matesis
dedas

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi - Nicolae Jorga Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi kimin eseri? Osmanlı İmparatorluğu Tarihi kitabının yazarı kimdir? Osmanlı İmparatorluğu Tarihi konusu ve anafikri nedir? Osmanlı İmparatorluğu Tarihi kitabı ne anlatıyor? Osmanlı İmparatorluğu Tarihi PDF indirme linki var mı? Osmanlı İmparatorluğu Tarihi kitabının yazarı Nicolae Jorga kimdir? İşte Osmanlı İmparatorluğu Tarihi kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
  • 27.05.2022 12:00
Osmanlı İmparatorluğu Tarihi - Nicolae Jorga Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Nicolae Jorga

Çevirmen: Nilüfer Epçeli

Editör: Erhan Afyoncu

Yayın Evi: Yeditepe Yayınları

İSBN: 9786053556008

Sayfa Sayısı: 2356

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Kuruluşdan 1912'ye Kadar Osmanlı Tarihi

En Büyük Üç Osmanlı Tarihi'nden Biri Olan Jorga Tarihi 96 Yıl Sonra Türkçe Olarak Karşınızda!...

Nicolea Jorga Romanya'nın gelmiş geçmiş en büyük tarihçisi sayıldığı gibi, eserleri çeşitli dillerde, Almanya, Fransa İtalya ve ABD'de defalarca basılmış, dünyaca tanınmış bir tarihçidir. Almanca beş ciltlik Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (1300-1912), daha önce yazılmış belli başlı genel Osmanlı tarihleri (J. von Hammer ve J.W. Zinkeisen) yanında yeni ve kapsamlı bir yaklaşımı temsil eder. Herşeyden önce Jorga'nın Osmanlı Tarihi, önyargılardan oldukça kurtulmuş, belgelerin tanıklığına öncelik veren ciddi bir tarihçinin eseridir. Jorga'ya göre Osmanlı tarihi, "dünya tarihinin parlak bir bölümü"nü temsil eder. Jorga'nın şimdiye dek kullanılmamış kaynaklara dayanan Osmanlı tarihinin orijinalliği, Türkiye'de erkenden takdir edilmiş, ancak Türkçe'ye çevrilmesi gecikmiştir. Soruları ortaya koyan, yaratıcı bir tarihçi olarak Jorga'nın özelliğini en iyi Gh. Bratianu şu sözlerle ifade etmiştir: "Jorga'nın yazdığı her satır bir fikir tohumu taşır; araştırılacak problemler ortaya atar ve okuyanda ilgi uyandırır; bunlar olmadan hiçbir tarih eseri canlı bir bilim dalı olamaz, ölü bir söz olarak kalır".

Prof. Dr. Halil İNALCIK

İçindekiler:

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1. Cilt (1300 - 1451)

Birinci Kitap / Türk Boylarının Eski Tarihi ve Devlet Oluşumları

İkinci Kitap / Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 2. Cilt ( 1451 - 1538)

Birinci Kitap / Osmanlı İmparatorluğu'nun Sultan II. Mehmed Tarafından Kuruluşu

İkinci Kitap / Osmanlı İmparatorluğunun II. Bayezid'den II. Süleyman'a Kadar Kesin Sınırlarının Belirlenmesi

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 3. Cilt (1538 - 1640)

Birinci Kitap / Kanuni Sultan Süleyman'ın Yürüttüğü Siyaset

İkinci Kitap / Osmanlı Hanedanın ve Yönetimdeki Devşirme Sınıfının Gerilemesi

Üçüncü Kitap / Osmanlı Hanedanı'nın Saygınlığı Yitirmesi ve IV. Murad'ın Düzeltme Girişimleri

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 4. Cilt (1640- 1774)

Birinci Kitap / Yeni Savaşlar Çağı, Köprülüler Dönemi

İkinci Kitap / Türklerin Oluşan Eğitimli Efendiler Sınıfının Yükselmesi ile Osmanlı İmparatorluğun Canlanması ve Zafer Dolu Yeni Savaşlar

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 5. Cilt (1774- 1912)

Birinci Kitap / Osmanlı Devlet'nin Paylaşılması İçin Yapılan Savaşlar

İkinci Kitap / Devletin Yenilenme ve Birlik ve Bütünlüğü İçin Verilen Mücadeleler

Üçüncü Kitap / Hristiyan Milletlerin Osmanlı Devletinden Ayrılması

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi Alıntıları - Sözleri

  • Hiçbir ülke, yabancılar için Türkmenistan kadar kapalı bir kutu değildi ve hiçbir ülke yerlilerini bu kadar koruyamaz. Ancak hiçbiri de içinde yaşayan insanların gücünü bu kadar zora koşamaz.
  • Türklerin, çok eskiye dayanan tarih kaynakları olmadığı gibi, bugüne kadar bulunan en eski kitabe ancak 732 yılına aitti. Bundan neredeyse üç yüzyıl sonra, 1069 yılında Türk dilinin ilk önemli eseri, en saf doğu lehçesi olan Uygurca’da yazıldı: Vambery tarafından keşfedilen ve Kaşgar’da yaşayan bir Türk tarafından kaleme alınmış etnik şiirsel bir eser olan Kutadgu Bilik, yani “Mutluluk Bilgisi” Turan ülkesinde İslâmiyete geçişten önceki yüzyıllarda Tibet’e özgü Peghu yazısı çok kısa zamanda Arapça ile değiştirildi ve günümüze kadar ne yazık ki ulaşamayan yazılar da kullanıldı.
  • 3.Cilt “Adorno’nun eski sekreteri Bolanyalı Gianmaria Malvezzi, ilk daimi Papa temsilcisi olarak İstanbul’da kaldı.”(1546)
  • Sultan Süleyman, ancak şimdi barışa meyil göstermeye başladı ve Kral Ferdinand’ın yeni elçileri, biri Dalmaçya’dan Zadralı Hieronimus, diğeri Hollandalı Cornelius Schepperus, İstanbul’a geldiklerinde, Sultan tarafından oldukça kibar, hatta saygılı bir biçimde kabul edildiler. Sultanın isteği üzerine, kendisine Estergon Kalesi’nin anahtarlarını getirmişlerdi. Bu isteği yerine getirerek gönlünü almaya çoktan razıydılar. Aynı tarihlerde, Osmanlı Sarayı’nın örf ve âdetlerini, herhangi bir Hristiyan’dan çok daha iyi bilen ve kısa bir süre önce (Nisan’da) Macaristan’dan başkente gelmiş olan “genel yetkili” Gritti, Zapolya adına görüşmeler yapıyordu. Hieronimus ve Schepperus, sonunda sadece tek gerçek hükümdar Sultan Süleyman’ın Viyana Kralı’nı “oğlu” olarak kabul edebileceği ve bu yeni “oğlunun” İspanyol ağabeyi ile görüşmeye meyilli olduğu cevabını alabildiler. Macaristan’ın Zapolya’ya verilmesi hususuna ilişkin görüşmeler ebediyyen kapanmıştı. Elçilerin, aksi yönde birer vaat olarak kabul ettikleri ve döndükten sonra bildirdikleri bu cevap, aslında İstanbul’daki politikacıların oyalayıcı sözlerinden başka bir şey değildi. Barış, gerçekti ve “iki veya 300 sene ve ebediyyen geçerli” olacaktı, ama onun dışında generalleri Viyana’yı ve Güns’ü bu kadar iyi savunmuş olan Kral Ferdinand, hiçbir şey kazanmamıştı. “Oğul” Ferdinand ile “vekil” ve “sadık hizmetkâr” Zapolya arasında, bir sonraki sene, meclisi toplantıya çağırmaya ve şüpheli görünen asilzâdeler hakkında ölüm fermânları verip, bunları icra etmeye yetkili olup, özel bir misyonla görevlendirilen Gritti, genel yetkili sıfatı ile arabuluculuk yapacaktı. Türkler, 1534 yılının Mart ayında Şarlken adına barış talep etmek amacıyla gelen elçisi Schepperus’a oldukça kaba davranarak asıl niyetlerini gösterdiler (Ayrıca sultanın huzurundan ayrılırken, hakaret edercesine “İspanyol, İspanyol” naraları ile karşılaşmıştı): Diğer şartların yanında Şarlken’den, Osmanlılar tarafından hâlâ Hristiyanların başı ve bütün Haçlı Seferi fikirlerinin babası olarak kabul edilen papa ile bütün ilişkilerini kesmesi ve Fransa Kralı I. François ile Fransa Kralı lehine olacak bir antlaşma yapması talep edildi. 1534 yılının yaz aylarında, Osmanlı ordusu bu sefer Asya yönünde hareket etti ve Tuna boylarında düzeni sağlama görevi ve yetkisi, hırslı ve paragöz Levanten Gritti’ye verildi. Osmanlı Sarayı’nın, aynı zamanda Veziriazam İbrahim Paşa’nın dostu ve bir dereceye kadar Sultan Süleyman’ın da gözdesi olan bu Hristiyan “diplomatı” muhtemelen sadece zengin olmak - 1532 yılında Braşov’da safran sattırıyordu120; Venediklilere de buğday satmıştı - aşırı hırsını tatmin için entriklarla ve planlara her zaman iyi çalışan kafasını meşgul etmek için fırsat kolluyordu. Ancak, Macaristan Krallığı’nda gözü olduğu ve sırf kızını Eflak veliahtlardan biri ile evlendirdiği için Romen prensliklerini iki oğlu için ömür boyu timar hâline getirmeye çalıştığı iddiaları tamamen yanlıştır, zira bu iddiaları ortaya atanlar Gritti’nin hayalperest veya basit bir maceraperest olmadığını göz ardı etmiş olurlar. O, Macar ve Romen aristokrasisinin, kadiri mutlak Sultan Süleyman’ın desteği ile bile olsa, bir yabancının hükümdarlığını sürekli olarak kabul etmeyeceğinin bilincinde idi. Diğer taraftan, Sultan Süleyman’ın kullarının kulu olan bu adamın bu tarz yükselişini kabul edeceği veya hoş göreceği şüpheliydi. Gritti’nin görevi daha çok, Ferdinand’ın buradaki taraftarlarını, İtalyan tarzında entrikalar ve kurnazca işlenen cinayetler sayesinde yok edip, Erdel’de huzuru sağlamak; ayrıca Zapolya’nın taraftarlarını da inceleyerek, her türlü muhalif güçleri ülkeden çıkarttıktan sonra, Doczy gibi sadık bir hizmetkâr yönetiminde, Boğdan ve Eflak’takine benzer, Osmanlı’ya tâbi bir voyvodalık kurmaktı. Kral Ferdinand’ın Osmanlı hükümetine gönderdiği elçi Shepperus’un, Gritti’nin Budin üzerinden sadece arabuluculuk yapmak üzere kralın yanına geldiğini bildirmesi, ancak Gritti’nin aynı elçiye “Macaristan’daki meseleleri düzenlemeye ve kibirli Macarları cezalandırmaya” gelmiş olduğunu söylemesi de dikkat çekici bir diğer olaydır. Nitekim kendi nüfuzuna çok güvenen Gritti, Haziran ayında Eflak’a doğru yola çıkarken yanında sadece küçük bir birlik vardı126, ama Romen ve Erdel politikasının şüpheci liderlerini bu şekilde yanıltabileceğini düşünüyorsa, aldanıyordu. Piteşti yakınlarında yanına birkaç Boyar geldiğinde ve en nazik şekilde karşılandıktan sonra, istemedikleri yeni Vlad Vintila yerine - selefi olan diğer Vlad 1532 yılında suda boğulmuştu - başka bir prens talep ettiklerinde, Vlad Vintila genel yetkilinin karargâhının etrafını birlikleri ile çevirmeyi, asi Boyarları çadırlardan çıkartmayı ve en acımasız şekilde cezalandırmayı başardı. Gritti, bu sahneye seyirci kalmak ve uğradığı bu büyük hakarete rağmen, Vlad’la bir antlaşma yapmak zorunda kaldı. Gritti, 20 Ağustos’ta Budin’den birçok Türk ve Macar Husarlarla [Macar süvariler] 1 Mayıs’ta buraya gelen, ancak içeri alınmayan oğlu Antonio’nun kendisini beklediği Braşov önlerine geldi. Zapolya’nın emri üzerine gereken tüm saygı ile karşılanan bu şüpheli ziyaretçinin ilk işi, Braşov’da derhal Kral Ferdinand’ın bütün taraftarları hakkında bilgi almak oldu ve “krala ihanet” edebilecek gibi görünenler, bu şüpheden kurtulmak için Gritti’ye para vermek zorunda kaldılar. Kimseye güvenmediği gibi, ona da kimsenin güvenmek istememesi gayet doğaldı. Erdel’in asıl hükümdarı Stefan Majlath bile kendini Fogaras Kalesi’ne kapattı ve Varad Piskoposu Emerich Czibak, ülkenin voyvoda vekili olarak, yanında birkaç kişi ile birlikte Gritti’yi kutlamak üzere Braşov’a hareket ettiğinde, Gritti ve onunla birlikte gelen Doczy, piskoposun saldırıya uğramasını ve öldürülmesini sağladılar. Saksonyalılar, Czibak’ın Gritti tarafından kendilerine teslim edilen başını Braşov Kilisesi’nin ana kürsüsünde bir cenaze merasimi yaparak gömdüler. Bu cinayet, Erdel’in her yerinde büyük yankılara sebep oldu. Stefan Maljath, Kralı’na danışmadan asilerin başına geçti. Gritti, müstahkem Mediaş (Megyes) Şehri’ne kaçmak zorunda kaldı, ama Saksonyalıların nöbet tuttuğu kalesine giremedi ve şehirde kuşatma altına alındı. Yanında her ne kadar parasını ödediği birçok Macar süvari de olsa, sadece 100 kadar Türk piyade, asker ve birkaç yeniçeriye sahipti; ama hiç topu yoktu. Rareş’in Logofat Tudor ve komutanı Huru’nun yönetiminde buraya gelen Boğdanlılar, her iki tarafa da dostluk göstererek, gözleri önünde cereyan eden hadiseleri merakla izlediler. Mediaş, 28 Eylül’de topa tutulmaya başlandı ve kale ertesi gün teslim oldu. Herkes tarafından terk edilen Gritti ve oğlu, Boğdan karargâhına sığındılar, ama Boğdanlılar onu derhal öldüren düşmanlarına teslim ettiler. Kellesi Rareş’e gönderildiği için, ister böyle bir komşudan korkuya, isterse Gritti’nin onu Pokutya Eyaleti için Lehistan’la yaptığı savaşta Osmanlı hükümetinde desteklemediği için olsun - Rareş 1531 yılında Obertyn’de Leh General Johann Tarnowski’ye mağlup olmuştu130 - öldürme emrini muhtemelen Rareş vermişti. Gritti’nin iki oğlu Boğdan’a götürüldü ve bir daha görülmediler. Gritti’nin yanındı bulunan Türkler’den hiçbirinin canı bağışlanmadı ve hepsi öldürüldüler. Gritti’nin ölümü, Zapolya’yı belki rahatsız edici ve utanç verici bir denetimden kurtarıyordu, ama Erdel’in gerçek hükümdarı hâline getirmiyordu, zira Zapolya’nın Torda’da topladığı meclis, Erdel Voyvodalığı pozisyonunu oldukça bağımsız bir makam olarak gören Maljath’ı voyvodalığa seçti. Ayrıca Türkler de artık Zapolya’ya karşıydılar ve hain olarak kabul ediyorlardı. Belgrad’da Hüsrev Paşa’dan sonra ezelî düşmanı Mehmed Bey komşusu oldu. 1536 yılında, sonra tekrar 1537 yılında Türklerin Macaristan’a saldırma planlarından bahsediliyordu, hatta 1536 yılında Sultan Süleyman’ın uğradığı tüm hakaretlerin intikamını bizzat alacağına inanılıyordu. Birçok kez ilan ve endişe edilen sefer, gerçekleşmedi ve 10 bin altın tutarındaki vergisi ile sultanla, vezirlere verilen diğer haraçları - Macar altını şeklinde sikkeler, samur ve vaşak kürkleri, atlar, şahinler - her yıl Aziz Georg gününde (23 Nisan) ve 15 Ağustos’ta düzenli olarak ödeyen, ama 4 Nisan 1535 yılında Kral Ferdinand ile bir antlaşma yapan ve her fırsatta, Asya’da zayıf düşen sultana ittifak hâlinde saldırma gereğini açıkça dile getiren Rareş’in meydan okumaları yanına kâr kaldı, zira Sultan Süleyman, o dönemde tüm dikkatini İran’daki karışıklıklara vermişti. Ancak bu karışıklıklar ortadan kaldırıldıktan sonra Sultan Süleyman tekrar Tuna boylarına bir sefer düzenlemeyi düşünebildi. Türklerin uzun süreden beri saldırılarından şikâyetçi oldukları Klis komutanı Peter Crussich ve komutan Katzianer ile İspanyol Lodron, küçük birliklerle Slovenya sınırında küçük savaşlara cüret edebilmişler, ancak Sancakbeyi Mehmed Bey tarafından büyük kayıplara uğratılmışlardı (1537). Katzianer, kötü harp idaresi sebebiyle zindana atıldı ve Türklerle şüpheli bağlantılar kurduğunda idam edildi. Herkes, son zamanlarda Türklerin menfaatlerine zarar vermiş olanların cezalandırılacağını düşünüyordu ve Sultan Süleyman’ın savaş hazırlıkları kuzeydeki Hristiyan komşularını öyle büyük bir endişeye sevk etti ki, Gritti’nin öldürülmesi yüzünden Sultan Süleyman’ın öfkesini kendi üzerine çekmiş olan Zapolya, Kral Ferdinand ile barıştı ve Ferdinand’dan gelecek Alman zırhlı atlı birliklerini ve İspanyol piyade birliklerini beklemeye başladı. Erdel, aniden bir araya toplanan birliklerle doldu ve tıpkı 1476 yılında büyük Sultan Mehmed’in Boğdan’a seferi sırasında olduğu gibi, Ojtuz Geçidi’nde Majlath komutasında büyük bir müdafaa kıtası nöbet tutuyordu. Çek Kontu Emerich Bebek ise Gergyö’de bekliyordu. Kolojvar (Klausenburg’ta/Kluj)’da toplanan bir mecliste, olağanüstü tedbirlerle ilgili kararlar alınıyordu139. Kırım’dan henüz dönen elçisi, bu savaşa katılmaya çok da soğuk bakmayan Leh Kralı, çaresiz Boğdan Prensi ile barış imzaladı. Rareş’in kardeşi Theodor’un sığındığı Turla Nehri kenarındaki Hotin, Leh birlikleri tarafından işgal edildi. Gerçekte ise hazırlıkları süren bu seferin tek hedefi, Belgrad Sancakbeyi Mehmed Bey’in sonbaharda Slovenya’ya, İstirya’ya ve Karinyola’ya yapacağı bir akın dışında, Boğdan’dı.
  • İslam'ın seçilmişlerinden şehit Sultan I. Murad, 57 yaşında savaşçıları arasında ve büyük bir muharebe esnasında hayata veda etti. O, Müslüman tebaasına karşı cömert ve asil davranışları ile iyi bir dost; Hristiyanlara karşı ise sadece yenmeyi değil, onları kazanmayı da bilen yumuşak ve bağışlayıcı bir hükümdar olmuştu. Rum tarihçi Halkondil, Sultan I. Murad'ı iyi yürekli, fazla konuşmayan, ancak konuştuğunda güzel sözler sarf eden bir insan; hiç yorulmayan bir avcı ve asil bir şövalye olarak tarif eder.
  • Dört gün süren bir deniz yolculuğundan sonra İstanbul’dan kaçan gemiler Eğriboz’a varmış ve burada güçlü filosu ile dönen Loredano ile karşılaşmıştı. Papaya ait kadırgalar daha önce emir almadan geri dönmüşler ve kaptanları bu yüzden mahkemeye çıkartılmışlardı. Felaket haberi ise fethedilen şehirdeki akrabalarının ve dostlarının kaderini öğrenmek için birçok ileri gelen ve halktan kişinin endişe içinde haber bekledikleri Venedik’e ancak Haziran ayının sonlarına doğru, Sommaripa* Kadırgası’nın ve daha sonra Mora yollarından geri dönen gemilerin getirdikleri haberlerle doğrulandı. En iyi, en zengin ve en yetenekli evlatları artık kaybedilmiş İstanbul’da, sultan tarafından el konulan ve intikamın nasıl alınacağı belirsiz olan Galata’da bulunan Cenova için felaket haberinin boyutu daha da büyüktü. Roma’ya ilk gelen mektuplar, yaşlı ve iyi niyetli Papa Nikolas üzerinde derin bir iz bırakmıştı. Tüm ticaret şehirlerinde ve tüm Hristiyan prenslerinin saraylarında bir zamanlar güçlü ve zengin olan Bizans’ın düşüşüne ilişkin haberler endişe ve üzüntü yaratıyordu. Aynı zamanda gelen ateşli uyarılar, Batı’ya Fatih’in hırslı amaçları hakkında bilgi veriyordu ve derhal yardım isteniyordu. İsodor, Sakız Adası’ndan Leonardo ve denizlerin Venedikli kaptanı gibi 29 Mayıs tarihindeki felaketten sağ kurtulmayı başarmış olan tecrübeli politikacılar bile İtalyan tüccarlar ve öğrenciler gibi Takımadaları fethetmeye ve belki de Karadeniz’de ve Tuna boylarındaki konumunu sağlamlaştırmak için Kefe’yi ve Cenova’nın Kırım’daki topraklarını, daha sonra Trabzon’u, Silistre’yi, Belgrad’ı ve Semendire’yi topraklarına katmaya niyetli olan sultanın yaptığı hazırlıklardan bahsetmeye başladılar. Rodos Şövalyeleri’nin üstad-ı a’zamı baharda adalarına yapılacak bir saldırıdan endişe duymaya başladı, Kıbrıs Kralı da Venedik’ten kendi devleti için koruma istedi4. Eylül ayında Kıbrıs Sarayı’nın bir elçisi, Türklere karşı yardım talebi ile birçok İtalyan saray ve şehirlerini ziyaret etti ve gittiği her yerde, Yeni Roma’nın kâfir yeni imparatorunun kibirli ve parlak sözlerle eski mukaddes Roma’yı papazların elinden alıp, cihan imparatorluğunu Osmanlı biçimine uygun bir şekilde tekrar kurmak ve zamanın “Büyük İskender”i unvanına sahip olduğunu göstermek için yanıp tutuştuğunu söylediğini iddia etti. Türk ordusunun yaklaşık 200 bin askerden; önyargılı ya da endişe içindeki aynı gözlemcilere göre donanmanın da 24 büyük kadırga, birçok kalyon ve tekne ile büyük sayıda nakliye araçları olmak üzere 200 araçtan oluştuğu tahmin edilmekte idi. Bu fırsattan istifade ederek, en iyi klâsik kaynaklardan seçilen Latin malzemelerini kullanmakta birer hitabet ustası olan ve bir Cicero gibi ateşli konuşmalar yapmak veya bir Livius stilinde güzel tasvirlerde bulunmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan hümanizmin savunucuları, feryat ve figan etmeye, kehanetlerde bulunmaya, lanetler yağdırmaya ve hayali projeler hazırlamaya başladılar. İstanbul’un fethinden sonra II. Mehmed’e acizane ve övgü dolu sözlerle bir akrabasının serbest bırakılması için yazmayı düşünen Filelfius, daha 1451 yılında kaleme aldığı bir eserle kuzeyden Macarlar; Batı’dan Fransızlar, İtalyanlar, Arnavutlar ve Mora Despotluğu’nun güçleri ile Fransa Kralı VII. Charles’ın komutası altında birleşmiş bir Avrupa deniz gücü ile Osmanlılara karşı yapılacak üçlü bir saldırıdan bahsetmişti. Katedral baş papazı Veronalı Timoteo, Haçlı Seferi için Venediklilere ve Cenevizlilere, Giacomo Piccinino’ya, Carlo Gonzara’ya, güçlü Sforza’ya, zengin Floransalılara ve tüm İtalyan prenslerine seslenmişti. Benzer bir şekilde Alman Kreyburglu Benedikt de şikâyet ve uyarılarda bulunmuştu. Latin Kilisesiyle birleşen Rumların lideri olan ünlü Kardinal Bessarion, Venedik Doju’na yazdığı bir mektupta İstanbul’un, “En yüce san’atların okulu” olan” bu şehrin kaderine ağıtlar yakıyor ve gittikçe güçlenmeye başlayan Osmanlı gücünün kolayca nasıl kırılabileceğini göstermeyi kendine vazife ediniyordu. Başkaları da benzer yolları takip ediyorlardı, ama kullanılan sözcükleri her seferinde ne kadar değişse de içeriğindeki hayali safsataları hep aynı kalıyordu: Olağanüstü, uygulanması mümkün olmayan ve kibir dolu. Bilginler, “Muhammed’in dini” ve “Osmanlı hanedanının soy kütüğü” hakkında araştırmalar yaparak, vakit geçirirken; Doğu’daki Hristiyanlar ağıtlar yakarak, eski kehanetler14 ve genelde büyük oranda hayali dayanan hikâyelerle avunurken; Batılılar, bahtsız bir imparatordan, hain bir vekilden ve şeytanın zafere götüren entrikalarından bahseden safdil efsaneler uydururken; nihayet imparatorun kendisi dahil olmak üzere “Yahudiler tarafından çarmıha gerilen İsa’nın vekili” olarak papaya gönderilen “Hektor’un ve diğer Truvalıların halefi ve intikamcısı” II. Mehmed tarafından gönderildiği iddia edilen sahte aşağılama mektubu orada, burada okunurken, İtalya’daki gerçek siyasetçiler ve mesuliyetlerinin boyutunu çok iyi anlamış olan Papalık makamı, olanların intikamını almak veya düzeltmek için hiçbir çare bulamadılar. Venedik’in, yazı sanatının bir ustalık örneği olan uyarı mektubu, Roma’ya vardığında; gerek alıcısı, gerekse onu Haçlı Seferi’ne çağıran göndericisi, İtalya’daki şartlar ve bunların doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan Lombardiya Savaşı’ndan dolayı, İsa adına barışı sağlama bahanesi ile bir müdahalenin söz konusu olmadığını biliyorlardı. Kasım ayındaki bir oturumda İtalya’da barışı sağlamak için orada bulunan Floransalı elçiler, kalbi derinden yaralı yaşlı papanın, Türk tehlikesi hakkında resmî bir konuşma yaparken gözlerinin yaşardığını görmüşlerdi. Ama bu yaşlar sadece acısından değil, hiçbir şey yapamamanın yarattığı çaresizlikten de kaynaklanıyordu. Papa, Fermo ve San Angelo Kardinallerine barış ve kutsal savaş adına Napoli Kralı ile onun rakibi Floransa’yı, ayrıca Venedik’i ve Milano’yu ziyaret etme görevini vermekle yetinmek zorunda kalmıştı. Kısa bir süre sonra, herşeyin bağlı olduğu Napoli’den olumlu cevap geldi: Ankona’da bir barış kongresi yapılacaktı. Çoğu, en azından beş yılık bir ateşkes antlaşması yapılacağından emindi. Papa ise tüm Hristiyan dünyasına savaş vergisi çağrısında bulundu, ama kimse bu fedakârlığı yapmaya hazır değildi; kardinallerden ise gelirlerinin yüzde onunu bağışlamalarını istedi. Bir sonraki yaz, üçüncü bir vekil, Ragusa Başpiskoposu (Arşiveki) Johann, “Türklere karşı savaşacak filonun Papa vekili” tayin edildi. Başpiskopos Johann, papaya ait beş kadırgayı silahlandırmak üzere Venedik’e geldi, ama hazırlıklar birkaç yıl sürmesine rağmen, bu misyon da sonuçsuz kaldı. Papa, uzun çabalar sonucunda nihayet 25 Şubat tarihinde, Napoli’de İtalya Cumhuriyetleri ve yarımadanın tiranları arasında sağlanan barışı ilan edebildi. Cenova’nın Osmanlı Sultanı’ndan bir beklentisi yoktu ve kendini Osmanlılarla savaşta görmüyordu. Giustiniani, ölen Bizans İmparatoru’nun paralı askeri olarak kabul ediliyordu. Galata ise resmen Bizanslıların tarafını tutmamıştı. Sadece metropole geri dönen ve Türklerden ağır zararlar gören bazı Galatalıların menfaatleri açısından ara sıra tedbirler alınıyordu. Eylül ayında, Osmanlı Sultanı’na elçi gönderme fikri ortaya atılmıştı, ancak Ekim ayının sonunda, özellikle Kefe’yi kurtarmak için elçiler seçilebilmişti. Elçilere verilen talimatlarda, Kefe ve Karadeniz’deki diğer topraklar Bizans’a ait olmadığı için Cenova’nın vergi ödemeyeceği belirtiliyordu. Her zaman dikkatli olan, ancak büyük talihsizlikler yaşamış olan kurnaz Cenevizlilerin, İstanbul’un fethinden sonra yapabilecekleri tek şey bu idi. Cenova, Temmuz ayında Napoli Kralı’nın ve Katalanların düşmanca niyetlerini ve sürgün edilen siyasi mültecilerin (Fuorusciti) entrikalarını unutmamıştı. Diğer taraftan Venedik, her fırsatta vermekte olduğu güzel vaatlere rağmen, güçlü Osmanlı Sultanı’na karşı herhangi bir düşmanlıkta bulunmak istemiyordu ve bu yüzden sadece Eğriboz’da, Pitileon’da, Aegina’da, Modon’da, İnebahtı’da, hatta İşkodra’da ve tehdit altındaki diğer kolonilerde takviyeler ve tamiratlar yapmakla yetindi. Loredano ayrıca Doğu Akdeniz sularında sürekli olarak geziniyordu ve bu esnada birkaç korsan gemisi zapt etmişti. Venedik, hemen 14-16 kadırga, daha sonra ayrıca 20 kadırga daha inşa etme kararını almıştı. Doğu Mora’ya giden yollar o yıl için yasaklandı. Ayrıca Eğriboz’un fethedildiğine dair yanlış bir haber yayıldı. Sultan Mehmed’in teveccühünü kazanmak için Venedik o kadar ileri gitti; daha doğrusu o kadar derine battı ki, İstanbul’un fethi sırasında katledilen soydaşlarını göz ardı ederek, hiçbir şey olmamış gibi davrandı. İlk genel yas günlerinin daha henüz sona erdiği 12 Temmuz’da Marcello’ya olup bitenlere rağmen, sultanın sarayına planlanan ziyareti gerçekleştirmek için yoluna devam etme ve Osmanlı Sultanı’na fetih esnasında Venediklilerin İstanbul’daki çatışmalara katılımından Venedik’in haberdar olmadığını ve böyle bir yönlendirmede bulunmadığını ileri sürerek, mazur gösterme emri verildi. Sultan bu arada daha yüksek bir güç mertebesine ulaştığı için ona ayrıca uygun şartlar altında barış teklif edecekti. Venedik, sadece haraç ödeme yükümlülüğünün vereceği utançtan mümkün olduğunca uzak kalmak istiyordu. Bunun dışında, özellikle “Boğazların” ötesinde Bizans İmparatoru’na ait olan Limni, Gökçeada ve Semadirek Adalarını Venedik’e devrettiği takdirde, “ticarî vergi” adı altında yılda 3 ila 5 bin altın ödemeye razı olacaktı. Ayrıca ithal edilen tüm mallar üzerinden yüzde 2 oranında ve ihraç edilen mallar üzerinden de aynı oranda gümrük ödemeye ve Türkler ve Venedikliler veya Venedik vatandaşları arasındaki hukuki anlaşmazlıklarda bir kadının yetkisini tanımaya hazırdı39. Buna rağmen, barış antlaşması işi uzadıkça uzadı ve Aralık ayında durumun tehlikeli bir hâl aldığı gerekçesiyle savunma için tedbirler alındı. Nihayet, 23 Nisan 1454’te Sultan Mehmed antlaşma imzalamaya yanaştı. Barış antlaşması çerçevesinde eski maddeler yenilendi ve ticarî ilişkilerle, komşuluk münasebetlerini düzenleyen yeni maddelerle genişletildi. Ancak, alınacak vergi ve buna bağlı olarak Bizans adaları ile ilgili hususlar bu antlaşmada yer almadı. Venedikliler bu arada Karamanlıların elinde bulunan ve ipek, kırmızı kök boya ve şap ticareti için çok uygun bir konumda bulunan Kızkalesi (Gorigos Limanı)’nin İstanbul’un yerine geçecek bir liman olduğuna karar vermişler ve bu amaçla bir elçi heyeti göndermişlerdi. 1455 yılının başlarında Venedik, Eğribozlu Nikola Sagundino’yu Aragon Kralı’na göndermişti, ama boşuna. Napoli’de yaptığı konuşma büyük bir ilgiyle izlenmişti, ama uzun zaman önce Bizans İmparatoru Konstantin’den Limni Adası’nı isteyen ve topraklarını işgal etmeyi çok arzuladığı Arnavutlarla ilişki içinde olan Kral Alfonso, ortaklaşa yapılacak bir faaliyete ikna olmadı. Napoli, Doğu’daki geleneksel siyaseti gereğince, kralın “ordunun komutanı” dediği yeniden faaliyete geçmiş olan İskender Bey’e, “Kral vekili” olarak Raymond Orrofa komutasında birkaç birlik gönderdi44. Bu aslında Venedik’e karşı düşmanca bir hareketti, zira İskender Bey daha Temmuz ayında Dıraç Balyosu’na karşı düşmanca niyetler beslediğini belli etmiş ve ancak sonbaharda bu düşmanlıklardan vazgeçmişti. İstanbul’un düşüşü, Akçahisar’ın bu genç kahramanının şerefini o kadar zedelemişti ki, Venedikli gemilerle Leş Limanı üzerinden İtalya’ya geçmeyi ve Roma ile Napoli’yi de ziyaret etmeyi düşünmüştü. Napoli Kralı bu arada ayrıca “Lancelothus de Macedonia” adında bir kişi ile irtibat hâlinde idi. Ancak Avrupa’ya ilk kez gelen Karaman elçileri bile kralın harekete geçmesini sağlayamadılar. 1453 yılının Ekim ayında Napoli’de bulunan ve vaftiz edilmiş olan Türk veliahtı Şehzâde Davud’a yabancı prens olarak mutat hediyeler verilmiş ve İstanbul’dan kaçan Demeter “Calapa” ve “Rum şair Theodor”a o kadar özen gösterilmemişti. Kral Alfonso ise hırsını göstermek için Cerbe, Tunus ve Trablus’taki Müslümanlara karşı seferler düzenleme imkânına sahipti ve bunu da çağdaşları tarafından övgülerle yüceltilen kahramanca seferlerle haklı olarak kanıtladı. İstanbul subaşısı bugün haklı olarak “Eski Saray” diye anılan yeni bir sarayın inşasını sürdürürken, Sultan Mehmed Edirne’de Balkan Yarımadası’nın tüm Hristiyan güçlerinin, Takımadaların, Trabzon’un ve Rodos’un elçilerini kabul ediyordu. O, artık eskiden olduğu gibi “hükümdar ve emir” değil, madolyonlarında yazdığı gibi “Rumeli ve Anadolu’nun büyük padişahı” ya da İtalyan sanatçı Konstantius’un bronz bir resmindeki ünvanıyla “Asie et Gretie İmparator55” idi. Bu yeni kimliğiyle Sultan Mehmed, bu arada İstanbul’un fethinin somut delilleri olmak üzere Mısır Sultanı’na İstanbul’da alınan 200 genç esir göndermişti. Müslümanların bir diğer hükümdarı olan yaşlı Tunus Kralı’na da aynı şekilde hediyeler göndermiş ve her ikisine İslâm davasını müttefik güçlerle destekleme teklifini götürmüştü. Müslüman dostları da özel elçiler göndererek zaferini kutlamışlardı, ama bunların hepsi o an için sadece şekilden ibaretti: Mısır Sultanı, II. Mehmed’i sadece “Osmanoğlu büyük Murad Bey’in oğlu, Muzaffer Melik (Melek el-Nasr Mehmed)” olarak görüyor ve Sultan Mehmed’in haklı üstünlüğünü tanımıyordu. Aksine, Kıbrıs Kralı’na karşı davranışlarından dolayı Sultan Mehmed’i “sert bir şekilde kınıyordu”. Enez, Sakız Adası ve Midilli Adası’ndaki Cenevizliler, daha küçük adalardaki Rumlar ve İstanbul’daki felaketin haberi geldiğinde, Venediklileri ve hatta Türkleri yardıma çağıran Arnavutların Aksak Peter komutası altındaki genel bir isyanını bastırmak zorunda kalan Mora despotlarının haraç vergisi yükseltilmişti. Despotlar bundan böyle yıllık 10 bin , Sakız Adası 6 bin ve Midilli 3 bin duka altın ödeyecekti. Ancak artırılan vergiler karşılığında, Venedik’in ticarî vergiyi ödemek için talep ettiği şartlar kendilerine de tanınarak bir dereceye kadar tazmin edildiler. İstanbul’un düşüşünden birkaç gün sonra kalan son Bizans adaları Limni, Gökçeada ve Taşoz sakinleri, Bizans İmparatoru tarafından tayin edilen komutanları İtalyan gemilerine binip kaçtıktan sonra, kayıtsız şartsız teslim olacaklarını bildirmek üzere Gelibolu’ya Kaptan-ı Derya Hamza Bey’in yanına metropolitlerini ve kurnaz Kâtip Kritovulos’u göndermişlerdi. Bunu haber alan Sultan Mehmed, Takımadaların bu bölgesine Müslüman bir subaşı göndermeye gerek duymamıştı; aksine iki şehir, altı kale ve 100 köyü kapsayan ve metropolitin ikameti olan büyük Limni Adası ile Taşoz Adası 2.325 altına kadar bir haraç artışı karşılığında, oğlu padişahın sarayında bulunan Midilli hükümdarı Dorino’ya bırakıldı. Enez’de bulunan diğer Gattilusio’ya 200 altın karşılığında küçük bir yerleşim merkezini, 20 kale ve sadece 20 köyü kapsayan Gökçeada tahsis edildi. Bundan Sultan Mehmed’in denizlerde sadece üç amaç güttüğü görülebilir: Büyük İskender’in ünü, Cengiz Han’ın zenginliği ile onun güvenli ve rahat devlet yönetimi. Amaçları, doymak bilmez toprak hırsı ve Batı Avrupa’da Hristiyan kanına susamışlığı hakkında en dehşet verici çeşitli rivayetler yayılırken, Sultan Mehmed yaz boyunca Edirne’de kalmış ve burada elçileri kabul etmişti. Ancak yılın sonlarına doğru önce Galata’ya, daha sonra 24 Aralık tarihinde de İstanbul’a gelmişti. Yanında artık Halil Paşa yoktu; Arnavut kökenli Zağanos Paşa da gözünden düşmüştü; ikisine de Anadolu’da toprak verilmişti. Padişah, Zağanos’un kızı olan eşini bile göndermişti. Sultan Mehmed üzerinde tesiri olan tek kişi artık Zağanos Paşa’nın diğer kızı ile evli olan Rum kökenli Mahmud idi. O, aynı zamanda Hellaslı Arhont Filaninos’un torunu ve Mihaloğlu’nun oğlu olup, kendi şahsi cesareti dışında soyunun tüm zihinsel özelliklerini de taşıyordu. Sultan Mehmed, İstanbul’da kaldığı süre içinde, tüm tesisler ve görkemli bahçeleri ile birlikte en az sekiz fersah büyüklüğünde olacak olan yeni sarayın inşaatını gezdi ve İstanbul surlarında yapılan acil, ama kaba tamiratları izledi. Kiliseler, cami olarak kullanılacak şekilde tamir edildi ve duvar resimleri ile mozaiklerin çoğu kireçle kapatıldı. Manganai Manastırı’na dervişler yerleşti; Pantokrator Manastırı’nda artık Türk kunduracıları çalışıyordu. Küçük kiliselerin kurşunlu çatılarıysa sökülüp, sultanın sarayında malzeme olarak kullanıldı. Gelibolu’da yeni vezirin denetimi altında donanmayı büyütme çabaları başlatıldı ve böylece İstanbul fatihinin bir sonraki seferinin büyük Eğriboz Adası’na yapılacağı izlenimi yaratıldı. Ancak, 1454 yılının bahar aylarında yelken açan donanmanın asıl hedefi, daha yakındaki adalardı, ama kesin hedefi belli değildi. Bu yüzden Midilli Adası’nın Beyi, bu bilgiye sahip olmamızı sağlayan tarihçi Dukas aracılığıyla sultana haracını, toplam 6 bin altın tutarında bir hediye, değerli kumaşlar ve bol erzak gönderdi. Hâlâ donanmanın kaptanı olan Hamza Bey, nihayet 180 gemi ile Sakız Adası önlerinde mevzilendi (29 Mayıs). Sakız Adası, kısa bir süre önce bir Cenevizli’nin alacağı olan 40 bin altın yüzünden Osmanlılar ile anlaşmazlığa düşmüş olduğundan Hamza Bey bu adaya düşmanca davrandı ve San İsidora Limanı’nın çevresindeki üzüm bağlarını tahrip etti. Sakız Şehri ise oldukça sağlamdı ve savunma için 20 gemi hazır bekliyordu. Ada sakinleri tarafından gönderilen aracılar - bunların arasında bulunan Quirico Giustiniani dahil olmak üzere - esir alındılar. Türk gemileri daha sonra, limanında birçok büyük savaş gemisinin hazır bulunduğu Rodos önlerinde belirdi. Daha sonra Küçük Langos Adası’nda ve Rodos Şövalyeleri’ne ait İstanköy Adası’nda yağma yapıldı. Burada 22 gün kaldıktan sonra Türkler, İstanköy ve Raheia kalelerinde mustahfız kıtası bırakmadan tekrar gemilerine bindiler. Hamza Bey’in seferi, Sakız Adası’nın ödediği 20 bin altın dışında neredeyse hiçbir kazanç getirmediği için, ondan önceki Kaptan-ı Derya Baltaoğlu’nun İstanbul surları altındaki mağlubiyetini affetmiş olan Sultan, Hamza Bey’in önce kellesini istedi, ama daha sonra bundan vazgeçip, onu Antalya subaşısı olarak Anadolu’ya gönderdi71. Takımadalara yapılan bu askerî harekâtla birlikte Sultan Mehmed ayrıca Karadeniz’e de bir seferin yapılmasını emretti. Bu sefer, oradaki Ceneviz kolonilerine kendi hükümdarlığını kabul ettirmekten ziyade, daha çok eski komşularına gücünün büyüklüğünü hissettirmek içindi. Cenova, bütün risklerden kurtulmak için Kasım ayında yapılan bir antlaşma ile Karadeniz’deki topraklarını Banco di San Giorgio’ya devremişti72. Buna rağmen, Cenova kendini burada yaşayan soydaşları için sultanla görüşmesi gerektiğini düşündü. Bu yüzden 1454 yılının Mart ayında Kefe’nin ve etrafındaki yerlerin gelecekte Osmanlı Devleti ile ilişkilerini II. Mehmed’le birlikte düzenlemek üzere iki elçi gönderildi. Elçiler, elleri boş döndüler. Cenevizlilerin Karadeniz’deki hakimiyetini engelleyen, bugüne kadar Osmanlı Sultanı’na hiç başvurmamış olan Tatar Hanı idi. II. Mehmed’in üstün gücü, Timur’un ve Cengiz Han’ın halefi; Lehlerin, Rusların ve Romenlerin korkulu rüyası Tatar Hanı’nın hoşuna gitmiyordu. Hacı Giray, Kefe’yi kendisi için istiyordu; bunun karşılığında köleler dahil olmak üzere toplanan ganimetin tamamını sultana bırakmaya hazırdı. Kefeliler, bunun üzerine vergiyi 600 Sommi* daha yükselterek hanı kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Cenevizlilerin tüm limanlarında ve Turla (Dinyester) Nehri ağzında zayıf Boğdan Prensi Petru Aron’un elinde bulunan Akkirman’da tehlikenin savulması için hazırlıklar yapıldı. Takımadalarla meşgul olan Kapudan Paşa’nın vekili olarak gönderilen Timur Hoca’nın komutası altındaki 56-60 gemiden oluşan Osmanlı filosu nihayet geldiğinde herşey tam bir savunma konumunda idi. Türkler, Akkirman (Monkastro) Limanı’nı ziyaret edip, kısa bir süre için Sivastopol’u işgal ettiler ve 13-14 Haziran tarihinde çok ciddi bir biçimde olmasa da Kefe’ye saldırdılar. Ayrıca Mankup veya nam-ı diğer Theodori’de Uluğ Bey adında Tatar ismi taşıyan bir Hristiyan hanın hüküm sürdüğü Kırım sahillerinde ganimet aramaya çıktılar. Bu gemiler, Sultan Mehmed’in yeni gücünü en görkemli şekilde sunduktan sonra yaz aylarında Gelibolu’ya geri döndüler. 1455 yılının Mart ayında nihayet Kefe elçileri ile bir antlaşma yapıldı; orada bulunan Cenevizliler, gizliden gizliye yine de ellerinde tuttukları Samastro’dan vazgeçtiler ve sultanın hazinesine vergi olarak 3 bin altın ödemeyi taahhüt ettiler74. Sultan Mehmed bu arada Boğaz’a sekiz yeni tabya kurmuş ve bu sayede Karadeniz’deki hükümdarlığından vazgeçmeye niyeti olmadığını ilan etmişti. Akkirman ve Tuna ağzında bulunan Kili limanlarının civarını Türklerin yeni saldırılarından korumak ve Boğdan balıkçılarının bundan sonra da açık denizlerde yelken açma hakkını korumak amacıyla Prens Petru Aron da sultanın emirlerine boyun eğmek ve gönülsüz de olsa yılda 2 bin Macar altını vergi ödemeyi taahhüt etmek zorunda kaldı. Sultanın bu konuda bugüne kadar muhafaza edilen bu türdeki tek vesika olan imtiyaz belgesi, II. Mehmed Belgrad kuşatmasından geri döndüğü ve Anadolu’da bulunduğu bir dönemde Saruhan Bey İli’nde hazırlanan 5 Ekim 1456 tarihli belgedir.
  • Mehmed Çelebi’nin ordusuna her gün daha fazla Müslüman ve Hristiyan katıldı. Her yerde kendini yasal ve gerçek sultan olarak kabul ettirmiş olan Mehmed Çelebi, Zağra bölgesinde ilerledi, Filibe’nin surlarını geçti ve Balkanların diğer tarafındaki Sofya Platosu’nda Şehirköy Nehri’nin kenarına karargâhını kurdu. Buradan yola çıkarak Sırbistan’a girdi ve Stefan ile yeğeni Georg’un tazminatlarını kabul etti. Her ikisi de eski anlaşmalarda belirlenen süvari birliklerini Mehmed Çelebi’nin emrine verdiler ve Sandali de birkaç Bosnalı birlik gönderdi. Mehmed Çelebi, Sırp süvari birlikleri ile güçlenmiş olarak Alacahisar ve Kopriyan’dan sonra güneye yöneldi ve 20 yıl önce Sultan I. Murad ve Knez Lazar’ın hayatlarını kaybettikleri Kosova Sahrası’na geldi. Osmanlıların batıdaki tüm komutanları yanında idi: Mora’lı Barak, Tırhalalı Sinan, Arnavutluk’tan Paşa Yiğit, sonra eski Yeniçeri ağası Hasan Ağa’nın oğulları ve Cüneyd’in oğlu Hamza, hatta yaşlı ve tecrübeli Evrenos Bey. Sadece Mihaloğlu Mehmed ve Timurtaş’ın oğlu olan ikinci bir Evrenos, Musa Çelebi’nin zayıf ordusunun yanında kalmışlardı.
  • Baş vergi tahsildarı Halil’in sıkça bahsettiğimiz ve Avusturya ile yapılan görüşmelerde esas alınan tahrir defterinde, Osmanlı’ya tâbi tüm şehirler, kaleler, köyler, araziler, meyve bahçeleri ve tüm insanlar, Moğolların eski ve hassas titizliği ile kayıtlı idi.
  • Otağlar, en eski zamanlardan beri Türklerin tek evleri olmuştu. Soğuk kış günlerinde otağlar herhangi bir çukurda birbirine bitişik olarak kurulurlar ve ağaçtan bir isklelet üzerine keçeden bir kaplama serilirdi.
  • Halktan bir Türk, sadece Müslüman olduğunu, ailesi ve mal varlığı; köylü ise sahip olduğu toprakla birlikte Osmanlı hükümdarına ait olduğunu bilir ve “Türk” adını sevmez. Yabancılar bu adı kullandıklarında, buna tıpkı bir Fransız’ın kendisine "Welscher” [İtalyan, Fransız ve İspanyolların topluca adı] veya bir Romen, kendisine “Wallache” [Eflâklı] dendiğinde gösterdiği tepkiyi gösterir ve bunu hakaret sayar.
  • Türklerin asıl tarihi, İslâm’a geçiş ve Asya’da süregelen şamanizmin ortadan kalkması ile değil, Osmanlıların ortaya çıkması ile başladı. Ancak o zaman dağınık yaşayan ve barbar diye nitelendirilen Türklerden - Hun Türklerinden - kendini soyutlayan yeni bir halk ortaya çıktı. Bugünkü Türkler, kendilerini Osman tarafından kurulan bir devlette, Osman’ın soyundan gelenlerin mutlak hakimiyeti altında yaşayan Müslümanlar olarak görüyorlar; bu da onlara yetiyor. Osman Bey’in hilalli bayrağı altında yürütülen ve kazanılan savaşların hatırası, bir boya ait olma duygusunun, soylarının asaletinin, vatan toprağının güzelliğinin ve bunların kökünde yatan tüm örf ve âdetlerin yerini tutmaya yetiyor.
  • Otağlar, en eski zamanlardan beri Türklerin tek evleri olmuştu.
  • Türk tarihinin başlangıcı için birkaç dayanak noktası bulmak için İran, Çin ve Doğu Roma tarih kaynaklarına bakmak gerekir.
  • Türkler, yine de rahat durmadılar. Onlar, herkese kucak açıp, destek veriyorlardı.
  • Hunlar “sayıca yüksek, bağımsız ve hiç kimseye köle olmamış bir halk” olarak tanınmaktaydı.

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Okuması uzun zaman alsa da Osmanlı tarihine yönelik temel eserlerden biri diyebilirim. Tabii bunu okurken başka çalışmalarla da desteklemeli.. Genel bilgilerimizin aksine oldukça farklı bilgiler edindiğim bir külliyat. (hobbysalads)

Herkes okumalı.: Sadece 1. cildini bitirdim. Buradan tarihi okuduğunuzda aslında önünüze o kadar net bir resim geliyor ki, tam olarak anlıyorsunuz tarihi. Romantik tarih yazınından da uzak durulması gerektiğini düşünüyorum. Yani "biz mükemmeliz herkes kötü" anlayışıyla yazılan (Yılmaz Öztuna, Namık Kemal vb.) kitaplar sadece sizi coşturur ama gerçeklerle tanıştırmaz. Oysa mukayeseli olarak çeşitli yazarlardan, bilhassa da daha akademik yazan yazarlardan tarihi okursanız göreceksiniz ki Türkler de tıpkı diğer her millet gibi, iyi şeyleri de var kötü şeyleri de var. Kendi içinde bile entrikalar, ihanetler, ittifaklar düşmanlıklar hepsi mevcut. Ülkelerin çıkarları vardır ve hep buna göre hareket ederler. Bunu bilerek tarihi okursanız her şey gözünüzün önüne serilir zaten. Bu kitap da bunu en iyi gözünüze sokan kitaplardan birisi. Herkes okumalı. (Ahmet Kaya)

Osmanlı-Türk tarihi üzerinde burada yayınlanan bu anıtsal kitabın yazarı Nicolae Iorga (Jorga), aynı zamanda 1910-1940 yıllarında Romanya’nın akademi ve siyaset hayatında, üniversite rektörü, Akademi başkanı, Millet Meclisi Başkanı ve Başbakan olarak en önde rol oynamış sıradışı bir şahsiyettir. Iorga (Jorga) Romanya’nın gelmiş geçmiş en büyük tarihçisi sayıldığı gibi, eserleri çeşitli dillerde, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD’de defalarca basılmış, dünyaca tanınmış bir tarihçidir. 1908’de Almanya’da ünlü bir dünya tarihi (Geschichte der Europaischen Staten) serisinde Osmanlı Tarihi’nin yazılması düşünüldüğünde, bu iş Iorga’dan istenmiş, burada Türkçe çevirisi yayınlanan beş ciltlik Geschichte des Osmanischen Reiches, (Gotha, 1908-1913), onun kaleminden çıkmıştır. Osmanlı-Türk tarihi üzerinde burada yayınlanan bu anıtsal kitabın yazarı Nicolae Iorga (Jorga), aynı zamanda 1910-1940 yıllarında Romanya’nın akademi ve siyaset hayatında, üniversite rektörü, Akademi başkanı, Millet Meclisi Başkanı ve Başbakan olarak en önde rol oynamış sıradışı bir şahsiyettir. Iorga (Jorga) Romanya’nın gelmiş geçmiş en büyük tarihçisi sayıldığı gibi, eserleri çeşitli dillerde, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD’de defalarca basılmış, dünyaca tanınmış bir tarihçidir. 1908’de Almanya’da ünlü bir dünya tarihi (Geschichte der Europaischen Staten) serisinde Osmanlı Tarihi’nin yazılması düşünüldüğünde, bu iş Iorga’dan istenmiş, burada Türkçe çevirisi yayınlanan beş ciltlik Geschichte des Osmanischen Reiches, (Gotha, 1908-1913), onun kaleminden çıkmıştır. İnanılmaz bir enerji ve üretkenliğe sahip bu seçkin yazar, 1300 (evet bin üçyüz) kitap ve on binin üstünde makale yayınlamış, birçok bilimsel ve siyasi dergi çıkarmıştır. OSMANLI TARIHI Iorga (Jorga)’nın Almanca beş ciltlik Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (1300-1912), daha önce yazılmış belli başlı genel Osmanlı tarihleri (J. von Hammer ve J.W. Zinkeisen) yanında yeni ve kapsamlı bir yaklaşımı temsil eder. Değerli tarihçilerimiz İ. H. Uzunçarşılı ve E.Z. Karal tarafından yazılıp Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan 8 ciltlik Osmanlı Tarihi (Ankara: 1954-1973). Batı kaynakları, bu arada Iorga’nın eseri hakkıyla kullanılmadan yazılmıştır. Herşeyden önce Iorga’nın Osmanlı tarihi, ön-yargılardan oldukça kurtulmuş, belgelerin tanıklığına öncelik veren ciddi bir tarihçinin eseridir. Iorga’ya göre Osmanlı tarihi, “dünya tarihinin parlak bir bölümü”nü temsil eder. Iorga’nın şimdiye dek kullanılmamış kaynaklara dayanan Osmanlı tarihinin orijinalliği, Türkiye’de erkenden takdir edilmiş, belki Almanca yazılmış olması dolayısıyla Türkçe’ye çevrilmesi gecikmiştir. İlk deney, Ankara Üniversitesi DTC Fakültesinde hocam ve meslektaşım Bekir Sıtkı Baykal tarafından yapılmıştır. Prof. Baykal 1948’de eserin V. cildini Türkçe’ye kazandırmıştır (N. Jorga, Osmanlı Tarihi, 1774-1912, Ankara 1948). Iorga, Güney-Doğu Avrupa’nın 1500 yıl birbiri ardından iki imparatorluk, Bizans ve Osmanlı imparatorlukları idaresinde yaşamış ve böylece bölgeye has sui-generis bir kültür sentezi yaratmış olduğu görüşünü yazılarında belirtmiş, Balkan tarihi araştırmalarına kapsamlı doğru bir yön vermek istemiştir (Iorga bir The Byzantine Empire, Londra 1907 yazmış, Bizans tarihi üzerinde çeşitli kitap ve makale yayınlamıştır). Bizans ve Osmanlı tarihlerini derinliğine inceleyen Iorga “Osmanlı Sentezini” ilk kez ifade etmiş bir tarihçidir. Iorga, Osmanlı Tarihini konu almakla beraber aslında bir Balkan tarihçisi sayılabilir. Osmanlı tarihinde Balkanlara ait belgelere dayanan ayrıntılar, esere orijinal niteliğini kazandıran özelliklerin başında gelir. Biz, Osmanlı vilâyet tahrirleri ve kanunnamelerden çift-hane sistemi’ni formüle etmekle, bu temel fikrin ne kadar haklı olduğunu göstermeye çalıştık. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde çift-hane sistemi, tüm bölgede köylü sınıfının sosyal-ekonomik ortak yapısını ve kırsal sektörde devlet maliyesinin temelini oluşturmakta idi. Osmanlının mîrî toprak rejimi ve çift resmine bağlı kapsamlı kırsal vergi sistemi aslında Bizans imparatorluk sisteminin bir devamıdır. Iorga, geniş görüşlü tarihçi yaklaşımı sayesinde bu temel devamlılığı fark etmiştir. Öte yandan Iorga’ya göre bölge, Avrupa’nın bir parçası olmakla beraber, Avrupa’nın öbür bölgeleri gibi kendi karakterlerini daima korumuştur. Güney-Doğu Avrupa’nın yerli halkı ve temel kültürü ile günümüze kadar gelmesinde önemli olan Osmanlı dönemini, bağnaz milli saptırmalara kapılmadan yorumlamakla, Iorga kuşkusuz derin tarihçi vizyonunu ispat etmiştir. 1930’larda Balkan Antantı ve Balkan Konfederasyonu girişimleriyle bu yayınlar arasındaki ilişki, Iorga’da tarihle halihazırın, bilimle siyasetin nasıl bağdaştığını gösteren iyi bir örnektir. Balkanlarda bağnaz millî devlet ve onun hizmetindeki romantik tarihçi, beşyüz yıl boyunca oluşmuş bir tarihi realiteyi, Osmanlı’yı yok sayıyor; onu temelinden tahrib etmeyi bir hak biliyor; tahrip elini yalnız masum kitlelere değil (sadece 1912-1913’te Balkan savaşlarında Müslümanların kayıpları 1.450.000 ölüdür, 410.000 kişi Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştır.), Osmanlı medeniyetini temsil eden tüm eserlere kadar uzatıyor; camilerini, türbelerini, güzelim köprülerini acımasızca yıkıyor. Balkanları adım adım gezen bir Hollandalı, Dr. Michael Kiel Osmanlı eserlerinin tamamına yakınının ya harap bırakıldığını veya kasıtla tahrip edildiğini tespit etmiştir. Michael Kiel aynen şöyle yazar: “Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra ortaya çıkan devletler halkı, Güney-Doğu Avrupa’da Osmanlıların inşa ettikleri mimari eserlerin belki %98’inin ortadan kalkmasına sebep olmuşlardır”. 1990’da Dobruca’yı gezdiğimde, Babadağ’da Sarı Saltuk türbesinin yıkık duvarları, Filibe’de Fatih’in veziri Şihabeddin Paşa’nın perişan mezarı, bana herşeyden önce Balkan milliyetçisinin bağnazlığını hatırlattı. Herşeye rağmen bağnaz millî devletin tahrip edemediği bir tarih yaşamaktadır: Bugün Balkan dillerinin herbirinde yaşayan Türkçe kültür kelimeleri, 2000 ile 6000 arasında değişir. Balkanlının mutfağı, halk ezgileri, giyinişi ve davranışlarında, ister istemez, tarih yaşar. Kitabın sayfa sayısından korkmayın %23 Dipnotlar v.s (Mir'at-ı Cünun)

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi PDF indirme linki var mı?

Nicolae Jorga - Osmanlı İmparatorluğu Tarihi kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Osmanlı İmparatorluğu Tarihi PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Nicolae Jorga Kimdir?

1895'te Bükreş Üniversitesi'nde dünya tarihi profesörü oldu. 1902-05 arasında milliyetçi Sămănătorul (Tohum) dergisinin editörlüğünü yaptı. Geschichte des rümänischen Volkes (1905; Rumen Halkının Tarihi) ve Geschichte des osmanischen Reiches (1908-12, 5 cilt; Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) adlı kitapları ve haçlı seferleri üzerine incelemeleriyle kısa sürede büyük ün kazandı. Osmanlı Devleti'nin "Bizans'tan sonra Bizans" demek olduğu gibi, daha sonra Türkmilliyetçi tarihçilerinin çok karşı çıkacağı bir tezi ortaya attığı. 1921'de Fontenay-aux-Roses Rumen Okulu'nu açtı. 1922'de Sorbonne'da öğretim üyesi oldu.

Yaş'tan parlamentoya seçildiği 1907'den başlayarak ülke politikasında önemli rol oynadı ve Ulusal Demokrat Parti'yi (Partidul Naționalist-Democrat) kurdu. Meclis başkanlığı yaptıktan sonra 1931-32 yıllarında başbakan ve eğitim bakanı olarak görev yaptı. 1939'da Senato başkanı oldu. Çok üretken bir araştırmacı olan Iorga, 1933'e gelindiğinde yüzlerce makale ve kitap yazmış, Vălenii de Munte'de bir halk üniversitesi (1908) ile Güneydoğu Avrupa Enstitüsü'nü (1913) kurmuş ve çok sayıda dergi çıkarmıştır. Öte yandan milliyetçi görüşlerini dile getirdiği yazıları ve konferanslarıyla ülkenin düşünsel yaşamını derinden etkiledi.

Eski bir öğrencisi olan ve 1930'da sürgünden dönerek tahta çıkan Kral II. Carol yönetimini destekledi. Kasım 1940'ta, karşıtı olduğu faşist Demir Muhafızlarörgütü militanları tarafından öldürüldü.

En önemli yapıtı 10 ciltlik Istoria Românilor (1936-39; Rumen Tarihi), olan Iorga, Venedik, Osmanlı İmparatorluğu ve Haçlı Seferleri tarihleriyle de ilgilenmiştir. Şiirler, genelde tarihi kişilerden esinlenen kırka yakın oyun (Constantin Brâncoveanu, 1914), bir özyaşamöyküsü (Mes horizons; Une vie d'homme telle qu'elle fut, 1934), Prensées (1911) adlı bir yapıt ve gezi öyküleri de yazmıştır. Derin bilgisi, değişik dönemlere ait Rumen edebiyat tarihi kitaplarında ve Histoire des littératures romaniques (1920) adlı bir yapıtta somut olarak görülür.

Yapıtlarından biri Türkçede İstanbul'un Zaptı Hakkında İhmal Edlmiş Bir Kaynak (1948) başlığıyla yayımlanmıştır.

Nicolae Jorga Kitapları - Eserleri

  • Yenilmez Türk
  • Büyük Türk Fatih Sultan Mehmed
  • Osmanlı İmparatorluğu Tarihi
  • Büyük Türk
  • Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1300-1451
  • Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1774-1912
  • Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1640-1774
  • Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1538-1640
  • Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1451-1538

Nicolae Jorga Alıntıları - Sözleri

  • Müslümanlar gaddar Vlad tarafından parça parça doğrandılar ve diğerlerini korkutmak için kazıklara oturtuldular. (Büyük Türk Fatih Sultan Mehmed)
  • İnce yay biçimindeki kaşları, kartal biçimindeki burnu ve öne doğru çıkıntılı bir çeneyi barındıran enerjik yüzünde, kendini teslim ettiği derin düşüncelerinin dışavurumu şeklinde bir çift melankolik bakışlı göz parlıyordu. Buna rağmen, ne Demirbaş Şarl karakterinde bir hayalci ne de Napolyon gibi insanüstü büyüklükte bir ütopyacı idi. (Büyük Türk)
  • "İnsaflı olmayı ve sadaka vermeyi görev hâline getiren İslâm dininin derinliği ve içtenliği genelde dikkate şayandı..." (Yenilmez Türk)
  • Halktan bir Türk, sadece Müslüman olduğunu, ailesi ve mal varlığı; köylü ise sahip olduğu toprakla birlikte Osmanlı hükümdarına ait olduğunu bilir ve “Türk” adını sevmez. Yabancılar bu adı kullandıklarında, buna tıpkı bir Fransız’ın kendisine "Welscher” [İtalyan, Fransız ve İspanyolların topluca adı] veya bir Romen, kendisine “Wallache” [Eflâklı] dendiğinde gösterdiği tepkiyi gösterir ve bunu hakaret sayar. (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi)
  • “ O, geçici şan ve şeref için her şeyi feda edecek kibirli bir karaktere de sahip değildi. Büyük İskender ve Sezar’la at başı giden ihtirası soylu unsurlar içermekteydi. Onun en büyük amacı, sağlam temeller üzerine oturan gerçek bir devlet kurmaktı.” (Büyük Türk)
  • "Fatih Sultan Mehmed, Büyük İskender ve Jül Sezar'ın hikayelerini okuyarak beslediği ve geliştirdiği hırslı bir ruha sahipti. Amacı, ardında devasa harabeler bırakmak değil, kalıcı olacak eserler yaratmaktı." (Büyük Türk)
  • Yılda dört kez Osmanlı memurları "raiyyetleri" , yani Osmanlı Devleti'nin Müslüman olmayan tebaasını denetlemek ve "zavallı insanların baskıya maruz kalmasını engellemek" için ülkeyi dolaşıyorlardı. (Büyük Türk Fatih Sultan Mehmed)
  • Halk (Bizans halkı), kendi imparatoruna karşı idi. Birçok kez "Latin hakimiyetinde olmaktansa, Türk hakimiyeti altında olmayı" tercih ettikleri yönünde söylemler duyulmuş ve Bizans'ın ileri gelenlerinden ünlü Grandük Lukas Notaras bile resmen, "Kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi" tercih ettiğini söylemişti. (Büyük Türk Fatih Sultan Mehmed)
  • Bir yudum süt çaldığı ya da atı, tarladan başakları kopardığı için bir yeniçerinin ölümle cezalandırıldığı görülebiliyordu. (Savaş Zamanında) (Yenilmez Türk)
  • "Halk 16.yüzyılın başlarında oldukça mütevazi şartlar altında yaşıyordu. Duvarları isli ahşap evlerde çok az eşya vardı: Ağaç veya taştan oturma yerleri, geleneksel divânların yanında bir yenilik olarak görülüyordu ve evin tek süsü, kilimleri idi. Daha fakir olan Türklerin çoğu, yer yatakları yerine kilimlerde yatıyorlardı. Çamaşırlar, evin içinde kurutuluyordu... Türkler yemek yerken üç parmağını kullanıyordu. Evin içinde, aile arasında içki içilmiyordu. Türkler, şekerli şurup, ballı şerbet içinde kurutulmuş üzüm kaynatılan Gülsuyu, hoşaf ve pekmez içiyorlardı... Tabaklar ağaçtandı; sadece zengin evlerde Asya'dan gelme porselen görülüyordu. Saray'da bile kaşıklar ağaçtan ve tabaklar genelde, tıpkı Venedik'teki gibi, bronzdandı. Ama İbrahim Paşa firuzeden yapılmış bir bardaktan su içiyordu ve efendisinin her yıl bu değerli taşlardan iki at yükü dolusu aldığı ile övünüyordu..." (Yenilmez Türk)
  • Bir Türk'ün yüzüne bakmaya cesaretleri yok. Bu yüzden 250 Türk 4 bin kişiyi geri püskürtüp, sahillerine kadar kovalayabildi. (Büyük Türk)
  • Fatih, Kimi atalarının aksine yemek, aşırı içki, insanı gevşeten uyku, babasızında kendisini almadığı harem sefaları, avlar ve danslarla ilgilenmiyordu. (Büyük Türk)
  • Türkler, yine de rahat durmadılar. Onlar, herkese kucak açıp, destek veriyorlardı. (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi)
  • Dört gün süren bir deniz yolculuğundan sonra İstanbul’dan kaçan gemiler Eğriboz’a varmış ve burada güçlü filosu ile dönen Loredano ile karşılaşmıştı. Papaya ait kadırgalar daha önce emir almadan geri dönmüşler ve kaptanları bu yüzden mahkemeye çıkartılmışlardı. Felaket haberi ise fethedilen şehirdeki akrabalarının ve dostlarının kaderini öğrenmek için birçok ileri gelen ve halktan kişinin endişe içinde haber bekledikleri Venedik’e ancak Haziran ayının sonlarına doğru, Sommaripa* Kadırgası’nın ve daha sonra Mora yollarından geri dönen gemilerin getirdikleri haberlerle doğrulandı. En iyi, en zengin ve en yetenekli evlatları artık kaybedilmiş İstanbul’da, sultan tarafından el konulan ve intikamın nasıl alınacağı belirsiz olan Galata’da bulunan Cenova için felaket haberinin boyutu daha da büyüktü. Roma’ya ilk gelen mektuplar, yaşlı ve iyi niyetli Papa Nikolas üzerinde derin bir iz bırakmıştı. Tüm ticaret şehirlerinde ve tüm Hristiyan prenslerinin saraylarında bir zamanlar güçlü ve zengin olan Bizans’ın düşüşüne ilişkin haberler endişe ve üzüntü yaratıyordu. Aynı zamanda gelen ateşli uyarılar, Batı’ya Fatih’in hırslı amaçları hakkında bilgi veriyordu ve derhal yardım isteniyordu. İsodor, Sakız Adası’ndan Leonardo ve denizlerin Venedikli kaptanı gibi 29 Mayıs tarihindeki felaketten sağ kurtulmayı başarmış olan tecrübeli politikacılar bile İtalyan tüccarlar ve öğrenciler gibi Takımadaları fethetmeye ve belki de Karadeniz’de ve Tuna boylarındaki konumunu sağlamlaştırmak için Kefe’yi ve Cenova’nın Kırım’daki topraklarını, daha sonra Trabzon’u, Silistre’yi, Belgrad’ı ve Semendire’yi topraklarına katmaya niyetli olan sultanın yaptığı hazırlıklardan bahsetmeye başladılar. Rodos Şövalyeleri’nin üstad-ı a’zamı baharda adalarına yapılacak bir saldırıdan endişe duymaya başladı, Kıbrıs Kralı da Venedik’ten kendi devleti için koruma istedi4. Eylül ayında Kıbrıs Sarayı’nın bir elçisi, Türklere karşı yardım talebi ile birçok İtalyan saray ve şehirlerini ziyaret etti ve gittiği her yerde, Yeni Roma’nın kâfir yeni imparatorunun kibirli ve parlak sözlerle eski mukaddes Roma’yı papazların elinden alıp, cihan imparatorluğunu Osmanlı biçimine uygun bir şekilde tekrar kurmak ve zamanın “Büyük İskender”i unvanına sahip olduğunu göstermek için yanıp tutuştuğunu söylediğini iddia etti. Türk ordusunun yaklaşık 200 bin askerden; önyargılı ya da endişe içindeki aynı gözlemcilere göre donanmanın da 24 büyük kadırga, birçok kalyon ve tekne ile büyük sayıda nakliye araçları olmak üzere 200 araçtan oluştuğu tahmin edilmekte idi. Bu fırsattan istifade ederek, en iyi klâsik kaynaklardan seçilen Latin malzemelerini kullanmakta birer hitabet ustası olan ve bir Cicero gibi ateşli konuşmalar yapmak veya bir Livius stilinde güzel tasvirlerde bulunmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan hümanizmin savunucuları, feryat ve figan etmeye, kehanetlerde bulunmaya, lanetler yağdırmaya ve hayali projeler hazırlamaya başladılar. İstanbul’un fethinden sonra II. Mehmed’e acizane ve övgü dolu sözlerle bir akrabasının serbest bırakılması için yazmayı düşünen Filelfius, daha 1451 yılında kaleme aldığı bir eserle kuzeyden Macarlar; Batı’dan Fransızlar, İtalyanlar, Arnavutlar ve Mora Despotluğu’nun güçleri ile Fransa Kralı VII. Charles’ın komutası altında birleşmiş bir Avrupa deniz gücü ile Osmanlılara karşı yapılacak üçlü bir saldırıdan bahsetmişti. Katedral baş papazı Veronalı Timoteo, Haçlı Seferi için Venediklilere ve Cenevizlilere, Giacomo Piccinino’ya, Carlo Gonzara’ya, güçlü Sforza’ya, zengin Floransalılara ve tüm İtalyan prenslerine seslenmişti. Benzer bir şekilde Alman Kreyburglu Benedikt de şikâyet ve uyarılarda bulunmuştu. Latin Kilisesiyle birleşen Rumların lideri olan ünlü Kardinal Bessarion, Venedik Doju’na yazdığı bir mektupta İstanbul’un, “En yüce san’atların okulu” olan” bu şehrin kaderine ağıtlar yakıyor ve gittikçe güçlenmeye başlayan Osmanlı gücünün kolayca nasıl kırılabileceğini göstermeyi kendine vazife ediniyordu. Başkaları da benzer yolları takip ediyorlardı, ama kullanılan sözcükleri her seferinde ne kadar değişse de içeriğindeki hayali safsataları hep aynı kalıyordu: Olağanüstü, uygulanması mümkün olmayan ve kibir dolu. Bilginler, “Muhammed’in dini” ve “Osmanlı hanedanının soy kütüğü” hakkında araştırmalar yaparak, vakit geçirirken; Doğu’daki Hristiyanlar ağıtlar yakarak, eski kehanetler14 ve genelde büyük oranda hayali dayanan hikâyelerle avunurken; Batılılar, bahtsız bir imparatordan, hain bir vekilden ve şeytanın zafere götüren entrikalarından bahseden safdil efsaneler uydururken; nihayet imparatorun kendisi dahil olmak üzere “Yahudiler tarafından çarmıha gerilen İsa’nın vekili” olarak papaya gönderilen “Hektor’un ve diğer Truvalıların halefi ve intikamcısı” II. Mehmed tarafından gönderildiği iddia edilen sahte aşağılama mektubu orada, burada okunurken, İtalya’daki gerçek siyasetçiler ve mesuliyetlerinin boyutunu çok iyi anlamış olan Papalık makamı, olanların intikamını almak veya düzeltmek için hiçbir çare bulamadılar. Venedik’in, yazı sanatının bir ustalık örneği olan uyarı mektubu, Roma’ya vardığında; gerek alıcısı, gerekse onu Haçlı Seferi’ne çağıran göndericisi, İtalya’daki şartlar ve bunların doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan Lombardiya Savaşı’ndan dolayı, İsa adına barışı sağlama bahanesi ile bir müdahalenin söz konusu olmadığını biliyorlardı. Kasım ayındaki bir oturumda İtalya’da barışı sağlamak için orada bulunan Floransalı elçiler, kalbi derinden yaralı yaşlı papanın, Türk tehlikesi hakkında resmî bir konuşma yaparken gözlerinin yaşardığını görmüşlerdi. Ama bu yaşlar sadece acısından değil, hiçbir şey yapamamanın yarattığı çaresizlikten de kaynaklanıyordu. Papa, Fermo ve San Angelo Kardinallerine barış ve kutsal savaş adına Napoli Kralı ile onun rakibi Floransa’yı, ayrıca Venedik’i ve Milano’yu ziyaret etme görevini vermekle yetinmek zorunda kalmıştı. Kısa bir süre sonra, herşeyin bağlı olduğu Napoli’den olumlu cevap geldi: Ankona’da bir barış kongresi yapılacaktı. Çoğu, en azından beş yılık bir ateşkes antlaşması yapılacağından emindi. Papa ise tüm Hristiyan dünyasına savaş vergisi çağrısında bulundu, ama kimse bu fedakârlığı yapmaya hazır değildi; kardinallerden ise gelirlerinin yüzde onunu bağışlamalarını istedi. Bir sonraki yaz, üçüncü bir vekil, Ragusa Başpiskoposu (Arşiveki) Johann, “Türklere karşı savaşacak filonun Papa vekili” tayin edildi. Başpiskopos Johann, papaya ait beş kadırgayı silahlandırmak üzere Venedik’e geldi, ama hazırlıklar birkaç yıl sürmesine rağmen, bu misyon da sonuçsuz kaldı. Papa, uzun çabalar sonucunda nihayet 25 Şubat tarihinde, Napoli’de İtalya Cumhuriyetleri ve yarımadanın tiranları arasında sağlanan barışı ilan edebildi. Cenova’nın Osmanlı Sultanı’ndan bir beklentisi yoktu ve kendini Osmanlılarla savaşta görmüyordu. Giustiniani, ölen Bizans İmparatoru’nun paralı askeri olarak kabul ediliyordu. Galata ise resmen Bizanslıların tarafını tutmamıştı. Sadece metropole geri dönen ve Türklerden ağır zararlar gören bazı Galatalıların menfaatleri açısından ara sıra tedbirler alınıyordu. Eylül ayında, Osmanlı Sultanı’na elçi gönderme fikri ortaya atılmıştı, ancak Ekim ayının sonunda, özellikle Kefe’yi kurtarmak için elçiler seçilebilmişti. Elçilere verilen talimatlarda, Kefe ve Karadeniz’deki diğer topraklar Bizans’a ait olmadığı için Cenova’nın vergi ödemeyeceği belirtiliyordu. Her zaman dikkatli olan, ancak büyük talihsizlikler yaşamış olan kurnaz Cenevizlilerin, İstanbul’un fethinden sonra yapabilecekleri tek şey bu idi. Cenova, Temmuz ayında Napoli Kralı’nın ve Katalanların düşmanca niyetlerini ve sürgün edilen siyasi mültecilerin (Fuorusciti) entrikalarını unutmamıştı. Diğer taraftan Venedik, her fırsatta vermekte olduğu güzel vaatlere rağmen, güçlü Osmanlı Sultanı’na karşı herhangi bir düşmanlıkta bulunmak istemiyordu ve bu yüzden sadece Eğriboz’da, Pitileon’da, Aegina’da, Modon’da, İnebahtı’da, hatta İşkodra’da ve tehdit altındaki diğer kolonilerde takviyeler ve tamiratlar yapmakla yetindi. Loredano ayrıca Doğu Akdeniz sularında sürekli olarak geziniyordu ve bu esnada birkaç korsan gemisi zapt etmişti. Venedik, hemen 14-16 kadırga, daha sonra ayrıca 20 kadırga daha inşa etme kararını almıştı. Doğu Mora’ya giden yollar o yıl için yasaklandı. Ayrıca Eğriboz’un fethedildiğine dair yanlış bir haber yayıldı. Sultan Mehmed’in teveccühünü kazanmak için Venedik o kadar ileri gitti; daha doğrusu o kadar derine battı ki, İstanbul’un fethi sırasında katledilen soydaşlarını göz ardı ederek, hiçbir şey olmamış gibi davrandı. İlk genel yas günlerinin daha henüz sona erdiği 12 Temmuz’da Marcello’ya olup bitenlere rağmen, sultanın sarayına planlanan ziyareti gerçekleştirmek için yoluna devam etme ve Osmanlı Sultanı’na fetih esnasında Venediklilerin İstanbul’daki çatışmalara katılımından Venedik’in haberdar olmadığını ve böyle bir yönlendirmede bulunmadığını ileri sürerek, mazur gösterme emri verildi. Sultan bu arada daha yüksek bir güç mertebesine ulaştığı için ona ayrıca uygun şartlar altında barış teklif edecekti. Venedik, sadece haraç ödeme yükümlülüğünün vereceği utançtan mümkün olduğunca uzak kalmak istiyordu. Bunun dışında, özellikle “Boğazların” ötesinde Bizans İmparatoru’na ait olan Limni, Gökçeada ve Semadirek Adalarını Venedik’e devrettiği takdirde, “ticarî vergi” adı altında yılda 3 ila 5 bin altın ödemeye razı olacaktı. Ayrıca ithal edilen tüm mallar üzerinden yüzde 2 oranında ve ihraç edilen mallar üzerinden de aynı oranda gümrük ödemeye ve Türkler ve Venedikliler veya Venedik vatandaşları arasındaki hukuki anlaşmazlıklarda bir kadının yetkisini tanımaya hazırdı39. Buna rağmen, barış antlaşması işi uzadıkça uzadı ve Aralık ayında durumun tehlikeli bir hâl aldığı gerekçesiyle savunma için tedbirler alındı. Nihayet, 23 Nisan 1454’te Sultan Mehmed antlaşma imzalamaya yanaştı. Barış antlaşması çerçevesinde eski maddeler yenilendi ve ticarî ilişkilerle, komşuluk münasebetlerini düzenleyen yeni maddelerle genişletildi. Ancak, alınacak vergi ve buna bağlı olarak Bizans adaları ile ilgili hususlar bu antlaşmada yer almadı. Venedikliler bu arada Karamanlıların elinde bulunan ve ipek, kırmızı kök boya ve şap ticareti için çok uygun bir konumda bulunan Kızkalesi (Gorigos Limanı)’nin İstanbul’un yerine geçecek bir liman olduğuna karar vermişler ve bu amaçla bir elçi heyeti göndermişlerdi. 1455 yılının başlarında Venedik, Eğribozlu Nikola Sagundino’yu Aragon Kralı’na göndermişti, ama boşuna. Napoli’de yaptığı konuşma büyük bir ilgiyle izlenmişti, ama uzun zaman önce Bizans İmparatoru Konstantin’den Limni Adası’nı isteyen ve topraklarını işgal etmeyi çok arzuladığı Arnavutlarla ilişki içinde olan Kral Alfonso, ortaklaşa yapılacak bir faaliyete ikna olmadı. Napoli, Doğu’daki geleneksel siyaseti gereğince, kralın “ordunun komutanı” dediği yeniden faaliyete geçmiş olan İskender Bey’e, “Kral vekili” olarak Raymond Orrofa komutasında birkaç birlik gönderdi44. Bu aslında Venedik’e karşı düşmanca bir hareketti, zira İskender Bey daha Temmuz ayında Dıraç Balyosu’na karşı düşmanca niyetler beslediğini belli etmiş ve ancak sonbaharda bu düşmanlıklardan vazgeçmişti. İstanbul’un düşüşü, Akçahisar’ın bu genç kahramanının şerefini o kadar zedelemişti ki, Venedikli gemilerle Leş Limanı üzerinden İtalya’ya geçmeyi ve Roma ile Napoli’yi de ziyaret etmeyi düşünmüştü. Napoli Kralı bu arada ayrıca “Lancelothus de Macedonia” adında bir kişi ile irtibat hâlinde idi. Ancak Avrupa’ya ilk kez gelen Karaman elçileri bile kralın harekete geçmesini sağlayamadılar. 1453 yılının Ekim ayında Napoli’de bulunan ve vaftiz edilmiş olan Türk veliahtı Şehzâde Davud’a yabancı prens olarak mutat hediyeler verilmiş ve İstanbul’dan kaçan Demeter “Calapa” ve “Rum şair Theodor”a o kadar özen gösterilmemişti. Kral Alfonso ise hırsını göstermek için Cerbe, Tunus ve Trablus’taki Müslümanlara karşı seferler düzenleme imkânına sahipti ve bunu da çağdaşları tarafından övgülerle yüceltilen kahramanca seferlerle haklı olarak kanıtladı. İstanbul subaşısı bugün haklı olarak “Eski Saray” diye anılan yeni bir sarayın inşasını sürdürürken, Sultan Mehmed Edirne’de Balkan Yarımadası’nın tüm Hristiyan güçlerinin, Takımadaların, Trabzon’un ve Rodos’un elçilerini kabul ediyordu. O, artık eskiden olduğu gibi “hükümdar ve emir” değil, madolyonlarında yazdığı gibi “Rumeli ve Anadolu’nun büyük padişahı” ya da İtalyan sanatçı Konstantius’un bronz bir resmindeki ünvanıyla “Asie et Gretie İmparator55” idi. Bu yeni kimliğiyle Sultan Mehmed, bu arada İstanbul’un fethinin somut delilleri olmak üzere Mısır Sultanı’na İstanbul’da alınan 200 genç esir göndermişti. Müslümanların bir diğer hükümdarı olan yaşlı Tunus Kralı’na da aynı şekilde hediyeler göndermiş ve her ikisine İslâm davasını müttefik güçlerle destekleme teklifini götürmüştü. Müslüman dostları da özel elçiler göndererek zaferini kutlamışlardı, ama bunların hepsi o an için sadece şekilden ibaretti: Mısır Sultanı, II. Mehmed’i sadece “Osmanoğlu büyük Murad Bey’in oğlu, Muzaffer Melik (Melek el-Nasr Mehmed)” olarak görüyor ve Sultan Mehmed’in haklı üstünlüğünü tanımıyordu. Aksine, Kıbrıs Kralı’na karşı davranışlarından dolayı Sultan Mehmed’i “sert bir şekilde kınıyordu”. Enez, Sakız Adası ve Midilli Adası’ndaki Cenevizliler, daha küçük adalardaki Rumlar ve İstanbul’daki felaketin haberi geldiğinde, Venediklileri ve hatta Türkleri yardıma çağıran Arnavutların Aksak Peter komutası altındaki genel bir isyanını bastırmak zorunda kalan Mora despotlarının haraç vergisi yükseltilmişti. Despotlar bundan böyle yıllık 10 bin , Sakız Adası 6 bin ve Midilli 3 bin duka altın ödeyecekti. Ancak artırılan vergiler karşılığında, Venedik’in ticarî vergiyi ödemek için talep ettiği şartlar kendilerine de tanınarak bir dereceye kadar tazmin edildiler. İstanbul’un düşüşünden birkaç gün sonra kalan son Bizans adaları Limni, Gökçeada ve Taşoz sakinleri, Bizans İmparatoru tarafından tayin edilen komutanları İtalyan gemilerine binip kaçtıktan sonra, kayıtsız şartsız teslim olacaklarını bildirmek üzere Gelibolu’ya Kaptan-ı Derya Hamza Bey’in yanına metropolitlerini ve kurnaz Kâtip Kritovulos’u göndermişlerdi. Bunu haber alan Sultan Mehmed, Takımadaların bu bölgesine Müslüman bir subaşı göndermeye gerek duymamıştı; aksine iki şehir, altı kale ve 100 köyü kapsayan ve metropolitin ikameti olan büyük Limni Adası ile Taşoz Adası 2.325 altına kadar bir haraç artışı karşılığında, oğlu padişahın sarayında bulunan Midilli hükümdarı Dorino’ya bırakıldı. Enez’de bulunan diğer Gattilusio’ya 200 altın karşılığında küçük bir yerleşim merkezini, 20 kale ve sadece 20 köyü kapsayan Gökçeada tahsis edildi. Bundan Sultan Mehmed’in denizlerde sadece üç amaç güttüğü görülebilir: Büyük İskender’in ünü, Cengiz Han’ın zenginliği ile onun güvenli ve rahat devlet yönetimi. Amaçları, doymak bilmez toprak hırsı ve Batı Avrupa’da Hristiyan kanına susamışlığı hakkında en dehşet verici çeşitli rivayetler yayılırken, Sultan Mehmed yaz boyunca Edirne’de kalmış ve burada elçileri kabul etmişti. Ancak yılın sonlarına doğru önce Galata’ya, daha sonra 24 Aralık tarihinde de İstanbul’a gelmişti. Yanında artık Halil Paşa yoktu; Arnavut kökenli Zağanos Paşa da gözünden düşmüştü; ikisine de Anadolu’da toprak verilmişti. Padişah, Zağanos’un kızı olan eşini bile göndermişti. Sultan Mehmed üzerinde tesiri olan tek kişi artık Zağanos Paşa’nın diğer kızı ile evli olan Rum kökenli Mahmud idi. O, aynı zamanda Hellaslı Arhont Filaninos’un torunu ve Mihaloğlu’nun oğlu olup, kendi şahsi cesareti dışında soyunun tüm zihinsel özelliklerini de taşıyordu. Sultan Mehmed, İstanbul’da kaldığı süre içinde, tüm tesisler ve görkemli bahçeleri ile birlikte en az sekiz fersah büyüklüğünde olacak olan yeni sarayın inşaatını gezdi ve İstanbul surlarında yapılan acil, ama kaba tamiratları izledi. Kiliseler, cami olarak kullanılacak şekilde tamir edildi ve duvar resimleri ile mozaiklerin çoğu kireçle kapatıldı. Manganai Manastırı’na dervişler yerleşti; Pantokrator Manastırı’nda artık Türk kunduracıları çalışıyordu. Küçük kiliselerin kurşunlu çatılarıysa sökülüp, sultanın sarayında malzeme olarak kullanıldı. Gelibolu’da yeni vezirin denetimi altında donanmayı büyütme çabaları başlatıldı ve böylece İstanbul fatihinin bir sonraki seferinin büyük Eğriboz Adası’na yapılacağı izlenimi yaratıldı. Ancak, 1454 yılının bahar aylarında yelken açan donanmanın asıl hedefi, daha yakındaki adalardı, ama kesin hedefi belli değildi. Bu yüzden Midilli Adası’nın Beyi, bu bilgiye sahip olmamızı sağlayan tarihçi Dukas aracılığıyla sultana haracını, toplam 6 bin altın tutarında bir hediye, değerli kumaşlar ve bol erzak gönderdi. Hâlâ donanmanın kaptanı olan Hamza Bey, nihayet 180 gemi ile Sakız Adası önlerinde mevzilendi (29 Mayıs). Sakız Adası, kısa bir süre önce bir Cenevizli’nin alacağı olan 40 bin altın yüzünden Osmanlılar ile anlaşmazlığa düşmüş olduğundan Hamza Bey bu adaya düşmanca davrandı ve San İsidora Limanı’nın çevresindeki üzüm bağlarını tahrip etti. Sakız Şehri ise oldukça sağlamdı ve savunma için 20 gemi hazır bekliyordu. Ada sakinleri tarafından gönderilen aracılar - bunların arasında bulunan Quirico Giustiniani dahil olmak üzere - esir alındılar. Türk gemileri daha sonra, limanında birçok büyük savaş gemisinin hazır bulunduğu Rodos önlerinde belirdi. Daha sonra Küçük Langos Adası’nda ve Rodos Şövalyeleri’ne ait İstanköy Adası’nda yağma yapıldı. Burada 22 gün kaldıktan sonra Türkler, İstanköy ve Raheia kalelerinde mustahfız kıtası bırakmadan tekrar gemilerine bindiler. Hamza Bey’in seferi, Sakız Adası’nın ödediği 20 bin altın dışında neredeyse hiçbir kazanç getirmediği için, ondan önceki Kaptan-ı Derya Baltaoğlu’nun İstanbul surları altındaki mağlubiyetini affetmiş olan Sultan, Hamza Bey’in önce kellesini istedi, ama daha sonra bundan vazgeçip, onu Antalya subaşısı olarak Anadolu’ya gönderdi71. Takımadalara yapılan bu askerî harekâtla birlikte Sultan Mehmed ayrıca Karadeniz’e de bir seferin yapılmasını emretti. Bu sefer, oradaki Ceneviz kolonilerine kendi hükümdarlığını kabul ettirmekten ziyade, daha çok eski komşularına gücünün büyüklüğünü hissettirmek içindi. Cenova, bütün risklerden kurtulmak için Kasım ayında yapılan bir antlaşma ile Karadeniz’deki topraklarını Banco di San Giorgio’ya devremişti72. Buna rağmen, Cenova kendini burada yaşayan soydaşları için sultanla görüşmesi gerektiğini düşündü. Bu yüzden 1454 yılının Mart ayında Kefe’nin ve etrafındaki yerlerin gelecekte Osmanlı Devleti ile ilişkilerini II. Mehmed’le birlikte düzenlemek üzere iki elçi gönderildi. Elçiler, elleri boş döndüler. Cenevizlilerin Karadeniz’deki hakimiyetini engelleyen, bugüne kadar Osmanlı Sultanı’na hiç başvurmamış olan Tatar Hanı idi. II. Mehmed’in üstün gücü, Timur’un ve Cengiz Han’ın halefi; Lehlerin, Rusların ve Romenlerin korkulu rüyası Tatar Hanı’nın hoşuna gitmiyordu. Hacı Giray, Kefe’yi kendisi için istiyordu; bunun karşılığında köleler dahil olmak üzere toplanan ganimetin tamamını sultana bırakmaya hazırdı. Kefeliler, bunun üzerine vergiyi 600 Sommi* daha yükselterek hanı kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Cenevizlilerin tüm limanlarında ve Turla (Dinyester) Nehri ağzında zayıf Boğdan Prensi Petru Aron’un elinde bulunan Akkirman’da tehlikenin savulması için hazırlıklar yapıldı. Takımadalarla meşgul olan Kapudan Paşa’nın vekili olarak gönderilen Timur Hoca’nın komutası altındaki 56-60 gemiden oluşan Osmanlı filosu nihayet geldiğinde herşey tam bir savunma konumunda idi. Türkler, Akkirman (Monkastro) Limanı’nı ziyaret edip, kısa bir süre için Sivastopol’u işgal ettiler ve 13-14 Haziran tarihinde çok ciddi bir biçimde olmasa da Kefe’ye saldırdılar. Ayrıca Mankup veya nam-ı diğer Theodori’de Uluğ Bey adında Tatar ismi taşıyan bir Hristiyan hanın hüküm sürdüğü Kırım sahillerinde ganimet aramaya çıktılar. Bu gemiler, Sultan Mehmed’in yeni gücünü en görkemli şekilde sunduktan sonra yaz aylarında Gelibolu’ya geri döndüler. 1455 yılının Mart ayında nihayet Kefe elçileri ile bir antlaşma yapıldı; orada bulunan Cenevizliler, gizliden gizliye yine de ellerinde tuttukları Samastro’dan vazgeçtiler ve sultanın hazinesine vergi olarak 3 bin altın ödemeyi taahhüt ettiler74. Sultan Mehmed bu arada Boğaz’a sekiz yeni tabya kurmuş ve bu sayede Karadeniz’deki hükümdarlığından vazgeçmeye niyeti olmadığını ilan etmişti. Akkirman ve Tuna ağzında bulunan Kili limanlarının civarını Türklerin yeni saldırılarından korumak ve Boğdan balıkçılarının bundan sonra da açık denizlerde yelken açma hakkını korumak amacıyla Prens Petru Aron da sultanın emirlerine boyun eğmek ve gönülsüz de olsa yılda 2 bin Macar altını vergi ödemeyi taahhüt etmek zorunda kaldı. Sultanın bu konuda bugüne kadar muhafaza edilen bu türdeki tek vesika olan imtiyaz belgesi, II. Mehmed Belgrad kuşatmasından geri döndüğü ve Anadolu’da bulunduğu bir dönemde Saruhan Bey İli’nde hazırlanan 5 Ekim 1456 tarihli belgedir. (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi)
  • Papa, tekrar Alman prenslerine başvurdu ve Sultan Mehmed'i, dünyayı tek başına yönetmek isteyen hırslı bir tiran olarak tanımladı. (Büyük Türk)
  • Türklerin asıl tarihi, İslâm’a geçiş ve Asya’da süregelen şamanizmin ortadan kalkması ile değil, Osmanlıların ortaya çıkması ile başladı. Ancak o zaman dağınık yaşayan ve barbar diye nitelendirilen Türklerden - Hun Türklerinden - kendini soyutlayan yeni bir halk ortaya çıktı. Bugünkü Türkler, kendilerini Osman tarafından kurulan bir devlette, Osman’ın soyundan gelenlerin mutlak hakimiyeti altında yaşayan Müslümanlar olarak görüyorlar; bu da onlara yetiyor. Osman Bey’in hilalli bayrağı altında yürütülen ve kazanılan savaşların hatırası, bir boya ait olma duygusunun, soylarının asaletinin, vatan toprağının güzelliğinin ve bunların kökünde yatan tüm örf ve âdetlerin yerini tutmaya yetiyor. (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi)
  • Kasım ayında Karadeniz'den Boğaz'a giren Antonio Rizio (Rikio)'nun gemisi Rumelihisarı'ndaki Türk topları tarafından ateşe tutuldu ve mürettebatı esir alınıp,işkence edildi. İşte o zaman herkes II.Mehmed'in yoluna çıkan hiç kimseye acımayacağını anladı. (Büyük Türk Fatih Sultan Mehmed)
  • Bir Türk’ ün yüzüne bakmaya cesaretleri yok. Bu yüzden 250 Türk 4 bin kişiyi geri püskürtüp, sahillerine kadar kovalayabildi.” (Büyük Türk)
  • Baş vergi tahsildarı Halil’in sıkça bahsettiğimiz ve Avusturya ile yapılan görüşmelerde esas alınan tahrir defterinde, Osmanlı’ya tâbi tüm şehirler, kaleler, köyler, araziler, meyve bahçeleri ve tüm insanlar, Moğolların eski ve hassas titizliği ile kayıtlı idi. (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi)
  • Sultan Mehmed, bugün bile tarihe modern bir bakış açısıyla bakan çok sayıdaki eserlerde, çağdaşı olan bazı Hristiyanların tahayyül ettikleri tek şey olarak akis bulan, onun kan dökmek, insan katletmek ve ülkeleri tahrip etmek gibi alçakça bir amaç peşinde olduğuna dair olan kesin yargılarından çok daha farklı hedefler takip etmiştir. O geçici şan ve şeref için her şeyi feda edecek kibirli bir karaktere sahip değildi. (Büyük Türk Fatih Sultan Mehmed)

Yorum Yaz