diorex
Dedas

Siyah Deri Beyaz Maskeler - Frantz Fanon Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Siyah Deri Beyaz Maskeler kimin eseri? Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabının yazarı kimdir? Siyah Deri Beyaz Maskeler konusu ve anafikri nedir? Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabı ne anlatıyor? Siyah Deri Beyaz Maskeler PDF indirme linki var mı? Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabının yazarı Frantz Fanon kimdir? İşte Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 03.10.2022 18:00
Siyah Deri Beyaz Maskeler - Frantz Fanon Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Frantz Fanon

Çevirmen: Cahit Koytak

Orijinal Adı: Peau Noire, Masques Blancs

Yayın Evi: Encore Yayınları

İSBN: 9786059949408

Sayfa Sayısı: 280

Siyah Deri Beyaz Maskeler Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Yoğun ve kanlı bir ölüm kalım mücadelesinin alevleri arasından çıkmıştır Siyah Deri Beyaz Maskeler.

Bedenin olduğu kadar ruhun da ayakta kalmasıyla ilgili bir mücadele... Sömürgecilik psikolojisini inceleyen ilk kitaptır bu. Aşağılık kompleksinin nasıl aşılandığını, sömürülenlerin nasıl sonunda zulmedicilerini taklit eder hale geldiğini ele alır. Yazar siyah sorununun psikanalitik bir yorumunu sunar bize.

Fanon bir masa başı filozofu ya da kuramcı bir akademisyen değildir. Daha acil ve zorlayıcı bir mesele vardır aklında: özgürleşme. Onun için mücadele bir hayatta kalma, özgürlük havasını soluma meselesidir.

Siyah Deri Beyaz Maskeler sadece tarihsel bir manzara değil. Fanon'un öfkesi güçlü bir çağdaş yankıya da sahip. Afrika'nın kırsalında ve çarpık çurpuk büyümüş şehirlerinde sırf hayatta kalabilmek için sefalet içinde didinip duranların sessiz çığlığı o aynı zamanda. Kültürleri, bilgi sistemleri ve varolma tarzları alaya alınan, şeytan gibi gösterilen, aşağı ve akıldışı sayılan ve bazen de yok edilen tüm insanların öfkesi.

Siyah Deri Beyaz Maskeler Alıntıları - Sözleri

  • Hayata evet, sevgiye evet. Cömertliğe ve diğerkamlığa evet. Ama insan bir hayır tavrıdır aynı zamanda. Horgörüye hayır. Nefrete hayır. İnsanın insan tarafından sömürülmesine hayır. İnsanın insana kulluğuna hayır. Ve insanın en insan yanının, yani özgürlüğünün yok edilmesine de hayır.
  • İçlerine ustalıkla korku, aşağılık kompleksi, ürperiş, boyun eğiş, umutsuzluk, uşaklık aşılanmış milyonlarca insandan söz ediyorum.
  • konuşmak kesinlikle öteki için var olmak demektir...
  • "Siyah derimizde açılan her yaraya, kendi ellerimizle dokunmamız gerekli."
  • İster bedensel kirliliği düşünelim, ister ruhsal kirliliği, kirlilik de "kara"yla ifade edilir her yerde.
  • "Kendini reddeden bir dünyada, evrensel kardeşliğin gerçekleşmesi imkansız rüyasını görmeye adamıştır kendini."
  • Bir dili konuşmak demek bir dünyayı, bir kültürü sırtlamak demektir.
  • Bu şeyleri söyleyeceğim, haykırmayacağım. Çünkü çok oldu haykırışlar yaşamımdan çıkalı.
  • "Ey ruhum! Hep soru soran bir insan olarak kal kaldığın yerde!"

Siyah Deri Beyaz Maskeler İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Kitap her ne kadar derisinin rengi sebebiyle sömürülmüş, köleleştirilmiş insana dair olsa da okuyup bitirdikten sonra bütün 'ötekiler'in kitabı olarak kabul etmenin çok yanlış olmayacağını düşündürdü bana. Sartre, Frantz Fanon için; 'Fanon’u okuyun… Kendine gelen insanı göreceksiniz.' demiş. Frantz Fanon Fransız sömürgelerinin yaşadığı Martinik'te doğmuş büyümüş, Fransa'ya eğitimi için gitmiş, Fransa için savaşmış. Kendini beyaz bir Fransız gibi hissederken hem eğitim sürecinde hem de orduda renginden dolayı ırkçılığa maruz kalmasıyla, bir nevi aydınlanma yaşayıp kendisi üzerinden de yaptığı psikolojik tahlillerle, Zencileri, Siyahlar'ın ve Beyaz'ların gözüyle anlatmış kitabında. Kitap sekiz bölümden oluşuyor; Zenci ve Dil, Siyah Kadın Beyaz Adam, Siyah Erkek Beyaz Kadın, Sömürgeli İnsanın Sözde Bağımlılık Kompleksi Üzerine, Siyahların Gerçeği, Zenci Psikopatolojisi, Zenci Tanımlama,Sonsöz Yerine. Giriş kısmında Frantz Fanon aslında kitabı neden yazdığını bir sözle özetlemiş: ‘Ruhlarına sinsice dehşet salınmış, aşağılık kompleksi, küçüklük, kölelik duygusu ve koskoyu umutsuzluk yerleştirilmiş milyonlarca insandan söz ediyorum.' Devamında da Zenci kadının ve erkeğin 'Beyaz'la seviye atlama çabasını psikolojik savlar ileri sürerek açıklamış. Sömürgeli İnsanın Sözde Bağımlılık Kompleksi Üzerine bölümünde; Irkçılığın, insan toplumunun doğalı değil, sömürgecilikle geliştirilmiş hastalıklı bir düşünce olduğunu özetlemiş ve Avrupa'nın bu hastalığa katkılarını anlatmış. Siyahların Gerçeği bölümünde; 'en iyi Zencinin daha az siyah Zenci' olduğu düşüncesini dillendirmiş 'insansever Beyazlar'ın, Siyahları beyazlatacak formüller için labararuvarlara kapandığını söylerek. Zenci ve Psikopataloji'de özellikle Freud ve Adler'in çalışmalarından faydalanarak siyah insanın davranışlarını psikanaliz tespilerle ele almış, Zenci insanı anlamaya çalışmış. Zenci ve Tanımlama kısmında Fanon'a göre; Zenci insan sürekli bir kıyas içerisinde olduğu için kendinı tanıma ve tanımlama sürecini yakalayamasını okuyoruz. Sonsöz Yerine'yi sadece şu sözle özetlemek yeterli olacaktır; 'Ey ruhum hep soru soran bir olarak kal kaldığın yerde!' İnsanın eğitim yoluyla ya da Avrupa'nın eliyle varlığına yabancılaşmasını, muazzam psikolojik tahlillerle açıklayan Siyah Deri Beyaz Maskeler, Frantz Fanon'un kıymetli incelemeleri ve gözlemlerini barındırıyor. Öteki'ne, 'öteki'nin nazarından bakmak isteyenlerin muhakkak bakış açısını değiştirecek bir eser. (Ekin)

''İsimleri değiştir, anlatılan senin hikâyendir.'': Fanon: SÖMÜRGECİLERE, ırkını beyazlaştırmaya çalışanlara, beyazlara kin öğütleyenlere... acımayacaktır. Fanon, zenci her ne kadar beyaz maske takmış olsa da ne vatanında ne de beyazların arasında kabul görememenin dramını anlatıyor. Sömürgeci her zaman kendini sömürülenden üstün tutar, onunla tepeden konuşur, aşağılayıcı tavırlar takınarak iletişim kurar sömürülenin ağzıyla lakayt bir biçimde konuşulur. Sömürülenden her zaman evcil bir hayvan gibi, akıllı ve uslu durması beklenir. Aksi takdirde tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Sömürülen sömürgeci gibi olmak ister, bunun tek yolu da sömürgecinin diline ve kültürüne tam anlamıyla hakim olmaktan geçer, eh sömürgeciye gün doğdu ona her daim yol gösterir. Kendi tarihini empoze etmek, kendi dilini zorla öğretmek, bastırmak... bunları yaparken sömürgeci her zaman zevk alır. Sömürülenler arasında bir de şöyle bir şey vardır ki, sömürgecinin oldukça hoşuna gider: duygusal öz-değer eksikliği, içe kapanık olma ve nevrotik süreç, kendini dünyada bir fazlalıkmış gibi görme. Sömürülmeyi kabul etmiş olanlar alaşağı edilmeye ve dışlanmaya hazır durumda bekler. Sömürülen kişilik eksenini kendisi değil, sömüren belirler. Anavatanın İŞGALE uğraması sonucu sosyal ve kültürel yapının sarsılması gibi... bu yalnızca psikolojik değil ekonomik anlamda da yıkıma uğratır. Sömürgeci HER ZAMAN ÜSTÜN BİR IRK ve MEDENİYET OLGUSUNU DAYATIR! Kolonyal düzeniyle kendisi dışındaki tüm özgülükleri, sömürdüğünün dilini, kültürel değerlerini, toprağını yok ettiğini ve sömürdüğüne onun bir parazitten ibaret olduğu duygusunu dayatır (parazit ne ki, BİZ neler gördük) Sömürülen içinde yaşadığı kültürel değerleri silip süpüren, DİLİNİ YOK SAYAN, bilmediği tanımadığı sömürgecinin istilasına her zaman maruz kalır. Sömürülen öteki olmaya mahkum edilir, edilgen bir nesne konumuna indirgenir. Sömürülenin içine düştüğü yabancılaşma kendisini kültürel değerlerinden, DİLİNDEN soyutlayarak, sömürgeci kültürünü benimsemeye zorladığı anda başlar. Evet yabancılaşma aslında başka bir ırkın başkasını sömürmesine dayanır, bununla başlar. Sömürülen önce geçmişin kölesi olmaktan, geçmişin köle-sömürgeci anılarından kurtulmalıdır. Sömürülenin kendini sürekli sömürü geçmişi üzerinden tanımlaması ona hiçbir şey kazandırmaz. Tüm ESAS konularda sömürgeci her ne kadar kabul etmese de aslında sömürdüğünün kendine uymasını ister. Onu teknik konularda çalıştırmak; onu bir yönetici veya bilim adamı yapmak; sömürülenin kendisi kadar ''iyi'' olduğunu göstersin diye, yaşamını statü merdivenlerinde harcatmak ister. Evet Fanon derisi kara biri olarak, sömürülen olarak şunu istemektedir: ''Araç asla insana egemen olmasın. İnsanın insana köleliği sonsuza dek son bulsun. Demek istediğim, bir başkası beni köleleştirmesin. İnsanı keşfetmeme, istememe izin verilsin, nerede olursa olsun.'' ''Ben bir eşkıyayım ve kafa tutan mazlumlar hakkında rap yapıyorum.'' (2Pac) https://www.youtube.com/watch?v=TBQurAxh2hA&ab_channel=GANGSTERSQUAD (Serhat)

FRANTZ FANON’UN ‘SİYAH DERİ BEYAZ MASKELER’ KİTABINA BİR BAKIŞ; TÜRKİYE’NİN SİYAHİLERİ KİMLERDİR? Kitabı okumaya başlar başlamaz her bir cümlesinde kendimi, dilimi ve yaşantımı görebiliyordum. Bununla birlikte bir söz kafamda döndü dolaştı: “Neye gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin hikâyendir.” Sömürenin ya da sömürülenin isimleri her zaman değişiyor ancak bâki kalan sömürme ve sömürülme eylemi oluyor. İsimleri değiştirdiğimizde sömürülenlerin çok da uzakta olmadığını kavrıyoruz. Sömürülen benim, sensin, biziz… Dilimizle ve kültürümüzle sömürülen biziz. Bu yazıyı Kürtçe yazamıyor olmam da sömürüldüğümün (sömürüldüğümüzün) en somut kanıtı olsa gerek. Fanon, genel bilinen ve kullanılan ekonomik sömürünün/emek sömürüsünün yanında kültür ve dil sömürüsüne de dikkatimizi çekiyor. Nitekim toplumdaki yerimizi belirleyen ve toplumsallaşmamızı sağlayan en önemli unsurlar dilimiz ve kültürümüzdür. Egemen gücün de sömürme eylemine başladığı ilk noktalar eğer dil ve kültürleri farklı ise bunlar olabiliyor. Özellikle ulusçuluk ve ortak dil hareketleri sonucunda uygulanan dil politikaları ve asimilasyon çalışmaları dil ve kültür sömürgeciliği olarak nitelendirilebilir. Ulus inşasında da egemen güçler Konfüçyüs’ün dediği gibi, bir milleti yok etmek için önce dillerinden başlıyorlar. Türkiye özelinde de geçmişe dönüp baktığımızda bir zamanlar, hatta günümüzde bile -bir devlet politikası hâlini almamış olsa da- Kürtlerin ve Kürtçenin inkarına gidilmiş olduğunu görüyoruz. 12 Eylül askeri cuntası zamanında kendini devlet başkanı yapan Kenan Evren’in şu sözleri hâlâ çoğu insanı eskiye döndürmekte ve zindanların buz gibi soğukluğunu, işkenceleri ve nefreti yanı başlarında hissetmelerine neden olmakta: "Kürt diye bir şey yoktur. Onlar dağ Türküdür. Bu, Güneydoğu'daki insanlarımızın, dağlarda karda yürürken ayaklarından çıkan kart kurt diye seslerden oluşmuş bir kavramdır. Onun için bu isimle anılmışlardır." Ne yazık ki bu söylenilenler bir devlet pratiği hâlini almış hatta bazı akademik(!) yazınlarla da buna destek verilmeye ve öncesinde olduğu gibi tarih bir kez daha yazılmaya çalışılmıştı. Tekrar hatırlatmakta fayda var; bir dil ve kültür kimsenin inkârı ile yok olamaz zira varlıklarını onlara borçlu değildir. “Uzağa gitmene gerek yoktu, zavallı annen bir kelime Türkçe bilmiyordu. Ve bu bay Kürt yok diyordu. Kürt yok! Güneş yok dermiş gibi, ay yok, yıldız yok dermiş gibi. Bir halk nasıl inkâr ediliyordu?” Sen’ Mehmed Uzun Bir hikâye ile devam etmek istiyorum. Öncelikle bu hikâyeyi anlatma amacım İslam dinine ve onun Peygamberine saygısızlık etmek değil; böyle anlaşılmasını istemem. Çoğumuzun alışkın olduğu elektrik kesintisinin yaşandığı bir gecede ya da bir misafirlikte sohbet sırasında kulağıma çalınmış ve hayli enteresan bir hikâye bu. Anlatılana göre hikâye Türklerin ve Kürtlerin ekseriyetinin inandığı İslam dininin peygamberi Muhammed zamanında geçiyor. Bir gün bir Türk, Muhammed Peygamber’in kapısını yavaş ve kibar bir şekilde çalıyor. Kapıya çıkan peygambere “Efendim sizden yaşamımı sürdürmek ve ekip biçmek için toprak/arazi istiyorum” diyor. Kapıyı çalanın dilinden, hareketlerinden ve kibar konuşmasından hoşlanan Peygamber ona şimdiki Türkiye’nin kıyı kesimlerini ve tarıma en elverişli topraklarını veriyor, “Bu topraklar senin olsun istediğin gibi kullan” diyor. Kapıya gelen Türk verilenlerden çok mutlu oluyor ve sevinçle yeni topraklarına hareket ediyor. Gel zaman git zaman başka gün aynı kapıda bağırış çağırışlar duyuluyor. Kapıyı kırarcasına vuran kişi daha kapıya kimse çıkmadan dışarıdan bağırarak “Mihoo ka derkeve ber dêrî û zeviyek bide min da ku ez bijîm û cot bikim” minvalinde ‘kaba’ bir şekilde konuşuyor. Söylenenleri, gürültüyü duyan ve bundan rahatsız olan peygamber sinirli bir şekilde “Here çiqas çiya û banî hebe bila ya te be” diyerek şimdiki Türkiye, Irak ve İran’daki dağları veriyor. Kapıyı çalıp toprak isteyen Kürt, ‘kaderine’ üzülerek oradan ayrılıp yeni topraklarına doğru yola koyuluyor. Hikâyenin ilk ağızdan ne zaman anlatıldığını bilmiyorum. Dil ve kültürüne baskı yapılan bir zamanda, evinde otururken kendisine ‘Em çawa hatin vê rewşê?’ diye soran birinin o anda aklına gelmiş ve o zamandan beri anlatılagelen bir hikâye olabileceği tahminini yürütmek zor olmasa gerek. Asıl muğlak olan hikâyeyi doğuran baskının ne zaman olduğunu saptamak oluyor; baskı altında olunan bir zamandan bahsettiğimize göre bu doksan yıl önce de olmuş olabilir altı ay önce de nitekim baskı şekil değiştirerek devam ediyor. Hikâyede üstünde durulması gereken konu kurgudaki anakronizm değil, böyle bir hikâyenin anlatılması ve ortaya çıkarılmasının nedenleri olmalıdır. Baskı ve zulümden yorulup ‘kendilerine biçilen kader’i kabul etmeye zorlanan Kürtler bu durumu kendi dinlerinden bir hikâye ile benimsemeye çalışmışlar gibidir, daha doğrusu kendilerini kandırmaya çalışmışlardır sanki. Daha öncesinden başlanan Kürtlere fiziksel ve dilsel özellikleri üzerinden yapılan hakaretler artık halkın bilincine işlemiş hâle gelebilmişti. Nitekim Kürtçe konuşmak bir süre sonra Kürtler arasında bile kaba bir durummuş gibi ayıplanır hâle gelebilmişti. Şu anda bile karşı cinse sempatik görünmeye çalışanlar İstanbul Türkçesini konuşmaya çalışmaktadır çünkü kibar olan budur Kürtçe kabadır, böyle empoze edilmiştir. Hikâyede de anlatılan kişilerde Türk olanı gayet kibar olmakla birlikte Kürt olanı medyanın, siyasilerin ve egemen gücün betimlediği üzere kaba, ‘dağlı’ olarak lanse edilmiştir. Yani Kürtlerin coğrafi özellikleri iyi olmayan dağlık alanlarda yaşamaları absürt bir şekilde ve Allah’ın cezasıymış gibi kaba olmasına dayandırılıyor. Bu aslında yapılan baskının bir şekilde ‘kabullendirme’sidir. Aradan dönemler, hükümetler, darbeler geçmesine ve akıtılan gözyaşlarının temizleyemeyeceği kadar kan akmasına rağmen elle tutulabilen bir ilerleme sağlanabilmiş midir? Hayır. Hâlâ bazı zamanlarda Kürtçe ve Kürtler kabul edilmemekte ve sadece Kürtçe konuşmak terörist olmanıza yetebilmektedir. (https://amp.artigercek.com/haberler/mahkemeye-gore-kurt-ve-kurtce-diye-bir-sey-yok) “Sömürgeleştirilen kişi anakentin kültürel değerlerini benimsediği ölçüde ormanından kurtulacaktır. Siyahlığını, ormanını reddettiği ölçüde, beyazlaşacaktır.” (s.18) diyor Fanon. Biz de hemen hikâyedeki isimleri değiştirip anlatılanın aslında kendi hikayemiz olduğunu görebiliriz. Ülke tarihi boyunca her dönemde Kürtlerin hak arayışlarının önüne set çekmek isteyenler sürekli ‘Kürtler bu ülkede bakan, başbakan hatta genelkurmay başkanı bile olabiliyor’, ’Alın size bir Kürt, alın bir Kürt daha’ diye fütursuzca söylemlerde bulunabilmişler ve etraflarındaki kişileri örnek gösterebilmişlerdir. Ama bu örnekteki kişiler Kürtlük bilincinde olmayan kişilerdir hatta ağızlarından Kürtçe bir kelimenin çıktığına dahi şahit olamamışızdır. Yani Fanon’un deyimiyle ‘siyahlığını (Kürtlüğünü), ormanını reddettiği ölçüde, beyazlaşacaktır (Zenginleşecek, kabul görecek, dışlanmayacak ve değerli olduğunu düşündüğü bir konuma ulaşabilecektir.). Maalesef artık bir yerlere gelmek isteyenler bir şeylerinden, Kürtlüklerinden ödün vermek zorunda bırakılmışlardır. Kürt bu ülkede Kürt olmadığı/kalmadığı sürece her şey olabilir, her mevkie gelebilir. “…susun ben size söylemedim mi Fransızca konuşacaksınız diye Fransa Fransızcası Fransız’ın Fransızcası Fransızca Fransızca.” Kelimeleri değiştirip kendi hikayemize bakalım mı? Diyarbakır cezaevinin duvarlarındaki yazılar bizi hikayemize sürüklemeye yetiyor. “Türkçe konuş çok konuş.” “Antiller’de burjuva sınıfı Kreol dilini hizmetçilerle olan ilişkileri dışında kullanmaz. Okulda, küçük Martinikli yerel ağzı hor görmeyi öğrenir. (…) Kimi aileler Kreol dilinde konuşulmasını yasaklar, çocuklar bu dilde konuştuklarında annelerinin gözünde ‘tibande’a (hergele) dönüşür.” (s.19) Kelimelerin yerlerini değiştirmeye devam edelim ama cümlede ‘yasak’ kelimesini gördüğümüz an hikâyenin kahramanlarından biri olabileceğimizi artık kanıksadık sanırım. Ülkemizde de yıllardır süren anadilde eğitim mücadelesine tanığız. Hiç Türkçe bilmeyen çocukların okuldaki ilk gününde, yeni bir dünyayla karşılaştığı anda gözlerindeki korkuya ve bilinmezliğe de tanık olmamız gerekir. Modern Kürt edebiyatının kurucularından Mehmed Uzun bir okul anısını anlatıyor; “Siverek'te ilkokulun birinci günü bir tokat yedim, bugün bile aklımdan çıkmaz. Okul bahçesinde sıraya girmeye çalışırken aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Bir tokat attı İstanbullu yedek subay öğretmen, Türkçe konuş diye. Ama Türkçe bilmiyordum ki.” Çocuklarının ilkokulda zorlandığı gören aileler bu durumu aile içinde egemen dili konuşmaya özen göstererek azaltmaya çalışıyor. Hatta anadillerini konuşmayı yasaklamaya kadar bu durum ileri gidebiliyor. Teknolojiyle daha çok haşır neşir olan çocuklar yaşanılan ülkenin teknoloji dilinin Türkçe olması hasebiyle ister istemez anadillerinden daha çok uzaklaşabiliyor. Ailenin özel bir çabası olmadığı sürece Kürtçe bilen çocuk nesli gittikçe azalmaya yüz tutuyor. “En azından ilkokulun sonuna dek, özellikle siyahlara yönelik resimli dergiler, siyah çocuklar için yazılmış şarkılar, daha da ileri gidersek tarih kitapları istediğimiz şimdiden anlaşılıyordur.” (s.119) Bağlamından koparılmış, değiştirilmiş, eksiltilmiş tarih kitapları ve asimilasyon çarkını döndürmek için aşılanan bilgiler hepimizin malumu. Bu bilgilerin karanlığına gömülmüş küçük yaştaki çocuklar belli bir zamana kadar kim olduğunu yanlış bilebiliyor çünkü okulda ona böyle öğretiliyor hatta anayasaya (md.66) da böyle yazılıyor. Her ne kadar yüksek öğretimde Kürt dili ve edebiyatı bölümü açılmış olsa da öğrencilerin tezlerini Kürtçe yazmaları absürt bir şekilde yasak edilebiliyor. Kendi hikâyemizi yazabilmek ve sonraki nesillere hikâyemizi anlatabilmek için bunların değişmesi gerekiyor. Césaire’nin dediği gibi “Ağacın aşağısını istedikleri kadar beyaza boyasınlar, kabuğun gücü alttan bağırır…” “Yaşam renklidir, çok yanlıdır, çeşitli yanları, görüşleri ve bakışları içermektedir. Bunların tümünü tekleştirme ve tek bir renge dökme arzusu hem çok tehlikeli hem de sonuçsuz bir deliliktir. Önemli olan tüm bu renkler, farklılıklar arasında, demokratik, insani bir uyum sağlayabilmektir.” Bir Dil Yaratmak’ Mehmed Uzun Örnekler daha fazla uzatılabilir elbette ama isimleri her değiştirdiğimizde anlatılanın bizim hikayemiz olduğunu fark etmemiz gerek. Biz de Frantz Fanon’un siyahiler için yazdığı cümlelerdeki isimleri değiştirdiğimizde anlatılanın aslında biz olduğumuzu görmüş olduk. Her ne kadar özel olarak Kürtler ve Kürtçe üzerinde gitmiş olsak da Türkiye’de aynı durumları yaşamış olan -yaşayan- çok fazla ırk, dil ve kültür var; Laz, Ermeni, Gürcü, Çerkez, Alevi, Süryani, Keldani ve daha nicesi… Başlığın cevabı ise artık belirginleşmiş oluyor. Türkiye’de dili ve kültürü üzerinden asimilasyona, baskıya, işkenceye maruz kalan ve her seferinde bu farklılıklarını koruyup yaşatmaya çalışan herkes bu ülkenin siyahileridir. Ben de bu ülkenin bir siyahisiyim ve çığlığım daha da gür çınlayacak! Başka bir çözümün de olabileceğini göreceğiz. O çözüm dünyanın yeniden yapılandırılmasını içeriyor. (s.67) (Savaş)

Siyah Deri Beyaz Maskeler PDF indirme linki var mı?

Frantz Fanon - Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Siyah Deri Beyaz Maskeler PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Frantz Fanon Kimdir?

Frantz Fanon (Fort-de-France, Martinik, 20 Temmuz 1925 - Washington, DC, 6 (altı) Aralık 1961), kolonisizleştirme ve kolonileştirmenin psikopatolojisi hususunda belki de 20. yüzyılın en belli başlı düşünürüydü. Yapıtları, kırk yılı aşkın bir müddet kolonileştirme-karşıtı kurtuluş hareketlerine ilham verdi.

Fanon, o zamanlar bir Fransız kolonisi, şimdiyse bir Fransız bölgesi olan Karayip Adası Martinik’te doğdu. Afrika köleleri, Tamil sözleşmeli hizmetçileri ve bir beyaz adam artyöreli melez bir aileye doğdu. Ailenin durumu, Martinikliler’e göre görece iyiydi ama orta sınıftan uzaktı. Yine de yalnız siyah öğrencileri kabul eden Lycée Schoelcher’in giderlerini karşılayabildiler.

Fransa, 1940’ta Naziler’in eline düştükten sonra, Fransız deniz güçleri Martinik’te durduruldu. Fransız askerler, adada durmak zorunda kalarak gerçek birer ırkçıya dönüştüler. Birçok taciz ve cinsel suistimal suçlaması yükseldi. Martinikliler’in Fransız Ordusu’nca suistimal edilmesi, Fanon üzerinde önemli bir etkiydi, çünkü bu, onun yabancılaşma duygularını ve kolonisel ırkçılığın gerçeklerinden iğrenmesini pekiştirdi. Fanon, on sekiz yaşında adadan ayrıldı ve Özgür Fransız Güçleri’ne katılmak üzere Dominika’ya yolculuk etti. Daha sonra Fransız ordusuna alındı ve Fransa’da, özellikle Alsace çarpışmalarında hizmet verdi. 1944’te Colmar’da yaralandı ve Croix de Guerre Madalyası aldı.

Naziler yenilgiye uğratıldığında ve Bağlaşık güçler Ren üzerinden Almanya’ya –foto-gazetecilerle- geçtiklerinde Fanon’un alayı tüm beyaz olmayan askerlerden temizlendi ve siyah asker arkadaşları, onun yerine, Toulon’a gönderildi.

Fanon, 1945’te Martinik’e döndü. Dönüşü kısa sürdü. Orada, yaşamı üstünde en büyük etkiye sahip olacak olan arkadaşı ve akıl hocası Aimé Césaire’in parlamento kampanyasına katıldı. Fanon kendini hiçbir zaman komünist olarak tanımlamasa da, Césaire, komünist yaftasıyla, 4. Cumhuriyet’in ilk Ulusal Meclisi’ne Martinik’ten parlamento delegesi olarak katıldı. Fanon, bakaloryasını alacak kadar uzun kaldı ve sonra tıp ve psikiyatri çalışacağı Fransa’ya geçti. Yazın, drama ve felsefe çalışacağı, kimi zaman Merleau-Ponty’nin derslerine katılacağı Lyon’da eğitim gördü. 1951’de psikiyatride yeterlilik derecesi aldıktan sonra, psikopatolojide kültürün önemli ama çoğunlukla göz ardı edilmiş rolüne vurgu yaparak Fanon’un düşüncesini güçlendirecek olan köktenci Katalan François de Tosquelles gözetiminde psikiyatri stajı yaptı. Stajdan sonra, Fanon, Fransa’da, bir yıl daha ve sonra (1953’ten başlayarak) Cezayir’de psikiyatri uygulamalarını sürdürdü. 1956’da istifa edene dek kaldığı Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatrik Hastanesi’nde başhekimdi.

Fanon, Fransa’dayken ilk kitabını yazdı, Black Skin, White Masks (Kara Deri, Beyaz Maskeler), kolonisel boyun eğdirmenin insan ruhuna olan etkisinin bir çözümleyimi. Bu kitap, Fanon’un siyah bir insan, Fransa’da, Fransızlar’ca, deri rengi nedeniyle geri çevrilen Fransız eğitimli bir aydın olma deneyiminin kişisel bir anlatımıydı.

Fanon Fransa’dan ayrılıp, savaş sırasında bir süre askeri görev için bulunduğu Cezayir’e gitti. Blida-Joinville Psikiyatrik Hastanesi’nde psikiyatristlik işi buldu. Tedavi yöntemlerini köktencileştirmesi oradadır. Özellikle de, hastalarının kültürel artyöresine bağlı toplumsal sağaltıma başladı. Hemşireler ve stajyerler de yetiştirdi. Kasım 1954’te Cezayir devriminin başlamasıyla, Dr. Chaulet’yle bağlantılarının bir sonucu olarak, Ulusal Kurtuluş Cephesine (Fransızca: Front de Libération Nationale, kısaca FLN) katıldı.

The Wretched of the Earth (Yeryüzünün Lanetlileri)’nde, Fanon, derinlemesine olarak, Fransız güçlerinin Cezayirliler’e yaptığı işkencelerin etkilerini tartıştı. Fransız paraşütçü birimlerinin işkenceye katılmaları gerçeği, işkenceye karıştıkları ileri sürülenlere ‘olaylar’ için af çıkarıldığı Fransa’da siyasal çalkantılara neden oldu. Terörizm zanlılarına işkence yapmayı açıkça onaylayan General Paul Aussaresses’in yaptıkları nedeniyle değil yeterince vicdan azabı sergilememesi nedeniyle yargılanması bundandır.

Fanon, Cezayir boyunca, özellikle Kabyle bölgesinde, Cezayirliler’in kültürel/psikolojik yaşamını çalışmak üzere kapsamlı yolculuklar yaptı. Kayıp çalışması, ‘The marabout of Si Slimane’ buna bir örnektir. Bu yolculuklar, aynı zamanda, gizli etkinlikleri, özellikle bir FLN üssünü gizleyen Chrea kayak alanına gitmesi için bir araçtı. 1956 yazında, ünlü ‘Sömürge Bakanı’na İstifa Mektubu’nu kaleme aldı ve Fransız özümsemeci yetiştirme biçimiyle ve eğitimiyle arayı açtı. Ocak 1957’de Cezayir’den kovuldu ve Blida Hastanesi’ndeki ‘isyan yuvası’ dağıtıldı. Fanon, Fransa’ya gitmek üzere ayrıldı ve sonunda gizlice Tunus Kenti’ne yolculuk yaptı. Ömrünün sonuna dek yazacağı ‘El Mücahit’in yayın kurulunun bir parçası oldu. Geçici Cezayir Hükümeti’nin Gana Büyükelçisi olarak da hizmet gördü ve Accra, Conakry, Addis Ababa, Leopoldville (bugün Kinşasa), Kahire ve Trablus’ta konferanslara katıldı. Bu dönemdeki kısa yazılarından çoğu, ölümünden sonra, Toward the African Revolution (‘Afrika Devrimi’ne Doğru) kitabında toplandı. Bu kitapta Fanon, savaş stratejisi uzmanı olarak bile belirginleşir; bir bölümde, savaşa güneyden cephe açmayı ve erzak hattının nasıl oluşturulacağını tartışır.

Tunus Kenti’ne dönüşünde, üçüncü bir cephe açmak için Sahara’daki yorucu yolculuğundan sonra, Fanon’a, kan kanseri tanısı kondu. Tedavi için Sovyetler Birliği’ne gitti ve bir iyileşme yaşadı. Tunus Kenti’ne dönüşünde, vasiyetini, The Wretched of the Earth (‘Yeryüzünün Lanetlileri’)’ni yazdırdı. Yatağa tutsak olmadığı zamanlarda, Cezayir-Tunus sınırındaki Ghardiamo’da ALN (Armée de Libération Nationale, Ulusal Kurtuluş Ordusu) subaylarına dersler verdi. Roma’da, Sartre’a son bir konuklukta bulundu ve daha fazla kan kanseri tedavisi için ABD’ye gitti. İronik olarak, ABD’ye tedavi için yaptığı yolculukta, CİA tarafından yardım edildi. Washington'da 6 Aralık 1961’de, ‘İbrahim Fanon’ adıyla öldü. Cenazesi Tunus’ta ziyaretçilere gösterildikten bir süre sonra, Cezayir’de gömüldü. Daha sonra, bedeni, Batı Cezayir’de, Ain Kerma’daki şehitliğe taşındı. Fanon, eşi Josie, oğulları Olivier ve kızları Mireille’de yaşıyor.

Frantz Fanon Kitapları - Eserleri

  • Yeryüzünün Lanetlileri
  • Siyah Deri Beyaz Maskeler
  • Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi
  • Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar

Frantz Fanon Alıntıları - Sözleri

  • ''Bir hükümet layık olduğu halk tipine sahiptir. Halklar da layık oldukları bir yönetime sahip olurlar.'' (Yeryüzünün Lanetlileri)
  • "Ey bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl!" (Yeryüzünün Lanetlileri)
  • Son duam da şu: Ey ruhum, hep soru soran bir ruh olarak kal kaldığın yerde!" (Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi)
  • Avrupa'nin toprak ve emek hırsı; kıtaların işgal edilmesi, milyonların köleleştirilmesi, şiddetin boy göstermesi ve yerkürenin her köşesinde geride kurbanlar bırakmasıyla sonuçlanmıştır. Barut, İncil, alkol ve Avrupa-merkezci psikoloji, bu tarihi mülk edinme ve büyüklenme misyonunun taşıyıcıları olmuştur. Bu hırs, Fanon'un tabiriyle yarılmış, ikiye bölünmüş bir dünya yaratmıştır ve bu iki dünyanın sakinleri de farklı türlerdir: efendiler ve köleler, sömürgeleştirenler ve sömürgeleştirilenler, burjuva ve işçiler. Zaman içinde toprakların işgali ruhların işgaline dönüşmüştür. (Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi)
  • ''Sömürgecisine itiraz edemeyen hep kardeşine düşman kesilir ve gücünü ona göstermeye çalışır.'' (Yeryüzünün Lanetlileri)
  • Devrim, özünde, kısmi tedbirlerin, uzlaşmaların ve geri dönüşlerin düşmanıdır. Sonuna kadar götürüldüğünde halkları kurtarır; yarı yolda kaldığında halkların aleyhine olur ve onları yıkıma götürür. (Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar)
  • Tarihte ezilenlerin yakarışına kulak veren bir tahakküm gücü örneği hiç yoktur; maddi çıkarlar karşısında hislerin ve sağduyunun esamisi bile okunmaz. (Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar)
  • On yedi ay boyunca merkeze başvuran bin hastadan yetmiş ikisi sismoterapiyle tedavi edildi. Genelde elektroşoku sadece hastanın blokajını açmak veya çok acı veren bir endişe devresini kesmek için kullanırız. Bu seansların genel ortalaması hiçbir zaman üçü aşmadı. Pek az yan etki saptanmıştır (Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar)
  • Ey bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl! (Yeryüzünün Lanetlileri)
  • Hegel efendi-köle paradigmasının ayrıntılarını Zihnin Fenomenolojisi adlı eserinde vermektedir. Marx'tan Sartre'a kadar pek çok düşünür bu paradigmada Avrupa'yı anlamak, eleştirmek ve dönüştürmek için gerekli fikirleri bulmuşlardır. Hegel, insanın kendi bilincine ancak bir başkası tarafından tanınmakla varacağını ileri sürer. Tanınma arzusu engellendiğinde bir çatışma, bir mücadele doğar. Karşısındakini tanımak ihtiyacı duymaksızın tanınan efendi, muhatabı tarafından tanınmadan onu tanıyan da köle olur. Efendi yalnızca tanınma arzusunu gidermez, köleyi kendi iradesinin bir oyuncağı da kılmış olur, o artık efendinin ihtiyaçlarını giderecek uygun bir vasıtadır. Kojeve'nin Hegel yorumu bu paradigmayı daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Tanınma arzusu, ötekinin sizin değerlerinizi kendi değerleriymiş gibi onaylaması, bütün insanların temel de toplumsal varlıklar olduğunu söyler bize. Tanınma ancak ötekinin mevcudiyeti ve onunla yüzleşmek ile mümkündür. Öteki tarafından tanınmak birinin özdeğerini, kimliğini, hatta insanlığını teyid eder: "Ancak başkası/öteki tarafından tanınmakladır ki, insan hem kendisi hem de başkaları için gerçekten insan olur." (Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi)
  • "Istırap, onlarda belli belirsizdir, tıpkı hayvanlardaki gibi dağınık. Yeri belli bir acı olmaktan ziyade, genel bir rahatsızlık." (Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi)
  • Millet uyum içinde ve dinamik bir biçimde yaşamaya koyuldu mu, her şey mümkün hale gelir. (Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi)
  • Ama servetiniz, çevrenizdeki yoksulluğu görmenize engel olan bir zırh içine soktu sizi. (Yeryüzünün Lanetlileri)
  • konuşmak kesinlikle öteki için var olmak demektir... (Siyah Deri Beyaz Maskeler)
  • İnsan, hayatta yaşanan her büyük sarsıntıda boyutlarını yeniden keşfetmeye, konumunu güvence altına almaya ihtiyaç duyar. Biz bu konumun yıkımında etkin bir rol oynamamalıyız. (Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar)
  • "Kendini reddeden bir dünyada, evrensel kardeşliğin gerçekleşmesi imkansız rüyasını görmeye adamıştır kendini." (Siyah Deri Beyaz Maskeler)
  • İçlerine ustalıkla korku, aşağılık kompleksi, ürperiş, boyun eğiş, umutsuzluk, uşaklık aşılanmış milyonlarca insandan söz ediyorum. (Siyah Deri Beyaz Maskeler)
  • Mauriac ne derse desin, bağımsızlık bahşedilecek bir şey değildir, Fransız hükümetlerinin bahşedip etmeme iradesine asla bağlı kalmaz. Bağımsızlık lütfedilen bir iyilik değil, inşa edilen canlı bir gerçekliktir. (Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar)
  • İster bedensel kirliliği düşünelim, ister ruhsal kirliliği, kirlilik de "kara"yla ifade edilir her yerde. (Siyah Deri Beyaz Maskeler)
  • Aimé Césaire, Avrupalıların Hitler karşıtı olma sebebinin Avrupalıların sömürgeleştirdikleri halklara uyguladıklarını, Hitler'in Avrupalılara uygulamayı denemesinden ileri geldiğini söyler. (Yabancılaşma ve Özgürlük Üzerine Yazılar)

Yorum Yaz