diorex

Kıssaların Dili - Mustafa Öztürk Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kıssaların Dili kimin eseri? Kıssaların Dili kitabının yazarı kimdir? Kıssaların Dili konusu ve anafikri nedir? Kıssaların Dili kitabı ne anlatıyor? Kıssaların Dili PDF indirme linki var mı? Kıssaların Dili kitabının yazarı Mustafa Öztürk kimdir? İşte Kıssaların Dili kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 01.07.2022 12:00
Kıssaların Dili - Mustafa Öztürk Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Mustafa Öztürk

Yayın Evi: Ankara Okulu Yayınları

İSBN: 9789944162258

Sayfa Sayısı: 368

Kıssaların Dili Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Bilindiği gibi yakın geçmişte Kur'an kıssalarının dili ve tarihsel değeri gibi konularla ilgili birçok şey yazılıp çizildi. Ne var ki konuyla ilgili literatür bu satırların yazarını pek tatmin etmedi. Çünkü hemen tamamı geleneksel bakış açısının ürünü olan bu çalışmalardaki temel düşünceler, Allah'ın kıssa aktarımında çok titiz bir tarihçi gibi davrandığı ve arkaik zamanlara dair anlattığı her şeyin tarihî gerçeklikle aynı mahiyette olduğu gibi bir ön kabule dayandırılmıştı. Hâlbuki kıssalar her şeyden önce insan içindi ve gerçekte insanı Allah'ın hoşnut olduğu bir insana dönüştürmek gibi çok esaslı bir maksada matuf idi. Daha açıkçası, kıssalar iman ve güzel ahlakla donanmış insanların teşekkülüne katkı sağlayan bir araç mesabesinde olup çok büyük bir kısmı ilâhî hitaba bizzat muhatap olan toplumun kültür dünyasına aitti.

Kıssaların Dili Alıntıları - Sözleri

  • Kur’an’daki anlatıma göre birçok halk zulüm diye ifade edilen tutum ve davranışlarından dolayı helak olup gitmesine karşın İsrailoğulları kendilerine gönderilen onca vahye rağmen kimi zaman buzağı heykeline tapınmaları, kimi zaman Hz. Musa gibi bir peygambere, “Sen ve tanrın beraberce gidin [o zorba halkla] savaşın” (5.Mâide 24) demelerine, kimi zaman kendi peygamberlerini öldürmelerine, yani kısaca zulmün, isyankârlığın ve nankörlüğün hemen her çeşidini icra etmelerine rağmen topyekûn helak edilmemişlerdir. Bu durum ister istemez şöyle bir soruyu akla akla getirmektedir: Âd, Semûd, Ress gibi birçok halk tarihin muhtelif dönemlerinde topyekûn helak edilirken ve galip ihtimalle bebekler, çocuklar gibi nice masumlar da bu helakten nasibini alırken, Tanrı aynı helak yasasını söz konusu halklardan daha büyük suçlar işledikleri su götürmez olan İsrailoğulları’na niçin uygulamadı? Yahut tanrısal yasanın (sünnetullah) işleyişinde veya en azından ilâhi helak prosedüründe böyle bir değişikliği iktiza eden, dolayısıyla Tanrı’nın özellikle Musa’dan itibaren sürekli olarak İsrailoğulları’yla meşgul olmasını gerektiren sebep neydi?
  • Gelinen bu noktada denilebilir ki Hâbil-Kâbil kıssası köken itibariyle İslâm öncesi din ve kültürlere aittir; ancak Kur’an bunu dinî-ahlâkî bir amaca matuf olarak kullanmıştır. Söz konusu amaç ise muhatapların dikkatlerini kin ve haset gibi hasletler ile çok kere bu kötü hasletlerin sebebiyet verdiği haksız yere insan öldürme fiilinin Allah katında nefreti mucip bir fiil olduğu gerçeğine çekmektir. Nitekim Kâbil’in Hâbil’i öldürmesinden söz eden kıssa sona erdikten hemen sonra şöyle denilmiştir: İşte bu yüzden İsrailoğulları’na bildirmiştik ki bir cana kıyma veya memleketi fesada boğma suçuna karşılık olması dışında her kim bir insanı öldürürse âdeta tüm insanları öldürmüş gibi olur. Buna karşılık kim de bir insanın hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur. (5.Mâide 32.)
  • İncillerdeki bilgiye göre (...) İsa çarmıha gerilmiş ve birkaç saat asılı kaldıktan sonra yakınları ile Romalı bir subay tarafından çarmıhtan indirilmiştir. İsa'nın bu süre zarfında acıya dayanamayıp bayılmış olması ve bu durumun Yahudilerce onun öldüğü şeklinde algılanması pekâlâ mümkün ve muhtemeldir.
  • Kur'an baştan sona tarandığında, kıssalarda zikri geçen olayların aktarımında kronolojik sürecin pek dikkate alınmadığı fark edilir. Dahası, peygamber kıssaları çoğu zaman fragmanlar hâlinde aktarılır ve bu aktarım biçiminde zaman, mekan ve aktörlere ait tarihsellikler çok kere müphem bırakılır.
  • (...) mitolojiler, dinî ve metafizik gerçeklikleri birtakım hayalî ya da düzmece öykü kalıpları içinde sunan anlatım ve aktarım biçimleridir. Bunun yanında mitler, felsefî soyutlamalar ve dinî önermelerle ifade edilemeyecek kadar karmaşık ve derin olan hakikatleri basite indirgeyerek anlatma/aktarma işlevi de görürler.
  • Kadim kültürlerdeki bu tür mitoslar İsa'nın bakire Meryem'den doğumunun da bir mitos olduğunu söylemeyi gerektirmez. Dahası, bakireden doğum, Allah'ın mutlak kudretine iman penceresinden bakıldığında yadsınacak bir hâdise olarak görülemez.
  • Kâinattaki her şey Allah tarafından yaratıldığına göre kötülük de onun mahlukudur. Daha açıkçası, kötülük Allah'ın kosmos planının zorunlu bir parçası olarak yaratılmış ve Kur'an'da da İblis ve Şeytan diye adlandırılmıştır. Iblisin cinlerden olduğunu ve cinlerin de ateşten yaratıldığını bildiren ayetler dikkate alındığında bu ismin soyut ama nesnel gerçekliği bulunan bir varlığa delalet ettiği söylenebilir. Bununla birlikte, kimi zaman iblisin diğer ismi veya sıfatı olarak kullanılan Şeytana ait özellikler hesaba katıldığında bunun Kötülüğe ilişkin bir kişiselleştirme olduğunu, dolayısıyla Kur'an'daki kıssanın âfak ve enfüsteki iyilik-kötülük çatışmasına dikkat çeken bir temsil olduğunu söylemek gerekir.
  • ..kıssalar iman ve güzel ahlakla donanmış insanların teşekkülüne katkı sağlayan bir araç mesabesinde olup çok büyük bir kısmı ilahi hitaba bizzat muhatap olan toplumun kültür dünyasına aitti.
  • Zira İslam akıl, ilim ve beşer fıtratına uygunluk, bireylerin ruhlarını arındırma ve kamu yararının gelişimini sağlama gibi temel ilkeler üzerine bina edilmiştir.
  • (...) biz özellikle "Hint-İslam Modernistleri" veya daha spesifik olarak "el-Kur'âniyyûn" (Kur'ancılar-Ehl-i Kur'an Ekolü) diye anılan çevrelerden farklı olarak mucizenin imkânını reddetmekten öte bunun fiilen vukû bulmadığını, dolayısıyla kıssalarda bildik anlamda mucize gibi tasvir edilen hâdiselerin aslında doğal olayların Allah-merkezli dil sistemine uygun biçimde formüle edilmesinden ibaret olduğunu düşünmekteyiz.
  • Peki, iman nedir? Bizce iman denen şey, sözlük anlamının da işaret ettiği üzere, nesnesini bilmekten, anlayıp kavramaktan ziyade güven duygusu içinde onun varlığını ya da doğruluğunu onamaktır.
  • İblis'in Kur'an'daki hikâyesini temsîlî addetmek gerekir. Kanaatimizce, insanın doğasında zaten mevcut olan iyilik ve kötülük dürtüsü (takva-fücur yahut hayır-şer)¹ arasındaki sürekli çatışmaya işaret eden bu hikâye ilk hitap çevresindeki kültür, bilgi ve algı düzeyine uygun şekilde kompoze edilmiş olup gerçekte sembolik ve/veya metaforik bir karaktere sahiptir.
  • Allah'ın yeryüzünde (fi'l arz) bir halifeye sorumluluk yükleyeceğini ve/veya yeryüzüne bir kalfa (halife) tayin edeceğini bildiren ayet (2.Bakara 30) Âdem'den önce dünyada insan veya insana benzer bir akıllı varlığın bulunup bulunmadığı meselesinin tartışmaya açılmasına zemin hazırlamıştır.

Kıssaların Dili İncelemesi - Şahsi Yorumlar

“Doğada olup biten bir şeyi kavrayamayınca doğrudan doğruya Tanrı’nın iradesine bağlamak suretiyle bildik anlamda “mucize” diye kavramlaştırmak, Spinoza’nın ifadesiyle, hem budalalıktan başka bir şey değil, hem de cehaleti kabullenmenin gülünç bir biçimidir.” Mustafa ÖZTÜRK ... Öztürk hoca, Türkiye’de en fazla “sapıktır, dinden çıkmıştır, oryantalisttir, katli vaciptir” gibi hakaretlere mazhar olan Akademisyen hocalardan. Lakin bunca hakarete rağmen, bu durumdan neredeyse hiç gocunmuyor. Çünkü; düşünmenin, üretmenin, irşad etmenin kaderinde, sapıklık ile itham edilmek; cehaletin ve kör taassubun kaderinde ise şiddet ve hakaret olduğunu çok iyi biliyor. Bu sebeple çoğu zaman başaramasada genellikle kin ve nefret duvarları ile örülerek paramparça edilmiş olan islamı, sevgi tohumlarıyla yeniden yeşertmeyi hedef ediniyor. ... Hali hazırda, bir fikre veya tespite katılmanın, şahsı taraf görmek veya göstermek için yeterli sayıldığı ve hunharca hain ilan edildiği ülkemizde, öztürk hocayı daha fazla anlatmanın sakıncalı olcağını düşünüyor ve yazıyı daha fazla uzatmıyorum. Sizler en iyisi beni daha fazla zor durumda bırakmayında kişisel geleneğim gereği 1000k üzerinde 10 üzerinden 8 vererek önerme zorunluluğu hissettiğim öztürk hocanın şu kitabını okuyun. Böylelikle, bilgi sahibi olmadan, fikir; anlamadan, hüküm sahibi olmanın zararını hep beraber idrak edelim. (Muhammet İkbal)

Kıssa-Mitoloji ilişkisi çerçevesinde yazılarak Kur’an kıssalarının akli bir şekilde değerlendiren kitaplardan biri. Hoca bu yüzden çok eleştirildi. Hocamızın üslubu güzel, yazı dili akıcı ve net. Okurken pek çok yeni kelime öğreniyorsunuz. Kitap büyük emek çerçevesinde yazılmış ve okunmaya değer. (Sümeyra N.)

Çok beğenerek okuduğum bu kitapta yazar, Kur'an kıssalarının tarihsel bir gerçekliği ifade etmeye çalıştığına odaklanmak yerine, kıssalarda ifade edilmeye çalışılan dinî-ahlakî mesajlara odaklanmamız gerektiği düşüncesinden yola çıkarak bazı "halk arasında meşhur" kıssaları bu açıdan incelemiş. Bununla beraber bu kıssaların, hitap ettiği o dönemde yaşayan insanların anlayış kabiliyetlerine uygun bir anlatım tarzına sahip olduğunu belirtmiş. Bu yüzden eksiğiyle gediğiyle olaylar(kıssalar), hitap edilen kesim tarafından bilindiği şekilde, müdahale edilmeden, anlatılmış (Allah anlatmış/göndermiş/vahyetmiş.). Çünkü bu kıssaları anlatmakta Allah'ın amacı, tarihi bir bilgi vermek değil, dinî-ahlakî bir mesaj vermek.. yazara göre. Kitabı okurken ilk bölümlerde aklıma gelen en baskın soru "Kur'an kıssaları o dönemin insanına uygun bir hitap tarzına sahipse, biz modern dünya insanına hitap etmiyor demektir, mi yani" olmuştu.. Ama okudukça bu sorunun cevabı kendi kendine ortaya çıkıyor.. Mustafa hoca hakkında sahip olduğumuz ön yargıları bırakıp "bu da bir bakış açısı, bakalım bana ne katacak" düşüncesi ile okursak, eminim herkesin payına bir şeyler düşecektir bu kitapta. Kıssalara bakış açısı, pek çok farklı kaynaktan yararlanarak konuyu değerlendirme, sonuç bölümlerinde de yazarın görüşünü açıkça ortaya koyma meseleleri açısından kitap, oldukça kayda değer. Not 1: Adem ve İblis hakkında yazdığı bölümlerden oldukça etkilendim. Not 2: mucize kavramı konusundaki açıklaması güzeldi. Not 3: Zihnimin şu an ne kadar dağınık olduğu, yazdığım bu yazının dağınık oluşundan belli olsa gerek :) Not 4 : Dağınıklık için kusura bakmayalım. Not 5: Ne aradığımıza göre elbette değişir elbet, kendimce, ben beğendim.. (Esma KAR)

Kıssaların Dili PDF indirme linki var mı?

Mustafa Öztürk - Kıssaların Dili kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Kıssaların Dili PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Mustafa Öztürk Kimdir?

1965’te Giresun/Keşap/Kaşaltı Köyü’nde doğdu. 1983’te Giresun İmam-Hatip-Lisesi’nden, 1987’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1987-1999 yılları arasında İçel/Mersin ve Giresun’da öğretmen olarak görev yaptı. 1998’de Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam BilimleriTefsir Anabilim Dalı’nda “Muvaffakuddîn el-Kevâşî: Hayatı, Eserleri ve Tefsirdeki Metodu” isimli teziyle yüksek lisansını tamamladı. 1999’da Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne araştırma görevlisi olarak atandı. 2001’de Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 2002’de Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Tefsir Anabilim Dalı’nda “Tefsirde Bâtınîlik ve Bâtınî Te’vil Geleneği” isimli teziyle doktorasını tamamladı ve bu çalışması Kitâbiyât Yayınları tarafından “Kur’an ve Aşırı Yorum” adıyla yayımlandı. 2003 yılındaÇukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim dalına yardımcı doçent olarak atandı. 2005’te “Kur’an’ın Mu’tezilî Yorumu: Ebû Müslim el-İsfahânî Örneği” isimli çalışmasıyla doçent, 2011’de profesör oldu. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı ve Temel İslam Bilimleri bölüm başkanı olarak görev yaptı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Mustafa Öztürk Kitapları - Eserleri

  • Kıssaların Dili
  • Kur'an-ı Kerim Meali
  • Kur'an'ı Kendi Tarihinde Okumak
  • Cahiliyeden İslamiyet'e Kadın
  • Kur'an ve Tarihsellik Üzerine
  • Kur’an Tarihi
  • Cumhuriyet Türkiyesi'nde Meal ve Tefsirin Serencamı
  • Meal Kültürümüz
  • Kur'an ve Yaratılış
  • Kur'an Kıssalarının Mahiyeti
  • Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur'ancılık
  • Kur’an, Vahiy, Nüzul
  • Kur´an ve Tefsir Kültürümüz
  • Tefsirin Halleri
  • Söyleşiler, Polemikler
  • Kur'an'ın Mutezili Yorumu
  • Kur'an Dili ve Retoriği
  • Kur'an ve Aşırı Yorum
  • Kur’an’a Çağdaş Yaklaşımlar
  • Tefsir Geleneğinde Anlam-Yorum, Nüzul-Siret İlişkisi
  • Kur'an, Tefsir ve Usul Üzerine
  • Tefsirde Ehl-i Sünnet - Şia Polemikleri
  • Karar Yazıları
  • Osmanlı Tefsir Mirası
  • Din Sermayesinden İktidar Devşirmek: Fetö
  • Tefsir Tarihi Araştırmaları
  • Riba ve Faiz - Nedir, Ne Değildir?
  • Mucize Nedir, Ne Değildir?
  • İlahi Hitabın Tefsiri-1
  • İlahi Hitabın Tefsiri 2
  • Siyaset, İtikad, Din
  • Nüzul Sırasına Göre Kuran-ı Kerim Meali Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri
  • Cihad Nedir Ne Değildir?

Mustafa Öztürk Alıntıları - Sözleri

  • Bu yoruma göre nefis, şehvetten uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşır ve onun rızasına erer. Şehvete düşkünlüğü ölçüsünde ise, ona ilahi gazap isabet eder. (Kur'an ve Aşırı Yorum)
  • Hal böyleyken, İslam geleneğinde vahyin geliş şekilleri hususunda yaygın kabul gören anlatım Hz.Peygamber ile Kuran arasındaki ilişkinin mekanik ve dışsal bir tablosunu sunmaktadır. Şöyle ki Cebrail mektup dağıtan bir postacı gibi geliyor ve Allah'ın mesajlarını Hz.Peygambere iletiyor. Oysa Kuran melekle ilgili olarak Hz.Peygamberin kalbine nüzuldan söz ediyor. İşte buna binaen Kuran yanlışlıklardan kesinkes uzak olması itibariyle tamamen Allah'ın kelamıdır fakat gerek Hz.Peygamberin kalbine indirilmesi gerek onun dilinden sadır olup tebliğ edilmesi hasebiyle de tamamen Hz.Peygamberin kelamıdır. (Fazlur Rahman-İslami Yenilenme Makaleler) Bize göre Fazlur Rahman'ın vahiyle ilgili bu görüşleri sıkıntılı hatta kendi içinde tutarsızdır... (Kur'an ve Tarihsellik Üzerine)
  • Sonraki bölümlerde daha etraflı biçimde ele alınacağı üzere bazı ayetlerde kıssalarla ilgili olarak zikredilen bil hak lafzı da "maksat ve gayeye matuf" manasındadır. Bu lafızdaki "ha" harfi, mülabeset, yani gaye ve hedefle alakalı ya da gaye ve hedefe matuf/mukterin olmak anlamı taşır. Bu itibarla, bil hak lafzı kıssanın tarihi gerçekliğe sahip olup olmaması meselesinden ziyade, esaslı bir gaye ve amaca yönelik olmasını, tabir caizse kıssanın hikmet ve adalet amacıyla aktarılmasını ifade eder. Made5/27-31. ayetlere konu olan Habil-Kabil kıssasının hemen başındaki ‘’vetlü aleyhim nebe’ebneyademe bil hak’’ ifadesinde kastedilen mana, "Adem'in iki oğluyla ilgili şu hadiseyi, oyun ve eğlence olsun diye değil, esaslı bir gayeye mebni olarak anlat" şeklindedir. İbn Aşur bu ifadenin "Habil-Kabil kıssasını İsrailloğulları kıssacılarının ekledikleri unsurlardan arındırılmış olarak anlatmak" manasına gelme ihtimalinden de söz etmiştir27Bunun yanında, söz konusu ifade, "Bu kıssayı doğru ve aynı zamanda önceki ümmetlere ait kitaplardaki anlatıma uygun biçimde anlat" veya "Gerçek nebi ve doğru sözlü biri olarak bu kıssayı anlat" şeklinde de izah edilmiştir. Netice itibariyle, "bi'l-hak" lafzından hareketle Kur'an'daki tüm kıssaların tarihi gerçekliğe sahip olduğunu ileri sürmek pek ikna edici görünmemektedir. Mamafih, özellikle geçmiş peygamberler ve toplumlarla ilgili kıssaların tarihiliğinden kuşku duymak da yersiz ve gereksizdir. Ancak burada söz konusu olan tarihilik yalın tarihi bilgi aktarımına karşılık gelmemektedir. Kıssaların sevkinde tarihi boşlukların doldurulması ya da tarihi açıdan yanlış bilinen hususların tashih edilmesi gibi bir hedef söz konusu değildir. Kaldı ki daha önce işaret edildiği üzere bazı kıssalarda kronolojik uyumsuzluklar vakidir. Diğer taraftan, ilk hitap çevresindeki insanlar Kur'an kıssalarını dinlediklerinde bunların tarihi olup olmadığı meselesiyle alakadar olmuş değildir. Çünkü onların şifahi kültürlerinde çok önemli bir yer tutan kıssa ve kıssacılık geleneğinde tarihilik ve gayr-i tarihilik gibi meseleler teferruat kabilindedir. Bunun böyle olduğu kas (kıssacı) kelimesinin geleneksel anlam ve kullanımından bile tespit edilebilir. Kur'an'ın nazil olduğu kültürel muhitteki insanlar arasında dolaşan pek çok efsane bulunduğu bilinmektedir. Bunların belki bir kısmı tarihi gerçekliği olmayan efsanelerdi; fakat azımsanamayacak bir kısmını da gerçek tarihi şahsiyetlerin rol oynadığı senaryolar teşkil etmekteydi. Bu ikinci tür kıssaların kaynaklığını büyük ölçüde Ehl-i Kitab'ın deruhte ettiği söylenebilir. Eski Ahit'teki tarihi anlatıların, beşeri katkılarla süslenen ve olağanüstü kılınan son şekillerini Kur'an'ın ilk hitap çevresindeki tarih edebiyatını yansıtan İsrailliyat ürünlerinde bulmak mümkündür. (Kur'an Kıssalarının Mahiyeti)
  • Bilindiği gibi Kur'an'daki en temel dinî öğreti ,vâcibü'l-vücüd olan Allah'ın mutlak birliğini ifade eden tevhid inancıdır.Kur'an, Allah'ın varlığının insan tarafından benimsenmesini sağduyu ya da selim fıtratın gereği saydığı gibi, O'nun birliğini de (tevhîd) aynı mahiyette kabul edilmiştir.Ancak O'nun birliğini ifade eden ayetler , varlığını belirten ayetlerden fazladır.Buna istinaden denebilir ki,"tanrının birliği sonucuna ulaşmak,bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sâdık kalmak,O'nun varlığını benimsemek zordur. Çünkü tanrının varlığı daha ziyade aklın fonksiyonunu ilgilendirdiği halde, birliği aklın yarısına iradenin eğitimine ve duygusal hayatın geliştirilmesine bağlıdır.(Bekir Topaloğlu,"Allah"DİA (Kur'an'ın Mutezili Yorumu)
  • Kur'an'ın nazil olduğu dönemde Ehl-i kitap arasında Allah'ın övgüsüne mazhar olmuş kimseler bulunduğuna göre, aynı insanların mevcudiyetinden bugün de söz etmek neden mümkün olmasın? Keza, küfrü gerektiren teslis inancından uzak duran Hıristiyan veya muvahhid Yahudiler, niçin dün olduğu gibi bugün de var olmasın? (Kur'an'ı Kendi Tarihinde Okumak)
  • Zira İslam akıl, ilim ve beşer fıtratına uygunluk, bireylerin ruhlarını arındırma ve kamu yararının gelişimini sağlama gibi temel ilkeler üzerine bina edilmiştir. (Kıssaların Dili)
  • Bugün artık, "Din nedir?" ya "Din diye öğrendiğimiz şeylerin ne kadarı gerçekten dindir?" gibi esasli soruların tartışmaya açılması ve bu konuya ciddi biçimde kafa yorulması gerekir. Aksi halde, selefin siyasetini akâid zannetme geleneğini ilelebet sürdürmemiz kaçınılmaz olduğu gibi, İslam teolojisinin deizm ve ateizm gibi yeni furyalar karşısında tutunamayacak olması da mukadderdir. (Siyaset, İtikad, Din)
  • Hz. Peygamber "Allah'ın talim ve teyidi olmasaydı ben Kuran'ı dile getiremezdim" inancındadır. Ancak Kur'an sonuçta Hz. Peygamberin diliyle formüle edilmiş bir kelamdır... (Kur’an, Vahiy, Nüzul)
  • Allah insanlara zerre kadar bile haksızlık etmez. Ne var ki insanlar kendilerine zulüm ve haksızlık ederler. [Yunus 44] (Kur'an-ı Kerim Meali)
  • Bir müminin görevi,onları ne kadar büyük mucizeler gösterdiklerini öne çıkarıp hayretler içerisinde kalmak değil,onların yüce ahlaklarıyla ahlaklanıp,diğer insanlara örnek olmaktır. (Mucize Nedir, Ne Değildir?)
  • Dinde zorlama yoktur. Dileyen iman, dileyen inkar etsin... (Cihad Nedir Ne Değildir?)
  • Tefsir Geleneğimizin Genel Kritiği (Rivayet-Dirayet ve Kur’an-ı Kur’anla Tefsir) İlahi Hitap Tefsirine Giriş C-I: İslam tefsir tarihinde üretilen klasik eserler genellikle "rivayet" ve "dirayet" olmak üzere iki ana başlık altında değerlendirilir. "Me'sûr Tefsir" (haber ve nakle dayalı tefsir) ve/veya "Tefsîru's-Selef" diye de isimlendirilen "rivayet tefsiri" nde öncelikle Kur'an esas alınır; ardından Hz. Peygamber'in sünnetine ve sahabeden menkul haberler ve görüşlere başvurulur. Son olarak tefsir sahasında ön plana çıkan Abdullah b. Abbas gibi sahabiierin rahle-i tedrislerinden geçmiş tâbîîlerin görüşleri dikkate alınır. Tefsir alanında salt bu kaynaklara dayalı olarak eser telif eden bir müellifin yaptığı iş, nakil ve nakilcilikle sınırlıdır. Zerkeşi'nin (ö. 794/1392) el-Burhân adlı eserindeki "müfessir nakilcidir" (Zerkeşi, el-Burhân, ll. 166.)şeklindeki tanımlama da bu tespiti doğrulamaktadır. Rivayet tefsiriyle ilgili bu tanımlamaya göre müellif kendisini seleften gelen haberleri derlemekle mükellef addettiği için kendi eserinde kendine ait bir görüş veya kanaatin yer alması söz konusu değildir.(33) İbn Teymiyye'nin bahse konu görüşleri modern dönemde "rivayet tefsiri"nin yaygın tanımı haline gelmiştir. İbn Teymiyye "Kur'an her şeyden önce Kur'an'la tefsir edilmeli derken, aslında "Siz susun, Kur'an konuşsun" demek istemiş ve böylece Kur'an tefsirinde ekol sistematiğine veya kişisel kanaatlere dayalı re'y ve te'vilin önüne geçmeyi hedeflemiştir. Fakat bütün bunları amaçlarken, "Kur'an'ın kendi kendine konuşmadığı gerçeğini atlamış olsa gerektir. Halbuki Hz. Ali, İbn Teymiyye'den asırlar önce Haricierin sözcüsü İbnü'l-Kevvâ'nın Sıffin savaşındaki hakem hadisesiyle ilgili olarak, "Bu konuda Kur'an hakemlik yapsın; biz susalım, o konuşsun" meal inde bir söz söyleyince, "Ne ki Kur'an konuşmaz, onu ancak insanlar konuşturur"(İbn Haldûn, Kitabû 'l-İber, ll . 635.)demiştir. Keza Abdullah b. Abbas'ı Haricilerle müzakereye gönderirken, "Onlarla tartışırken Kuran'la istidlalde bulunma; çünkü Kur'an çeşitli anlamlara/yorumlara elverişli bir metindir. Sen onlarla Sünnet üzerinden tartış" (Şerîf er-Radî, Nehcü 'l-Belâğa, s. 378; Suyuti, el-İtkan, I. 446.) demiştir.(37) Hz. Ali'nin bu iki çarpıcı sözü de "Kur'an'ın Kur'an'la tefsiri" denen şeyin metinde verili olmayıp çoğunlukla müfessirin kendi dirayetine ve mezhebi perspektifine bağlı olarak ayetler arasında bağ kurmasından ibaret olduğunu gösterir. İbn Teymiyye'nin Kur'an tefsirinde kişisel görüş ve kanaatlerin önüne geçmek maksadıyla dile getirdiği "Kur'an'ın Kur'anla tefsiri" önerisinin günümüzde çoğu zaman çok tekellüflü (zorlama) sayısız yorumun üretim mekanizmasına dönüşmesi de hakikaten ironiktir. Tefsir geleneğinde ikinci temel kategori "dirayet" veya "re'y tefsiri" diye isimlendirilir. "Re'y tefsiri" tabiri aslında oksimoron, yani "köşeli daire", "sabit değişken" ya da "özel halk otobüsü" gibi birbiriyle çelişen veya birbirine zıt anlamlar içeren iki kelime veya terimin bir arada kullanıldığı tuhaf bir tabirdir. Sözlükte, mastar olarak "görmek, düşünmek, zannetmek" gibi anlamlar içeren "re'y" lafzı aslında şahsi görüş, kanaat, çıkarsama demektir. Dolayısıyla ictihad ve te'vil (yorum) gibi terimlerle yakın anlamlar içerir. Nitekim dirayet tefsirine ilişkin tanım da rivayetin yanı sıra dilbilimsel ve edebi veriler, akıl ve re'ye dayalı yorumsal üretimler çerçevesinde ortaya çıkan tefsir diye içeriklendirilir. Fakat ne ilginçtir ki "rivayet" tefsiri tanımlaması İbn Teymiyye'nin "En güzel tefsir yöntemleri" başlığı altındaki formülasyonundan üretilmiş, dirayet tefsirine ilişkin tanımlama ise yine İbn Teymiyye'nin tefsirde çok esaslı biçimde itiraz ettiği akıl, re'y, dilbilgisi gibi hususların derlenip bir araya getirilmesiyle formüle edilmiş gibidir.(37) Esasen Abdürrezzak es-San'ani, İbn Ebi Hatim, Suyuti gibi müfessirlerin sırf rivayete dayalı tefsir eserleri aslında Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ud, İbn Abbas gibi sahabiler ile Mücahid, Katade, Dahhak, Hasen el-Basri, Said b. Cübeyr gibi tabi alimlere ait çok sayıda re'y ve şahsi görüşü de içerir. Dolayısıyla söz konusu tefsirlerin "rivayet" kategorisinde ele alınması sahabe ve tabiine ait re'y, ictihad, görüş ve yorumlara ilişkin merviyyatın taşıyıcı unsurları olmasıyla ilgilidir. Yoksa Abdürrezzak, İbn Ebi Hatim ve Suyuti'nin sırf merviyyatla dolu tefsirlerindeki her bilgi Kur'an'ın nazil olduğu günkü ilk ve özgün anlamı belgeleyen veriler değildir. Örnek vermek gerekirse, müellefe-i kulûba zekâttan pay ayırıp ayırmama meselesi, hırsızlık suçunun cezası, sevad arazisiyle ilgili ganimetlerin taksimi gibi çeşitli konular hakkında gelen bilgiler bu konularla ilgili rivayet tefsiri değil, Hz. Ömer'e ait re'y, ictihad ve uygulamaların nakliyle ilgilidir. Başka bir ifadeyle, bu bilgiler Kur'an vahyinin nazil olduğu günkü mana ve uygulamaya değil, Hz. Ömer'in halifeliği dönemindeki yorum ve uygulamalara dair nakillerdir.(39-40) Bu noktada "sahabe kavli" tabirinin salt vahyin nüzul ortamından ve bu ortamda Hz. Peygamber'in beyanlarından yorumsuz olarak aktardıkları bilgilerden ziyade, birçok sahabinin ayetler ve hadislerden kendi çıkarımları ve yorumlarına karşılık geldiğini de özellikle belirtmek gerekir. Başta Hz. Ömer olmak üzere İbn Mes'ud, Hz. Ali, Hz. Aişe, İbn Abbas gibi birçok sahabi Ehl-i re'y ekolünün öncüleri arasında sayılabilir. Buna karşılık Abdullah b. Ömer ve Ebu Hüreyre gibi diğer bazı sahabilerin re'y ve re'yci yaklaşımdan ziyade, nasların zahirini esas aldıkları ve bu yaklaşımlarıyla Ehl-i hadis ekolüne öncülük ettikleri tespitinde de bulunulabilir. Sahabe arasındaki bu iki farklı tutum, meşhur tabi alim Süleyman b. Yesar'ın (ö. 107 /725) "Abdullah b. Ömer kendisine sorulan sorulara çok kere 'Bilmiyorum' diye cevap verirken, İbn Abbas hemen hiçbir kimsenin sorusunu cevapsız bırakmazdı"(Zehebi, Tezkiretü 'l-Huffaz, I. 32.) şeklindeki ifadesinde kendini gösterir. Keza Hz. Ömer ile oğlu İbn Ömer de sahabe arasındaki iki farklı tutumun en tipik örneğidir. Bu iki tutumdan Hz. Ömer ve İbn Abbas Ehl-i re'y ekolünün, İbn Ömer ve Ebu Hüreyre Ehl-i hadis ekolünün ilk müslüman nesildeki temsilcileri olarak görülebilir.(40) (İlahi Hitabın Tefsiri-1)
  • Kur’an’daki hukukun bildik anlamda hukuktan çok daha fazla bir şey olduğunu, her şeyden önce Kur’an hukukunun zecri ve cebrî yaptırımlardan öte, ahlâkî ve İnsanî duyarlılıkları vurguladığını, vicdana çağrı yapmak suretiyle insanın ham, kaba, yoz tarafını törpülemeye çalıştığını söylemek mümkündür. (Cahiliyeden İslamiyet'e Kadın)
  • İslam, bir kültür ve medeniyet olarak, Kur’an merkezli nass (metin) ve te’vil (yorum) medeniyetidir. (Kur'an ve Aşırı Yorum)
  • Gerçekte Kur'an beşeri kültür ve medeniyet üzerine kırmızı bir çizgi çizmek için gelmemiş, bilakis tevhid ve temel İslâmî değerler istikametinde mevcut kültüre yön vermeyi hedeflemiştir. (Kur’an, Vahiy, Nüzul)
  • Geride bıraktığımız son beş-on yıllık zaman zarfında Türkiye'nin gözle görülür biçimde muhafazakârlaştığı yönünde yaygın bir kanaat var. Bu kanaate sahip çevrelerde muhafazakârlaşmadan maksat, ülke sathında dinî sembol, ritüel ve eğilimlerin geçmiş yıllara oranla çok daha fazla görünürlük arz etmesi, genel olarak dinîliğin halk nezdinde yoğun ilgi görür hâle gelmesidir. Gerçekten de son yılların Türkiye manzarasına bakarak böyle bir gözlem ve tespitte bulunmak mümkündür. Peki, mevcut durum gerçek manada bir dindarlaşmaya ve müslümanlaşmaya mı işaret etmekte yoksa “at sahibine göre kişner” özdeyişinde ifadesini bulan ve siretten çok surete taalluk eden bir dönüşüme mi karşılık gelmektedir? Bize öyle geliyor ki Türkiye'de giderek yaygınlık kazandığı söylenen muhafazakârlaşma gerçek manada bir dindarlaşma ve müslümanlaşma tecrübesinden öte, temelde AK Parti (AKP) iktidarıyla ilintili yapay ve sanal bir dinîleşme olgusuna tekabül etmektedir. Daha açıkçası, bu olgu bir yönüyle ya en azından belli ölçüde, memurundan amirine, medyasından bürokrasisine kadar devletin/ülkenin hemen her sathında ve katmanında, şu anki siyasal iktidar sahiplerinin dünya görüşlerine paralel bir görüşe sahip olma meramını anlatma, da böylece farklı beklentiler adına iktidar gücüne bir nevi yaranma gayreti şeklinde görünüyor; diğer bir yönüyle de siyasal iktidarın dinî değer ve sembollere çok sıcak baktığı algısıyla görece rahatlamış/normalleşmiş bir toplumsal vasatta kültürel ve folklorik halk dindarlığının daha fazla gün yüzüne çıkmasına işaret ediyor. Son yıllarda ve bilhassa Ramazan aylarında, neredeyse tüm ulusal televizyon kanallarında biteviye vaaz, irşad, dinî sohbet programlarının yayımlanması, bu topraklarda yaşayan halkın son zamanlarda tövbe-i nasuhla Allah'a yönelip adamakıllı müslüman olmaya karar verdiğinin bir göstergesi olmaktan çok, yayın konusu olan her şeyi rant imkânından ibaret gören medya sektörünün ülkedeki siyasal ve toplumsal konjonktürü akıllıca -belki kurnazca demek daha doğru olur- okumasının, dolayısıyla nabza göre şerbet vermesinin bir tezahürü gibi görünüyor. Nabız bir yönüyle siyasî iktidarin dinî referanslı dünya görüşüne, bir yönüyle de “Cemaat" diye ifade edilen fenomenin ürkütücü ruhaniyetine zorunlu atıflarla belirleniyor, dolayısıyla şerbet de tavan ya da kerhen bu duruma göre veriliyor. Evet, son yılların Türkiye'sinde dinden çok söz edildiği inkâr edilemez bir gerçek. Dahası, din her geçen gün ülkede çok daha fazla söze konu oluyor. Tabir caizse her taraftan vaaz, irşad ve nasihat yağıyor. Bu arada hakikat ile hurafe de çok kere birbirine karışıyor. Ulusal televizyon kanallarında dinî programlar yapan bazı zevatın binbir çeşit hurafeyle dolu dinî yayınları matbuatta bestseller olarak âdeta yok satıyor. Bu durum hem dinin popüler bir meta olarak tüketildiğini, hem de insanımızın dinden ne anladığını ve dolayısıyla muhafazakârlaşma denen şeyin, özellikle halk tabakasına yansıyan biçimiyle, Oruç Baba'da sirkeyle iftar açma âdetinin gitgide yaygınlaşmasından ya da Hırka-i Şerif ziyaretinde ağlayanların her geçen yıl artmasından daha derin(!) manalar taşımadığını gösteriyor. Kısaca, her geçen gün din ve dinîlik daha fazla söze mevzu teşkil ediyor ve fakat onca söze rağmen gerçek manada dindarlaşma ve/veya müslümanlaşma lehinde temel ve özsel bir değişim gerçekleşmiyor. 1970'li ve 80'li yılların Türkiye'sinde de dinden çok söz edilirdi. Diğer bir deyişle, anılan yıllarda da din tıpkı bugün olduğu gibi birçok söze mevzu teşkil ederdi. Ancak o zamanların din algısıyla bugünkü arasında ciddi bir fark vardı. Şöyle ki 1970-1980'li yılların Türkiye'sinde dinin söze konu oluş keyfiyeti geleneksel, kültürel ve folklorik bir mirası içselleştirmekten ziyade hemen tamamıyla ideolojik bir içermeye sahipti. Siyasal ve radikal İslamcılık diye tarihe geçen bu tecrübede din, bütün hayatı kuşatan ve doğal bir hâl olarak yaşanan bir fenomen olmaktan çok, “modern cahiliye” diye tanımlanan rejime alternatif bir siyasî nizam olarak görülür, dolayısıyla İslam da mevcut rejimden rövanş alma yolunda bir silah gibi istimal edilirdi. Hatta İslam'ı bu şekilde algılamak ve savunmak gerçek müslümanlık için yeterli şart gibi addedilirdi. Siyasal İslamcılığın Türkiye versiyonunda temel talep ve nihai hedef iktidar olduğu için, dinle ilişki hemen hiçbir zaman varoluşşal düzeyde tesis edil(e)medi. Üstelik siyasal İslamcılığın ideologları yerli olmadığından, başka tarihselliklerde neşvünema bulan ideolojik din telakkileri, sözgelimi Seyyid Kutub'un Mısır’ında, Mevdûdî'nin Pakistan’ında yaşanan ve bu coğrafyalardaki yaşanmışlıkları yansıtan din söylemleri, olanca radikalliği ve marjinalliğiyle bu topraklara transfer edildi. Tercüme eserler yoluyla gerçekleşen bu transferler neticesinde din adına sayısız dramlar ve trajediler de yaşandı. Dâru'l-harpler, tekfirler, cumasızlıklar hep o yıllarda tartışıldı. Müslümanlığın kıvamını Atatürk, Anıtkabir ve laik rejimle didişerek ifade etme deneyimleri de yine o yıllarda yaşandı. Hiç kuşku yok ki bu satırların yazarının da az çok içinden geçtiği ve bizzat tecrübe ettiği bir süreç olarak, bu topraklarda yaşayan onca müslüman anılan yıllarda Seyyid Kutub, Hasan el-Bennâ, Mevdûdî, Ali Şeriatî gibi isimlerin kitapları sayesinde başta tevhid ve şirk olmak üzere birçok temel konu hakkında çok şey öğrendi. Ancak bu dönemdeki öğrenme kalpten/gönülden çok, zihinde/fikirde makes buldu; dahası, İslam adına çok şey öğrenildi öğrenilmesine fakat bu öğrenme çok kere lafı kalabalıklaştırma, tartışma, kamplaşma, zıtlaşma ve marjinallikler yaratma gibi menfi sonuçlar verdi. Yine o dönemde İslam hakkında çok okunması ve çok konuşulması, müslümanlığı bütün bir hayat boyunca doğal bir hâl olarak yaşama arzusundan çok, rejimi İslamlaştırma ya da eskinin tabiriyle İslam devleti kurma idealine matuf idi. Bu durum İslam'ın temsilden çok tebliğ edilmesi gereken bir din olarak algılanması ve tanımlanması gibi bir sonuca da müncer oldu. Diğer taraftan İran'daki devrim Türkiye'deki siyasal İslamcılığın devletle ilgili zengin tahayyüllerini tahrik etti. O kadar ki bazı çevreler Şii-İmâmî gelenekteki imam, imamet, velayet-i fakih, mut'a nikâhı gibi birçok kavram ve uygulamaya bu topraklarda birebir karşılık bulma yoluna bile gitti. Hâsılı, söz konusu yıllarda başka diyarlara ait hikâyeler, ümmet ve ümmetçilik kavramlarının ılık ikliminde bizim hikâyelerimiz gibi anlatılmaya çalışıldı. Sonuçta arabesk şarkılardaki karamsarlık ve isyan dolu içeriği kendine hamledip durduk yere kendi hesabına sanal acı ve keder üretmekten zevk alan 80'li yılların varoş kökenli Türkiye gençleri gibi, aynı yıllarda siyasal İslamcılar da kendi sıkıntıları ve sorunları yetmiyormuş gibi başka coğrafyaların sıkıntılı ve sorunlu İslam yorumlarını kendilerine uyarlamayı yeğlediler. Ne var ki anlattıkları radikal İslam hikâyeleri kendi hikâyeleri değildi; bu yüzden zaman içerisinde radikallikten hem yoruldular, hem sıkıldılar. (Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur'ancılık)
  • İnsan bir bakıma dil,dil de birçok yönden toplum demektir (Kur'an Kıssalarının Mahiyeti)
  • Tarihselcilik, "Kur'an'ın söylediği her şey sadece nüzul dönemindeki muhataplar içindir, demek değil, tam tersine o gün müşriklere hitap eden ayetlerin muhatabı bugün pekâlâ müminler olabilir" demeyi de gerektiren bir okuma, anlama ve yorumlama biçimidir. (Kur'an ve Tarihsellik Üzerine)
  • Şura 24. ayette ise vahiy elçisinin ruhani, Hz. Peygamber'e nisbetinin ise içsel olduğuna işaret edilir. Bu itibarla, Cebrail'in insan suretinde vahiy getirdiği, Hz.Peygamber'le konuşurken Dıhye adlı sahabi veya bir Arabi kılığında görüldüğü yönündeki rivayetler sonradan uydurulmuş olsa gerektir. (Fazlur Rahman - Ana Konularıyla Kuran) (Kur'an ve Tarihsellik Üzerine)
  • Yeri gelmişken apolojik ve ideolojik saiklere dayanan bu tür çağdaş Kur'an-Meal üretimlerinden daha başka saiklere mebni ve aynı zamanda çok ilgi çekici üretimlerden de söz etmek gerekir. Bu bağlamda ister istemez zikretmek durumunda kalacağımız mealler(!) çağdaş Kur'an üretiminin de ötesinde Kur'an'ı düşünsel ve entelektüel fantezi nesnesine dönüştürmenin ibretlik örnekleri mesabesindedir. Bu örneklerden biri İlahiyatçı Salih Parlak'ın Bilgi Toplumuna Doğru Kur'an-ı Kerim Meal-Tefsir (2001 Yayınları, İstanbul 2001) adlı eseridir. İslam dünyasının birlik ve bütünlüğü, Müslümanların tatil kültürü gibi konularda da kendince orijinal fikirler üreten, sözgelimi, "İslam dünyası öyle bir organizasyona gitsin ki Cuma günleri lig maçları, 'Haram Aylar'da kupa maçları ve Hac mevsimi boyunca da final maçları yapılsın. Böylece İslam dünyası gençlik ve halklar düzeyinde bütünleşir." (Yeni Şafak Gazetesi, 22.11.2007) diyen Salih Parlak kurgubilimsel meal-tefsirinde astronomi, astroloji, bilim-teknik, sibernetik (güdümbilim} , psikokinezi (ruhsal devim}, parapsikoloji vb. popüler bilim dallan hakkında ne biliyorsa hepsini Kur'an'a uyarlamayı başarmıştır. 'Toplum artık bilgi çağına girdi, bu yüzden tefsir de sanal çağına girmeli" (Star Gazetesi, 29.01.2010) diyen, haliyle meal-tefsirler bilim-kurgudan da söz etmeli diye düşünen Salih Parlak bütün bu fantezilerine bilhassa İlahiyatçı akademisyen camianın kayıtsız kalmasını, "zamanımın ötesine hitap ediyorum, bu yüzden anlaşılamıyorum" diye izah etmiştir. Ancak Parlak'ın Adiyat 100/1-5. ayetlere ilişkin şu çevirisi ve açıklama notu okunduğunda kendisinin niye anlaşılmadığı(!) kendiliğinden anlaşılır: (1) Gaz püskürtüp tepkili itiş prensibiyle çalışan roketmotorlara... (2) Yanma odasındaki basınçla tepkime gösterip ateşleyenlere... (3) yıldız ışı yormuşçasına saldıran o ışın silahlarına andolsun: (4) deli edercesine çığlık, duman vb paniklemesinde onunla bir vurur, bir çekilir, (5) onunla bilgi toplar, hedefi ortalarlar ... Açıklama notu: Bu Mekki suredeki sıfat-fıillertn cemi müennes salim kipinde gelmeleri, bu roket motorların cansız veya pilotla yönetilir olmadıkları, bunların kendi kendini yönetir olmaları melek olduklarını sezinletmektedir ve bunlar yıldız savaşlarını anımsatan [Fil:3.) akıllı silahlardır. Mekki sure sözcüklerin her mekki sure gibi müteşabih olmaları sözcük anlamlarından biraz ötede mecaz olarak kullanabilmemize fırsat tanırken gerçek anlamlarının bilimsel gelişmeler ışığında anlaşılacağını sezinletmektedir. Roket-motorlar, genellikle uzay mekiklertnde kullanılır, ama stratejik güdümlü mermilerde kullanılan karma katı propergoller, birbirinden kimyasal olarak farklılık gösteren bir yakıt ile bir yakıcı karışımından oluşur.... Yıldız savaşları ve bilim-kurgu filmleıindeki silahların acaba çalışma tekniği aynı mıdır? İşte müteşabihlik çok güzel anlaşılmaktadır. (Cumhuriyet Türkiyesi'nde Meal ve Tefsirin Serencamı)

Yorum Yaz