmanı olarak (1946-74) girdi. Bu arada bir yıl İstanbul Işık Lisesinde öğretmenlik (1952-53) yaptı. 1974’te emekliye ayrıldı.
Cemil Meriç, 1954’te görme yetisinin zayıflaması üzerine geçirdiği bir dizi ameliyat
sonucunda gözlerini kaybetti. Hayatının geri kalan kısmını bu şekilde geçirdi. Bundan sonraki dönemde okuma ve yazma konusunda yakın çevresinden yardım aldı. 1974 yılında emekliye ayrılınca tüm zamanını eserlerine ayırdı. 1942’de evlendiği Fevziye Menteşoğlu’ndan Mahmut Ali ve Ümit (Meriç Yazan) adlı iki çocuğu oldu. 1984’te geçirdiği beyin kanaması sonucu felç oldu, sıkıntılı ve uzun bir hastalık döneminden sonra vefat etti. Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi.
İlk manzumesini on bir yaşında iken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe”, "Yenigün" (23.9.1933) gazetesindedir. Ciddi anlamda ilk yazısı “Honoré de Balzac”, "İnsan" dergisinde (1941) yayımlandı. Aruz ve hece ölçüsüyle şiirler de yazmış olan Cemil Meriç, çok iyi özümsediği Batı düşüncesi ile Türkiye'nin batılaşması konularını incelediği eserleriyle tanındı. Batılı fikir ve sanat adamlarının adeta resmî geçitte olduğu eserlerinde Türk aydınlarının “müstağrib”leşmesini büyük bir yetkinlikle eleştirir, önce kendi kültürlerini tanımalarını ister. Yazılarında düşünür, sosyolog yanı ağır basar. Özellikle kullandığı bazı kelimeler mülkiyetine geçmiş gibidir. Kendisine has coşkulu üslubu ve temiz Türkçesi ile kırk kadar gazete, dergi ve ansiklopedi de yüzlerce makale yayımladı. Yazı ve çevirileri başlıca; İnsan, Amaç, 19. Asır, Gün, Yeni İnsan, Hisar (Fildişi Kuleden başlığı ile 1980'e kadar sürekli), Hareket, Yirminci Asır, Yurt ve Dünya, Yücel, Dönem, Çağrı, Türk Edebiyatı, Doğuş Edebiyat, Kubbealtı Akademi, Pınar, Köprü, Gerçek, Millî Eğitim ve Kültür gibi dergiler ile Yeni Devir (1980), Orta Doğu gazetelerinde yer aldı. Düşünce ve yazı hayatının en verimli yıllarında (1954’ten itibaren) gözleri görmüyordu. Okumalarına kızı yazar Ümit Meriç ve öğrencileri yardımcı oldu. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi ve Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de maddeler yazdı. Umrandan
Uygarlığa adlı kitabıyla 1974 yılında ve Kırk Ambar adlı kitabıyla 1980 yılında Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü aldı. 1981 yılında Türkiye Yazarlar Birliğinin Üstün Hizmet Ödülünü Mehmet Kaplan ve Emin Bilgiç ile paylaştı. 1982’de Kayseri Sanatçılar Derneği'nden inceleme dalında ödül aldı. 1986 yılında Kültürden İrfana adlı eseriyle aynı kuruluşun fikir dalı ödülünü kazandı.
Cemil Meriç Kitapları - Eserleri
- Jurnal
- Kültürden İrfana
- Mağaradakiler
- Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb
- Umrandan Uygarlığa
- Bu Ülke
- Bir Dünyanın Eşiğinde
- Işık Doğudan Gelir
- Sosyoloji Notları ve Konferanslar
- Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist
- Kırk Ambar 2: Lehçe-t-ül Hakayık
- Jurnal
- Bir Facianın Hikayesi
Cemil Meriç Alıntıları - Sözleri
- Klasik denilenlerin çoğu unutulup gitmiş zamanla. Klasiklerin en büyükleri yaşadıkları dönemde anlaşılmayanlar. (Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb)
- Kimse ne olduğumuzu bilmez, nasıl göründüğümüzü bilir. (Umrandan Uygarlığa)
- ... bireycilik şaşkınlıkların ve hataların kaynağıdır. (Işık Doğudan Gelir)
- Ve dünya bir gözyaşı vadisi, bir vehim, bir rüya... (Umrandan Uygarlığa)
- servet her olayın can damarı hiçbir şey yapmazsanız zengin değilsiniz herkesin emeli zengin olmak yeteneğinde ahlakın da ölçüsü para (Kırk Ambar 2: Lehçe-t-ül Hakayık)
- İnsana, doğru yolu gösterecek iki kılavuz: imanla ilim. (Işık Doğudan Gelir)
- |Ne yazık ki, deva illetten daha vahimdir. (Bir Facianın Hikayesi)
- “Vaktiyle bütün insanların kolayca kavradığı hakikatleri anlayamaz olmuşuz yavaş yavaş. İlâhi hikmet unutulmuş.” (Bir Facianın Hikayesi)
- Mümin Tanrısıyla gönül gönüledir. (Bir Facianın Hikayesi)
- Ne acılar kelimeye aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş altında söylenmeyen ne kaldı? (Jurnal)
- Kadının hayatında en bahtiyar çağ, bütün varlığını ailesine, bütün varlığını cemiyete verebildiği çağdır. Gerçek ve tabii bir heyecan. Kendi başkaları için çırpınır, başkaları onun için. Kadın çocuğu için hem sütanne hem terbiyeci, hem sevgili olduğu yıllarda bahtiyardır. (Kırk Ambar 2: Lehçe-t-ül Hakayık)
- Sevdiğim bir başkasına tutkun. O bahtiyar rakip de başka bir dilberin esiri. Bana da sevmediğim bir kadın âşık. Sevdiğime de, sevdiğimin sevdiğine de, beni sevene de, aşk Tanrı'sına da, kendime de yuhhh! (Bir Dünyanın Eşiğinde)
- sonra seni hatırlıyorum. birden zindanım aydınlanıyor. kuşlar cıvıldıyor içimde. (Jurnal)
- Ölmek, unutulmaktır. Hatırlandıkça yaşıyoruz. (Jurnal)
- Ne ararsan bulunur,derde devadan gayrı.” (Kırk Ambar 1: Rümuz-ül Edeb)
- Saint Simon, o güne kadar bir fakirler yığını olarak ele alınan işçi sınıfına sosyal bir kişilik kazandırır. Artık fakir yok, fakir işçi var. Fakir kilisede avlusundan çıkmış, keşkülünü fırlatmış, çalışan bir insan olmuştur. Yoksuldur ama çalışmak isteyen bir yoksul. Ve çalıştığı halde fakir kaldığı için ahlak ve iktisat açısından ilgiye değer. Yoksuldur çünkü ya hakkı olan ücreti alamıyordur ya da işsizdir. Saint Simon iktisada yeni bir vazife yükler: fakirleri göz önünde bulundurarak toplumu yeni baştan düzenlemek. Çoğunluk ön plana geçiyordur artık. Bakışlar ücret verenden ücret alana, topraktan fabrikaya, çiftçiden demirciye çevirilir. (Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist)
- “Aydın yanarak da aydınlatabilir, ama yıldızlaşacağını bilirse yanar, bir kova suyla söndürülen yangın olmak hazindir.” (Sosyoloji Notları ve Konferanslar)
- Bugünkü sömürgeleştirme, 14. asırda doğdu. İki ihtiyacın çocuğudur: Baharat ve altın. (Kırk Ambar 2: Lehçe-t-ül Hakayık)
- Şairin dediği gibi “Güleriz ağlanacak halimize”. (Jurnal)
- kitapları oldukları gibi saklamak ve gelecek nesillere aktarmak büyük bir titizlik ve sadakatle sürdürülen bir iş olmuştur. (Işık Doğudan Gelir)
Editör: Nasrettin Güneş