Saklı Seçilmişler - Soner Yalçın Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Saklı Seçilmişler kimin eseri? Saklı Seçilmişler kitabının yazarı kimdir? Saklı Seçilmişler konusu ve anafikri nedir? Saklı Seçilmişler kitabı ne anlatıyor? Saklı Seçilmişler kitabının yazarı Soner Yalçın kimdir? İşte Saklı Seçilmişler kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Soner Yalçın
Yayın Evi: Kırmızı Kedi
İSBN: 9786052981900
Sayfa Sayısı: 504
Saklı Seçilmişler Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Bir film düşün.
İlk sahne sıradan bir olayla başlar.
Film ilerledikçe gelişmelere inanamazsın.
Dehşete kapılırsın.
Film biter. Etkisinden kurtulamazsın.
Korkarsın.
Bu kitabın yazım sürecinde ben bunları yaşadım.
İlk sahne:
Altı yıl önceydi.
Medyaya her cümlesi yalan olan bir haber sızdırıldı.
Peşine düştüm..
Saklı Seçilmişler Alıntıları - Sözleri
- Oğlumla bir gün Beşiktaş çarşıdayız; ayran içmek istedi. “Ayran neden yapılıyor” diye sordum. Bu sorumu tuhaf bir yüz ifadesiyle “yoğurt” diye yanıtladı. “Aldığın ayranın içindekiler bölümünü oku bakalım yoğurt var mı” diye sordum. Okudu. Yoğurt yoktu. Yoğurtsuz ayran!
- Beslenme uzmanları “modern muskalar” yazıyor. İnsanlar her lokmada suçluluk duygusuna kapılıyor. Yoksullar ise ucuz bulduğuna seviniyor.
- Dünyada gıda kıtlığından çok gıdaya erişime adaletsizlik vardır
- Büyük yazar Oktay Albay'ın dediği gibi "Önce ekmekler bozuldu."
- İnsan yediği şeydir. (Ludwig Feuerbach)
- Hep yazarım; "biri Nobel Ödülü aldı" ise ondan mutlaka kuşku duyunuz!
- Bir köy ekmeğinden daha değerli ikram düşünemiyorum. J.J. Rousseau
- Küresel şirketler insanların arzuları ve cehaletiyle beslendi! Yanıltıcı kampanyalar düzenleyerek beslenme alışkanlıklarıyla oynandı.
Saklı Seçilmişler İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Film gibi olayların içinde yaşıyorsun ama hiç bir şeye müdahale edemiyorsun eğer bu kitabın içindekilerinin %1'i bile doğruysa vay halimize.. ürkütücü ve kan dondurucu bir kitap. Uluslararası gıda şirketlerinin insan sağlığıyla nasıl oyun oynadığını gösteren nadir kitaplardan. Okuduktan sonra: İnsan öleceğini bile bile yaşar ama içten içe "düşünmek için çok erken" der ya bu hissiyata kapılıyor insan okurken. (BURAK)
Yazarımız diyor ki: “Bir film düşün. İlk sahne sıradan bir olayla başlar. Film ilerledikçe gelişmelere inanamazsın. Dehşete kapılırsın. Film biter. Etkisinden kurtulamazsın. Korkarsın.” Bende diyorum ki: “Filmin size tanıdık olduğunu ve gerileceğinizi, korkacağınızı bilmenize rağmen Pandora’nın kutusunu aralama dürtüsünün size hâkim geldiğini düşünmenizi isterim. İşte benim içinde böyle bir şeydi, kitabı elime aldığımda beni bekleyenleri az çok bilmek ve bilmediklerimi öğrendiğimde de ne derece tepki vereceğimi görmekti merakımın çoğunu işgal eden bu duygu. Kitabi ilk elime aldığımda, bir elimde duran ve beni konu olarak daha çok kendisine çeken Vatikan (José Rodrigues dos Santos) Saklı Seçilmişleri bir, en fazla bir kitap ertelememe sebepti. Muhakkak okumam konusunda bir arkadaşımın da tavsiyesine uyarak başladığımda, kendisinin de bu hususta ne kadar haklı olduğu kanaatine vardım. GELELİM KİTABA ve GÖRÜŞLERİME… Bu kitabı okuduktan sonra, yorum yapıp yapmayacağım arasında ikilemde kaldım. Bir yanım yap, bir diğer yanım ise yap ama destekli yap diyordu. Yap diyen yanım, aklıselim davranarak, elinden geldiğince düşünceni ve içeriğini aktar diyordu. Ya diğer yanım? Tufanlar koparıyor ve öyle bir yorum yap ki, gelmiş geçmiş ve bugün hala etkin olarak görevde olan tüm insanlara en ağır şekilde ver veriştir diyordu. Eğer yorum yapmazsam bu eseri okumuş olmamın ne anlamı olacaktı ki?! Ben iyi olan tarafı dinledim ve olum bir şekilde biraz kitaptan birazda benden katarak bir şeyler karaladım. Aşırı agresif ve eleştirisel bir yorum yaparak burada farklı düşünceden olacak insanları da kışkırtmak istemedim. Sanmayınız ki korktuğumdan ya da çekindiğimden. Hayır, tam aksine! Onlarında bunu okuyarak biraz olsun olanlardan haberdar olmasını ve belki de konu hakkında bilinçlenmesini istedim. Belki bu sayede dikkatlerini çeker, bu gerçekten muhteşem ötesi araştırma kitabını okumalarına sebep olurum diye düşündüm. Evet, gelelim sadede… Yazarımız çok güzel bir yaklaşımda bulunarak, konuya ışık tutacak şekilde bu organizasyonun aktörlerini, aktörlere koruma kalkanı olan ülkeleri ve bu ülkelerde yaşayan önemli şahsiyetleri bir bir kaleme almış. Para ve gücün kontrolünü elinde bulundurarak, elit şahsiyetler ve aileler dışında olan tüm insanlığı kontrol altına alabilmek adına, ABD ve AB destekli küresel baronların daha çok kazanç hırsı ile kurduğu kirli bir düzen ile karşı karşıyayız. Bu kirli çıkar ilişkileri öyle bir yapısal düzene sahip ki, her ülkede yerleşik yerel işbirlikçi patronlar ve politikacılar ayarlanarak veya bunları destek ile iktidara getirerek kurulmuş hükümetlere kadar uzanabiliyor (Not: Bakınız günümüz kabinesi ve iş adamları…). Böylesi bir organizasyonu bir araya getirir de rahat durur musunuz? Elbette kendinize yeni düzende destek vermek için Dünya Bankası, IMF ve Dünya ticaret örgütü adlı örgütleri finanse ederek kurar ve onları da bu küresel oyuna dâhil edersiniz. Bu gibi dünya çapında örgütlerin tek amacı, ulus devletleri sonlandırmak, o ülkelerin tarımını bitirerek insanlarına zehirli kimyevi gıda ürünleri yedirmektir. Tüm yapılan bu uygulamaların aslında farklı bir amacı vardır! Bu örgütlerin tek amacı para mı? Her şey para demek mi? Hayır, hayır! Her şey beklenenden de ötesi bir amaç için… Eğer benim paylaşımlarımı sıklıkla takip edenleriniz varsa ben gerek paylaşım, gerek yorumlarımda hatırlarsanız hep bir nüfus popülasyonundan bahsederdim. Yazarımızda bu kitabını yazarken, bu gibi dünya çapında hizmet edenlerin amaçlarını deşifre etmek için peşlerine düşmüş ve kendince sonuca ulaştığında da adeta dehşete kapılmıştır. Ülkemiz ve dünya üzerinde yaşayan düşük gelirli insanlara kasıtlı soykırım yapılarak, onların gözünde biz fakirleri gıda ile öldürmek istiyorlar. Bizleri günlük yediğimiz yiyeceklerle, kullandığımız eşyalarla ve yasal olan zorunlu aşılarla kısırlaştırıyorlar. Gebelik sürecini ciddi manada etkileyen GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizma) mısır üretip dünya piyasasına sürerek, tarım ve gıda firmaları ile doğumu kontrol altına almak ve kontrol altına alınan doğumdan dünyaya gelen çocuklarımızın da ömrünü belirlemek çabasındalar. Yetmedi piayasaya sürmüş oldukları sözde kolesterol haplarıyla aracılığı ile de biz insanların cinsel hayatlarını bitiriyorlar. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Nazi Almanya’sı, Almanya’nın 1933 ile 1945 yılları arasında, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi idaresi altında dünyaya salınan korku ve İkinci Dünya Savaşı geldi aklıma. Biliyorum, ne ilgilisi alakası var diyorsunuz. Fakat bu benim aklımdan geçenlerden ve onlardan daha öncesine kadar gidiyor. Evet, daha derine gitmeden, bu iki büyük savaşın finansörlerinin yine bu elitler olduğunu ve özellikle bu ürünleri imal eden, dünya çapındaki yiyecek ve ilaç firmalarının Adolf Hitler’in destekçisi olmalarının bir tesadüf olmadığını yazacağım size! Adolf Hitler asla tek başına bir Adolf Hitler olmadı. Onun böylesi bir Tiran olmasına sebep olan kişiler ve etkenler vardı. O bu sahnelenen oyunda sadece bir baş aktördü. Peki, dünya üzerinde bu yaşananlar sizce sadece bir tesadüften mi ibaret? Dachau, Bergen-Belsen, Buchenwald, Sachsenhausen, Auschwitz-Birkenau ve diğer yerlerdeki toplama kampları ele geçirilene dek, o zaman diliminde devasa gaz odalarında insanlar topluca infaz ediliyordu. Bugün? Bugün ise devasa gaz odalarına artık gerek yok. Bu küresel elitler tüm bunları gıda terörü ve sağlık sistemi ile yasal yollardan biz insanları yok etmek için vekilleri aracılığı ile yapıyorlar. Yeteri miktarda parası olmayan fakir insanlar ise düzenli ve sağlıklı beslenemediği için ölüyorlar. İşin özü şu ki, bu katliamcılar kendileri için “Novus ordo seclorum”, yani; yeni dünya düzeni’ni kurma peşindeler. Ülkemizde birçok insanın zihninde sadece zeytin ağaçlarının kesilmesi hadisesi yer edinmiş ve kalmıştır. Dönemin Başbakanı Turgut Özal ile ülkemiz topraklarında başlayan büyük tarımsal kıyım ile ileriye dönük ciddi öneme sahip milli stratejik tarımı adeta el birliği ile yağlı urganda astılar da gömeni olmadı. O dönemde teknolojik gelişimi iyi takip eden ABD ve AB, endüstriyel tarımı keşfetmişlerdi ve her daim pazar payında hâkimiyeti bir diğerine kaptırmak istemiyor ve ellerinde olan üretim fazlası malları satmak için yeni pazarlar keşfetme çabasındaydılar. İşte Türkiye bu yeni pazarın içerisinde yer alıyordu. İşte size öne çıkan sonuçlar; Türkiye’nin 1980’lerde tarım ihracatı 2 milyar, ithalatı ise 51 milyon dolardı. Fakat ithalat 1999’da 3 milyar 93 milyon dolara ulaştı. Bugün ise ithalat 16,5 milyar dolara ulaştı. Fakat ne Özal nede Erdoğan bu konuda eleştirilmedi. Üretimde tarımsal ürünlerimiz bize yeter diyen Türkiye, yaptığı yanlış politikalar sonrasında akla gelebilecek her türlü tarımsal ürünü ithal eden bir ülke halini aldı. 16 yıldır görevde olan iktidar ise bu politikayı ve Türk tarımına ihaneti halen sürdürmektedir. Dikkatinizi buraya verin güzel insanlar!!! Ülkemiz göz göre göre, kasıtlı olarak bir felakete sürükleniyor ve yok olmaya doğru gidiyor. Bunu fark eden küresel zehir tacirleri de elbette bunun için elinden geleni yapıyor. Bu durum sadece Türkiye’de ülkemiz topraklarında değil, Güney Kore ve Japonya’da da var. Burada hayatlarını zor şartlar altında sürdüren insanlar evlerinde değil dışarıda yemek yiyorlar. Bunun başlıca nedeni ve sebebi ise evde yemek yapma maliyetleri artık dışarıya göre çok çok daha pahalı olduğu için. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama bunun Türkiye’de de geri kalır yanı yok. Burada amaç bizlerin kanserli, hastalıklı ve ömrü kısa bir toplum olmamızı sağlamak. Aşırı Fast Food (hazır gıda) tüketen bireyler de şişmanlama, zekâ geriliği ve yüksek oranda kanser riski bulunuyor. Bu durum ABD Senatosu tarafından açıklandı. Yazarın özellikle kitabında dikkatinizi çekmek istediği şeyler başlıca; Ekmek, süt, yoğurt ve pirinç gerçekten bildiğiniz geleneksel üretimden elde edilen şeyler olduğu mu? Ya da bir laboratuvar ortamında gıda mühendisliği harikası kimyasal bir ürün olup olmadığı mı? Burada söz konusu olan bazı basit gıda hilelerinden bahsetmiyorum bile. Yani sorunun kaynağı biz insanların düşündüğünden çok ama çok daha büyük! Yazar bize uzun raf ömrü olan yiyecekleri anlatıyor ve bunları tüketip tüketmemenin bize bağlı olduğunu ifade etmek istiyor. Fakat dünya üzerinde bulunan çoğu yoksul insanların başka alternatifi olmadığı için bilinçli ve kasıtlı bir şekilde en ucuza satılan yiyeceklere yönlendirildiğini anlatıyor. “Ayrıca mısır şurubu elde etmek için cıva kullanılıyor! Türkiye’de 10 yılda diyabet hasta oranları %7,6’dan %13,4 yükseldi. Hatta insanları büyük bir kısmı bu hastalığın farkında olmadan hayatlarına devam ediyorlar. Kesinlikle bu konuda çok dikkatli olun…” SONUÇ ve ŞAHSİ DÜŞÜNCEM: Okudun ve gördün ki hedefte sen varsın. Sevdiklerin, eşin, çocuğun ve birinci derece yakınların var. Önüne tercihler koyulduğunda, sistematik olarak psikolojik manipülasyona maruz kalıyor ve doğru tercih ettiğini sanarak yanlış tercihte bulunuyorsun. Buna ben bile dâhil olduğumu düşünüyorum ve şu aşağıdaki düşünceyi eklemek istiyorum; Eğitim ile zekâ arasında bir fark vardır. Eğitim: Öğrenmene izin verilen, bilmen gereken, bilmek zorunda olduğun ve bilmeye mecbur bırakıldığın dır. Zekâ ise: Senin zorunda bırakıldığın bir şeyleri öğrendiğinde, sana öğretilenin doğruluğunu sorgulaman ile başlayandır. Bizler gerçek hayatta gördüklerimizi, öğrendiklerimizi ve etrafımızda olanları sorgulamazsak, önümüzdeki süreçte de başımıza çorap ören çok olacaktır. Aramızda yıllardır süre gelen bir geleneği devam ettiren birçok “Saklı Seçilmiş’ler” var. Bu seçilmişler kimliklerini, renklerini, dinlerini ve etnik kökenlerini bu uğurda saklamayı çok iyi bildiler ve son zamanda kendilerini sağlanan yasal imtiyazlar çerçevesinde artık saklamaya bile lüzum görmemekteler. Artık işlerinin bürokrat ve politikacılar aracılığı ile daha da kolaylaştığının, neredeyse kimsenin onlara bir yaptırımda bulunamayacağının farkındalar. Eğer bizler vakti zamanı geldiğinde, yapacağımız tercihimizi gördüklerimiz ve öğrendiklerimizi birleştirip analiz etmeden, sadece ana akıma (medya) inanarak, mahalle baskısına kapılarak yaparsak, gerçek anlamda bir tercih yapmamış olacağız ve çocuklarımızın da geleceğini tayin ederek onları da bir felakete sürükleyeceğiz. Bilinçli bir toplum olarak etrafımızda olan bitenlere dikkat etmemiz gerekli diye düşünüyorum. Bizlere ne sunuluyor ve yaşatılıyorsa, bunların kesinlikle kasıtlı olduğu kanısındayım ve Amerika eski başkanı Franklin D. Roosevelt'in; “Siyasette hiçbir şey tesadüf değildir. Bir şey vuku buluyorsa o şeyin önceden planlandığından emin olabilirsiniz.” Sözüne kesinlikle katılıyorum. Bir sonraki kitap yorumu ve değerlendirmesin de görüşmek dileğiyle. Esen kalınız! ~ A.Y. ~ (A.Y.)
Uzun bir aradan sonra elime aldığım kitapta, gıda terörünü anlatmış Soner Yalçın. Nasıl bir bataklığın içinde olduğumuzu, ne yediğimizi, bize zorla neler yedirdiklerini, tarımın aslında küresel güçlerin elinde olduğunu anlamak isterseniz mutlaka okuyun. Okuduktan sonra uzun bir süre canınız sıkılacaktır ama. Keyifli okumalar. (Fatih Yazıcı)
Kitabın Yazarı Soner Yalçın Kimdir?
İlk yılları
Soner Yalçın, Cemile Yalçın ve Mehmet Ali Yalçın'ın oğulları olarak 1 Ocak 1966'da Çorum'da doğdu. Anne tarafı Tercanlı, baba tarafı ise Horasanlıdır. Annesi ev hanımı, babası ise gıda ticareti ile uğraşan bir tüccardır. Üniversite eğitimini Hacettepe Sağlık İdaresi Yüksek okulunda tamamladı. Daha sonra idarî bilimler konusunda yüksek tahsile karar verdi.
Kariyeri
1987'de 2000'e Doğru adlı dergide çalışmaya başladı. Uzun süre Ankara bürosunda muhabirlik yaptı. Burada Adnan Akfırat, Hikmet Çiçek ve Serhan Bolluk’le birlikte çalıştı. 6 Mayıs 1990'da Ankara İstihbarat Şefliğine getirildi.
1993-94 yılları arasında günlük gazete olarak çıkan Aydınlık'ta çalışmaya başladı. 1995'te haber araştırma müdürü iken ayrıldı. Bir ara Doğan Yurdakul'un Siyah – Beyaz gazetesinde çalıştı.
1996 yılında televizyonculuğa giriş yapıp Show TV Ankara bürosunda çalışmaya başladı. Aynı yıl içerisinde Star TV'ye geçti ve haber müdürlüğüne getirildi. Daha sonra Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, Efendi 2: Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı adlı kitaplarını yayımladı. CNN Türk'te Cüneyt Özdemir'le birlikte 5N1K adlı programı hazırladı. Kurtlar Vadisi adlı dizinin ilk iki yılında konsept danışmanlığını üstlendi. CNN Türk'te yayınlanan Oradaydım adlı politik belgeselin hazırladı. 4 Şubat 2007 tarihinden itibaren Hürriyet gazetesinde, pazar günleri “Not Defteri” adlı köşesinde yazmaya başlamış, Mart 2012'de işine son verilmiştir.
Odatv davası kapsamında 14 Şubat 2011 tarihinde tutuklanan Yalçın, yaklaşık 22 ay sonra 27 Aralık 2012'de tahliye oldu. Hâlen Sözcü gazetesi ve Odatv İnternet sitesinde yazılarına devam etmektedir.
Özel hayatı
Soner Yalçın'ın, avukat Feza Kutanoğlu ile evliliği 10 yıl sürdü ve bu evlilikten Aren Soner (d. 2000) adında oğlu dünyaya geldi.
Kitapları
Binbaşı Ersever'in İtirafları (1994)
Millî Nizam'dan Fazilet'e: Hangi Erbakan? (1994)
Behçet Cantürk'ün Anıları (1996)
Reis: Gladio'nun Türk Tetikçisi (1997, Doğan Yurdakul ile birlikte, Doğan Kitap)
Bay Pipo (1999)
The Özal: Bir Davanın Öyküsü (2001)
Teşkilat'ın İki Silahşoru (2001)
Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı (2004)
Efendi 2: Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı (2006)
Siz Kimi Kandırıyorsunuz! (2008)
Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor (2009)
Samizdat (2012)
Erbakan: Eziyet Edilerek Yalnızlığa Yükseltilen İnatçı Bir Siyasal Liderin Portresi (2012)
Silivri Cezaevinde hazırladığı kitapta Necmettin Erbakan'ın hayatını ve mücadelesini anlatan kitap, Erbakan'ın bilinmeyenlerine ışık tutmaktadır.[2]
Kayıp Sicil: Erdoğan'ın Çalınan Dosyası (2014)
Galat-ı Meşhur: Doğru Bildiğiniz Yanlışlar (2016)
Saklı Seçilmişler (2017)
Kara Kutu: Yüzleşme Vakti (2019)
Soner Yalçın Kitapları - Eserleri
- Bay Pipo
- Saklı Seçilmişler
- Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı
- Reis: Gladio'nun Türk Tetikçisi
- Binbaşı Ersever'in İtirafları
- Teşkilatın İki Silahşoru
- Kara Kutu
- Kayıp Sicil
- Siz Kimi Kandırıyorsunuz!
- Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor
- Efendi 2: Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı
- Galat-ı Meşhur
- Samizdat
- Behçet Cantürk'ün Anıları
- Erbakan
- Hangi Erbakan?
Soner Yalçın Alıntıları - Sözleri
- Dergâhın devletle her zaman iyi ilişki kurması da mutlaka not edilmesi gereken önemli bir ayrıntı. Gümüşhanevi Dergâhı hiçbir zaman Selefilik gibi bir başkaldırı geleneğine dayanmadı. Belki de bu sayede Turgut Özal'dan Tayyip Erdoğan'a, Necmettin Erbakan'dan Abdullah Gül'e son yılların "yönetenler" i hep bu Nakşibendi dergâhının mensubuydular. Bu nedenle de Osmanlı'da da devlet nezdinde itibar gören bir tarikat oldular... (Erbakan)
- Hayata bir pencereden bakabilirdiniz, ama bu, karşı pencereden bakanlara düşman olacağınız anlamına gelmezdi. (Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor)
- Bakın nedir bu meşhur " orta gelir tuzağı " , yazayım. (Galat-ı Meşhur)
- Volta vururken hiç yalnız değilim... Bazen Reşit Fuat Baraner, bazen Dr. Hikmet Kivılcımlı eşlik ediyor bana. Biraz güneş açınca Nâzim Hikmet gelip oturuyor avlunun bir köşesine; bahtiyar. Ya da, tahta iskemlesini çekmiş altına, Behice Boran'ı görüyorum avlunun bir diğer köşesinde; bacaklarını karnına çekmiş, kitap okuyor. Ruhi Su'nun ise türkü söyleyen sesini duyuyorum. Aziz Nesin, koğuşta beslediği tavuğunu çalıp yemesinler diye, avluya hep tavuğuyla çıkıyor. Hasan İzzettin Dinamo ise kedisi Sarman'ın yarasındaki kurt çukları temizliyor güneşin altında. Sabahattin Ali'nin yüzü hep gökyüzünde; belli denizi düşlüyor. Şiir yazıyor. Rifat Ilgaz bir mahkûma alfabe öğretiyor. Yılmaz Güney cezaevinden yöneteceği filminin senaryosunda son değişiklikleri yapıyor. Can Yücel Adana Cezaevi'nde yazdığı şiirleri okuyor. Kemal Tahir, Orhan Kemal kıdemlilerimiz; ayaklarında tahta takunya var; Bursa Cezaevi hatırası. Atillâ İlhan, Enver Gökçe biraz mahçuplar, işkenceye dayanamadıkları için. Dr. Şefik Hüsnü gelince Cibali'nin komünist tütün işçileri saygıyla ayağa kalkıyor. En saygılı olanlar ise bu büyük maratonun en hızlı yüz metresini koşanlar; Deniz, Hüseyin, Yusuf. En gencimiz Erdal Eren.... Ve unutulabilir mi; ilk voltayı Magosa zindanında atan Namık Kemal... Ne çokuz... 150 yıldır volta atıyoruz bu toprakların cezaevlerin de; adı bazen Magosa zindanı, Bekirağa Bölüğü oluyor, ba zen Sultanahmet, Selimiye ya da Metris, Mamak, Diyarbakır Cezaevi... (Samizdat)
- Hepsi bizim toprağımızın insanıydı. (Galat-ı Meşhur)
- O günler kıldan ince, kılıçtan keskin bir dönemdi. Rüzgara karşı yürüyen bir avuç gazeteciydik. İç savaşın ağır baskıcı koşulları yaşanıyordu. Hukuku savunmak bile vatan hainliğiyle damgalanmanıza neden oluyordu. Yılmadık. Dediğim gibi neler olduğunu seziyor ama tam anlamıyorduk. (Behçet Cantürk'ün Anıları)
- İşkence, bazen kişilerin yaşamında çok trajik olaylara neden oluyordu... (Behçet Cantürk'ün Anıları)
- Yeni okulların açılması, kızların okutulması, kadınların rahatça kendilerini ifade imkânı bulmaları, Osmanlı'nın değişme sürecine girdiğinin göstergesiydi. (Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı)
- "Peki ama hangisine inanılacaktı? İkisinden birine mi, ikisine birden mi, yoksa hiçbirine mi?" (Bay Pipo)
- Uzun yıllar Erbakan Hareketi'nde yer alan Süleyman Karagülle o günleri şöyle anlatıyor : "Nurcuları meşrulaştırdılar . İmam Hatip okulları açtılar, Kuran kurslarını serbest bıraktılar, İlahiyat Fakültelerini kurdular. Kadrolarına namaz kılan ve içki içmeyen kişileri aldılar. Burada ortaya koydukları politika şu idi: Müslüman yetişsin, ama şeriatçı Müslüman yetişmesin. Namaz kılsın, ama düzen değişmesin. Bu politikalarını CIA da destekledi. Yani MİT de bunlarla beraber oldu. " (Erbakan)
- "28 Şubat süreciyle Erbakan haksız yere başbakanlıktan uzaklaştırıldı; partisi kapatıldı ve bir daha eski siyasal gücüne kavuşamadı. Hiç ummadığı yerden darbe yedi; yetiştirdiği öğrencileri Erbakan'ı yıktılar." (Erbakan)
- İstanbul Teknik Üniversitesi'nin 1947-1948 mezunlarını tanıtan "Arı" adlı albümde arkadaşları takma ismiyle "Derya Necmettin"i şöyle tanımladı: "Sofudur, dindardır, çalışkandır. Hayatının yarısını namaz, yarısını da projeleri işgal eder. Sınıfının yarısını kendisi, yarısını da arkadaşları işgal eder. Proje ve raporları, Saatli Maarif Takvimi nükteleri gibi geniş izahlıdır. Herkesin bir sayfada bitirdiği mevzuyu, o kırk sayfada hülasa eder. Kendisine cıvata nedir, diye sorarsanız izaha, demir filizlerinin naklinden başlar ve o kadar uzun anlatır ki nihayet namaz vakti gelir, gider namazını kılar gelir ve kaldığı yerden anlatmaya devam eder." (Erbakan)
- Erdoğan anlamıyor, o dönemler bitti, görmüyor… (Kayıp Sicil)
- En büyük hata; hiçbir hatanın farkına varmamaktır! (Galat-ı Meşhur)
- Türkiye'de partiler değişse de bazı aileler hep iktidardaydı!.. (Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı)
- Türkiye'de gerçek anlamda gazetecilik yapmanın büyük tehlikeli sonuçları vardır. Soru soran, arayan, kovalayan gazeteciyi bekleyen maalesef sadece acıdır. (Samizdat)
- Küçük şahsiyetler, kişilerle uğraşır; vasat şahsiyetler, olaylarla/şekillerle uğraşır; büyük şahsiyetler, fikirlerle uğraşır. (Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor)
- Toplum hızla dönüşüyor, en temel kolektif değerlerden bile uzaklaşılıyordu. Artık bireyin var olmasının nedeni, ekonomik başarıydı! Saygın bir konum edinmenin tek yolu, servet ve şöhret sahibi olmaktan geçiyordu... (Behçet Cantürk'ün Anıları)
- Artık gazete okuyacak gücüm kalmadı; bu pespaye, küstah yalancılara katlanamayacağım. (Samizdat)
- Bay Mayer bize önce, 'Siz polis misiniz, istihbaratçı mısınız?' diye sordu. Biz kendisine, 'Hem polisiz hem de istihbaratçıyız' yanıtını verdik. O , 'Olmaz' dedi. Nedenini sorunca, 'Siz öyleyse düpedüz Gestaposunuz' dedi. Doğrusu Bay Mayer'in sözü canımızı sıkmıştı. Sonunda izah etti. Kendi polislerinin geniş yetkiye sahip olduğunu söyledi. Ama istihbarat biriminin operasyon yapma yetkisi ve gücü olmadığını belirtti. Sonra da, “Çünkü , aynı örgüt hem istihbarat yapar hem operasyona giderse orada sanık karşısında tarafsız olamaz” dedi. Sonra düşündük ki Bay Mayer'in dediği doğruydu. (Bay Pipo)