Tuna'nın Türküsü - Mehmet Yılmaz Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Tuna'nın Türküsü kimin eseri? Tuna'nın Türküsü kitabının yazarı kimdir? Tuna'nın Türküsü konusu ve anafikri nedir? Tuna'nın Türküsü kitabı ne anlatıyor? Tuna'nın Türküsü kitabının yazarı Mehmet Yılmaz kimdir? İşte Tuna'nın Türküsü kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Mehmet Yılmaz
Yayın Evi: Roza Yayınevi
İSBN: 9786059755061
Sayfa Sayısı: 144
Tuna'nın Türküsü Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Bir yüzyılın içine sığan bir aile hikayesi var bu romanda. Türkiye'ye yerleşen; kökleri Balkanlara dayanan ama Kırım'la da akrabalık kuran bir Türk ailesinin hikayesi…
Birinci Dünya Savaşında, Romanya Cephesinde şehit düşmüş olan büyük dedesinden bir iz bulabilmek için Bükreş'e giden genç bir avukatın geri dönüşlerle anlattırdığı aile hikayesi bugün Türkiye'de yaşayan pek çok Balkan muhaciri, Anadolu yerlisi ve Kırım göçmeni ailenin de hafızasında yer edinmiş yaşanmışlıkları da ihtiva ediyor.
Drina Nehrinin de sularının karıştığı Tuna, Karadeniz'e dökülüyor ve o sularının bir kısmı Kırım kıyılarına, bir kısmı ise İstanbul Boğazına kadar geliyor ya işte; Tuna'da da bu suları seyretmiş insanların serüveni var.
Velhasıl, Tuna'nın Türküsü'nü dinleyeceğiz.
Tuna'nın Türküsü Alıntıları - Sözleri
- Balkanlardan çekilişimiz ders olarak okutulmalı aslında.Çünkü biz orada bir vatan kaybetmişiz .
- "Ve işte geliyor. Karşımda... Aşkın mücessem hali olmuş, geliyor. Beni görünce gülümsüyor. Hayır, gülümsemiyor; sevda saçıyor. Aynı Eşrefoğlu Rumi'nin dediği gibiyim; Cihanı hiçe satmaktır, adı aşk. Döküp varlığı gitmektir, adı aşk..."
- "Mutluluk böyle bir şey olmalı. İnsanı tarifsiz sevinçlere daldırmalı. Hayata güzelliklerle süslenmiş bir pencereden baktırmalı. Şarkıların anlamı olmalı, şiirlerin..."
- Konuşmak zor lakin susmak da ölüm gibi...
- Totaliter ülkeler işte böyledir.Baskının altında her zaman yalan, rüşvet, tembellik barındırır.Bir halk ölüm kalım savaşı verirken Yuri ve Yüzbaşı Nikolay gibiler vurgun peşindeydi.
- Çocukluğu güzel kılan şeylerden birisi de masumiyet olsa gerek.
- İnsanoğlu her acıya alışıyor.
- Limanda asılı olan Türk bayrağına baka baka ağladım.
- Burası Plevne iline bağlı bir ilçe. Nüfusu azdır: Bizler Osmanlı yadigarıyız, yüreğimizde yaşar Osmanlı. Türkiye ise bir hasrettir.
- Çocuksu bir sevinç içindeyim. Sevinçlerin en safı, en masumu ve en harbisi çocuksu sevinçler değil midir zaten?
- Aşk, karşılıksız fedakarlığın adıdır.
- Osmanlılar bir müslüman öldüğü zaman 'Allah rahmet eylesin',Müslüman olmayan ama sevilen biri öldüğü zaman da 'toprağı bol olsun' derlermiş.
- 'Ne kadar yükseğe haç dikerlerse diksinler, gökyüzüne baktıklarında hep hilali görecekler.'
- Kitaplarım, kitaplarım... Bütün samimiyetimle söylüyorum ki bütün eşyalarım içerisinde en mühim olanları onlar.
Tuna'nın Türküsü İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Kitap üzerine konuşmaya başlamadan evvel kitapla ilgili birkaç küçük tesadüfü sizinle paylaşmak isterim... 1000Kitap'a üye olduğum ilk günlerde çeşitli vesilelerle birkaç defa bu kitapla karşılaştım. Allah nasip ederse, yaklaşık 2 ay sonra dünyaya gelecek olan oğlum Tuna'nın adını taşıdığı için ilgimi çekti. Bir çeşit algıda seçicilik diyebiliriz:) Sonra kitabın yazar/Mehmet-Yilmaz tarafından yazıldığını öğrendim. O dönem kendisiyle yer yer Cengiz Aytmatov üzerine sohbetler yapıyorduk. Böylece kitabı okuma listeme dahil etmiş oldum. Bir diğer tesadüf de kitabın bana ulaşma şekli oldu. Kitabı sipariş vereceğim hafta, sanırım tedarik süresi yüzünden 1 hafta ertelemek zorunda kaldım. O hafta sonu 1000Kitap İstanbul buluşması oldu. Bir de ne göreyim; Mehmet Hocam, sağolsun kitabını bize hediye olarak göndermiş:) İşte böylece, ben kitaba, kitap da bana adeta koşar adım yürüyerek ortada buluşmuş olduk... :) Tuna'nın Türküsü ile tanışma hikayemiz kısaca böyleydi. Gelelim kitabın bende nasıl bir iz bıraktığına... Herkesin bir hikayesi var... Mustafa'nın, Ayşe'nin, Tunahan'ın, Hüsrev'in, Adem'in, Şevval'in ve diğerlerinin... İsimler değişiyor, coğrafya değişiyor, zaman değişiyor... Ama bu hikayelerin her biri, sonunda çok daha büyük bir hikayeye çıkıyor: Bizim hikayemize... Eminim benim gibi pek çoğunuzun nereden ya da 'kimlerden' geldiğini detaylı olarak araştırma fırsatı olmamıştır. 'Benim dedem aslında şuradan göç etmiş, bizim anne tarafı aslında şuralıymış' temalı hikayelere hepimiz aşinayız. Bu işe gerçekten gönül verenler, oturup şecere çıkartıyorlar genelde. Ya da hayatta kalan büyüklerden, eski kuşaklar, kökenler hakkında yeni bilgiler bulmanın peşine düşüyorlar. Bense diğer grupta kalıyorum. Kişisel geçmişim hakkında fazla bilgiye sahip değilim. İşte bu nedenle bu tür kitaplara ayrı bir değer veriyorum. Orada yazılan hikayeleri kendi hikayem gibi okuyorum. Çünkü birinin hikayesi, bir yerden sonra hepimizin hikayesi oluyor. Tuna'nın Türküsü'nü de bu duygularla kendi hikayemi okur gibi okudum. Büyük dedelerimin de tıpkı Mustafa gibi, Hüsrev gibi Balkanlar'da, Kırım'da, Köstence'de düşmanla çarpışmadığını, belki de şehit düşmediğini kim garanti edebilir ki? Dediğim gibi, bir yerden sonra isimlerin, mekanların, zamanın bir anlamı kalmıyor. Çünkü her hikayenin kapısı dönüp dolaşıp yine bize açılıyor. Daha önceden de yazmıştım. Toplar, tüfekler, tanklar, uçaksavarlar bize savaşın ne olduğunu anlatamaz. Tarihe dönüp baktığınızda ölen insanlar sadece bir sayıdan ibarettir. Anlamsız, kupkuru, sonu bol sıfırla biten kasvetli sayılar... Hiçbir yüzbaşıyla, bir generalle, savaş uçağı kullanan bir pilotla empati kuramazsınız. Savaşı anlamanın tek yolu, o acıyı, hasreti, ayrılığı, korkuyu, göçü yaşayan insanların hikayelerini okumak ve kendinizi o insanların yerine koymaktır. Tıpkı Tuna'nın Türküsü'nde olduğu gibi... O yüzden gerçeklere bağlı kalarak bu hikayeleri yazıp bize ulaştıran yazarlar, bir ayağı tarihe, diğer ayağı günümüze uzanan bir köprü gibidirler. Kitapları edebi bir eser olmanın yanı sıra, aldıkları bir sorumluluğun tezahürüdür aynı zamanda... yazar/Mehmet-Yilmaz 'ın bu eseri, bu yönüyle de hem kitaplıkta hem de zihinlerde ayrı bir yere konulmalıdır. Kitapla ilgili söyleyecek çok sözüm var aslında ama, lafı da fazla uzatmak istemiyorum. Yine de kitap elimdeyken yaşadığım bir okuma deneyimine değinmeden geçemeyeceğim... Tuna'nın Türküsü'nü okurken aklıma sık sık yakın dönemde okuduğum serenad--1053 ve kitap/toprak-ana--866 kitaplarından sahneler belirdi. 'Struma Faciası', 'Mavi Alay Dramı', Tolganay ve Aliman'ın hikayeleri ve çok daha fazlası... İşte o noktada, kitapların da bir masanın etrafında toplanmış gibi kendi aralarında konuşabildiğini farkettim. Boş bir masa hayal edin... Önce Tolganay ve Aliman geliyor, ardından Şehit Mustafa'nın karısı ve hemen yanında Ayşe Ana... En sonunda da Profosör Wagner beliriyor, elinde kemanıyla... Konuşacak o kadar çok sey var ki... Belki de susup sadece birbirlerinin gözlerine bakıyorlar, 'hepimiz oradaydık' dercesine... Çok uzundur bu hikaye... Belki Tuna nehri kadar uzun ve bir o kadar da derindir... Bir ayağı da Fırat kıyısında akar bu hikayenin... Başka bir ayağı Kıbrıs'ta, bir başkası Musul'da... Mostar Köprüsü bağlar o nehirleri, belki Malabadi Köprüsü ya da Boğaziçi... Nice kahramanlar geçer o köprülerden, erkekler, kadınlar ve çocuklar geçer... Ve onların hikayesi, bizim hikayemizdir. Kapatırken, son söz yine kitaptan gelsin; O düşünceler içindeyken Romanyalı rehberimize bir şey sordum; -Siz çocuklarınıza Tuna adını veriyor musunuz? Şaşırdı önce ve sonra ‘hayır’ dedi. Biz çocuklarımıza nehir adını vermeyiz. ‘Ama biz veriyoruz. Üstelik aradan geçen yüzlerce yıla rağmen…’ Herkese keyifli okumalar dilerim... (Necip G.)
Şehr-i Samsun’dan, sevgili yazarının imzasını da taşıyarak samimiyetle gönderilen ve tam da doğum günümde hediye olarak aldığım Tuna’nın Türküsü & Bir Gün kitabı benim için özeldir diyebilirim. Bu güzel kitabı yazdığı, bizlerle paylaştığı ve nezaketle hediye gönderdiği için sevgili Mehmet Yılmaz’a çok teşekkür ederim. Zaman sıkıntısı nedeniyle belki de, yeni yazar ve kitaplara biraz temkinli ve önyargılıyım maalesef. İlk duyduğumda hemen aldığım kitaplar nadirdir ancak…2015 Temmuz ayında, 1000 kitapta Mustafa Kutlu’nun ‘Tirende Bir Keman’ kitabına yapılmış bir incelemeye ‘’ Kuvvetli bir kalem ve ince bir gönülden çıkma bu yorum...Bence siz de yazmalısınız:) ’’ yorumunu yapmıştım. ‘’ Teşekkür ederim, aslında ben de yazıyorum’’ diye ekleyen Sayın Mehmet Yılmaz’ı o zaman tanımış, netten araştırıp, kitabını sipariş vermiştim. Sadece kendi kitabını değil; çok sevdiği ve incelemeleriyle merakımı celbettiği ve hatta garip ama saygı uyandırdığı Cengiz Aytmatov ve Mustafa Kutlu’nun çoğu kitaplarını da… Aslında beklentim zaten yüksekti ancak Tuna’ın Türküsü’nü okuduğumda yüksek beklentimin de üstünde olduğunu gördüm. Sadece yazmak için değil de, duygudaşlık için de yazdığını belirtiyor Mehmet Yılmaz. Evet edebi olmasının yanında samimi, sıcak, duygu yüklü ve fazlasıyla akıcıydı. Yaşanmış bir hayat hikayesini anlatan bir filmi (bence iyi bir film senaryosu da olabilir:)) izliyormuşum gibi merakla ve keyifle okurken son kısmında duvara toslamış gibi oldum. Zira bence sonu farklı bitmeliydi. Bitmemeliydi.. Yarım kaldı gibi… Farklı hayatların birleştirilmesi ve bunun zamanlaması bence başarıyla yazıya dökülmüş. Tarihi bilgilerin yoğunluğundan bahseden okurlar olmuş ancak yazar tarihle coğrafi bilgileri çok güzel harmanlamış. Coğrafi mekanların tasvirleri gayet canlı ve renkliydi ki beni sıkmadı. İnsanların şehirlere- mekanlara olan sevgisini hissettirmesi kolay değildir zannımca ancak Samsun ve Tuna Nehri sevgisini buram buram hissedildi. Hatta hiç bilmem ve ilgim de yoktur ama Samsun ve Tuna Nehri gezilecek yerler listemde yerini aldı bile. Ek olarak yazar Cengiz Dağcı’yı araştırıp tanımama vesile olduğu için de teşekkür ederim. Kitabın ikinci kısmı- Bir Gün- …Beni biraz yordu. Sıkılmak değil aslında anlamaya çalışmak. Duygular çok yoğun aktarılmış ve galiba benim yüreğimin sınırlarını baya zorladı. Yazarın ifade ettiği gibi gençlik yıllarında yazılan bir roman olduğu için belki de gençliğin hesapsız hayallerini, tertemiz hislerini anlatan cümlelerin garip bir ağırlığı var. Ama çok samimi ve içten.. Değişik bir masumiyet ve safilik var. Bırakmak istedim ama nedendir bırakamadım. Belki de o masum sevdaya hürmeten ya da uzaktan da olsa böyle sevgilerin varlığını hayal etmenin getirdiği yersiz mutluluktan??? Son olarak duyguların dile getirilişi, kullanılan kelimeler… Daha önceden de dediğim gibi ince bir gönülden çıkma bir eser.. Bence bu zamanda bu kadar ince, nezih ve duygusal olan cins-i erkeklerin genlerinin korunması gerek:) Keyifli okumalar... (Sueda Reyyan)
Tuna'nın Türküsü Üzerine Merhum Yahya Kemal, ‘Türk’ün gönlünde bir dağ varsa Balkan, bir nehir varsa Tuna’dır’ der. Büyük ölçüde öyledir. Halbuki o mübarek Tuna, bizim sınırımızda değil artık. Tuna Nehrinin akmam, etrafımı yıkmam dediği o 93 Harbinde kaybettik oraları… Tamam, coğrafi/siyasi sınırlarımız içinde değil ama gönül coğrafyamızın her daim başköşesinde o Tuna. Tıpkı Balkanlar gibi… Bu girizgahı yapmamın sebebi son romanım Tuna’nın Türküsü. Tuna’nın Türküsü'nü Balkan ve Kırım Türklerine ithaf ettim. Deliorman kökenli bir Türk ailesinin Anadolu’da biten ama Kırım, Bosna ve Dobruca ile de kesişen yüz yıllık bir aile hikayesini anlatmaya çalıştım. Romanı yazma fikrim ise bir Romanya seyahatim sırasında, Tuna Nehrini ilk defa görmemle başladı. Orada Romen bir rehber bize Tuna’yı anlatıyordu. Bense bir tarafı Teleorman karşı kıyısı ise Niğbolu olan Tuna’ya bakarken çok farklı hisler taşıyordum. Anlattığı nehir zaten bizdendi; ben onu ilk defa görmüş olmama rağmen tanıyordum. İşte bu sularda akıncı beylerimiz atlarını sulamışlardı. Tam karşı kıyıda duran ve Bulgarların Nikopol dedikleri Niğbolu Kalesi ise sanki halen daha kale komutanı Doğan Bey’in hayaletini yıkık surlarında taşıyordu. O düşünceler içindeyken Romanyalı rehberimize bir şey sordum; - Siz çocuklarınıza Tuna adını veriyor musunuz? Şaşırdı önce ve sonra ‘hayır’ dedi. Biz çocuklarımıza nehir adını vermeyiz. ‘Ama biz veriyoruz. Üstelik aradan geçen yüzlerce yıla rağmen…’ O yüzden bana Tuna’yı anlatmasına gerek yoktu. Ben Tuna’yı ondan daha iyi biliyordum; ilk defa dünya gözü ile görsem bile böyleydi bu… Bükreş’te ise Birinci Dünya Savaşında, bu civarda şehit düşmüş askerlerimizin yattığı bir Türk Şehitliği vardı. Oraya da gittim. Türkiye’ye döndükten sonra ise karşıma bir fotoğraf çıktı. Alman bir gazetecinin çektiği bu fotoğrafta Romanya Cephesinde çarpışan Mehmetçikler vardı. İşte o anda kurguyu kafamda tamamladım. Romanya Cephesinde şehit düşen büyük dedesinden bir iz bulabilmek için Romanya’ya giden bir gencin hikayesini yazacaktım. Ancak onun kaderi Tuna’nın suları ile kesişmeliydi. Nitekim öyle oldu. Romanda evlilik yoluyla o Balkanlı aileye dahil olan bir Kırım Tatarın da hikayesi var. Çoğumuzun habersiz olduğu 18 Mayıs 1944 Kırım Türk sürgününü de barındıran bir hikaye… Güzel bir yolculuk vaat ediyorum sizlere; inşallah beğenerek okursunuz… (Mehmet Y.)
Kitabın Yazarı Mehmet Yılmaz Kimdir?
1979 Samsun doğumlu. OMÜ Coğrafya öğretmenliği mezunu. 2000 yılından bu yana
bir yandan öğretmenlik yaparken bir yandan çeşitli gazete ve dergilere kültür, edebiyat, futbol, seyahat yazıları yazıyor. Evli ve iki çocuk babasıdır. Samsun’da yaşamaktadır.
Yayınlanmış kitapları:.
- Kırmızı Beyaz Siyah / Samsunspor - İletişim Yayınları Ocak 2009 - Futbol Derleme
- Bir Gün - Roza Yayınları - Şubat 2012 - Uzun Hikaye
- Derviş Hoca - Kaynak Kültür - Eylül 2014 - Roman
- Tuna'nın Türküsü - Roza Yayınları - Aralık 2015 - Roman
- Milli Takım (Pas, Şut, Gol; İşte Milli Futbol) - Timaş Yayınları, Hazin 2016, Mizah
Mehmet Yılmaz Kitapları - Eserleri
- Yola Düşen Gölgeler
- Tuna'nın Türküsü
- Tuna'nın Türküsü - Bir Gün
- İzzet Bey Apartmanı
- Bir Gün
- Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov
- Samsunspor - Kırmızı Beyaz Siyah
- Milli Takım
- Derviş Hoca
- Kısa Samsunspor Tarihi
- Kırmızı Beyaz Kara Sevda
Mehmet Yılmaz Alıntıları - Sözleri
- Şiir, enstrümanın olmadığı müziktir. (İzzet Bey Apartmanı)
- 1970'de temeli atılan Samsun 19 Mayıs Stadyumu, 23 Şubat 1975 günü oynanan ve 1-1 berabere biten Trabzonspor maçıyla birlikte döneminin en güzel statlarından birisi olarak hizmet vermeye başlamıştır. Stattaki ilk golü Adem Kurukaya atmıştır. (Kısa Samsunspor Tarihi)
- “İnsan birini seviyorsa, bu sevginin gerçek boyutu ancak ayrılık sırasında anlaşılır.” (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- “İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.” (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- Bana göre, Samsunspor, Samsun’un da üzerinde bir kavramdır. Çok göç almış ve yerel kimliğin kısmen zayıf olduğu bir şehirde, insanları Samsunlu yapan birinci unsur Samsunspor’un varlığıdır. Samsun, Türkiye’de futbol kenti kapsamına uyan sayılı şehirlerden birisidir. Samsunspor’un olmadığı bir Samsun, çoğunluk için eksiktir, benim içinse hiç! O yüzden Allah ayırmasın diyelim… Ne demiştik? Samsunsporluluk bizim kaderimiz; terk edilemez, vaz geçilemez bir sevdadır! Armasında Atatürk’ü taşıyan ve stadı 19 Mayıs olan sevdamıza selam olsun… (Kırmızı Beyaz Kara Sevda)
- Samsunspor'un resmi kuruluşu 1965 ise de, esas kuruluşu 1927 yılına dayanmaktadır. İlk renkleri siyah-beyaz olan kulüp dönemin özelliklerine uygun olarak faaliyet sürdürmüş, bir süre Halk Spor adıyla devam ettikten sonra yeniden Samsunspor ( Gençlik ) Kulübü ismini almış ve Demirspor ile birleşerek Samsunspor-Demirspor Birliği adını aldıktan sonra yine bir dönem faaliyetlerine ara vermiştir. Ardından 1950’li yıllarda Samsun amatör liginde boy gösteren takım, şehirdeki diğer takımların gölgesinde kalmış ve vasatın altında bir performans sergilemiştir. 1960’larda Türkiye’de Orhan Şeref Apak başkanlığındaki Futbol Federasyonu 1959’da başlayan Milli Lig’i ülke sathına yaymak için çaba gösterirken, pek çok vilayette o şehrin adını taşıyan profesyonel kulüpler kurulmaya başlanmıştır. 30 Haziran 1965’te aralarında amatör Samsunspor’un da bulunduğu 5 kulüp birleşmiş ve bugünkü Samsunspor’u oluşturmuşlardır. (Samsunspor - Kırmızı Beyaz Siyah)
- Suyun suya benzemesi gibi geçmiş de geleceğe benzer. (Yola Düşen Gölgeler)
- Nihayetinde özlem sona ermiş ve Samsunspor 1968-69 sezonunda şampiyonluğa ulaşarak “Türkiye Birinci Ligi’nin ilk Karadenizlisi” olmayı başarmıştır. Sezona iç transferi eksiksiz tamamlayıp, hiç oyuncu satmadan ve bunların yanına Ankaragücü’nün Samsunlu oyuncusu Nuri Asan ki, Samsunspor’a kendini adayacak ve takımın teknik direktörü iken 20 Ocak 1989 kazasında hayatını da kaybedecektir. (...) Ayrı bir güzellik ise 19 Mayıs Şehrinin Atatürk armalı takımı Samsunspor’un 19 Mayıs 1919’un 50. yıl dönümü olan 19 Mayıs 1969 döneminde Türkiye Birinci Ligi’ne yükselmiş olmasıdır. Takımımız sondan 4. haftaya denk gelen ve Beylerbeyi ile oynanan şampiyonluk maçına Yusuf, Şener, Hamdi, Cengiz, Yılmaz, Nuri, Coşkun, Sami, Abidin, Yücel Acun, Ahmet on biriyle çıkıyor, sezon boyunca Metin, Orhan, Rıfat, Yalçın, Adem, Fahri gibi isimler de önemli katkılar sağlıyordu. (Kısa Samsunspor Tarihi)
- Zaten aşk, sıradansa aşk olmaz, sıra dışı olmalı biraz; o aşk can suyu olmalıdır... (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- Totaliter ülkeler işte böyledir.Baskının altında her zaman yalan, rüşvet, tembellik barındırır.Bir halk ölüm kalım savaşı verirken Yuri ve Yüzbaşı Nikolay gibiler vurgun peşindeydi. (Tuna'nın Türküsü)
- “Yine de sebebini bilmediğim bir umut vardı halen içimde.” (Tuna'nın Türküsü - Bir Gün)
- “Demek ki, düşünmemek unutmak demek değilmiş.” (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- Modern futbolun ülkemize girişi Osmanlı’nın son dönemlerinde azınlıklar aracılığıyla olmuştur. Fakat tarihi kaynaklara göre eski Türklerde futbola benzer bir oyun zaten vardır. Tepmek fiilinden türetilen bir isimle oynanıyordur bu oyun; tepük… Hıtayname, Divan-ı Lügat’it Türk gibi eserlerde tepükten sıkça bahsedilmektedir. İçi doldurulan bir hayvan derisiyle oynanan oyunda elleri kullanmak yasaktır ve futbolun ilk dönemlerine benzemektedir. Sultan Baybars ve Timur gibi komutanların da askerlerine çeviklik amacıyla bu oyunu oynattıkları tarihi vesikalarda geçmektedir. (Milli Takım)
- Samsunspor varken İstanbul'un gönüllü yalakalığını yapmanın bir anlamı olmadığını gösteren. Ama çoğunluk yine bunlarda. Güce tapanlar, kolayı seçenler... Bu yüzden ben tatillerde İstanbul'dan memleketime geldiğimde hep igrendim bu tiplerden. Kraldan çok kralcı, İstanbulludan çok İstanbulcu olanlardan. Şuan yine Samsun'dayım ve halen televizyonun başına formalarla geçip tezahürat yapan tipleri zavallı buluyorum. Sözde büyük takımları tutmakla büyük adam olunduğunu, hayattaki başarısızlıklarını kapatacaklarını sanan, hazır başarılara konmaya çalışan zavallılar hepsi değilse de mühimce bir kısmı. (Samsunspor - Kırmızı Beyaz Siyah)
- Rakibimiz İsrail’dir ve o yıllarda yeni kurulan İsrail’i Türkiye tanımamaktadır. Bu yüzden de resmi bir maça çıkmamız söz konusu bile olmaz. İşin ilginç kısmı sadece bu da değildir. 1958 elemelerinde önce Türkiye tarafından tanınmayan ve maç yapmadan tur atlayan İsrail, diğer turda da Endonezya’nın İsrail’de oynamak istememesi nedeniyle FIFA tarafından yine tur atlatılmıştır. (Endonezya ise ilk turda maça çıkmayan Tayland’ı elemiştir.) Bu kez rakibi Sudan’dır ve o da İsrail’i tanımadığı için hükmen kaybetmiştir. Aynı Sudan bir önceki turda maça çıkmayan Mısır’ı elemiştir. O Mısır ise ilk turda kendisini tanımayan Güney Kıbrıs’ı elemiştir. Farkındayım, kafanız karıştı ama bu elemelerde Güney Kore ve Etiyopya’nın FIFA tarafından en başta elendiği, Hong Kong’un da eleme grubu başlarken maçlardan çekildiğini söyleyelim. Yani üçüncü tura gelindiğinde henüz oynanabilen doğru dürüst bir maç yoktur! Üç turu hiç maç yapmadan, üç ülkeyi eleyerek geçen İsrail, Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanmıştır. Ama FIFA bakar ki harbiden ayıp oluyor, son anda statüyü değiştirir. Buna göre İsrail, Avrupa grubundan gelen bir ülke ile maç yapacaktır. FIFA ona rakip olarak Belçika’yı seçer ama bu kez de Belçika daveti kabul etmez. FIFA yalvar yakar Galler’i ikna eder. Nihayetinde Galler ile iki maç yapan İsrail ikisini de kaybeder ve elenir. Bu arada olan yine bize olmuştur. Çünkü Asya-Afrika grubundan karşımıza kim çıksa eleyecek güçteyken politikaya kurban gitmişiz. (Milli Takım)
- "İnsan değişir, değişmelidir. Yeter ki bu değişim iyiye ve evrensel değerlere doğru olsun." (Yola Düşen Gölgeler)
- "Gerçi daha herkes bile yazamayıp herkez yazan bir adamın Osmanlı Türkçesi neyine idi ama o öyle düşünmüyordu tabii." (Yola Düşen Gölgeler)
- Mevlana'nın dediği gibi tıpkı; gönlüme girince sen, kapıyı arkadan kilitledim... (Bir Gün)
- Benim ülkemde neredeyse bütün iyi şairlerin, iyi edebiyatçıların yolu mahpus damına düşmüştü. Çok güzel mahpushane şiirlerimiz, türkülerimiz vardı maalesef. Keşke olmasalardı diyeceğimiz kadar güzeller hem de! (Yola Düşen Gölgeler)
- İnsanoğlu her acıya alışıyor. (Tuna'nın Türküsü)