diorex
Dedas

Makaleler 3 - Hüseyin Nihal Atsız Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Makaleler 3 kimin eseri? Makaleler 3 kitabının yazarı kimdir? Makaleler 3 konusu ve anafikri nedir? Makaleler 3 kitabı ne anlatıyor? Makaleler 3 PDF indirme linki var mı? Makaleler 3 kitabının yazarı Hüseyin Nihal Atsız kimdir? İşte Makaleler 3 kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 13.03.2022 14:00
Makaleler 3 - Hüseyin Nihal Atsız Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Hüseyin Nihal Atsız

Yayın Evi: İrfan Yayınevi

İSBN: 9789753710671

Sayfa Sayısı: 512

Makaleler 3 Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Toplum olaylarını anlamak ve açıklamak ancak onları tarih içindeki yerlerine doğru biçimde yerleştirmekle mümkündür.

Yakın geçmişimizin önemli düşünürlerinden biri olan Hüseyin Nihâl ATSIZ, hem çalışmalarıyla tarihimizin en eski dönemlerine kadar ışık tutabilen büyük bir tarihçi; hem atlıyı atından indirebilecek kadar güçlü bir yazar – şair; hem de Türklük Bilimi’nin ilgilendiği konularda kaynak sayılabilecek derecede önemli eserler veren bir Türkologdur.

O’nun:

“Daha çok yarın için kaleme alınmış olan bu yazılardaki tezlerin, yarının Türkçü tarih bilginlerince tartışılıp kabul olunacağını umuyorum.

Ümit en sonra terkolunan şeydir”

ifadesi, şimdilik 4 ciltte toplanmış olan MAKALELER’inde sergilediği düşüncelerinin önemini bir kat daha arttırmaktadır. MAKALELER, Türkiye’nin tarihsel dokusunu yeniden ve sağlıklı biçimde algılama uğraşını göze alacak geleceğin kuşakları için, çok daha ileri çerçevelerde tartışılıp değerlendirilmeyi gerektiren önemli ipuçlarını sergiliyor.

Makaleler 3 Alıntıları - Sözleri

  • Ahlak bir burjuva uydurmasıdır, derler. Sanki burjuvalar oturup işçiyi sömürmek için kurultay kurarak bunu icad etmişler gibi...
  • Kıbrıs’taki 100.000 Türk İçin savaşan Türkiye, şartlar hazır olduğu zaman neden milyonlarca öteki Türkler için çarpışmasın?
  • Meyhaneye veya kumarhaneye abone olan bir adamın İslâm dâvâsı gütmesiyle, bir fahişenin aile saadetinden bahsetmesi arasında hiçbir fark yoktur.
  • Tanrı insan idraki dışındadır. Kur'an, Muhammed'in talimatıdır. Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köpüren ağızlarına yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı'dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya, güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed'in gönlünden ve beyninden doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir.
  • Turancılık, bağımsız Türklerin devleti olan Türkiye sınırları dışındaki Türkleri kurtarmak demek olduğuna göre önce Hatay`ın kurtarılması, sonra Kıbrıs`ın yarısına el atılması Turancılık değil de nedir?
  • . Türkçüler! Sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her düşünceyi geride bırakarak, ateş yağmuru altında döküle döküle, fakat bir an durmadan Moskof’a karşı Köprüköy taarruzunu yapan Türk alayı gibi ülküye doğru ilerleyiniz. Bu ilerleme arasında düşenlere bakmak için bile bir an kaybetmeyiniz. Onları mukadderata, tarihin şeref yaprağına ve Tanrıya bırakarak yürümekte devam ediniz ve en büyük kahramanlığı yapsanız bile en küçük karşılığını beklemeyiniz. Tanrı Türk'ü Korusun! Orkun, 18 Ocak 1952,68. Sayı .
  • Said‐i Nursi, denilen adam, eskiden Said‐i Kürdi diye birtakım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanılacağını bilmekten aciz, Şafii mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında milli Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine "Bediüzzaman" demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ulumaktadır. Bediüzzaman, "zamanın harikası" demektir. Kürt Said, cidden zamanın harikasıdır. Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda bu bilgisizliği ve iptidailiği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın harikası, bundan daha fazla olarak da on binlerce, belki yüzbinlerce Türk'ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın harikasıdır.
  • Öğretmen, ahlak bakımından mükemmel bir insan olmalıdır. Yani seçkin bir zümreden olmalıdır. Hâlbuki bizde herkes öğretmen olmuştur. Ne ilkokul öğretmenleri için ne de ortaokul ve lise öğretmenleri için bir karakter seçimi yapılmıyor. Yalnız icap ettiği zaman bir imtihan yapılıyor, bunda da çok defa haksızlık oluyor.
  • Ey ahmaklar! Ey kafası işlemeyenler! Ey hainler! Fikir özgürlüğü anayasa, şeref, vatan, ahlâk ve millî çıkarlar düzeni içinde olacaktır. Türk Devleti’ni başka bir devlete bağlamak isteyen fikir, Türkiye’yi bölmek isteyen fikir, aileyi kaldırmak isteyen fikir, insanların güneşe tapmalarını isteyen fikir, fikir değildir. Kabul olunamaz, savunulamaz.
  • İkide bir yüzümüze çarpılan büyük günahlarımızdan biri de Turancılıktır. Turancıyız ne olacak?
  • Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve âşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur. Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lâzımdır.
  • İstatistiklerimiz Kürtleri bir buçuk milyon olarak gösteriyor. Gerçekte biraz daha fazladırlar. Çünkü istatistiklerimiz ırkları anadillerine göre ayırmakta olup İstanbul gibi batı şehirlerimizde oturup anadilini unutan veya Kürt olmaktan utandığı için kendisini “Türk” diye yazdıranlar da hesaba katıldığı takdirde iki milyon Kürt olduğu kabul edilebilir. Cevdet Sunay’ın “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür” demesine göre bu dağlı vatandaşlarımızın da Türk olması gerekir. Değildir. Ama, haydi kendimizi zorlayarak Türk’tür diye kabul edelim. Bir tarih öğretmeninin bıkıp usanmadan söylediği ve yazdığı uydurmaları kabullenerek dağlı vatandaşlarımız da Türk’tür diyelim. Diyelim ama neyleyelim ki onlar bunu kabul etmiyorlar.
  • Biz Tanrı Dağları’ndan doğduk. Onlar Pripet bataklıklarından fırladılar.
  • Türkçüler evlenecekleri kızın sağlık ve ırk durumuna ve bu hususta aşka esir olmamaya dikkat etmelidir. Bu türlü ihmallerin kısa ömürlü evlenmelere yol açtığı örnekleriyle sabittir.
  • Türkçülük, Türk ırkının tarihî ananesine dayanarak kadın hususunda hür düşüncelidir ve kadına saygı beslemektedir. Ancak kadının koket derecesine düşmesine de şiddetle aleyhtardır. Kadına saygı beslemek onu erkekle kayıtsız şartsız eşit tutmak mânasına gelmez. Tanrı’nın ayrı yarattığı iki cinsi bir tutmak tabiat kanunlarına aykırı bir eksantrikliktir. Kadınların her türlü öğrenimi yapmalarına ve bazı durumlar müstesna, her mesleğe girmesine taraftarız. Fakat aile yapısının korunması bakımından kadının her şeyden önce analık ve zevcelik vazifesini yapmasını isteriz.

Makaleler 3 İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Türkçülüğün yılmaz savunucusu Gökbilge Hüseyin Nihâl ATSIZ hatırasına... Tüm 1000Kitap kullanıcılarına esenlikler diliyorum. Bu mükemmel eserin incelemesine başlamadan önce hâlinizi hatırınızı sormak istiyorum, nasılsınız, iyi misiniz efendim? Eser Hüseyin Nihâl Atsız tarafından, Ötüken, Orhun, Kızılelma gibi dergilerde yazılmış makalelerin bir araya toplanmış 3. cildidir. Bu eserde Türklükten başka bir şey yok. 1930’dan 1975’e kadar Atsız Bey’in yazdığı Türkçülük Makalelerinden oluşuyor. Makaleler bir yere kadar Türkçülüğü anlatmakla, bir yere kadar Millî Şuur ve benzeri konuları anlatmakla, son bölümünde ise Türkçülük ve Türklük düşmanlarını tanıtmakla geçiyor. İlk bölümde yer alan makaleler Türkçülüğün sistemli bir fikir olarak ortaya koyulması açısından fevkalade önem taşıyor. Zira Arapçılığın, Moskofçuluğun, Kürtçülüğün bu kadar fazla olduğu bir dönemde Türkçülüğün yılmaz savunucusu dönemin olaylarını ve Türkçülüğün diğer fikirlere karşı nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini açıklar. Elbette hepinizin de tahmin edeceği üzere Türkçülük, Türk Milliyetçiliğidir. Bazılarının lanse ettiği gibi Kürtleri öyle asalım, Ermenileri böyle keselim, Yunanları şöyle öldürelim mevzusu değildir. Türkçülük, Türklüğe ve Türk milletine zararlı olan her şeye hücum eder. Çünkü “Ülküler taarruzîdir.” Zaten fikrine düşman olana dostluk beslemek ancak safların ve kötü niyetlilerin işidir. Türkçülük, iki temele dayanır: Soyculuk ve Turancılık. Soyculuk, Türk soyundan gelene muhabbet besleme, onun derdiyle dertlenme ve Türk devletinde sadece Türk soyundan gelenlerin görev alması fikridir. Turancılık ise bütün Türklerin bir olacağı düşüncesidir. Ancak garip bir şekilde insanlar Turancılara “Siz Emperyalist uşağısınız.” diyerek saldırmaktadırlar. Bu meseleyi, Ruslar Bulgar ve Slavlar için yapınca emperyalistlik olmuyor, Almanlar kendi soyundan gelenler için yapınca emperyalistlik olmuyor, Yahudiler bir Yahudi devleti kurmak için kaç bin Yahudi’yi uçakla İsrail’e getirince emperyalistlik olmuyor, ancak Türkler kardeşleriyle aynı devlet çatısı altında yaşamak isteyince emperyalistlik oluyor. Soydaşlarımızla bir olmak isteğimiz emperyalizmse, emperyalizm kutlu bir düşüncedir. İkinci bölümde anlatılan Millîlik mevzusu ise Türklerin nasıl insanlar olduğunu ve nasıl insanlar olması gerektiğini açıklar. Millî Şuur makalesi, Millî şuurun ne olduğunu açıklamak açısından çok doyurucudur. Diğer makaleler de aynı doyuruculuğu ve doluluğu taşır. Örneğin, “Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde doktorlar sahte rapor vermez. Okula gelmeyen öğrenci hastaydım diye yalan söylemez. Millî şuurun olduğu yerde hiçbir zaman yalan söylenmez. Kadınlar ve erkekler aşkı, millet ve vatan duygularından üstün tutmaz. Sancak kutlanır ve saygı görür. Milli renkler her zaman ululanır. Bayrak katlanmak için bile yere değdirilmez. Atalar mezarlarında hayvanlar otlamaz ve hele fâhişeler ve yabancı kanı taşıyanlar orada zina yapacak kadar müsâmaha görmez. Küçük büyüğün, öğrenci öğretmenin, memur amirin aleyhinde söz söylemez. Kadınlara saygı gösterilir. Kadınlar kokotloşmaz.” paragrafı sadece Millî şuurun ne olduğunu açıklamaya yeterlidir. Millî İktisat, Millî Eğitim, Millî Ahlak gibi millet açısından fevkalade önem arz eden bu hususları Atsız Bey kitabında çok açıklayıcı ve anlaşılır bir şekilde açıklamıştır. Devletin işleyişinde gördüğü aksaklıkları incelikle dile getirip ne yapılması gerektiğini de yazan Atsız, bazen sempatiyle karşılanmış olsa da dönemin Türk düşmanı olan bazı yöneticileri tarafından antisempatiyle karşılaşmıştır. Bir husus da dil, döneminden dolayı bazı yabancı kelimeler içerir. Son bölümde ise Türklük düşmanlarına ve bu düşmanlarla nasıl başa çıkılacağına yer veren Atsız, bazen bir ordinaryüs profesörle, bazen bir cemaatin başıyla, bazen de bir öğretmenle tartışmaktan çekinmemiştir. Çünkü Atsız, her şeyden yüce bir fikir olan Türklüğü savunduğu için bu fikri savunmaktan asla korkmamış ve yılmamıştır. Sosyalizm altına saklanan komünizmin ve İslâm altına saklanan arapçılığın ve kürtçülüğün Türklere nasıl zarar verdiğine ve bizi bitirmek için bir proje olduğuna değinmiştir. Örneğin SSCB’nin Türkiye Türkleriyle Orta Asya Türkleri arasındaki bağı kesmek için uyguladığı alfabe değişikliği buna en büyük örnektir. Kürt ırkına mensup insanların (bkz. Said-i Kürdî) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni nasıl bölmek istediğini, Türk çocuklarını İslâm adı altında nasıl zehirlediğini de çok güzel bir şekilde anlatmıştır Atsız Bey. Herkesin okuması gereken bazı mükemmel makaleler var, onları Ötüken Neşriyat, Türk Ülküsü adı altında bir kitapta topladı. Sanırım diğer yayınlarda da var. Bu eserleri her Türkçü okumalıdır ancak Türk Ülküsü’nü her Türk okumalıdır. Şimdilik sizlere veda ediyorum, kendinize çok iyi bakın, esen kalın. (ilteriş kağan)

Sözlerine Türkçülük – Turancılık başlığı ile başlayan birisine zamanında nasıl olur da Vatan Haini gibi bir başlık seçebilirler anlamıyorum. Türk Yurdunda, Türk Milliyetçisi bir insan olmak suç da Komünizm yahut Atsız deyimiyle Moskofçuluk mu serbest. Bazen aklımın almadığı gibi, adam gene de iyi dayanmı, sabretmiş ve cevap da vermiş diyorum. Şimdi olsa kim bilir neler olurdu neler. Zaten kitabımızda da bu konu sürekli işlenmiş, yazarımızın da Milli Dava dediği konu bu Türkoloji olmuştur desek bence yeridir. Türk kavramı akla ne getiriyorsa bunun işlenmesidir bu kitap. Kitabımızda Türk Irkı – Türk Milleti bölümünde siyahi insanlarla alakalı Atsız’ın bir cümlesi çok manidardır. Bundan da bahsetmek isterim. Hatta olduğu gibi koyayım daha anlaşılır olsun. “Zenci, Türk’e olan sadakatinde ötekilerden, muhakkak ki, daha samimidir.” Aslında bu bile her şeyi anlatıyor ve o zamandan beri de bizim milletle asla sorun yaşamayan ve ülkemizde yaşayan tüm siyahi kardeşlerimizin sevilme nedenini daha iyi anlıyoruz. Daha geçenlerde İstiklal Marşı duyunca ilkokul önünde saygı duruşuna geçen bir saatçi kardeşimizi görünce bunu daha manidar buldum. Kitapta bir sonraki konumuz Ahlak başlığı altına alınmış ki şu zamanda da bunun ne kadar önemli olduğunu bilhassa büyüklerimiz vurguluyor. Bir sonraki konumuzun da Milli Benlik olması beni şaşırtmadı. Gerçekten serinin bu 4 kitabı bana göre en iyi ve en mantıklı kitaplarıdır. Gereken cevaplar ve verilmek istenen mesajlar o kadar net ki. İnsanın bazı tarihi şahsiyetlerin gerçek yüzünü görmesi bakımından da önemli. Suna Kan kimse onun adına da üzüldüm. Sen misin ‘Ney’ ile dalga geçen. Hayır senin devrinde Atsız diye bir adam yaşıyor, bu adamın yaşadığı devirde sen bu tek sesli çalgıya hakaret edersen III. Selim’den başlayarak, Osmanlı Mehterine kadar her yerden seni yerin dibine sokar geri de çıkamazsın. Tutsana o çeneni. Medyatik olacağım derken neler geliyor başına. Atsız cidden çok hoşuma gidiyor yahu.  Kitabın asıl önemli noktası da ortasından itibaren diyebileceğimiz Kürt ve Kürtçülük akımından başlıyor. Atsız’ın yazıldığı gibi Kürtlere düşman olmadığını görüyoruz. Onun derdi bu vatan toprakları içerisinde başka bir devlet kurulması olayına bir karşı çıkış olarak gözümüze çarpıyor ki bu vatan ve uğruna yapılanları ben şu satırları yazarken Afşin bölgesinde de görüyoruz. Bir millet başka bir milletin kan ve savaş ile aldığı toprağı keyfiyetince özerlik ve terörist bir devlet haline getirmeye nasıl müsaade edebilir ? Bir de bunun en savaşçı Millet sahasında yapılmasına göz yumulmasını düşünmek Atsız’ın da dediği gibi Kürtçülük dahi olamaz. Bu olsa olsa Moskofçuluk olur ki Türk Milleti dedin mi Rusya ve Çin en büyük düşmanıdır, diğer Grupçuklar anca kısa süreli isyan edip imha edilenlerdir. Bu konuda da kendisine şiddetle hak veriyor, bundan rahatsız olanın da Atsız deyimiyle kendine gelmesi ve yaşadığı coğrafyanın değerini bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kitabımızı da böyle noktaladık. Kitabın sonunda Konuşmalar bölümü olarak 3 bölüm var. Buradaki yazıları da oldukça önemli buluyorum ve bir noktaya daha değinmeden edemeyeceğim. Koskoca sitede Atsız okuyucuları ve kitap incelemeleri gittikçe azalıyor hatta neredeyse bitiyor. Tamam bende roman falan seviyorum ama özellikle belli başlı takip ettiğim ‘Öğretmen’ olan insanların da bu okuyucu kitlesinden olmaması garibime gidiyor. Eh böyle bir kitaptan sonra son söz olarak da bir dua edersek Allah hepimize ya hayırlı öğretmenler versin ya da hayırlı öğretici olmayı nasip etsin diyor; herkese iyi okumalar ve hayırlı akşamlar diliyorum.. (Sadık Kocak)

dört seri halde olduğu için muhakkak hepsi elinizde olması lazım çünkü değerli bilgiler birbirine bağlantılı olduğu için bunu alayım da diğerini seneye düşünürüm gibi bir düşünce sizi bu kitaptan mahrum etmesinden başka bir şeye yaramayacaktır. (Muhammed Siyah)

Makaleler 3 PDF indirme linki var mı?

Hüseyin Nihal Atsız - Makaleler 3 kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Makaleler 3 PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Hüseyin Nihal Atsız Kimdir?

Hüseyin Nihal Atsız (12 Ocak 1905; Kadıköy, İstanbul - 11 Aralık 1975, İstanbul), Türk yazar, şair, tarihçi ve ideologdur. Nejdet Sançar'ın ağabeyidir. Yağmur Atsız ve Buğra Atsız'ın babasıdır. Rıza Nur'un mânevi oğludur.

Kendisini Türkçü ve Turancı olarak tanımlar.

Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi. 1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.

Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul Kadıköy'de doğdu. İlköğrenimini Kadıköy'deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askeri Tıbbiye'ye yazıldı. Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askeri Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır. Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.

Üniversite Yılları ve İlk Fikirler 1926 yılında İstanbul Dârülfünunu'nun Edebiyat Fakültesinin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünunu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuad Köprülü' nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmi'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türki-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur. Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu.

Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti'nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931'de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünunun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur. Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır. 1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâili Boratav' ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velidi'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir. 19 Eylül 1932'de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, Atsız Mecmuanın 17. sayısındaki 'Dârülfünun'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.

Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş, 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir. 13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramı'nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtlar Diriliyor" adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. "Deli Kurt" adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. "Ruh Adam" 'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. "Ruh Adam" 'ın devamı olarak "Yalnız Adam" 'ı yazacağını söylüyordu. Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi'nin 3. cildi idi. Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde "II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi" adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız'ın şiirleri "Yolların Sonu" adı ile kitap halinde basılmıştır.

Hüseyin Nihal Atsız Kitapları - Eserleri

  • Ruh Adam
  • Bozkurtların Ölümü
  • Bozkurtlar Diriliyor
  • Makaleler 1
  • Deli Kurt
  • Türk Ülküsü
  • Türk Tarihinde Meseleler
  • Yolların Sonu
  • Dalkavuklar Gecesi - Z Vitamini
  • Atsız - Basılmayan Makaleleri
  • Turancılık Milli Değerler ve Gençlik
  • Bozkurtlar
  • İçimizdeki Şeytan, En Sinsi Tehlike, Hesap Böyle Verilir
  • Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi
  • Atsız'ın Mektupları
  • Türk Edebiyatı Tarihi
  • Türk Ansiklopedisindeki Yazıları
  • Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar
  • Tarih, Kültür ve Kahramanlar
  • İstanbul Kütüphanelerine Göre Üç Bibliyografya
  • Üç Osmanlı Tarihi
  • Makaleler 2
  • Makaleler 3
  • Makaleler 4
  • Atsız Hikayeler
  • Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz
  • 15. Asır Tarihçisi Şükrullah, Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi
  • Orhun Dergisi
  • Çanakkale'ye Yürüyüş
  • Atsız'dan Adile Ayda'ya Mektuplar
  • Ebussuud Bibliyografyası
  • İstanbul Kütüphanelerine Göre Dört Bibliyografya
  • Kızıl Elma -Sayı 2
  • 900 üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu
  • Kızıl Elma Dergisi- Sayı 3
  • Türk Tarihinde Meseleler

Hüseyin Nihal Atsız Alıntıları - Sözleri

  • Geçmişin değerlerine saygı... İşte milliyetçiliğin ve ahlakın baş şartı.. Ne kadar inkilapçı olsak, yine geçmişe bağlıyız. Çünkü: Kökü mazide olan atiyiz! (Türk Tarihinde Meseleler)
  • Fakat Mustafa Kemal Paşa kabadayı adamdı. Dünya gazetelerinin ulumasına aldıracak tiplerden değildi. Cavid'i astırdığı gibi mason localarını da kapatmaktan çekinmedi. (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve âşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur. Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lâzımdır. (Makaleler 3)
  • Zaten hayat, birkaç hatıradan başka nedir ki? (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • “Bir milletin eski çağlarında yurt ve şeref için ölmüş olanların çokluğu, ilerde de böyle ölüler olacağının bir müjdecisidir. Geçmiş zaferler gelecek zaferlerin anası olduğu gibi...” (900 üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu)
  • Çanakkale müdafaası olmasaydı; Rus çarlığı devrilmeyecek ve İstiklal Harbi yapılamayacaktı. Bunu hiçbir zaman unutma Türk genci! (Çanakkale'ye Yürüyüş)
  • Sen nereye gidiyorsun? - Ötüken’e... Anayurduma... toprak ana vefasız oğullarını da bağrına basmaktan çekinmez... (Bozkurtların Ölümü)
  • "Türkler... Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip, kendini o soya bağlayan ve beyninde yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğu'dur." Bir de utanmadan ona ırkçı, kafatasçı diyorlardı. (Atsız'dan Adile Ayda'ya Mektuplar)
  • Osman Hanedanı'nın neslini bil: Babası Ertuğrul, onun babası Süleymanşah, onun babası Kaya Alp, onun babası Kızıl Buğa, onun babası Baytur, onun babası Aykulug Ağa, onun babası Tugar, onun babası Kayıt- nun, onun babası Baysunkur, onun babası Bakı Ağa, onun babası Sugançaf, onun babası Temür, onun babası Basak, onun babası Gök Alp, onun babası Oğuz, onun babası Kara Han, onun babası Kutluca Ağa, onun ba- bası Tozak. Böylece 38 kişidir ki Nuh Peygamber'in oğlu Yâfes'e çıkar (Üç Osmanlı Tarihi)
  • Yüreğinde daha büyük ve asil ümitler yaşıyor. (900 üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu)
  • Sen vatanın ne olduğunu biliyor musun? Vatan suçlulardan alınan rüşvet değildir. Vatan atalarının kılıcıyla alınan ve kanla korunan topraklardır. Senin atalarından bu topraklar için ölmüş kimse var mı? (Dalkavuklar Gecesi - Z Vitamini)
  • Münih’in beğendiğim ikinci özelliği trafikteki düzen oldu. Burada üç kişiye bir araba düşüyormuş. Bizimkilerin de arabası vardı. Şehrin içinde ve dışında arabaların gelip gidişi parmak ısırtacak bir intizamla oluyordu. Korna çalmak yasağı olmadığı halde korna binde bir, meselâ önde giden bisikletli çocuğu uyarmak için çalınıyordu. Caddelerin, yolların gerekli yerlerinde trafiğe ait levhalar göze çarpıyordu. Bunlar en dikkatsiz adamın bile görebileceği yerlerde ve herkesin okuyabileceği büyüklükte idi. Levhalar yalnız kaç kilometreyle gidilmesi gerektiğini değil, yolun nereye gittiğini, ilerde ikiye ayrılacaksa sağ ve soldakinin hangi şehir, kasaba veya köye gideceğini gösteriyordu. Şehir dışındaki anayollar çok güzeldi. Bunları cennetmekân Hitler yaptırmıştı. Bazıları çok genişti. Üç gidiş, üç dönüş olmak üzere altı sıralıydı. Bazıları daha dardı. Fakat yollarda kaç araba gidebilecekse yollar o kadar arabaya göre kireçle bölündüğünden düzen bozulmuyordu. Yolun ortasına bir kireç hattı çekilmişse orada yan yana iki araba gidebilir demekti. Bir ana yolda en yavaş giden sağdan gidiyordu. Daha hızlı giden soldan gitmeye mecburdu. Herhangi sebeple hızını kesmek isteyen araba sağ hatta geçiyordu. Tabiî bütün bunları önü ve arkayı kollıyarak yapıyordu. Almanlar’ın “Autobahn” (avtobân okunuyor) dedikleri bu anayollarda 120-150 kilometreyle gitmek cidden zevk oluyordu. Asfalt o kadar iyi dökülmüştü ki hiçbir sarsıntı olmuyordu. Şehrin içinde metro yapımına girişilmiş olduğu için birçok caddelerin yarısı trafiğe kapalıydı. Buna rağmen yine düzen sağlanmış, tıkanıklık önlenmişti. Trafik tıkandığı zaman 15-20 saniyeden fazla beklediğimizi görmedim. Bir de cumartesi ve pazar günleri bütün Almanlar kendi şehirlerinden başka bir yere gitmek âdetinde oldukları için arabasına atlayan autobahn’lara düşüyor, akşamın dönüş saatlerinde bazı ufak tıkanıklıklar oluyordu. O kadar… Şehirlerde bisikletle giden 60-70 yaşlarında kadınlara rastladım. Trafik düzeni sayesinde bunlar emniyetle çarşıya pazara gidip alışverişlerini rahatlıkla yapabiliyorlardı. Fakat bu araba bolluğu bana bir şey düşündürdü. Daima arabayla gezen, hiç yürümeyen insanların sağlık durumu ilerde ne olacaktı? Yürümenin sağlık için faydası belli. Acaba hiç yürümeye yürümeye günün birinde insanlar ne hale gelecekti. Amerika’da daha şimdiden beş milyon “şişmanlık hastası” olduğunu okumuştum. Millî gücümüzün bir kısmı, açlığa rağmen, cefalı işlerle, bu arada çok yürümekle sağlanıyordu. Parantez arasında bu düşünceyi de ekledikten sonra biz yine Münih’in trafiğine gelelim. Bundan ders almak lâzım. Türkiye’de öğretmenlerin görgü ve bilgilerini arttırmak için onları aylıklarıyla bir yıl için Batı ülkelerine göndermek konusunda bir kanun vardır. İyi uygulandığı takdirde çok yerinde bir kanundur. Fakat bu kanunun şoförlere tatbik edilmesi daha hayırlı olur. Bizim eğri omuzları oralara göndererek arabanın nasıl kullanıldığını, vatandaşlara karşı nasıl davranmak gerektiğini, lüzumsuz korna çalmanın edepsizlikten başka bir şey olmadığını onlara göstermek, biraz insanlık öğretmek pek faydalı olur. Münih temiz bir şehir. Sokakları süpürüp tozları çeken arabalar gördüm. Bazı Almanlar bana kuzey Almanya veya Hollanda’ya gidersem Münih’i pis bulacağımı söylediler. İstanbul’u düşündüm. Kendi kendime bir takım kararlar verdim. Fakat bu kararlar antidemokratik olduğu için açıklamaktan vazgeçtim. Demokrasi olsun da pislik devam etsin. Münih’te bir belediye var. Nizamları uyguluyor, İstanbul’da yok mu diyeceksiniz. Bilmiyorum. Belki vardır. Münih’te 40 metre karelik boş yer bulununca hemen apartmanlar yükselmiyor. Şehrin plânı var. Bir santim şaşılmıyor, İstanbul’da 100 metrelik doğru bir sokak bulamazsınız. Allah doğruluk fikrini kaldırmıştır. Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar trenle bir gidiniz. Yüz milyarlarca lira harcanarak şeddadî yapılar, güzel köşkler falan yapılmıştır. Fakat ne mimarlık üslûbu vardır, ne de belediye tüzükleri uygulanmıştır. Hani banliyödeki binaların arası en az altı metre olacaktı? Neden hepsi dört, üç metre ara ile dizilmiştir? Neden bazıları bitişik nizamdadır? Bunlara kim izin vermiştir? Bütün kanunsuzluklar yapanın yanında kâr mı kalacak? iktidara geçtiğimiz zaman bütün bunların hesabını soracak ve Anayasaya bir madde daha koyacağız. Türkiye’de en dar cadde 50 metre genişliğinde olacak ve nadir durumlar dışında apartmana izin verilmeyerek herkes bahçeli bir evde oturacaktır. Türkiye’nin toprakları buna yetmezse Boğazları kapayarak Marmara’yı kurutur ve parselleyerek devlet hesabına halka satarız!.. Münih, ikinci Cihan Savaşında epey yıkılmış. Bu molozları iki yere iki tepe halinde yığmışlar. Tabiî o molozlarla birlikte yıkıntılar arasında kalan ölülerin kemikleri de o tepelere götürülmüş. Bugün de iki tepe ağaçlıklı, yeşillikler içinde iki gezinti yeri olmuş. Bir tanesine çıktım. En tepedeki yazıtta: “Burada yatanlar için dua et” yazılıydı. Bundan daha manâlı bir yazıyı Birinci Cihan Savaşı ölüleri için yapılan anıtta gördüm. Bu bir meçhul asker anıtıydı. Birkaç basamakla inilen açık mezarda bir buçuk insan boyunda bir Alman askeri cephe kılığında yatıyordu, iyi bir mimarın elinden çıktığı belliydi. Yazıtında sadece “dirileceklerdir” yazılıydı. Bu söz bir milletin kendine inancını göstermesi bakımından ibret vericiydi. Fakat bu tevazu içindeki heybetli anıtı bir parça bakımsız ve ihmal edilmiş gördüm. Zamanımızın maddeci ve hayvanî havası içinde yurt ve şan için ölenleri anmaya elbette zaman bulunmazdı. Yine kendi vatanımı düşündüm. Çanakkale şehitleri için kampanya ile yapılan anıt pek basit kalmıştı. Oraya dikilmesi gereken anıt için de yine antidemokratik düşüncelere daldım. Bu anıta “inandılar, dövüştüler, öldüler” yazılacaktı. Bu sözün de kime ait olduğunu iyi bilmiyorum. Galiba Mustafa Kemal Paşa’nın olacak. Sözden söze geçerken Münih’in düzenini anlatmayı unuttum sanmayın. Unutmam. Bedriye Atsız’ın tek odalı kâşanesi 15 katlı üç apartmanın birinde bulunuyor. Bu üç apartman birbirine ne gölge düşürüyor, ne de manzarasını kapıyordu. Dipleri yeşilliklerle süslü. Çocuklar oynasın diye kum havuzları var. Aradaki beton yollarda biraz daha büyücekleri bisikletlerle gezip oynuyor. Bu apartmanların asansörlerine ise hiçbir diyecek yok. Çocuk arabası alacak kadar geniş ve altıncı kata beş saniyede çıkacak kadar hızlı. Sekiz kişilik asansöre giren sekiz kişinin her biri ayrı katın düğmesine bassa asansör kendi kendine kapandıktan sonra sekiz kişinin bastığı her katta durup otomatik olarak kapısı açılıyor, yine otomatik olarak kapanıyor ve herkesi sırayla istediği kata çıkarıyor. 15 katlı apartman, 1,2,3, odalı dairelerden mürekkep. Bedriye Atsız’ın tek odalı şahane dairesinin aylığı 321 mark. Resmî kuru falan bir yana bırakın. Bu, bizim parayla 1000 lira eder. Tam bir komprador işi. Demek ki zevcem yabancıyla iş birliği yaparak yoksul Türk köylüsünü sömürüyor ve “halkımız” gecekondularda yaşarken o, Avrupa emperyalistlerinin ülkesinde 1000 liralık villâda oturuyor. Sömürü düzeni.. Devrim.. Sosyalizm.. Mark.. Engels.. Gevara.. Ho Amca.. Yaşasın bilimsel sosyalizm.. Kahrolsun faşistler.. Falan, filân… Bu köşkte en çok hoşuma giden şey ne oldu, biliyor musunuz? Televizyon diyeceksiniz. Bilemediniz. Televizyon bir nevi ev sineması olduğu için sokak sinemasını görenlere pek o kadar mühim gelmez. Bu kâşanede benim için en mühim şey musluklardan 24 saat hem soğuk, hem de sıcak suyun akmasıydı. İstanbul’un Anadolu Maltepesi’ndeki konağımızda üç günde bir su aktığı için musluklarından daima su akan bir ev benim için Amerika’nın keşfinden ve aya gitmekten daha mühimdi. 34. vilâyet olan İstanbul’dan 68. vilâyet olan Münih’e vardığım gün içime düşen sıkıntı “bu kolaylıktan o zorluğa dönüş”ün kaygısı oldu ve öylece de kaldı. Fakat insan oğlu neye alışmaz ki?… Maltepe’ye döndüğüm gün düzeni büsbütün bozulmuş buldum. Evlere daha çok su vermek için açılan kuyulardan gelen suyun basıncı boruları patlatmış. Sonuç: Dört gün susuz kalmak. Eskiden evlere verilen su Kayışdağı suyu idi. İçimine doyum olmazdı. Şimdi bakkallardan şişelerle aldığımız suyu içiyoruz. İkinci Cihan Savaşından önce yıllarca Taşdelen suyu alıp içmiştim. Günün birinde bunların Terkos suyu olup satan tarafından aldatıldığımızı gazetelerde okumuştum. Bu yüksek ticaret zekâsını gösteren zat asîl bir Rum vatandaşımızdı. Herhalde bir hafta hapis, 100 lira para cezasıyla kurtulmuştur. Münih’teki kâşanemizde, her evde olduğu gibi bir de televizyon vardı. Eski bir alet olduğu için renkli yayın seyredemiyorduk. Televizyon akşamdan gece yansına kadar yayın yapıyor, çok defa beni bile meşgul ediyordu. Çok faydalı şeyler de gösteriliyordu. Bir defa Avusturyalıların yaptığı bir Anadolu gezisini, bir defa Moğolistan’ı, bir defa da Yemen’i seyrettik. Avusturyalıların Anadolu gezisi hem çok öğretici, hem de Türkler’e karşı dostluk duygularıyla doluydu. Bilim adamları tarafından çekilmişti. Bizim bilmediğimiz bir takım Anadolu hayvanlarını gösteriyor, yalnız Türkiye’ye mahsus manzara, kültür ve sanatı yayınlıyordu. Moğolistan’a ait olan bizim için çok yeni ve orijinaldi. Başkentleri olan “Ulan Bator” (Eski adı “Urga”) gökdelenlerle çadırların yan yana sıralandığı bir şehirdi. Moğol güreşleri seyrettik. Bizim Türkistan güreşlerinin aynıydı. Moğollar genellikle gürbüz ve boylu adamlar. Kora savaşında da komünist cephe askerleri arasında bulunan iriyarı Moğollardan gazeteler bahsetmişti. Fakültesinde Moğolca da okuyan Buğra bu yayını gördükten sonra ilerde Türkiye’nin Moğolistan elçisi olmaya ve elçiliği bir Kazak çadırında kurmaya karar verdi. Yemen’e ait olan yayında Yemenlilerin iptidailiğini bütün acılığı ile seyrettik. Yemenlilerle evli iki Alman kadınından birini de gördük. İkinci kadının filminin çekilmesine kocası izin vermemiş. Birinci kadının evini ve çocuklarını gösterdi. Bu Alman kadını kendi evine bir miktar medeniyet getirmişti. O kadar. Televizyon yayınları arasında polis, kovboy, spor, aşk filmleri, 10-15 yıl önceki filimler, bir de modern sanat denilen kepazelikler vardı. Bazı futbol maçlarını bütün tafsilatıyla seyrettik. Almanlar güzel futbol oynuyor. Paslar yerini buluyor. Yalnız yanındakine kısa pas vermek değil, bazen sağ haftan sol açığa uzanan ve yerini bulan paslar da veriliyordu. Almanlar takım halinde oynamakla beraber çok güzel çalım yapmasını da biliyorlar. Bu çalım bizimkilerin çalımlarından başka türlü bir şey. Bir defa da Avusturya’nın “Avusturya” takımı ile Sovyetlerin “Kiyef Dinamo” takımının maçını gördük. Ruslar çok kalleşçe oynuyorlardı. Tekmeler, arkadan çelme takıp düşürmeler gırla gidiyordu. Bir seferinde bir Rus oyuncusu kendisini yere atarak yüzü koyun yattı. Sözde kendisine faul yapılmış olduğu intibaını vermek istiyordu. Aldıran olmayınca birden bire sırtüstü döndü. “Beni gören yok mu” der gibi çevresine bakındı. Yine aldıran olmayınca yerden fırladı ve oyuna devam etti. Avusturya televizyonu bu numarayı iyi yakalamıştı. Ruslar hakkında hüküm vermek için birebir sahneydi. Televizyonda iki nokta dikkatimi çekti. Birincisi: Erkek ve kız spikerlerin yakışıklı ve güzeller arasından seçilmesi ve düzgün bir Almanca konuşması.. Bizim radyodaki kız spikerlerin güzellik derecesini bilemiyoruz ama Türkçe’yi yanlış konuşmaları ve “zarar”, “yarar” kelimelerinden ikinci hecelerini uzatarak “zararın ne kadar olduğu bilinmiyor” yahut “Kızılay yararına temsil verilecektir” gibi çok yanlış söyleyişlerle konuşmaları insanın “moralini” bozuyor. Kız spikerlerimizin sesleri ise hiç de güzel değil. Güzel sesli spiker olarak bir “Sevinç Yemişçi” Hanım var. İstanbul radyosunun parazitsiz olduğu akşam ve gece yayınlarında dinleyiniz. İnsan, kadın sesi olarak hep böyle ses işitmek istiyor. Türkçe’si de pürüzsüz. Şimdiye kadar, dilimize Fransızca’dan girmiş bir kelimeyi biraz yanlış söylediğini hatırlıyorum. Önündeki yazılı metni okurken şaşırmıyor, kekelemiyor. Ses tonunu çok güzel idare ediyor. Öteki kadın spiker ise.. Tanrı korusun.. Belli ki hep Amerikan kolejlerinde okumuşlar. 18 Kasım akşamı, saat 21’deki “24 saatlin olayları” haberinde, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Azerbaycan Cumhuriyetini ziyaretini anlatan bayan spiker “Azerbaycan”ı “Azerbeycan” okuduğu gibi Sunay’ın karşılayıcıları arasında bulunan ve bültende şüphesiz “Iskenderov” imlâsı ile yazılan Azeri büyüğünün adını da yanlış Amerikan ağzı ile “İskendero” şeklinde “v” yi yutup “o” yu uzatarak okudu. Bu yanlış okuyuş bana yıllarca önce İstanbul’a gelen ünlü Alman Türkologlarından Prof. Spuler (okunuş: Şpûler) in radyoda tanıtılmasını hatırlattı. O zamanki bayan da İstanbul’a Prof. “Şapler” in geldiğini ilân etmişti. Yalnız İngilizce isimleri doğru okuyup (onun da doğruluğunu Tanrı bilir) öteki adları berbat etmenin mânâsı ne? Ya hepsini doğru okuyun, yahut hepsini Türk söyleyişi ile söyleyin. Televizyonda dikkatimi çeken ikinci nokta meteoroloji raporu sırasında gösterilen Almanya haritası oldu. Bu haritada yağmurlu, bulutlu, güneşli geçecek bölgeler yağmur, bulut ve güneşle gösteriliyor, her bölgenin gece ve gündüz ısı tahminleri termometreyle belirtiliyordu. Asıl mühimi, Almanya’nın savaştan önceki sınırları ile aksettirilmesiydi. Almanlar bütün yumuşak başlılıklarına, hatta resmî şahsiyetlerinin zillet derecesine varan davranışlarına rağmen yeni sınırları kabul etmiyorlardı. Almanya’da Almanlık ruhu yaşıyordu. Bunun bir örneğini 22 Eylül 1969 Pazartesi akşamı televizyondaki “Haça Karşı Gamalı Haç” adlı bir filimde seyrettim. Adına göre bunun Hitler ve Nasyonal Sosyalizm aleyhinde olacağı sanılırdı. Fakat öyle çıkmadı. Tarafsız, objektif bir röportaj niteliğinde kaldı. Filim, İkinci Cihan Savaşında Münster şehrinin başına gelenleri anlatıyordu. Münster, Almanya’nın kuzey batısında muhafazakâr bir Katolik şehri, Amerikan hava saldırıları ile yıkılmış manzarası gösteriliyordu. O zaman galiba 16 yaşında olan bir Alman kızının gizlice aldığı filim de yayına eklenmişti. Bugün o şehirde yaşayan Almanlar’dan birçoğunun hâlâ Hitlerci olduğu anlaşılıyordu. Bunlar, bazı yanlışlarına rağmen Hitler’in iyi işler yaptığını söylediler. Hele bir tanesi: “Ben Nasyonal-Sosyalistim. Fakat her şeyden önce Alman’ım. Almanya’nın üzerine bu kadar çirkef atan bugünkülerin Allah belâsını versin” dedi. O zaman gizlice filim çeken kızın bugünkü halini de gördük. Elli yaşlarında bir kadındı. Görmüş geçirmiş insanlara has sakin bir duruşu vardı, işgalde kendisine üç Amerikan askerinin tecavüz ettiğini söyledi. Spiker “bunlar Zenci mi idi” diye sorunca da “hatırlamıyorum, o zamana ait hiçbir şey hatırlamıyorum” diye cevap verdi. Yine gizlice çekilmiş bir filimde tutsak edilmiş Alman askerlerinin elleri havada olduğu halde sevk edilirken her iki taraflarında sıralanmış olan Amerikalılar tarafından yumruk ve tekme yağmuruna tutulduğu görülüyordu. Ben Amerikalıların bu kadar zebunküş ve kahpe olduklarını tasavvur etmemiştim. Fakat bu manzara gösterilirken spiker: “Batıda da hırsızlık ve ırza geçme çok oldu ama buna rağmen bu işler doğuda Ruslar’a tutsak düşmekten çok hafifti” diyordu. Filimin sonu ibret vericiydi. İkinci Cihan Savaşındakilerle bugünküleri resimlerle ölçüştürüyordu. O zamankiler siperlerde tarih yaratmak için çarpışıp ölüyorlar, tutsak düşüp tipi altında saatlerce bekletiliyorlar, fakat vakarlarını kaybetmiyorlardı. Spiker: “Şimdikilerse tarihten mahrum olmak için yaşıyorlar” dedi. Tarihsiz olmak.. Yani hayvan olmak.. Ekranda karşımıza karı kılıklı, saçı uzun, pis, yanşak heriflerle vesikasız, hayvan yüzlü genç orospular çıktı. Dondurmayı, bir köpeğin çanak yalaması gibi yalayarak yiyorlar, haysiyetsizce sırıtıyorlar, mukaddesatla alay ediyorlardı. Bu hayvansı heriflerin hakikilerini Münih’in “Şıvâbing” (Almanca yazılışı galiba Schwabing) denilen semtinin bir köşe başında da görmüştüm. Bir kısmı yere oturmuştu. Kimsenin onlara aldırdığı yoktu. Televizyon’un öğretici olması dolayısıyla değerlendirmeli, ailede huzuru kaçırmak gibi yönleri olduğu da unutulmamalı ve bunun mutlaka çaresi bulunmalı. Fenerbahçe-Galatasaray maçının televizyonda gösterileceği akşam liseli bir “amigo” ertesi günü matematik yazılısı olsa bile onu başka bir odaya sokup da dersini çalış demek zavallıyı mahvetmekten farksızdır. Hele aynı saatte bir futbol maçıyla bir aşk filimi gösterilecekse ve evde futbolcu bir oğlanla romantik bir kız varsa kopacak pandomimayı tahmin edebilirsiniz. Yakında Türkiye’ye de adamakıllı girecek olan televizyonu da radyo ve otomobil gibi bir felâket halini almaması için işin başından iyi düşünüp tedbirleri almak lâzım… Münih’e pek ânî gitmiştim. Fakat oradaki ırkdaşlarımız, yani Dış Türkler gidişimi keşfettiler ve doğrusu ardı arkası kesilmeyen ikramları, ziyafetleriyle beni çok mahcup ettiler. Onlardan bir Kazak Türkü vasıtasıyla Rusya’ya Rusya’daki her dil ve lehçeyle yayın yapan Hürriyet Radyosunu, sonra da Amerikalıların çıkardığı “Dergi” idarehanesini gezdim. Buradaki Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik, Uygur, Azeri ve Kırımlı kardeşlerimizle tanıştım. Bazılarını İstanbul’dan tanıdığım ırkdaşlarımız bana üst üste şölenler ve toylar verdiler. Arada yalnız kımızla kazı eksikti. Kımız yerine nefîs Alman bira ve şaraplarını koyduksa da at sucuğu olan kazının yerini lezzetli Alman sucukları tutmadı. Bununla beraber Almanlar’ın et yemeklerinin çok güzel olduğunu kaydedeyim. Bu ziyafetleri çok defa yenge veya cengeler hazırladı. Diğer bazı Türkleri bizde “y” ile başlayan kelimeleri “c” ile söylüyorlar, “yer”, “yenge” onlarda, “cer”, “cenge” oluyor . “Yahşi” yerine de “caksı” diyorlar. Bizdeki “ş”ler “s” oluyor. “Baş” , “beş”, “pişirmek” Kazaklarda “bas”, “bes”, “pişirmek” diye söyleniyor. Kazaklar’dan birinin evdeşi Türkiyeli idi. Kazakça’yı öğrenmişti. Kazakların başkanı yerinde olan bir Batı Kazak Türkünün evdeşiyle Kazakça anlaşıyorlardı. Türkiyeli “cenge”nin beş yaşındaki oğlu babasıyla ve annesiyle hem Türkiye, hem Kazak ağzıyla konuşuyordu. Adı “Canıbey” idi ama aramızda “Batır” diye çağırır olduk. Çünkü bir ara bana Kazakça “batırmen” yani “ben batırım” demişti. Bu “batır” kelimesi Gök Türkler”deki “Bagatur”un bugün değişip kısaltılmış şeklidir. ‘Yiğit”, “Kahraman” demektir. “Bumun Kağan”ın kardeşi “İstemi Kağan “ın tam adı “İstemi Bagatur”dur. Bizim küçük Batır askerliği de şimdiden epey biliyordu. Türk usulü askerî selâmda benim yanlışımı çıkardı. Bu güzel saatler arasında bir de acı haber aldım ki onu da burada söylemeden edemeyeceğim: Bir Azeri ırkdaşımızın toyuna giderken onun samimi arkadaşı ve kader ortağı olan “Lâtif Elsever”i sordum. Lâtif Elsever, İkinci Cihan Savaşında Rus ordusundan Alman tarafına geçerek Mısır’a kadar sevk olunmuş, orada Osmanlı Hanedanı prenseslerinden Hibetullah Necla Sultan’ın diğer Türklerle birlikte yardımını görmüş, sonra İstanbul’a gelerek bir iş bulup çalışmaya başlamıştı. Fakat astım hastalığı çok rahatsız ettiğinden havası daha iyi gelen Ankara’ya nakletmişti. Bayramlarda mektuplaşırdık. İstanbul’a gelince uğrardı. Türkçü, ülkücü bir ırkdaşımızdı. Ötüken’e çok para yardımında bulunmuştu. Lâtif Elsever’i sorunca Azeri ırkdaşımızın yüzü ciddileşti: “Haberiniz olmadığını biliyordum. Üzmemek için söylememiştim. Lâtif geçen temmuzda kalpten öldü” dedi. Yaşı elliyi biraz aşkındı. Ölümünü 14 ay sonra öğrenebilmiştim. Bu satırlarla talihsiz ırkdaşımızın hâtırasına saygı ile anmış ve evdeşi olan Türkiyeli öğretmen hanıma taziyetlerimi bildirmiş oluyorum. Bu anış ve başsağlığı hem kendim, hem Ötüken ailesi adınadır. Bir de Kırımlı bir ırkdaşımızla olan bir konuşmadan bahsedeceğim: Bu konuşmada söz Alman askerlerine gelmişti. Sokakta birkaç defa gördüğüm Alman askerlerini beğenmediğimi söyledim. Bana, manevî olarak askerî yapıları sağlam değil gibi gelmişti. Kırımlı ırkdaşımız görüşüme katılmadı. Onları manevrada görmek lâzım dedi. O zaman bizim Ankara’daki Şaman’ın Diyarbakır’daki NATO manevrasından bahseden mektubunu hatırladım. Kendisi o manevraya yedek subay olarak katılmıştı. Manevra sonunda da geçit resmi yapılmıştı. Şaman “Türklerle Almanlardan başkasına asker denemez” diyordu. Sırıtarak, çiklet çiğneyerek resmi geçit yapan Belçikalılar, İngilizler, Amerikalılar sade Şaman üzerinde değil, seyirciler üzerinde de kötü tesir bırakmışlardı. Zaten bu Belçika devlet midir, yoksa büyük bir komandit veya limitet şirket mi? Hollanda ile Fransa arasında sıkışmış olan bu “devlet’teki insanların yansı Hollandalıların, yarısı da Fransızların dilini konuşur, dil yüzünden birbiriyle boğuşur, sonra “biz milletiz” derler. Millet olduklarına dair noter senetleri var mı? Yine Münih’e dönelim: Münih’teki Almanların öteki Almanlar’dan ne kadar farkı olsa da yine bütün Almanlar için insana fikir verebiliyor. Yukarda da söylediğim gibi Münih yalnız Münihliler’in değil, Almanya’nın her tarafından gelmiş insanların şehridir. Aralarında komünist cennetini bırakarak demirperde gerisinden kaçan cennet tepiciler de var. Benim Münihli bir profesör arkadaşımın bir asistanı Berlinli, biri Stutgartlı (Şıtutgart okunacak), Buğra’nın fakültesinde Sinoloji okuyan bir kız Stettin (Şitettin okunacak)li, yani Prusyalı idi. Sırası gelmişken söyleyeyim: Bu zehir gibi zeki kız tam bir Türk’e benziyordu. Çekikçe gözlü, koyu kumral saçlı, açık buğday tenli idi. Nükte yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Doğduğu yer şimdi Polonya sınırları içinde kalmıştı. Almanlar umumiyetle iyi ve terbiyeli insanlar. Hele eski Almanlar çok ciddî Kaba denilen Baviyeralıları ben kaba değil, babacan buldum. Memleketin düzeni iyi kurulmuş, O sayede işler yürüyor. Yoksa insanı şaşırtacak olaylar eksik değil. Meselâ şimdiki Alman Cumhurbaşkanı Heinemann (Hayneman okunacak) ın “milliyetçilik Alman gençliği için ayıptır” demesi, zannederim cihan tarihinde örneği olmayan bir incidir. Böyle bir söz Türkiye’de söylenemez. Milliyetçi olmayan insan ya beynelmilelci olur, ya da hiçbir şey olmaz. Heinemann belki de bu sözü, ikinci Cihan Savaşı sonunda Almanlar’dan büyük çoğunluğun düştüğü aşağılık duygusu tesiriyle söylemiş, yahut da bu sözlerle büyük bir siyasî gibi davrandığım sanmıştır. Fakat yeni Alman Başbakanı Willy Brandt (nasıl okursanız okuyun) hakkında hiçbir tevile imkân yoktur. Çünkü bu adam İkinci Cihan Savaşında, sırf Hitler’e düşman olduğu için, Norveç ordusunda Almanlar’a karşı savaşmış, kendi milletine silâh çekmiştir. Kendi milletine karşı savaşmanın gerekçesi ne olursa olsun bunun adı vatan ihanetidir. Demek ki bugün Almanya, milliyetçiliği ayıp sayan bir cumhurbaşkanıyla vatan haini bir başbakan tarafından idare edilmektedir. İşte bunun da Türkiye’de imkânı yoktur. Bizim yüzellilikler”in bir kısmı içtihat farkı sebebiyle Atatürk’e karşı cephe almışlardı. Buna rağmen bunlara vatan haini gözüyle bakıldı. Willy Brandt in Almanya’da başbakan olmasıyla Çerkeş Etem’in Türkiye’de başbakan olması arasında ne fark var? Fakat Alman milleti kültürü sağlam, tekniği ve ekonomisi kuvvetli olduğu için Almanya yıkılmıyor. Willy Brandt, Doğu Almanya denilen kukla devleti de tanıyacağını söyledi. Böylelikle Moskofların gözüne girerek iki Almanya’yı birleştireceğine inanıyor. Demek ki komünistlerin ne düzenbaz olduklarını bile anlayamamış. Tarih, ibretli bir masal kitabıdır. Bazen bir milletin kaderine hainler, budalalar, kuş beyinliler ve eşeksel kişiler de hâkim olabilir. Almanya tehlikeli bir ülkedir. Sosyalizm maskaralıklarının orada alıp yürümesi yarın Almanya’yı yeni gelişmelerin eşiğine atacaktır. Adolf Hitler durup dururken değil, büyük ve kültürel bir millete karşı İngiltere ve Fransa’nın ahmakça siyasetleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Bugün de başka bir Adolf un, Adolf von Thadden’in başkanlık ettiği “Neonazi” denilen milliyetçi bir parti ortadadır. Geçen seçimlerde oyların % 2’sini, bu sefer % 4.3’ünü kazanan bu milliyetçi parti gerçi Alman seçim kanununa göre % 5 oranında oy toplayamadığı için devlet meclisine mebus sokamamışsa da eyalet meclisinde mebusları vardır. Görünüşe göre de kuvvetlenmektedir. Ben Münih’te iken 28 Eylülde yapılacak seçimler için kampanya açılmıştı. Televizyonda parti liderleri konuşuyordu. Konuşmalar seviyeliydi. Bülent Ecevit’in yahut Ahmet Er’in şaheser nutuklarına Taslanmıyordu. Hele Hıristiyan Demokrat Partisi Başkanı Kiesinger çok itidalli konuşan sempatik bir adamdı. Willy Brandt ise şiş yüzlü ve kısık sesliydi. Meğer alkolikmiş. Alkolik olmak ancak kendisiyle doktorları ilgilendiren bir konu ise de, kendi milletine silâh çekmiş bir adamı başbakanlığa getiren Sosyal Demokrat ve Hür Demokrat Partilerinin mebusları top yekûn Yassıada’ya gönderilmesi gerekli centilmenler olduklarını ispat etmişlerdir. Şüphesiz savcılığı da pek sayın Bay Ömer Egesel yapacaktır (Makaleler 4)
  • Biz avrupalı falan değiliz. Buz gibi Asyalıyız ve hepsinden üstün olarak da Türküz.. (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • Hayat savaştır. Ölümden korkanlar yaşamasın (Türk Tarihinde Meseleler)
  • Bu suretle milattan önceki üçüncü asrın ikinci asırla birleştiği yıllarda bütün Orta Asya da Kunlar'ın idaresinde bütün Türkler birleşmiş oluyordu. (Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar)
  • saraylarda süremem Dağlarda sürdüğümü. (İçimizdeki Şeytan, En Sinsi Tehlike, Hesap Böyle Verilir)
  • — Büyük günler geliyor!… Dokuz yıla kalmaz; olan olur. Dokuz yıl daha geçer. Katı kılıç kullanmak günü gelir. Kıtlık olunca ay parçalanacak !… Kara kağanı öldürmeyeceksin . Onu tasa öldürecek. (Bozkurtların Ölümü)
  • “Gönlümdeki kördüğümü çözmek istiyorum”... (Bozkurtlar Diriliyor)
  • Bin cihana değişmem Şu öksüz Türklüğümü... (Yolların Sonu)
  • ❞Zaman yalnız hükmünü veriyor değil, zaman öcünü de alıyor.❞ (Makaleler 2)

Yorum Yaz