Üç Beş Kişi - Adalet Ağaoğlu Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Üç Beş Kişi kimin eseri? Üç Beş Kişi kitabının yazarı kimdir? Üç Beş Kişi konusu ve anafikri nedir? Üç Beş Kişi kitabı ne anlatıyor? Üç Beş Kişi PDF indirme linki var mı? Üç Beş Kişi kitabının yazarı Adalet Ağaoğlu kimdir? İşte Üç Beş Kişi kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Adalet Ağaoğlu
Yayın Evi: Everest Yayınları
İSBN: 9786051417950
Sayfa Sayısı: 360
Üç Beş Kişi Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
"Neden en sevinilecek anlarımızda bile sevinemedik?"
Yinelemek isterim: Romanın dokusu, kusursuz bir yapısal bütünlük sunmakta, her bir ayrıntı, her ince çizgi, her ayırtı, gerçeklik izlenimini pekiştirerek bu bütünün içindeki yerine, anlamına, hiçbir zorlamaya meydan bırakmaksızın tam intibak etmekte.
-Füsun Akatlı-
Ağaoğlu, yazın düzeyinde "yarının tarihçilerinden" olma işlevini, daha Ölmeye Yatmak'la çok etkin biçimde üstlenmişti. Pek çok şeyler uğruna ölenlerle, pek çok şeyler pahasına hayatta kalanlarla dolu olan Üç Beş Kişi, bu zincirde yeni bir halka. Çetin bir kitap olduğu yadsınamaz; okur, istesin ya da istemesin, hep dönüp düşünmeye, dününü ve bugününü yargılamaya zorlanıyor. Ama bunu göze alan okurları bekleyen ödül de küçümsenecek gibi değil: Çok ciddi tutulmuş bir hesaplaşmanın tanıkları, yaşayanları arasına girmek…
-Ahmet Cemal-
(Tanıtım Bülteninden)
Üç Beş Kişi Alıntıları - Sözleri
- Düş kırıklıkları içinde; ama şimdi geçer. Azra, umut düşkünüdür. O nedenle de, düş kırıklıklarına hayli bağışıklığı var.
- “Hem sürekli unutulmak, hem sürekli göz önünde tutulmak. En kötüsü bu.”
- Mutlu görünmeye çalışıyordu, oysa dokunsan ağlayacak. 
- İnsan özlemdir. Kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da dosttan yoksun kaldığını anlar...
- “Hem sürekli unutulmak, hem sürekli göz önünde tutulmak.En kötüsü bu.”
- "Kitap okumayı sever misiniz?"
- Sevmeye hakkım olduğunu bile sandım. Neden olmasın ki! Sevdim ya! Sevdim. Elimde değildi. Amaan, her şey geçiyor. Birini pek çok sevdiğini sanırken, bakıyorsun başkasını çok, pek çok seviyorsun. Hayret!
- Geçen geçiyor ama, delerek geçiyor!..
- "İnsan bir gün, geride olan her şeyi unutmak, bırakmak isteyebiliyor."
- İnsanın, yaşamında, hoşnut edilmeye değer üç beş kişinin kalmış olması az şey midir?
- “Yine de, rastlar rastlamaz bir insan yüzüne Sevmeden edemiyorum”
- Hem sürekli unutulmak, hem sürekli göz önünde tutulmak.
- Düşlemek... yeter ki o bitmesin, diyecekti; sustu.
- İnsan koşarken hiçbir şey göremezmiş. Görebilmesi için, durması gerekirmiş.
Üç Beş Kişi İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Bir Haziran gecesi, kocaman bir ‘hiç’in peşinde...: İnsan masaya oturduğunda zeytin-ekmekle veya bir tas çorbayla da doyar doymasına... Lakin eğer çok sevdiğiniz bir yemek önünüze geldiyse, orada hissedilen şey doygunluktan bir tık öte, farklı bir histir. Masada geçirilen süre uzar, önce uzun uzun bakışlarla gözler doyurulur... Ağıza alınan her lokma fazladan bir tur daha döner damakta... İşte o an damarlarımızdan akan şey kan değil, 'HAZ'dır... Edebiyatta da var bunun bir karşılığı... Kimi kitapları okurken beyin kanallarının açıldığını hisseder insan... Nöronlar oradan oraya cirit atmaya başlar... Bir felsefi düşünce, bir fikir, doğru bildiğiniz bir yanlışın dile gelişi... Kitapta bir nehir gibi akan düşünceler bir pınardan dökülür gibi dökülüverir dimağnıza... Kimi kitaplarda ise bilgi yağmuruna tutuluruz. Kitaba başlamadan önce her kimsek, kitabı bitirdikten sonra artık o kişi değilizdir. ‘Bilmeyen bilene muhtaçtır’ demişler ya, artık öncekine nazaran ‘muhtaç’lığımız bir dirhem daha azalmıştır. Kurgusuyla bizi koltuğa çivileyen kitaplar vardır bir de... Kapağın açılmasıyla kapanması arasında ne olduğunu anlamayız... Bizi bu dünyadan alıp götüren, sonra da birden koltuğumuza ışınlayan bir uzaylı gibidir bu eserler... Kitabı bitirdikten sonra saatlerce, belki günlerce kitabın içinde dolaşmaya, çevremizi de sanki kitaptan bir parçaymış gibi görmeye devam ederiz... Aslında hepsi bu edebi hazzın farklı bir parçasını taşır içinde... Yani düşünmek de, öğrenmek de, etkilenmek de o hazzın bir durağıdır... Peki bunlardan hangisiydi Üç Beş Kişi? Bence hiçbiri değildi... Derin derin düşündürmedi beni okurken... Hiç bilmediğim yepyeni bilgiler paylaşmadı benimle... Kurgusuyla çekip almadı beni gerçek dünyamdan... Ancak öyle bir edebi haz duydum ki okurken; bir Mimar Sinan eserine, bir Van Gogh tablosuna bakarken ya da bir Yunus Emre dizesi, bir Chopin bestesi dinlerken hissettiğim hazzın bir benzeri gibiydi... İşte bu hazzın peşine düşmek, kaynağını bulmak için yazmaya başladım bu satırları da... Bazı kitapların konusunu, bazılarının da duygusunu anlatmak, paylaşmak istersiniz... İşte ben şimdi o duygunun kayığında çekiyorum küreklerimi... Ürpertici bir Haziran gecesinde bir şarkı mırıldanır gibi mırıldanıyorum size... Belki de sadece üç beş kişiye... ------------------------- “Gece, Haziran. Ama günlerin en uzunuyla gecelerin en kısasına zaman var daha.” İşte ne olup bittiyse bu gecede yaşanıyor üç beş kişinin hikayesi... Yukarıdaki alıntı, kitapta yer alan yedi bölümün ortak cümlesi... Yıl 1980. Darbenin eli kulağında. Ancak biz bu darbe atmosferini sadece fonunda görüyoruz kitabın. Daha doğrusu duyuyoruz. Sessizlikte patlayan; sohbetleri bölen, yolda yürüyeni korkutan, camdan bakanı içeri sokan birkaç zamansız silah sesiyle duyuyoruz. Bir de gece yarısından sonra başlayan sokağa çıkma yasaklarından anlıyoruz. İşte size bir yazar becerisi... Darbenin o boğucu, o kasvetli ortamını kansız, kavgasız, apoletsiz, tanksız tüfeksiz hissettirebilmek... Bir kaç mermi vızıltısı ve yasak başlamadan evlerine varmak için koşturup duran kalabalıklar... Bu kitap bir karakter kitabı... Zaten adına bakıp bu ipucunu yakalamak mümkün... Aynı aileye mensup birkaç kişi ve onların çevresindeki birkaç kişi daha... Ve tabii bir de Eskişehir var. Onun rolü de en az diğer karakterler kadar önemli kitapta... Ben çok severim Eskişehir’i ve ne zaman fırsat bulsam giderim. Çok sık gittiğim için iyi de bilirim şehri... O yüzden adımlanan sokaklarda, yaşanan evlerde, yolculuk edilen tren istasyonlarında yabancılık çekmedim. Takıldım ben de karakterlerin peşine... Sokağa çıkma yasağı başlayana kadar adım adım takip ettim onları... Kitabın içeriğine dair daha çok şey yazılabilir ama dedim ya, ben işin o tarafında değilim bu kez... Çünkü sabaha kadar da yazsam o hazzın kaynağını o cümlelerde bulabileceğimi sanmıyorum... ------------------------- Ve aramaya devam ediyorum... Neden bu kadar sevdim bu kitabı? Geçenlerde bir kadının fotoğrafına denk geldim sosyal medyada... Kaş liftingi yapmış... Koyu bir rimelle kirpiklerini belirginleştirmiş... Sonra gözlerini kapatmış, yüzünü hafifçe yukarı çevirmiş... Hüzünlü bir ifadesi var... Fotoğrafın altına yazdıklarından öğrendim ki, rahmetli babasının ölüm yıl dönümünü anıyormuş... Belki bu kadın o kitaptaki üç beş kişinin arasında olmadığı için duymuşumdur bu hazzı. Çünkü öylesine gerçek duygular yaşayan, öylesine gerçek hüzünlenebilen, öylesine gerçek mutlu olabilen karakterler vardı ki karşımda; benim için adeta güvenli bir bölgeydi o kitabın sayfaları... Orada kaldığım sürece ne bu kadınla, ne onun farklı bir versiyonuyla karşılaşmayacağıma emindim... Akıllı telefon yok, whatsapp yok, kişisel verilerin korunması yok, troller yok, influencer’lar veya bilmemne mom’lar yok... Adalet Ağaoğlu’nun, memlekette kan gövdeyi götürürken, dünyadan kopuk, kendi saçma sapan gündemlerinin içinde boğulmuş, zengin, tuzukuru burjuva eleştirisi yapmak için kitaba dahil ettiği hafif karikatürize karakterler bile bizim günümüzde karşılaştığımız saçmalıkların yanında ne kadar da masum kalmışlar... Kibirleri bile doğal bir kibir. Sahtelikleri bile doğal bir sahtelik... Herneyse, buradan ayrılıp yola devam ediyorum... Evet, aldığım hazzın bir parçası tam olarak buradan geliyor. 80’li yılların siyaha çalan gri atmosferi altına gizlenen gerçek insanların hikayesi, yaşadıkları gerçek duyguları okudukça, eski bir dostla karşılaşmış gibi oldum... ---------------------- Anksiyete diye bir modern zaman hastalığımız var, duymayanınız kaldı mı? Muhtemelen çevrenizdeki her 10 kişiden 8’i bu hastalıktan şikayetçidir... Kaygı, endişe rahatsızlığı diye çevirdiler ama neyin kaygısı, neyin endişesi o kısım belli değil... Çünkü herkesin Anksiyete olması için bir sebebi var artık; “Çocuklar çok bunaltıyor, kendime 5 dakika zaman ayıramıyorum, Anksiyete oldum”, “çok fazla çalışmaktan Anksiyete oldum”, “bu sene tatil de yapamadık, Anksiyete oldum”, “Korona bizi mahvetti, evde herkes Anksiyete oldu”, “kazandığımızla ay sonunu getiremiyoruz, Anksiyete olduk...” Psikologlar, mesailerinin yarısını sadece bu hastalıktan muzdarip olanlara harcıyorlar artık... Anti-depresanlar bonibon gibi satıyor... Gece uykusunu tam alamayanlar bile ertesi güne Anksiyete olarak uyanabiliyorlar... Bilen bilmeyen, duyan duymayan herkes Anksiyete olmak için sıraya girmiş gibi... Benim nazarımda bu vakanın karşılığı kaygı falan değil, ‘huzursuzluk’tur... Bu huzursuzluğun kaynağı ise çoğu zaman ‘şükürsüzlük’tür. (Şükür kelimesi çok İslami bir kavram olarak geldiyse, siz onun yerine kendi hayatınızdaki karşılığı olan kavramı kullanabilirsiniz. Nihayetinde aynı kapıya çıkar.) Ben 40 yıllık hayatımda bu kadar şükürsüz yaşayan bir nesile denk gelmedim... İnsanlar çocuğum var diye şükretmek yerine, çocuklar bunalttı diye Anksiyete olmayı tercih ediyor. İşim var diye şükretmek yerine, çok çalışıyorum diye Anksiyete olmayı yeğliyor... Bunu hayatın tümüne uyarlayabilirsiniz... Yaşamla mücadele etmek, dertlerle yüzleşmek, mutluluğun veya acının, kazancın veya kaybın, yükselişin veya çöküşün anlamıyla yoğrulmak yerine anında teslim olmayı, hatta varlığın içinde yok olmayı seçmek neden bu kadar popüler bir seçenek hale geldi acaba? Her şeyin altında yatan asıl sorun, bütün duygularımızı tek bir duygu gibi yaşamaya çalışmak olabilir mi acaba? En son ne zaman gerçek bir kaygı yaşadınız? En son ne zaman tedirgin oldunuz? Ne zaman çok mutlu hissettiniz kendinizi? Ne zaman korktunuz gerçekten? Ne zaman üzüldünüz? Ne zaman yıkıldınız? En son ne zaman pişman oldunuz herhangi bir şeyden? Şöyle bir düşününce her şey ne kadar muğlak öyle değil mi? Tüm duyguları tek bir duygu gibi yaşamak... En sevinmemiz gereken anda bile gerçekten sevinememek... ( gonderi/103935336 ) Şöyle doya doya hüzünlenememek, televizyonda seyrettiğimiz acı bir haberin ardından... Şöyle damak çatlatan bir kahkaha patlatamamak... Dışarıya taşacakmış gibi hızla atan bir kalbi hissedecek kadar aşık olamamak... Hayır dostlarım... Kimse bana kaygıdan falan bahsetmesin... ------------------------- Bütün bunları neden anlattım size biliyor musunuz? Çünkü Üç Beş Kişi’nin karakterlerinde yeniden tanık oldum bu gerçek duygulara... Gerçekten aşık adamlar, gerçekten mutsuz kadınlar tanıdım... Ve gerçekten aşık kadınlar, gerçekten mutsuz adamlar tanıdım... Gerçek bir hayal kırıklığı, gerçek bir pişmanlık, gerçek bir savruluş gördüm. Ne görmesi canım, iliklerime kadar hissettim... Kendi hayatımın dayattığı ‘tek duygu ilizyonu’ndan kurtulup bir anda unuttuğum diğer tüm duyguları hatırladım onların peşinde... İşte bu ‘haz’ değil de nedir peki? Trendyol’da bulamayacağım belki de tek şeyi buldum bu kitapta... Adalet Ağaoğlu’nun muhteşem diliyle, okuru karakterlerin zihinlerine davet eden harika üslubuyla, o zihinlerde gezerken tattırdığı bin bir güzel duyguyla edebi lezzetin o asla kalkmak istemeyeceğim sofrasına kuruldum. Öyle bir sofra ki; her bölümü, her paragrafı, her satırı ayrı bir hazzı tetikledi zihnimde... Ve bu yolculuktan muhteşem bir ders çıkardım; Her insan senkronize bir şekilde iki defa yaşıyor bir hayatı... Biri dışarıda, görülen, bilinen dünyada; diğeri ise sadece kendine yer olan zihin dünyasında... Biz çevremizdeki insanların dış dünyada yaşadığı hayata tanık oluyoruz sadece. Oysa ki asıl yaşam içeride yaşanıyor... Ulaşılması en imkansız, hiç kimsenin adım atamayacağı o gizemli yerde... Milyarlarca insanın zihin dünyasında yaşadıklarının dışarıya küçük bir yansımasına ise ‘gerçek hayat’ diyoruz... Ne kadar adil sizce? Dışarıda görünene gerçek hayat diyerek, içeride yaşananı yok sayıyoruz. Yani bir hiç! Hepimiz çok iyi biliyoruz aslında, o hiçin ne olduğunu... “Ne düşünüyorsun Kısmet?” “Hiç, dayı.” İşte bu kitap, bu ‘hiç’i anlatıyor okuruna... Bir Haziran gecesi, üç beş kişinin ‘hiç’ini öğreniyoruz... Bundan daha eşsiz bir haz olabilir mi? Hepinize keyifli okumalar dilerim... (Necip G.)
Kitapta her bölümde farklı birinin hayatı anlatılıyor ve onların hayata bakışı, pişmanlıkları, umutları... Hani derler ya kendi hayatımda seyirciyim diye. Karakterlerimiz de bunu görüyoruz. (Songül)
"Okuduğum bütün romanlar sahici bir başlangıçla bitsin istedim." Romanın bitiş cümlesiyle başlamak istedim ben de. Bitmemiş, bitememiş bir roman.. Ve 'belki de hiç bitmeyecek hayatlar' kapılarını aralıyor bu iki kapağın arasındaki 316 sayfada bize.Kitabı okurken inceleme metni oluşturmak gibi bir düşüncem yoktu; ancak karakterlere ait birtakım düşüncelerin günlerdir kafamı meşgul etmesi ve - özellikle- kitaba dair daha önce bir incelemenin yapılmamış olmasından doğan sorumluluk hissiyatıyla kendimi bu satırları yazarken buluyorum. Neden bu kitabı okumaya karar verdim? Ne umdum? Ne buldum? İnceleme genel olarak bu başlıklar altında (en çok son soru) çok dallanıp budaklanmadan, konuyu dağıtmamaya dikkat ederek(-teen, bade süzerekteen, inci dizerekteeen gel canım gel ammaaan) bitirmeyi planlıyorum. (Hiçbir zaman planladığım gibi gitmedi hayatım.) Darbeler, suikastler, ihtilaller benim için de merak konusu olmuştur hep. İşin gündemde tutulan siyasi boyutundan ziyade asıl merak ettiğim tarafı 'gündemde tutulması gereken' toplumsal boyutudur.Üç Beş Kişi, 12 Eylül öncesi toplumsal yapıyı gün yüzüne çıkarmak gayesiyle ortaya konmuş bir roman. Yedi bölümden oluşan bir kitapla karşılaşıyoruz ve her bölüm, karakterlerin biri tarafından anlatılmakta, daha doğrusu düşünülmekte. Bu 'düşünmek' fiili o kadar başarılı ve gerçekçi yapılmış ki yazarın, insanların psikolojik analizleri ve bunu okuyucuya aktarımı konusundaki yeteneğini yadsıyamayız. Geçenlerde bir incelemede, yazılanların yaşananlar mı karakterlerin düşünceleri mı olduğunun ayırt edilemediğinden yakınıldığını görmüştüm, belki bu yüzden ilgimi çekti bu nokta, bilemiyorum; fakat "aklından şunları geçirdi, bunları düşündü" gibi belirleyici ifadeler kullanılmamış olmasına karşın, sokağa çıkma yasağına az bir zaman kala, bilmediği sokaklarda varlığından emin olmadığı bir insanı ararken vurulduğunu, ertesi gün Kısmet'i gardan almaya gidemediğini ve Kısmet'in başına gelenleri okuduğunuzda üzüntü hissetmiyorsunuz çünkü siz de Murat'la birlikte bekçi düdüğünün sesiyle gerçek dünyaya dönüp yabancısı olduğunuz sokaklarda adımlarınızı hızlandırmaya başlıyorsunuz. Ya da hepimiz Türkan Hanım oluyoruz, daldığımız deriiin düşüncelerden soğuyan çayımızla uyanıyoruz yüzümüzü buruşturarak... Sanki Kısmet biziz de, şişlerimize ipi anlamlandıramadığımız hız ve serilikte dolayıp birbiri içinden geçiriyoruz, 1.15 treniyle İstanbul'a kaçarken yakalanıyoruz evden çıkar çıkmaz, annemizin üzüntüsü, konu komşunun rafa kaldırılmış dedikodularının gün yüzüne çıkarmasıyla duyduğumuz hicap, Türkan Hanımın 'o sırayı yanlış ördün galiba' demesiyle gözümüzü açıyor. Benzeri örneklere sıkça karşılaşıyoruz. Eklemek istediğim bir diğer konuda biraz yardım alıyorum Özdemir Asaf'tan: "Baktım kimde ben ne kadarım?/Kim bende ne kadar kalmış diye..." Kitabın son sayfasını da çevirdikten sonra bu üç beş kişi için kenara çekilip kimin kimde ne kadar olduğunu siz tartmaya başlıyorsunuz çünkü Adalet Ağaoğlu, bu sözün uygulamalı pratik kitabını almış, tutuşturmuş elimize. Kitap, 80'li yılların ortalarından başlayarak 60'lara doğru bireylerin özlemle yad ettikleri anılarına geri dönüş şeklinde karşımıza çıkıyor, binevi zaman yolculuğu. Ancak, zamanı yıllardan saatlere indirgediğimizde gerçekten çözümlenmesi güç bir yapıtla karşılaşıyoruz. Hemen her bölüm “Gece. Haziran. Ama günlerin en uzunuyla gecelerin en kısasına zaman var daha." şeklinde başlıyor. Zaman zaman kendimizi düşünmekten alıkoyamadığımız "Acaba falanca şu an napıyo?" fikri geçer ya, işte romandaki 'şimdiki zamanı' bize anlatan kelime grubu bu ve bu andan başlayarak karakterler geçmişe gidiyorlar. Belirtmek zorundayım ki ben ne yazık ki kitap bittikten sonra "Niye hep bu kalıbı kullanmış? " soruma yanıt ararken anlayıveriyorum böyle bir durumun varlığını. Okurken herkes için ortak bir zamanın olduğunu anlayabilmiş olsaydım heralde benim için bazı detaylar daha anlamlı hale gelirdi, bu kadar kafa yormak zorunda kalmazdım. Kısaca karakterlerin 'kim olduğundan' bahsetmek gerekirse, Eskişehirli Emin Bey dönemin (40-45 dönemleri olacak) CHP'de söz sahibi kimselerinden. İki çocuğu var, Türkan Hanım ve Ferit. Devam eden yıllarda Türkan, DP'de ağırlığı bulunan Ahmet Kaymazlı'yla evleniyor. Kısmet ve Murat da bu çiftin çocukları. Yani zengin bir aile. (milletvekili olup da fakir olacak halleri yok ya, benimki de laf..) Kardelen, Kısmet'in en yakın arkadaşı. Neval Rıfatzade, kökenleri Osmanlı saraylarına uzanan bir kocanın 3 karısından biri. Farklı babalardan,iki kızı var Belgin ve Selmin. Bu iki aileyi birbiriyle buluşturan şey de Murat'ın Selmin tutkusu. Kitabın başlarında ana karakterinin Murat olduğu düşünülüyor ancak, olayların merkezinde olan asıl kahraman Kısmet. Kısmet'in sadece kalbinin sesini dinleyerek, aile ve toplum baskısını arkasında "bırakabilerek" kendisi için yaptığı ilk şeyle bitiyor. Somut olarak kitapta 'siyasi olayların' örnekleri bulunulan döneme göre az, başta da belirttiğim gibi. Gece ikide başlayan sokağa çıkma yasağı ve ertesi gün duyulan bugün şu kadar ölü şu kadar yaralı...İnsanların tepkisizliğini, alışmışlığını, boşvermişliğini o kadar güzel ifade etmiş ki yazar.. Hayır, herhangi bir şey söylemiyor, okuyucunun gözüne sokuyor yalnızca, karakterlerin günün telaşesi içinde bunu fark edemeyişini gösteriyor bize. Ferit Sakarya, içkisini yudumlarken düşüncelerini bölen 5 ölü, 8 yaralı haberi... Sonrasında gelen umursamazlık ve hiçbir şey olmamışçasına düşünmeye devam etmesi...Hatta şaşırmam gerekirdi belki ama kimsenin ölmediği bir geceyi hayret edilecek bir durum olarak görüyorlardı. Bu dün de böyleydi, bu gün de böyle, kabul etmek istesek de istemesek de yarın da böyle olacak(diyor ya Adnan Yücel,"Bitmedi daha, sürüyor o kavga ve sürecek..." öyle işte..).Toplumumuz farklı kılıklara bürünmüş aynı acılara alıştırılıyor, alıştırıldı. Konudan sapmayayım zira değinmek istediğim başka noktalar da var. Hepimiz dedelerimizin, annelerimizin, babalarımızın sevgilerini, mutluluklarını, üzüntülerini göstermemelerinden zaman zaman sitemkar olmuşuzdur.(Sana sitem ettiysem sitem sevgiden doğar, diyor Buray) Bu durum yazarın da üzerinde durduğu sorunlardan biri ve bu problem Türkan Hanım ve Kısmet üzerinden anlatılıyor. Bir dizinin fragmanında "Bu ailede herkes birbirini seviyor ama kimse birbirine şevkat göstermiyor" şeklinde sözcükler sarf etmişti oyuncu, ne diziyi hatırlıyorum ne diyeni(Bilinçaltı denen o şey her neyse hayran olmamak elde değil!).Türkan Hanımın serzenişlerini okurken aklıma geliveren bu tesadüf eseri karşıma çıkan replikle gün yüzüne çıkıyor sözcüklere dökülmeyi bekleyen fikirler. En basit şekliyle, aile toplumun temel taşıdır ve bütün canlılar sevgiye muhtaçtır. Bir annenin çocuğunu sevdiğini hissettirememesi onu yalnızlığa iter. Yalnız kişi mutsuzdur ve bu mutsuzluğu ortadan kaldırmak için tabir doğruysa sevgi dilenir tanımadıkları insanlardan...Ve çoğunlukla ardından pişmanlık getirir bu arayış, daha geniş bir çerçeveden bakılarak adlandırılacak olursa bu durum, "ahlaki yozlaşma" uygun bir ifade olur. Kitapta üstünde fazlaca durulmuş bu konunun. Durulmuş da... Herkes mi birbiriyle votdiri votvot, zotdiri zotzot kardeşim ya? Sonra vay efendim Türk dizileri bugün niye böyleymiş! Eski Türk filmlerinin tadı yokmuş... Böyle romanlar yazılırsa, 35 sene sonra elbette, çocuğun cici annesiyle ablası aynı kişi olur, ya da aynı çocuğun babasıyla ablasının karı koca olduğu beyin yakan aile tablolarını ağzımızı ayıra ayıra izleriz.(bkz: Fazilet Hanım ve Kızları). Şöyle bir göz atacak olursak, büyükten küçüğe başlıyorum: Emin Bey... Seksenlerine gelmişsin(tahmini), herkes ölümünü bekliyo, dilinden bir saniye bile ayetleri düşürmüyosun(hem de mealini ezberlemişşin), sen yorganını düzelten torununun elini tutup tövbe estağfurullahlık şeyler yapar mısın ? Yapma. Hadi yaptın diyelim. Ya sen Türkan Hanım, babanın başında Kur'an okumaya karar vermişken elalemin adamlarıyla ayıplı hayaller kuruyosun ? Adalet Ağaoğlu'nun bulunduğu çizgiyi az çok biliyoruz. İnsanın aklına hoş olmayan düşünceler gelmiyor değil lakiin bunları hemen kışalıyorum ve Neval Rıfatzade'yi sahneye davet ediyorum. Kendisi 'cinsel özgürlük' adı altında votdiri votvot, zotdiri zotzotta sınır tanımıyor. "Ey tanrım bana üç tane, üç de yetmez beş tane, beş de yetmez yediiii taneee ver veer veeeer"in hayat bulmuş hali yani.İki kızını da bu şekilde yetiştiriyor. Herkesin kendi kararı, kendi yaşantısı, bu bir tercihse eğer eleştirmeyi pek doğru bulmuyorum. Eee,hazıra dağlar dayanmaz. 'Gece, haziran ama günlerin en uzunuyla gecelerin en kısasına zaman var'ken kulağımıza çalınan görüntü: "Bir kedim bile yok, anlıyor musun..." İki kızımız da bundan nasibini almış haliyle.Ehh hayat bu, ne getireceği belli olmuyor, tamam, ama ey yüce rabbim, sen bu kadına nasıl bir çaresizlik yaşattın da "eğlendiği" bir adamla evlendirdi bu kadın gurur duyduğu kızını? Sana müstehak "şimdi" üst kattan gelen seni uyutmayan 'hatasız kul olmaz hatamla sev beni'ler..Sonra tövbeler tövbesi çektiren, oda arkadaşımın diş gıcırtısıyla beynimin delindiği geceler hatırıma düşüyor, tüylerim diken diken oluyor... Affet Neval Hanım, kimse hak etmez böyle şeyleri diyerek diğer talihlimiz olan Ferit Sakarya'ya geçiyorum. Bu karakter özellikle yazarın okuyucuya sevdirmek istediği bir karakter. Kendini sanat alanında olsun, eğitiminde, işinde fazlasıyla geliştirmiş birisi. Eskişehir'de(aslında Türkiye'de demeliyim) sanayinin gelişmesi adına büyük işler başarmış, ülkenin kalkınmasına destek olmak amacıyla (hiç cebine girecek paranın hesabını yapar mı canııım) sürekli fabrikalar kurarak aileden gelen saygınlığa saygınlık katmış, herkes tarafından takdir gören bir kişi. Kitabın bir bölümünde Porsuk Çayı'nı temizlettirdiği anlatılmış, bu kısmı okurken suratıma yerleşen aptal gülümsemeye mani olamadığımı fark ediyorum. Bir 15 yılı var, gökkuşağından nehirler çizdiğim resimleri anımsıyorum ve ardından bu sanat eserlerime(!) ilham kaynağı olan teyzemi.. Eskişehir'de okuduğu dönemlerde Porsuk'un bir gün mavi, bir gün kırmızı,ertesi gün yeşil.... her gün başka bir renkte aktığını söylemişti. Bunun o zamanlar benim icin ne kadar masalımsı olduğunu da varın resimlerden anlayın işte.. Anlayamıyorum tabi o zaman fabrika atığının ne demek olduğunu, kötü bir şey olduğu ezberletilmiş ama hayallerimde çok güzel görünüyor, ne yapayım, seviyorum :) Konuyu dağıtmam demiştim di mi? Ferit Beyle devam ediyoruz.. Bütün kızların(en yakın arkadaşları dahil) aşık olduğu-45 yaşında, evli olanların bile- yakışıklı, boylu poslu, dik duruşlu, havalı yürüyüşlü o aranan insan kendileri olur, fazla methetmek istemiyorum zira ben bu karaktere pek ısınamadım. Bu adam çok güzel bir kızla hoşuna giden bir gece geçiyor, kız kendisinden yaşça epeyi küçük. Bu pek anormal değil, karını da aldatmışsın bu da artık alıştığımız şeylerden ancak bu kız, senin abilik hatta babalık etmen gereken yeğeninin yıllardır tutkuyla bağlı olduğu kızsa? Bizim toplumumuzda bu var mı gerçekten? Biz böyle günlerden mi geldik? Benim dinlediğim, okuduğum, gördüğüm; bi kıza -ne kadar boncuk dağıtırsa dağıtsın- karşı bir şey hissetmişse bir genç, aileden birini bırak, bu adamın arkadaşları bile yan gözle bakmayı "aklından geçirmezdi".Yanlışım varsa düzeltin. Peki o geceyi düşündüğünde içinde en ufak bir vicdan azabı olmadan hissettikleri... Yazar için yine hoş olmayan düşünceler uçuşmaya başlıyor ve yine gerçekliğine inanmak istemediğim için Kısmet'e geçiyorum. Sevmediği bir adamla bir evlilik yapıyor, sevdiğinin peşinden gitmeye korktuğu için kendini bu evliliğe mecbur hissediyor, -hoş, istemiyorum demesinin de pek etkisi olmazdı- kocasıyla yakınlaştığında hep bir kıyaslama içinde buluyor kendini. Ancak bu kıyaslama iki kişi arasında değil, kocası, sevdiği adam ve kardeşi. Umarım ben fesatımdır da bu kıyaslamaya dahil olan kardeş düşüncesi gerçekten masumdur. Bütün bu ahlaki yozlaşma örnekleri bir araya geldiğinde roman anlamını yitiriyor benim için, her biri ayrı ayrı, tek başına işlenmiş olsa inandırıcılığını-belki de gerçekliğini- yitirmez, amma velakin az önce yazarın insanların iç dünyasını aktarma konusundaki yeteneğini ifade etmişken, tamamıyla zıttı bir düşünceye sahip oluyorum burda. Yani, bu durum kabul edemeyeceğim şekilde fazla ve absürt. Ben bunları düşünürken, Müge Anlı "Bir şey mı dediniz?" diyor el sallayarak, "bir cinayeti çözmeye çalışırken köydeki kadınların bütün sevgililerini ifşa ettiği" programın tekrarını yayınlıyor benim için.. Teşekkürler... Hatıraların canlandığı bölümlerin birinde çiftçilerin şehre göçmelerinden yakınılıyordu. Bunu okuduğum günün akşam haberlerinde, üretimin azaldığı, çiftçinin kente göçtüğünü hatırlatıyordu spiker ve ekranlara bir köy kahvesi geliyor. Muhabir köy kahvesinde oturan çiftçilerle muhabbet ediyor, dertlerini dinliyor. Köylülere takım elbiseleri giydirilmiş, kavruk yüzlerinde gizleyemedikleri bir heyecan, önceden çalışıldığı belli olan bir takım sözler... Keşke o amcaya nasıl yaşadıklarını, 1 hafta boyunca ne yediklerini, nasıl karınlarını doyurduklarını anlattırsaydınız... Ardından, bir uzman geldi ekranlara. Devletin sertifikasız tohuma destek vermediğini hatırlatıyor, üreticinin 1 liraya sattığı tohumu, 19 liraya ihraç edildiğini belirtiyordu. """Vergileri, masrafları hariç...""" Üreticiye kaça mal olacağınını ne önemi var ki? Çiftçi üretsin biz de alalım, önemli olan tek şey var o da: BEN! Kimse bana bunun aksini iddia etmeye çalışmasın, 50 yıldır biz bu sorunu ÇÖZMEMİŞSEK, çiftçiliği canlandırmaya yetecek kadar çiftçiyi asgari ücretle 300 koyun verip döndüremezsin o topraklara.. Bu konu hakkında söyleyecek çok fazla şey var ancak Fazlasıyla uzattım... Bitiyorum :) Böyle farklı ve zekice hazırlanmış bir kitabın bu kadar az okunmuş olması beni hayal kırıklığına uğratsa da hak ettiği yere geleceğini umuyorum. Belki birgün bir buluşma icin bu kitap kararlaştırılır da, hitap ettiği kitleye ulaşılması adına önemli bir adım atılmış olur. Okuyan herkesin kendinden bişeyler bulacağı geniş bir konu skalasına sahip..Kapılar aralanmış ve o kapıdan girmenin okuyucunun isteğine bırakıldığı bir eser. Ne yaşanmışlıkları gün yüzüne çıkarır... Ne muhabbetler döndürür... Burdan yetkililere sesleniyorum! Gereğinin yapılmasını arz ederim:) Sürç-i lisan ettiysek affola... (kirmizicekic)
Üç Beş Kişi PDF indirme linki var mı?
Adalet Ağaoğlu - Üç Beş Kişi kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Üç Beş Kişi PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Adalet Ağaoğlu Kimdir?
Adalet Ağaoğlu (d. Nallıhan, Ankara 1929) romanlarıyla ünlü Türk yazar.
20. yüzyıl Türk edebiyatının en önemli romancılarından biridir. Türkiye'nin değişik dönemlerini ve bu dönemlerin insan hayatlarına etkisini inceleyen eserler vermiştir. Romanları dışında hikaye, oyun, deneme, anı türünde eserler verir.
13 Ekim 1929'da Nallıhan'da dünyaya geldi. Babası, kumaş tüccarı Hafız Mustafa Sümer'dir. Dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu ve tek kızıdır. Kardeşleri Dr. Cazip Sümer (1925-1975), oyun yazarı, oyuncu Güner Sümer (1936-1977) ve işadamı Ayhan Sümer (1930)'dir.
İlköğrenimini Nallıhan'da tamamladıktan sonra 1938'de ailesi ile birlikte Ankara'ya yerleşti[2] . Ortaöğrenimini Ankara Kız Lisesi'nde tamamladıktan sonra 1950 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
Edebiyata ilgisi lise yaşamında şiirlerle başladı, kısa bir süre sonra oyun yazarlığına yöneldi. İlk defa 1946'da Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yayımlayarak yazarlığa başladı. 1948-50 arasında Kaynak Dergisi'nde şiirleri yayımlandı.
1951-1970 yılları arasında TRTde çeşitli görevlerde bulundu. Ankara Radyosu'nda göreve başladığı yıl ilk radyo oyunu olan "Aşk Şarkısı'nı" yazdı. Raddyo'da görev yaparken tiyatro oyuncusu ve yönetmen dört arkadaşı (Kartal Tibet, Üner İlsever, Çetin Köroğlu, Nur Sabuncu) ile birlikte Ankara'nın ilk özel tiyatrosu olan "Meydan Sahnesi"'ni kurdu[1]. Meydan Sahne Dergisi'ni çıkardı. 1953 yılında tiyatro konusunda görgü ve bilgisin arttırmak üzere Paris'e gitti[1]. 1953'te Sevim Uzungören'le birlikte yazdığı "Bir Piyes Yazalım" tiyatro oyunu aynı yıl Ankara'da sahnelendi. 1954 yılında mühendis Halim Ağaoğlu ile evlenen sanatçı, ilk romanını yazana kadar oyun yazarlığını sürdürdü. Üst üste yazdığı oyunlarla altmışlı ve yetmişli yılların önde gelen oyun yazarlarından oldu. TRT'nin özerkliğine el konulması gerekçesiyle TRT Radyo Dairesi Başkanlığı'ndan 1970 'te istifa eden sanatçı o tarihten bu yana yazarlıktan başka bir işle uğraşmadı. Edebiyat yaşamının bazı dönemlerinde "Remüs Tealada" ve "Parker Quinck" gibi takma adlar kullanmıştır.
İlk romanı Ölmeye Yatmak, 1973'te yayımlandı. Bu ilk romanından itibaren tüm eserleri yoğun tartışmalara konu oldu. Ölmeye Yatmak, daha sonra yazdığı Bir Düğün Gecesi(1979) ve Hayır (1989) adlı romanlarla bir üçleme oluşturdu ve birçok ödül kazandı. Bir Düğün Gecesi ve Hayır romanları yayınlanır yayınlanmaz, ikinci romanı olan Fikrimin İnce Gülü, dördüncü basımında toplatıldı[3]. "Fikrimin İnce Gülü" romanı hakkında, "askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif (küçük düşürmek)" suçlamasıyla hakkında 1981 yılında dava açılan Ağaoğlu, iki yıl süren davanın ardından aklandı. "Düğün Gecesi" ise soruşturma aşamasında kaldı[4]. Dönemin üç önemli roman ödülüne layık görülmüş olan Bir Düğün Gecesi adlı roman için ayrıca Aldous Huxley'den aşırma olduğu suçlaması ortaya atıldı ve uzun tartışmalara sebep oldu.
Öykü kitapları, denemeler, anı-roman türünde eserler de yayımlayan Ağaoğlu 1991 yılında Çok Uzak Fazla Yakın'la oyun yazarlığına döndü. 1983 yılından beri İstanbul'da yaşayan Ağaoğlu, halen yazmayı sürdürüyor.
Adalet Ağaoğlu'ile ilgili yazıları bir araya getiren arşiv eşi Halim Ağaoğlu tarafından hazırlanmış ve 2003'te Adalet Ağaoğlu'nun yazarlığının 55. yılı anısına Herkes Kendi Kitabının İçini Tanır adı ile basıldı.
1996'da ciddi bir trafik kazası geçiren ve iki yıl hastande yatan Adalet Ağaoğlu[6] için Can Yücel'insöylediği "Sen Türkiye'nin en güzel kazasısın" sözü [kaynak belirtilmeli], Feridun Andaç'ın Adalet Ağaoğlu ile yaptığı nehir söyleşi tarzında bir kitabın adı oldu. Kitap, 2006'da basıldı.
Ağaoğlu, 1986'da kurulan İnsan Hakları Derneği'nin kurucuları arasında yer almış ancak Temmuz 2005'de İHD'nin tek yanlı ırkçı-milliyetçi bir tutum takındığını belirterek ve "PKK yanlısı politika izliyorlar" diyerek istifa etti. Son olarak Ermenilerden özür dileme kampanyasına katılmıştır.
Eserleri
Tiyatro ve Radyo Oyunları
Yaşamak - 1955
Evcilik Oyunu - 1964
Sınırlarda Aşk - 1965
Çatıdaki Çatlak - 1965
Tombala - 1967
Çatıdaki Çatlak 1967
Sınırlarda Aşk-Kış-Barış 1970
Üç Oyun: Bir Kahramanın Ölümü, Çıkış, Kozalar 1973
Kendini Yazan Şarkı 1976
Çok Uzak - Fazla Yakın 1991
Duvar Öyküsü - Çocuklar ve Büyükler için Müzikli Danslı Oyun 1992
Çağımızın Tellalı 2011
Roman
Ölmeye Yatmak 1973
Fikrimin İnce Gülü 1976
Bir Düğün Gecesi 1979
Yazsonu 1980
Üç Beş Kişi 1984
Hayır... 1987
Ruh Üşümesi 1991
Romantik Bir Viyana Yazı 1993
Öykü
Yüksek Gerilim (1974)
Sessizliğin İlk Sesi 1978
Hadi Gidelim 1982
Hayatı Savunma Biçimleri 1997
Deneme
Geçerken 1986
Karşılaşmalar 1993
Başka Karşılaşmalar 1996
Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar 2002
Yeni Karşılaşmalar 2011
Mektup [değiştir]
Mektuplaşmalar (Mehmet Baydur ile birlikte) 2005
Anı
Göç Temizliği 1985
Gece Hayatım 1991
Günlük - Günce [değiştir]
Damla Damla Günler 2004
Damla Damla Günler I-II-III 2007
Ödülleri
1974- TDK Tiyatro Ödülü
1975- Sait Faik Hikaye Armağanı, Yüksek Gerilim ile
1979- Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, Bir Düğün Gecesi ile
1980- Orhan Kemal Roman Armağanı Bir Düğün Gecesi ile
1980- Madaralı Roman Ödülü, Bir Düğün Gecesi ile
1991- Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü, Çok Uzak Çok Yakın ile
1997- Aydın Doğan Roman Ödülü, Romantik Bir Viyana Yazı ile
Adalet Ağaoğlu Kitapları - Eserleri
- Ölmeye Yatmak
- Bir Düğün Gecesi
- Fikrimin İnce Gülü
- Hayır...
- Ruh Üşümesi
- Üç Beş Kişi
- Yüksek Gerilim
- Yazsonu
- Romantik
- Sessizliğin İlk Sesi
- Dar Zamanlar
- Düşme Korkusu
- Dert Dinleme Uzmanı
- Hadi Gidelim
- Göç Temizliği
- Hayatı Savunma Biçimleri
- Gece Hayatım
- Damla Damla Günler I
- Damla Damla Günler
- Karşılaşmalar
- Çok Uzak Fazla Yakın
- Geçerken
- Başka Karşılaşmalar
- Toplu Oyunlar-2
- Duvarların Dışında
- Toplu Oyunlar - 1
- Yeni Karşılaşmalar
- Kendini Yazan Şarkı - Evcilik Oyunu
- Duvar Öyküsü
- Damla Damla Günler 2
- Çağımızın Tellalı
- Sessiz Bir Adam
- Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar
- Toplu Oyunlar 3
- Damla Damla Günler 3
- 'An'ların Uzun Soluklu Yazarı
- Halim'e İthaflar
- Damla Damla Günler 1 / 2
- Damla Damla Günler 4
- Mektuplaşmalar
- Okurunun Yazarı
- Toplu Oyunlar
- Gece Hayatım
- Sessizliğin İlk Sesi
- Toplu Öyküler 2
- Toplu Öyküler 1
- Şiir ve Sinek
- Damla Damla Günler - 3
- Göç Temizliği
Adalet Ağaoğlu Alıntıları - Sözleri
- Sevinç, yaratıcı değildir. Acı, dürter. (Geçerken)
- Şöyle üç gün üç gece, yerimden kıpırdamadan uyumak istiyorum. Kendimi öyle yorgun hissediyorum ki.. (Çağımızın Tellalı)
- İnsan özlemdir. Kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da dosttan yoksun kaldığını anlar... (Üç Beş Kişi)
- İnsan kendisinin yabancısıdır. (Damla Damla Günler)
- Tarihe sorulsa çiğ ve çok atılgan elektrik ışığının bir aydınlık körlüğüne yol açtığını da söyleyebilir bize. Öyle olmasa, Batı Uygarlığı 2000'e artık sadece yedi yılın kaldığı günümüzde din ve ırk kavgalarını görmezlenir miydi? (Başka Karşılaşmalar)
- Hem sürekli unutulmak, hem sürekli göz önünde tutulmak. (Üç Beş Kişi)
- "Geçmişin kokusu yoktur. Geçmiş erir; kan ve alınteri buharlaşır, havaya karışır gider. Elle tutulur, gözle görülür biçimde geriye kalacak olan sadece taşlardır. Yoksullara seyirlik bir cennet sunmak için zenginlerin yaptırdığı işte bu taştan, mermerden saraylar, duvarlar, heykeller, kiliseler, manastırlar, surlar ve kalelerdir." (Romantik)
- Genç Kadın: Ölmek mi? Niçin ölmek? İnsanca yaşamak ve yarınların daha güzel olacağına inanırken ölümü düşünmek niye? Ressam: Geçmiş artık çekici değil. Gelecekten de bir şey umulamaz. Her şey gülünç, çirkin, kaba ve budalaca. (Sessiz Bir Adam)
- Hak var, hukuk yok. Hukuk var, hak yok. Yazar var, kitap yok. Kitap var, yazar yok. Satış var, okur yok. Okur var, satış yok. (Geçerken)
- Gece hayatı gerçek bir yalnızlıktır. Kimse elinden tutamaz, sen kimsenin elinden tutamazsın; asıl yalnızlık gece hayatlarının yalnızlığıdır... (Gece Hayatım)
- Yaşam, onun cebinde, hiç bozdurulmamış paralar gibi bütün bütün, yepyeni duruyordu. (Hadi Gidelim)
- Yarın bu düzen değişince, ülkenin yine ekonomistlere, mühendislere, mimarlara, yargıçlara gereksinimi olacak. Ama siz bu alanları size karşı olanların eline bırakmak niyetindesiniz. Gerçekçi bir tutum değil bu. (Bir Düğün Gecesi)
- Özgürlük yolu bitmez ve çok pahalı. (Yeni Karşılaşmalar)
- Ben de roman yazıyordum ve bu arada kurup kaldırdığım sofraları, ocakta unutup yaktığım yemek tencerelerini; günlük hayatla yaratı sancıları arasında açılan uçurumu bile düşünmüyordum. Romanlık bir rüya sahnesine romanlık bir final arıyordum ve hep gökte arıyordum. (Gece Hayatım)
- "Kadını özgür olmayan ülkenin erkeği de özgür değildir" (Ölmeye Yatmak)
- "İnsanları sevindirmek, onları biraz gülümsetmek, onların kaygılı yaşamlarını ta içten, yürekten patlayan gülüşlere dönüştürmek isterdim," diyor. "Ama çiçeklerimiz bir demet hüzünken..." (Sessizliğin İlk Sesi)
- Düşünüyorum da, çok değil, ama bize gerekli üç beş sağlam değer ölçüsünden giderek yoksun kalan toplumumuzda, yani “her şeyin bunca belirsizleştiği, temel değerlerin üstünü yoğun bir sisin kapladığı” şu ortamda bizim de kurcalamamız gereken nice sorun, üstünden örtüsünü kaldırmamız gereken ne kadar çok hayat var... Ve ölüm... (Geçerken)
- "Derin sessizlik. Kuyu gibi. Şimdi beni artık bu sessizlik korkutmakta." (Gece Hayatım)
- Bir fikri olmakla bir fikir olmanın hiç de aynı şey demeye gelmediğini anlatan fırsatlar... (Ölmeye Yatmak)
- Ne oluyorsa benim içimde oluyordu.Dışımdaki hiçbir şeye egemen değildim.. (Yazsonu)