diorex
Dedas

Virginia Woolf - Mina Urgan Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Virginia Woolf kimin eseri? Virginia Woolf kitabının yazarı kimdir? Virginia Woolf konusu ve anafikri nedir? Virginia Woolf kitabı ne anlatıyor? Virginia Woolf kitabının yazarı Mina Urgan kimdir? İşte Virginia Woolf kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 25.02.2022 04:00
Virginia Woolf - Mina Urgan Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Mina Urgan

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları

İSBN: 9789753633637

Sayfa Sayısı: 242

Virginia Woolf Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Çağımızın İngiliz ve dünya edebiyatının en etkin yazarlarından Virginia Woolf, evlenmesi ile 1941'deki ölümü arasındaki otuz yılda, aralarında çığır açıcı kitapları "Deniz Feneri" ve "Dalgalar" ile, feminist yaklaşımın çok zekice tartışıldığı "Kendine Ait Bir Oda"nın da bulunduğu on beş kitap yazdı. Aynı dönemde ürettikleri arasında sayısız eleştiri, deneme ve hikaye ile, çok hacimli bir günce de var. Hayatı boyunca akıl hastalığının tehdidi altında yaşayan biri için, hatırı sayılır bir başarı. İngiliz edebiyatına bihakkın vakıf Mina Urgan, Woolf'un hayatı, cinsel sorunları, akıl hastalığı, kişiliği ve ölümünün yanı sıra feminizmi, eleştirmenliği ve roman türünde yapmak istediklerini inceledi. Urgan ayrıca, yazarın başlıca eserlerini de teker teker ele aldı. Ayrıca, Bloomsbury grubu, Hogarth Press, Vita Sackville-West, sonunda kendisini öldürmesine yol açan delilik nöbetleri... Urgan, Woolf'u hem insan, hem yazar olarak hayranlıkla, ama tarafsızca değerlendiriyor.

Virginia Woolf Alıntıları - Sözleri

  • Bir kadın olarak benim ülkem yok. Bir kadın olarak kendime bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak benim ülkem dünya.
  • Virginia Woolf, aynı yıl To the Lighthouse’ı (Deniz Feneri) yazıp, o romanda Mr. Ramsay ile Mrs. Ramsay kişiliklerinde annesiyle babasını yeniden canlandırarak, baba kompleksinden kurtuldu.
  • Yüreğindeki ağrıyı aşamayan Virginia bir mektup bırakacaktı Leonard'a; "Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes çok iyi biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi bu kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."
  • Yaşam neden bu denli trajik? Neden bir uçurumun üstündeki küçük bir kaldırım şeridine benziyor? Aşağıya bakıyorum başım dönüyor. Sonuna dek nasıl yürüyebileceğim diye merak ediyorum... Bir tarlanın ortasına konulan bir fener gibi, ışığım karanlığa boğuluyor... Mutsuzluk her yerde; tam kapının arkasında; ya da mutsuzluktan beter olan ahmaklık.
  • "Kadınım ben ve benim ülkem tüm dünya."
  • Hiçbir Avrupalı yazarın, insan ruhunun karanlık derinliklerine Dostoyevski kadar inmediğini söyler. Dostoyevski’nin bizi çok derin uçurumların en dibine atıp atıp, sonra gün ışığına çıkarmasını, her şeyi gerçekten ve anlayışla görmemizi sağlamasını, belki Virginia Woolf’tan başka hiçbir eleştirmen bu kadar iyi kavrayamamıştır.
  • “Ona aşık mıyım? Ama aşk nedir ki?”
  • Evet, ben, istediğini yazmakta özgür tek kadınım İngiltere’de.
  • Eve o geç gelince “yaralandığından” (“wounded’) yakınır.
  • Benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur.
  • İnsan doğasını sanatla yoğrulmadığı sürece sevmem.
  • Başkalarının gözleri, bizim zindanlarımız; başkalarının düşünceleri, bizim kafeslerimiz
  • Tarihsiz bir mektubunda, sırtında çok ağır bir yükle bir çölde ilerlemek zorunda kalan küçük bir eşeğe benzetir kendini: Çölü aşan uzun bir kervanın son eşeği... Sırtına yüklenen denkleri... anıları, sahip olduğu şeyler, geçmişin erkeklerle kadınlarının sırtına yükledikleri... Ayağa kalk, küçük eşek, diyorlar, sırtında yükün, yürü yolunda... Yatmak yok; yüklerini bir yana bırakmak yok; unutmak da yok.
  • Virginia Woolf’un çok daha sonraları 1927’de New York Herald’a yazdığı bir makalede belirttiği gibi, bu yepyeni anlatı türüne “roman” adını vermenin bile ne denli doğru olduğu belli değildir. Yazarın “new novel” dediği bu tür, düzyazıyla yazılır; ama şiirin birçok özelliğini taşıyan bir düzyazıyla. Bu yeni roman, “yaşamın karmaşıklığını” (“the complexitiy of life”) verir. İnsan kafasında “tutarsız şeylerin acayip bir biçimde bir araya gelişini” (“that queer conglomeration of incongruous things”) yansıtır.
  • En yakın tanıdığımız insanlar, günün birinde durup dururken öyle bir şey yaparlar, öyle bir şey söylerler ki, onları aslında hiç tanımadığımızı anlayıveririz.

Virginia Woolf İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Virginia Woolf: "Bir kadın olarak benim ülkem yok. Bir kadın olarak kendime bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak benim ülkem bu dünya!" Bu sözlerle yönünü belirten bu kadın kimdi, derdi neydi, ne yaptı ve ne yapamadı? Virginia Woolf, 1882-1941 yıllarında dünyaya uğramış ve dünyayı anlamak için ölümüne uğraşmış feminist bir KADIN yazardır. Daha çocukken annesini kaybetmiş, kadın olduğu için çağın şartları altında resmi bir eğitim görme fırsatını bulamamış, yedi yaşından itibaren -baba bir anne farklı- kardeşinin tacizine uğramış (21 yaşına kadar), cinsellikten zaman zaman nefret etmiş olmakla birlikte düşüncelerine uygun olarak (İnsan dimağının bir erkek yanı, bir de kadın yanı vardır. Erkeklerde erkek yanı, kadınlarda kadın yanı egemendir.) karışık bir cinsel hayatı olmuş, zamanın tanınan yazarlarından baskıcı bir babanın (Sir Leslie Stephen) çocuğu olma talihliliğine ermiş ve talihsizliğini yaşamış bir KADIN yazardır. Erkek bir yazarla (Leonard Woolf) evlenmiş ama aynı zamanda kadın bir yazarla (Victoria Sackville-West) da -cinsellik kısmı hafif ve az olan- aşk yaşamış, çocuk sahibi olmamış ve Nisan 1941 yılında II. Dünya savaşı devam ederken ceplerine doldurduğu taşlarla kendini nehire atarak hayatına son vermiş KADIN bir yazardır. Virginia Woolf, gerek yedi yaşından itibaren başlayan kardeş tacizi, gerek çok sevdiği annesinin kaybı, gerek baskıcı bir babanın varlığı, gerekse dünyayı anlamlandırma şekli on üç yaşından başlayarak ölümüne kadar devam eden ağır ruhsal bunalımlar yaşamasına sebep olmuş. Kendisine “manic depressive” teşhisi konulmuştu. Ancak birkaç hekim şizofreni olabileceğini de dile getirmiş. Virginia Woolf kardeşleri ve arkadaşlarıyla 1906 ve 1911 yılında iki kez İstanbul’a gelmiş hatta ikinci seferinde ayrıca Bursa’ya da uğramış. Bu deneyimlerinde elde ettiği izlenimleri de zaman zaman eserlerine yansıtmıştır. Virginia Woolf, dokuz roman, kadın sorunlarıyla ilgili iki kitap, eleştiri yazıları, denemeleri ve öyküleri dışında, Roger Fry ile Flush’ın yaşamöykülerini yazdı. Bu arada Flush’ın bir köpek olduğunu da belirtmek gerek. Bu eserleri arasında en fazla tanınan eserleri, Dalgalar, Deniz Feneri, Kendine Ait Bir Oda olarak sıralanabilir. Yeni geliştirdiği bilinç akışı tekniğini en iyi uyguladığı eseri de Dalgalar olarak kabul edilir. Virginia Woolf’u anlamakta sıkıntı yaşayan okurların yaptığı en büyük hata, onun ne yapmaya çalıştığını bilmeden, onun dünyaya bakışını kavramadan klasik bir romandan beklenen bir şekille ya da bir nitelik beklentisi altında eserlerini okumaya başlamaları olsa gerek. Yani aslında Virginia Woolf’un eleştirdiği gerçeklik (gerçekçi romancılar, kişilerinin yaşamını başlangıcı, orta kısmı ve sonu olan derli toplu öykülere dönüştürmek istiyorlar; gerçek yaşamı yansıttıklarını sanıyorlardı bunu yaparken. Ama yaşamın asıl gerçeklerine yüz çeviriyorlardı) tarzında yazılmış romanların okurlarıdır bu okurlar. Virginia, insanları bu kadar rahat bir şekilde kalıplaştırarak, iç alemlerini örten o örtüyü kaldırmadan insanları kategorileştirerek aktarmanın gerçek’le bir bağlantısının olamayacağını düşünür ve edebiyatta bu duvarları yıkmak ister. Ancak o da bunun ne kadar zor olacağının farkındadır, Virginia yazarken çok acı çeker. İnsanların onu anlamamasından ve ona gereken değeri vermeyecek olmalarından hep korkar. Her ne kadar ölümünden sonra edebiyat çevresinde anlaşılmış olsa da günümüz okurlarında halen o anlaşılmanın gerçekleşmemiş olduğu görülebilir rahatlıkla. Çünkü bu okurlar, onun yıkmaya çalıştığı duvarlarla kendi etraflarını örerek onu göremediğini iddia ediyorlar, doğru bir iddia! Zaten o duvarların arkasından onu görmeniz mümkün değil. Kimi, ‘geldi, yedi, verdi, oturdu, kalktı ve sonra öldü’ tarzında bir şeyler istiyor kimisi, ‘hem o lezbiyen!’ nasıl okunur ki görüşünde, kimisi de her okuduğu şeyin ruhunu usul usul okşamasını istiyor. İşte bu ve buna benzer beklentilerle Virginia’yı eline alınca da -yarıda boraktom- diye burun kıvırıyor. Şimdi yanalım da, kime yanalım? Şunu özellikle belirteyim ki kimse Virginia Woolf’u okumak zorunda değil, şahsen benim size öyle bir tavsiyem de yok. Çünkü çok fazla yazar var ve çok fazla eser var bunun yanında ise kısıtlı bir hayatımız var doğal olarak bütün yazarları ve eserlerini okuma gibi bir lüksümüz de olamayacak. Durum böyleyken de size hitap eden şeyleri okuyabilirsiniz bunda bir sorun yok! Benim serzenişim mevzuyu hiç anlamadan değerlendirmektir, yumurtayı beyaz taş kabul ederek onu değerlendirirseniz ve bu da sizin haksız bir eleştiri ortaya koymanıza sebep oluyorsa: ‘ya bu ne biçim taş adamın kafasına vurdum, yarmadı bile, bu ne biçim taş!’ Onu adamın kafasına vuracağınıza tavada pişirip yemiş olsaydınız içindeki proteinleri alacaktınız, yumurtayı da ziyan etmemiş olurdunuz! Mesela bir okur arkadaş çıkıp şöyle diyor “Virginia’nın Feminizmi mide bulandırıcı”, hoppalaa! Yani aslında arkadaş lezbiyenliği demek istiyor, ancak bunu nasıl eşleştirmişse bu onun Feminizmliği oluvermiş… Tabii ki böyle duvarlarla ona yaklaşırsanız onu göremezsiniz dediğim gibi. Yeri gelmişken bunun gibi düşünen (belli ki görüşlerine göre lezbiyenliği kötü olarak görüyor bu da onun görüşü buna da karışmam zaten beni ilgilendirmez açıkçası) okurlara şunu söyleyeyim Virginia’nın zaten öyle çok aktif bir cinsel hayatı olmamış yani öyle şapur şupur olayı pek yok, onunkisi daha çok sevgiyle kurulan bağlılık şeklinde… Virginia Woolf dünyayı anlamak ve ne anladığını aktarmak için hep acı çekti. Benim de aynı şekilde düşündüğüm bu hayatı şöyle tarif ediyor “Yaşamda her şey gizemlidir; her şey gelişigüzeldir; ne olup bittiğini anlayamadan, her şey gelip geçer, yok oluverir.” Gerçekten bunun fazlası değil bu hayat! Ve bunu fark edip ama aynı zamanda toplum tarafından saf dışı bırakılmış bir cinsiyete sahip olduğunu da fark eder bu KADIN yazar. Peki bu durum karşısında ne yapacak: “Acaba kadınların çoğu gibi, toplumsal törelere sıkı sıkı bağlı mı kalacaktır? Birtakım uydurma yasaklara uyacak, erkeklerin sözünden çıkmayacak mı? İffetli olmayı bir erdem mi sayacak? Aşık olunca, duygularını açığa vurmaktan çekinecek mi? Düşüncelerini dile getirmeyi sakıncalı mı bulacak? Çok süslü, güzel kokulu bir köleye mi dönüşecek?” Yoksa acı çeke çeke şöyle mi haykıracak “Batan bir gemiye zincirlenmiş, yok olmaya mahkûm bir soy olduğumuza göre... Bütün bunlar tatsız bir şaka olduğuna göre, hiç olmazsa payımıza düşeni yapalım. Birlikte hapsedildiğimiz insanların acılarını dindirmeye çalışalım... Zindanı çiçeklerle süsleyelim... Elimizden geldiğince iyi olalım...” Bu kadını anlamıyorsanız hata kimde? Virginia Woolf yazarak bu anlamsız dünyanın yükünden kurtulacağını zannederdi ama yazdıkça acısı dinmedi "Benliğimin bileşimi ancak yazmakla düzenlenebiliyor... Yazmazsam, hiçbir şey bir bütün oluşturamıyor... Yazmazsam hiçbir şey gerçek değil" son eserine kadar bir taraftan yazdı, bir taraftan durmadan okudu ve diğer taraftan acı çekmeye devam etti. Ama en azından yazmak acı çekmesini engellememiş olsa da karşı koyma olanağı sunuyordu kendisine ve son eseri olan Perdeler arasını yazdıktan iki ay sonra artık yazma yeteneğini kaybettiğini düşündü ve onun kararı belliydi: “İnsan artık yazamıyorsa, canına kıyması daha iyi olur”... Aynı ilk romanında belirttiği gibi olacaktı: “Sular başını örttü bir süre sonra, başının üstünde yuvarlanan denizin hafif gümbürtüsü dışında, hiçbir şey göremez, hiçbir şey duyamaz oldu. Ona eziyet edenlerin hepsi öldüğünü sanırken, o ölmemişti, denizin dibine kıvrılmıştı.” Mina Urgan, Virginia Woolf üzerine iyi çalışmış ve bu da eserine yansımış, yaptığı değerlendirmelerden edebi yönünün güçlü olduğu da rahatlıkla anlaşılabilir. Kendi açımdan böyle en azından. İlerde Mina Urgan’ın kendi eserlerini de okuyabilirim Umarım. Urgan, Virginia’nın hayatını verdikten sonra eserlerini hayatının ışında çok detaylı bir şekilde incelemiş. O incelemeler bile kendi başına takdire şayan, bu eseri yazdığı için kendisine teşekkür ediyorum, iyi ki yazmış… “Ama ne garip ki, kendi çocuklarımın olmasını istemiyorum artık. Ölmeden önce bir şey yazmaya doymak bilmeyen bir isteğim var... Yaşamın kısalığı ve sağlıksız ateşi beni yıkmakta... Doğurmanın bedenselliğinden hoşlanmıyorum. Bu duyguyu içgüdüsel olarak öldürdüm belki; belki de doğa yaptı bunu.” Birçok yazar için etkinlik düzenleyen okur arkadaşlarımız bu yazarı neden es geçmiş doğrusu düşündürücü…. (RA)

Virginia Woolf’u anlamak..: Virginia Woolf okuyup ve anlamayanlar için referans kitabı değeri taşımaktadır. Woolf’un hayatını, felsefesini, bakış açısını, acılarını, sevinçlerini ve bilinç akışı tekniğini anlamak için bu kitabı sindirerek okumalıyız. Bunların ardından “The Hours” filmini de izleyip güzel bir kapanış yapabilirsiniz. (Mustafa Alparslan Çetin)

Kitabın Yazarı Mina Urgan Kimdir?

İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türk edebiyatına kazandırdı. Thomas Malory, Henry Fielding, Balzac, Aldous Huxley,Graham Greene, William Golding, John Galsworthy ve Shakespeare’in eserlerini çevirmenin yanı sıra yazdığı Bir Dinozorun Anıları ve Bir Dinozorun Gezileri isimlerindeki iki kitabıyla da okuyucudan büyük ilgi gördü. Urgan, “Elizabeth Devri Tiyatrosunda Soytarılar” adlı çalışmasıyla doçent ve 1960'ta profesör oldu. Aynı yıl, Türkiye İşçi Partisi'ne girdi ve İngiliz edebiyatı profesörü olarak sürdürdüğü öğretim üyeliğinden 1977 yılında emekli oldu. Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin kurucu üyeliğini yaptı. 15 Haziran 2000 günü, 85 yaşında vefat etti. Çalıştığı İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü onun anısına her yıl bir öykü yarışması düzenlemektedir.

Mîna Urgan'ın tiyatrocu Cahit Irgat'la olan evliliğinden Mustafa Irgat ve Zeynep Irgat adında iki çocuğu oldu. Ancak Urgan daha sonra boşandı.

Hayatı

1 Mayıs 1915 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. Şimdiki adı Robert Kolej olan Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ndeki öğreniminden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi bölümünü bitirdi. Aynı fakültenin İngiliz filolojisi bölümünde doktorasını da yapan Urgan, "Elizabeth Devri Tiyatrosunda Soytarılar" isimli çalışmasıyla 1949'da doçent ünvanını aldı. 1960 yılında ise profesör olarak öğretim üyeliği görevine devam eden yazar, 1977'de İstanbul Üniversitesi'nden emekli oldu.

Urgan, çevirmen ve yazar olarak vasıfları, geniş bakış açısı, Türkçe ve İngilizce'ye hakimiyeti, edebiyata kazandırdıkları ile duayen olarak görüldü. İlk cildi 1986'da 5. ve son cildi 1993'te kitap raflarındaki yerini alan İngiliz Edebiyatı Tarihi adlı çalışması başta olmak üzere, Thomas More, Shakespeare, Virginia Woolf üstüne yaptığı incelemelerle düşünce dünyasında çıtayı yükseltti. Türk edebiyatını birçok önemli başvuru kitabıyla tanıştıran yazar, özellikle "Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More" adlı çalışmasıyla hayatı özgürlük ve barış teması çerçevesinde yorumladı ve bu çalışma büyük ses getirdi.

Yazarın 1995'te Virginia Woolf, 1997'de D. H. Lawrence İncelemesi isimli kitapları yayınlandı. Ancak Urgan'ın, eserlerinin ve Türkiye için öneminin geniş bir okuyucu kitlesi tarafından keşfedilmesi ancak 1998 yılında anılarını yazdığı zaman gerçekleşti.

Bir Dinozor'un Anıları ve Gezileri

Urgan'ın seksen üç yıllık bir ömrün anı ve tanıklıklarını bir araya getirdiği ve yakın tarihi anlattığı Bir Dinozorun Anıları 74 baskı yaparak çok satan romanlar arasına girdi. Ardından Urgan yeni kitabı Bir Dinozorun Gezileri'ni kaleme aldı ve bu kitap da büyük ilgi gördü. Bir Dinozorun Anıları, anıların eksenine Mîna Urgan'ı oturmakla birlikte Atatürk'ten Halide Edip'e, Necip Fazıl, Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik ve Yahya Kemal'den Ahmet Haşim'e sayısız tanıklık ve bu tanıklık aracılığıyla çizdiği panoramayla da çok önemli bir belge niteliği kazanmıştır. Bir Dinozorun Gezileri'nde ise, başta Mavi Yolculuk ve Bodrum olmak üzere, Anadolu, Paris, İngiltere, İtalya, Sovyet Rusya ve Amerika'ya "dinozorca" (az parayla) yaptığı yolculukları, eksilmeyen yaşama sevinci ve gülümseten izlenimlerle aktardı. İki kitabı da büyük satış rakamlarına ulaşmış olan yazar, bu durumu ironik biçimde şu şekilde açıklamıştı:

"Kitaplarımın nasıl bu kadar sattığını anlamadım, hala da anlamıyorum. Nasıl satar benim kitabım. O kadar aykırıyım ki bu topluma. Çok satıyorum, acaba çok mu bayağı yazıyorum. Acaba yanlış bir şey mi yaptım?"

Mina Urgan Kitapları - Eserleri

  • Bir Dinozorun Anıları
  • Bir Dinozorun Gezileri
  • Virginia Woolf
  • Shakespeare ve Hamlet
  • İngiliz Edebiyatı Tarihi
  • D. H. Lawrence

  • Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More
  • İngiliz Edebiyatı Tarihi - I
  • Macbeth
  • İngiliz Edebiyatı Tarihi - III
  • İngiliz Edebiyatı Tarihi - II
  • İngiliz Edebiyatı Tarihi - V
  • İngiliz Edebiyatı Tarihi - IV

  • Bir Dinozorun Anıları

Mina Urgan Alıntıları - Sözleri

  • Hiçbir Avrupalı yazarın, insan ruhunun karanlık derinliklerine Dostoyevski kadar inmediğini söyler. Dostoyevski’nin bizi çok derin uçurumların en dibine atıp atıp, sonra gün ışığına çıkarmasını, her şeyi gerçekten ve anlayışla görmemizi sağlamasını, belki Virginia Woolf’tan başka hiçbir eleştirmen bu kadar iyi kavrayamamıştır. (Virginia Woolf)
  • Puta tapanların yarattıkları metinlerde Hristiyanlığın izleri görüldüğü gibi, insanlar eski inançlarından vazgeçemedikleri için,Hristiyanlık benimsendikten sonra yazılan metinlerde de putlara tapmanın izleri görülür. Hatta bu izlerin bugüne değin sürdüğünü söyleyebiliriz. Örneğin; Noel yortusunda Hristiyanların evini süsleyen Noel ağaçları, puta tapanlardan kalma eski bir gelenektir aslında. (İngiliz Edebiyatı Tarihi)
  • "I am I, My soul is a dark forest. My known self will never be more than a little clearing in the forest. ( Ben, ben'im. Ruhum karanlık bir orman. Benim bilinen kimliğim, bu ormanda ancak küçük açık bir meydan kalacaktır her zaman.) (D. H. Lawrence)
  • Yalnızlıkların en kötüsü, başkalarının arasında çekilen yalnızlıktır bence. (Bir Dinozorun Anıları)
  • Yeryüzündeki bütün milletlerin, bütün soyların, bütün etnik grupların birleşip kaynaşmasını isteyen bir enternasyonalist olarak, şu "Türk Kimliği" , "Kürt Kimliği" laflarına da hiç aklım ermiyor. Herkes kendi anadilini konuşacak elbette. Ama benim tek amacım; dünyanın bütün insanlarının ancak ve ancak "insan kimliklerinin" bilincine varmaları. (Bir Dinozorun Gezileri)
  • Akıllarıyla değil ki gözleriyle seviyorlar.... (Shakespeare ve Hamlet)

  • Geleceğinizi berbat etmemesi için konuşmanızı bir parça düzeltin. (Shakespeare ve Hamlet)
  • Bir insanın sevmeye hakkı olduğu gibi nefret etmeye de hakkı vardır. (Bir Dinozorun Gezileri)
  • Dert sevince döner, sevinç dertlenir. Dünya hep dönecek değil ya, elbet bir gün duracak. Öyleyse sevginin bitmesine insan neden üzülsün? Kader mi kovalar sevgiyi, sevgi mi kaderi? Daha kimseler çözemedi bu bilmeceyi. Büyük adam öldüğünde, sevdikleri kaybolur gözden, unutur onu. Züğürt zengin olunca düşmanları dost olur. Ama başı derde düşmesin bir, dost bildikleri kesiliyor birer düşman... (Shakespeare ve Hamlet)
  • “Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin..." (Shakespeare ve Hamlet)
  • Okumak bir çeşit organik gereksinimdir bende. (Bir Dinozorun Anıları)
  • Geleceğinizi berbat etmemesi için konuşmanızı bir parça düzeltin... (Shakespeare ve Hamlet)
  • Platon'a göre, demokrasi, "Görünüşte düzenlerin en güzelidir. Türlü renklere boyanmış bir kaftan gibi.. Bu devlet de göze hoş gelebilir. . Birçok kimseler de, en güzel devlet budur diyebilirler. Ama bu devlette bir düzen arayıp bulabilirsen, ne mutlu sana." Platon'a bakılacak olursa, demokrasinin, er geç düzenlerin en kötüsü olan zorbalığa dönüşmesi de engellenemez: "Demokrasi, alabildiğine hürriyet içip sarhoş olur. . Bu doymak bilmeyen, başka değerleri küçümseyen hürriyet isteği, demokrasinin değişmesine ve zorbalık yolunu tutmasına sebep olur." Demokrasiye ınanmayan Platon, doğal olarak insanların eşitliğine de inanmaz. Utopya'nın sınıfsız bir toplum olmasına karşılık, Platon'un Devlet'inde üç sınıf vardır: "Yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar". (Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More)

  • İstanbullular, kentlerinin dışına hiç mi hiç çıkmazlardı eskiden. Kendi ülkelerini, yani Anadolu’yu görmek akıllarının kenarından bile geçmezdi. Parası olanlar, İstanbul’un sayfiye yerlerine giderlerdi yaz aylarında. Yolculuk deyince de sâdece Avrupa gelirdi akıllarına. (Bir Dinozorun Gezileri)
  • Karpuzu kestin, baktın ki kabak.Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu? .. (Bir Dinozorun Gezileri)
  • İnsan, ölümü bile göze alarak, her çeşit zorbalığa karşı vicdanının özgürlüğünü korumak zorundadır. (Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More)
  • "Kaldı ki insanlardan uzaktan nefret etmek kolaydır da onları kendi gözümüzle yakından görünce nefret etmek pek o kadar kolay değildir." (Bir Dinozorun Anıları)
  • Çünkü herkesin ara sıra yoğun mutluluk anları vardır ama, sürekli olarak kişisel mutluluk peşinden koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir. Böyle bir dünyada, bunca felaket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında, ancak inekler kadar kafasız ve duyarsız olanlar -yani gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar- kişisel açıdan mutlu olabilirler. "Bana ne dünyanın şurasında burasında, hattâ kendi ülkemde kanlı savaşlar varsa; benim evimde yok ya" derler böyleleri. "Bana ne Afrika'da çocuklar açlıktan ölüyorsa; benim çocuklarım açlıktan ölmüyor ya" derler böyleleri. "Bana ne ülkemin yoksulları oğullarını kızlarını okutamıyorsa; benim oğullarım, benim kızlarım en pahalı okullara gidiyorlar ya" der böyleleri. Ve dünyaya, hattâ en yakın çevrelerine kulaklarını tıkayarak , gözlerini kapatarak-o ne biçim bir mutluluksa- mutlu olurlar bõyleleri "Her koyun kendi bacağından asılır,", "gemisini kurtaran Kaptan",Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de", "bükemediğin eli öp" bana dokunmayan yılan bin yaşasın" gibl, İğrenç bulduğum bazı değişleri, kendilerine hayat felsefesi yapmış bunlar. Başkalarına sokan yılanın günün birinde onları da sokabileceğiniz mi hiç düşünmezler bu geri zekalı "bana ne" ciler. (Bir Dinozorun Anıları)
  • Beni mezarımdan çıkarmakla kötülük ediyorsun bana sen mutlu bir ruhsun. Ama ben, kendi gözyaşlarımın bir kurşun gibi yaktığı ateşten bir tekerleğe bağlıyım. (Shakespeare ve Hamlet)
  • İnsan, ölümü bile göze alarak, her çeşit zorbalığa karşı vicdanının özgürlüğünü korumak zorundadır. (Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More)

Yorum Yaz