Yayla - Fakir Baykurt Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Yayla kimin eseri? Yayla kitabının yazarı kimdir? Yayla konusu ve anafikri nedir? Yayla kitabı ne anlatıyor? Yayla PDF indirme linki var mı? Yayla kitabının yazarı Fakir Baykurt kimdir? İşte Yayla kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Fakir Baykurt
Yayın Evi: Literatür Yayıncılık
İSBN: 9789750404528
Sayfa Sayısı: 279
Yayla Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Eşsiz doğal güzelliği, tertemiz havası ve çeşit çeşit bitkileriyle, Ballıdere köyünün cennetidir Morsay Yaylası. Yaz gelince, köyün bir kısmı buraya göçer. Onlardan biri de Çakır Hasan'dır. Karısını, gelinini ve üç torununu takıp peşine, göçer gelir yaylaya. Bir çadıra sığışmak zordur ama, biraz mecburiyetten, biraz da burada şifa bulduklarına inandıklarından, vazgeçemezler bu mevsimlik göçten...
Günlerden bir gün bir kazı ekibi gelir Morsay Yaylası'na. Anlarlar o zaman doğası kadar tarihinin de zengin olduğunu bu yörenin. Kazı Ekibi'nde, işçinin, köylünün sorunlarına duyarlı pırıl pırıl gençler ve büyüklük taslamayan, kibir nedir bilmeyen bir profesör vardır. Asım Al'dır adı ama herkes ona Hoca Bey diye hitap eder.
Hoca Bey'le Çakır Hasan dost olur kısa sürede. Dilleri ayrı, gönülleri birdir ne de olsa... Çakır Hasan Hoca Bey'e çok rağbet eder; Hoca Bey de ilgisini esirgemez ondan. Herkesin keyfi yerindedir anlayacağınız... Ne var ki, bu güneşli tablo, Çakır Hasan'ın güzeller güzeli torunu Gülcan hastalanınca puslanıverir. Bildikleri her yolu denerler iyi olması için. Kazı Ekibi'ndekiler ise ellerinden gelen yardımı yaparlar. Lakin, Gülcan bir türlü iyileşmez. Hastaneye yetiştirilmesi gerekmektedir tez elden. Ama nasıl, hangi araçla? Tek çare Hoca Bey'e tahsis edilen ciptir. Ne var ki bu da, onun iki dudağı arasından çıkacak tek kelimeye bağlıdır: Evet ya da hayır...
Fakir Baykurt bu romanında, memur zihniyetini benimseyip, kalıpları dışına çıkamayan insanları eleştiriyor. Daha doğrusu, bu tip insanlardan yola çıkarak, sağlık sorunları başta olmak üzere memleketin pek çok sorununu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. (Tanıtım Yazısından)
Yayla Alıntıları - Sözleri
- "Acıya bunca dayanıklı olması iyi mi bir halkın?"
- "Ben bizim köylülerin uyanacağını sanmıyorum, Hoca Bey'im! Dünyaya buzağı gelmiş, öküz gider bunlar. Oylarını götürüp yalancı dürzülere kakarlar. Ulan insan yalana bir kanar, iki kanar; sürekli kanmaz ki!...
- "Acıya bunca dayanıklı olması iyi mi bir halkın? Acaba halkımızı anlatmak için bilmem gerekenleri biliyor muyum? Acaba Altan biliyor mu? Halkım biliyor mu sonsuz sabırlı olmanın kötülüğünü? Öbür dünyada cennet var diye başını hep eğmesi, eğmesi; başını kaldırmaktan korkması, hep korkması..."
- Dünyada bir dostluktur asıl olan. Ötesi fasa fiso!... İnsanın eti yenilmez, derisi giyilmez. Dostluk ve sevgiden başka işe yaramaz insan.
- Sorunlarına halk kendisi sahip çıkar. Neden çıkmıyor? Çünkü uyutulmuş! Hocalar, hacılar, yalancı particiler çok kandırmış halkımızı. Kitap, bilim, bilgi özellikle politika bilimleri öğretmek gerekir. En başta haklarının neler olduğunu öğretmek...
- Bence devletimiz iyi gene!.. Hiç olmazsa ormanı dikkatli koruyor!.. diye bir düşünce geçti içinden. «Hastirsin oradan!» diye hemen kovdu bunu. İyi devlete maşaallah!.. İnsana değer vermeyen, doğaya değer verir mi be?
- “Dünyada bir dostluktur asıl olan. Ötesi fasa fiso!... İnsanın eti yenilmez, derisi giyilmez. Dostluk ve sevgiden başka işe yaramaz insan.”
- “Dünyada bir dostluktur asıl olan. Ötesi fasa fiso!... İnsanın eti yenilmez, derisi giyilmez. Dostluk ve sevgiden başka işe yaramaz insan.”
- Sabredin çocuklar, sabredin!.. bu sömürgen, kemirgen, aracı, tefeci, burjuva, buyurgan ağababalarını alaşağı edip kardeşliğin düzenini kuracağız.
- "Uykular da bizi boşladı,nere gidelim?"
- "Ötesi fasafiso! ! " Insan eti yenmez , derisi giyilmez. . Dostluk ve sevgiden başka işe yaramaz insan .
- Ben bizim köylülerin uyanacağını sanmıyorum Hocabeyim! Dünyaya buzağı gelmiş, öküz gider bunlar. Oylarını götürüp yalancı dürzülere kakarlar. Ulan insan bir kez kanar, iki kez kanar; sürekli kanmaz ki!
- Koskoca Profesör Hoca Bey geliyor! Gözümün yağını yesin!... Bizim akılsız köylüler adam sanıp Orman Şefi'ni besliyor. Bilseler, Hoca Bey'e yaparlar hörmeti... Bilim, bilgi, fen gibi var mı? Dünya duruyorsa sizlerin yüzünüz suyuna duruyor. Bak şu bir dakikanın içinde neler öğrettin...
- "Sizce gelişti mi şimdi uygarlık? Gelişti de, niçin öldürür insanlar, hem de gençler birbirlerini?"
- "Kız Anış Yenge, iki dolu heybeyi, hem de bu kadar torbayı, sepeti götürebilir mi bu eşek?" "Götürmeyecek de, neye eşek oldu?"
Yayla İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Fazla söze gerek yok Fakir Baykurt u bilen bilir. Okurken o köyde yaşarsın o dereden su içersin o otları koklarsın o öfkeyi o hüznü yaşarsın.Mehmet Ali Çakır Hasan la vedalaşırken “birgün seni de bizi de anlayan bir düzen gelecek;hiç üzülme!Mutlaka gelecek…” diyor ya o düzen hiç gelmiyor ilerde geleceğe de benzemiyor …Saygılar Fakir Baykurt. (figenbs)
GÜNEŞ BALÇIK İLE SIVANMAZ: (Spoiler içerir) Fakir Baykurt... Ülkemizin gelmiş geçmiş en değerli kalemlerinden bir adam. Pek çoğumuzun ismini, kitabı filme, diziye uyarlandığı vakit duyduğumuz bir yazar. Kendini halkın eğitimine adayan Anadolu'nun en kıymetli filizlerinden, Köy Enstitülü gerçek bir öğretmen. Kaleminin ucunu kıranlara karşı, büyük bir kararlılık ile, kendisine yakışan azim ve güç ile, kaleminin kırığını meyve çakısı ile yeniden ve yeniden açıp yazmaya ve halkı aydınlatmaya devam eden büyük insan. Yeteri kadar tanımıyorsak onu, bu bizim utanılacak, acınası yanımızdır işte. Fakir Baykurt romanlarında ve öykülerinde Anadolu insanının maruz kaldığı ve kendini maruz bıraktığı her türlü oluşu ve mevcut durumu en ince detayına kadar analiz edip, en derin noktalara kadar indiği muazzam betimlemeleri ve canlandırmaları ile okuyucunun içine işlemeyi büyük bir ustalık ile gerçekleştirmiştir. Yazdığı her satır için kendisine sonsuz minnetlerimi ve saygımı sunuyorum. Kitabımız adıyla müstesna bir yayla hikayesidir. Sene 1976. Berrak, tertemiz ve çiçek kokulu mis gibi orman havası, çağıl çağıl akan billur gibi dereleri, dağ suları, yemyeşil çimenlerin arasından gelene geçene nazlı nazlı göz kırpan rengârenk çiçekleri ile Morsay Yaylası güzel Anadolu'muzun cennet köşelerinden bir yerdir. Yalnız yaylamız sadece doğal güzelliği değil aynı zamanda tarih öncesi çağlara ait önemli kaynakları da bağrında taşımaktadır. Ballıdere Köyü'nden Çakır Dayı ve ailesi yazları göçer gelir Morsay'a. Kurar çadırını, alır birkaç hayvanını, geçirir yazı burada mis gibi hava ile su ile bir de kavalı ile. Hani dedik ya Morsay'ımız tarihi bağrında saklar diye, işte bir kazı ekibi birkaç yıl sürecek arkeolojik çalışmalarını Çakır Dayı'nın çadırından ötede gerçekleştirir o yaz. Bir grup öğrenci, üç hoca ve tabi köylü kazı işçileri ile. Çakır Dayı önceden tanır Prof. Asım Al Hoca Bey'i. Eski dostturlar. Tabi Çakır Dayı böyle görür ama koskoca Hoca Bey aynı mı düşünür acep? Asım Hoca İstanbul'dan gelirken eli boş gelmez. Hem Çakır Dayı ve ailesine hem kazı ekibine ufak tefek çoban armağanları getirir. Kalır mı altında Çakır Dayı? Hem çok mahcup olur hem de mutlanır çok çok. İlla verecek karşılığını, hem de misli ile. Kesiverir bir keçi, yapar sac kavurma, pilav, koyar köycülük salatalık, sebze, meyve envai çeşit. Hem Hoca Bey'ini ağırlar hem de işçisinden öğrencisine hepsinin eline tutuşturur bazlamayı pilav ve kavurma ile döşeyip Kamer Ana. Çakır Dayı'nın can yoldaşıdır Kamer Ana. Her insan evladını kucaklar, alır kanadı altına. Gelini Zeke, torunları Kamil, Şevket ve Gülcan yanı başında, oğlu Şükrü Rotterdam'da gurbette işçidir ya bir tek ona iç geçirir, ah keşke Şükrü'sü de yanında olsa başka şey istemez Kamer Ana. Önemli bir detay sıkıştırmalı şuraya. Asım Al İstanbul'dan gelirken köyün başında uğradığı kıraathanenin çayını hiçbir yerde içmemiştir. Bu çayın tadı başkadır, nedendir bilinmez ama tadı pek başkadır. Yaylaya gelince Çakır Dayı'ya ve bir köylü dostlarına yeniden o kıraathaneye gitmeyi, hem çay içip hem de gezip kafa eğlendirmeyi teklif eder ısrarla Hoca Bey. Ama nasıl gidilecek o eğri büğrü yollardan? E kolayı var. Devlet cip tahsis etmiş kazı çalışmaları için, sorumluluğu da Hoca Bey'e vermiş. E hadi gidilsin, gezilsin o vakit cip ile. Gidilir, gezilir amma Çakır Dayı pek mutlu değildir. Aklı kalmıştır yaylada biricik Gülcan'ında. Ah Gülcan... Sapsarı başakları örgü etmiş düşürmüş omuzlarına, turkuaz renkli denizi hapsetmis göz çukurlarına, ipek gibi tenini sarınmış bedenine saçsın ışıl ışıl güneşi diye. Güzeller güzeli Gülcan o günün gecesinde başlamıştır ateşlenmeye. Nedeni nedir ki, acaba soğuk mu aldı, terli su mu içti? Yok yok nazar değdi billur gibi güzel, dirençli, kuvvetli bu can kıza. Olsun Kamer Ana özel karışım çaylar yapar içirir torununa, bal karması da yapar, ağrıyan karnına sıcak tuğla koyar, sabun sarar kalkıverir şıp diye. Sahi kalkar mı ayağa Gülcan böyle yaparsa? Duralım burada biraz. Eğer iyi niyet ararsak bir köy evinin tahta kapısını çalmak ve gülümsemek yeterlidir o iyi niyeti bulmaya. Fakat o kapıların ardında bir de öyle bir şey vardır ki derman yetmez baş etmeye. Evet, o kapıların ardında büyük bir bilgisizlik de saklıdır çoğu zaman. Hızla ilerleyen uygarlığa, bilime, eğitime ayak uyduramaz ev halkı. Suç kimdedir peki? Halkını cahil bırakmayı siyasi hedef sayan hükümetlerde mi, yoksa "aman o da eksik kalsın, hem biz ne anlarız" diyen halkta mı? Ne onda ne bunda, aynı anda her iki taraftadır suç. Girdik işte bir kısır döngüye. Alan razı satan razı. Haydi dönelim o vakit hikayemize yeniden. Akşam olur gelir Çakır Dayı bakar Gülcan'ı daha da ateşlenmiş, ağrısı artmış. Kazı ekibinin çiçekleri Serpil ile Güler ateşini ölçer, Hoca Bey'in verdiği ateş düşürücü ilacı da verir ama yaramaz bir işe nedense. E ne olacak dağ başında bu kızın hali? Hoca bey çok akıllıdır çok da yardımseverdir, verir aklı Çakır Dayı'ya. Haydi Çakır Dayı yaya düş yollara, in köye, getir köy doktorunu. Düşer yollara Çakır Dayı, hiç gocunmaz, gece yarısı ulaşır köye amma ne bulur? Doktor efendi hazretleri tayin olacakmış, gelmem Allah gelmem, benim görev alanım değildir oralar demez mi? Der tabi niye demesin koskoca doktor efendi bey? E ne yapacak Çakır Dayı? Aklı yüce doktor beyimiz bir sağlıkçı adı verir gitsin bulsun onu Çakır Dayı, götürsün yaylaya. Döner arar tarar, zar zor bulur Çakır Dayı sağlıkçı Harun Efendi'yi. İnsandır Harun Efendi dağ, tepe, yayla demez sürer gelir atını. Gülcan'ın hali hal değil görür, yapar eder bir şeyler kendi çapında amma bilir bunlar fayda etmez, hastane lazımdır Gülcan'a. Haydi bana müsaade geçmiş olsun Çakır Dayı. Gider Harun Efendi diğer hastalara, atı dört nala. Burada da bir ara verip öz eleştiri yapalım. Geçmişten günümüze bu özellikler olumlu mu değişti olumsuz mu bir durup düşünmek lazım. Bilim insanları yaptığı çalışmaları gelişim için mi yapıyor yoksa Asım Al gibi rektör olma ve koltuklarını kabartma amacıyla mı? Öğretmenler yeni nesli geleceğe en iyi şekilde hazırlamak için mi bu mesleği seçiyor yoksa tatili bol ve maaşı diğer pek çok mesleğe göre daha iyi diye mi? Doktorlarımız kitle sağlığı ve insana hizmet için mi yoksa toplum içinde üst insan övgüsüne mazhar olmak için mi bu yola çıkıyor? Mühendislerimiz ülkeyi teknolojik ve ekonomik yönlerden muasır medeniyetler seviyesine getirmek için mi çalışıyor yoksa havalı bir mesleğe sahip olmak için mi? Peki ya en önemlisi memurlarımız neden kadroya girmek için can atıyor? Devletin, gelişmiş ülkelere ayak uydurması ve layıkıyla ilerleme kat etmesi için mi yoksa az ve rahat iş yapıp çok para kazanabilmek için mi? Bir oturup düşünmek lazım biz neyi ne için istiyoruz, neyi ne için yapıyoruz? Yani demem o ki; mesele diplomaya sahip olmak değildir. Asıl mesele sahip olduğumuz diplomanın etik ve vicdanî sorumluluğuna sahip olabilecek yeterlilikte olmaktır. Haydi buradan devam edelim yine. Çakır Dayı çaresiz, kızcağız bu ağrı sızı ile 40 derece ateş ile eşek üstünde nasıl gider onca yolu? Tek çare ciptir. Ama onu da isteyemez Asım Hoca'dan. Utanır. Devreye kim girecek peki? İnsanî duyguları üst düzey, halkçı, dinamik, genç öğrenciler elbet. Öğrenciler defalarca yalvarır yakarır hocalarına ama sonuç alamaz. Ya neden alamaz? Çünkü hocamız dönemin tipik bir memuru gibidir. Devletin aracı ona zimmetlidir, hem o kuralı çiğner ise nasıl dekan, rektör olsun demi ya? O koskoca bilim insanı. E ama Gülcan körpecik kız, yitip gitsin mi? Yapacak bir şey yok, cip rektörlüğe giden yegâne yoldur. Gülcan kızı hastaneye götüremez ama gezmeye kıraathaneye gidilir. Çünkü gezip tozmak, çay içmek, gelirken de köycülük toplayıp gelip, bir güzel onları yemek içmek daha önemlidir. E ne yapsın bu çocuklar, bir çare düşünmek gerek. Can kız eriyip gider. Akıllarına orman koruyucu mühendisin cipi gelir. Tırmanırlar tepeye, uykusundan uyandırırlar ve otururlar karşısına orman mühendisimizin, bir de hediye götürürler yanlarında. Yalvarır yakarırlar, ama karşılarında var bir kibir duvarı. Ne yapsınlar öfkelenir lafı sözü sayar inerler aşağı. Asım hoca yan gelir yatar çadırda. Bir çare bulmak gerek, bir çare. En nihayetinde tek bir yol kalır geriye. Cipi zorla alıp Gülcan'ı hastaneye kavuşturmak ölmeden. Görev dağılımı yapılır, icraate geçilir, inilir gece yarısı yayladan aşağı... Gülcan kızın hâli ne oldu bunu kitabı okuyanlar öğrenecek... Fakat şurayı es geçmemek gerekir. Kitap boyu aklımı kurcalayan soru: Nedir ay yüzlü Gülcan kızın hastalığı? Sevgili Baykurt hastalığın sebebini gizemli bir alt metin ile öyküleştirerek aktarmış bizlere. Bir de kıpkızıl kor bırakmış yüreğimize. O bölümü okuduğum zaman ne hissedeceğimi bilemedim, gerçekten bilemedim. Ama en belirgin duygu öfkeydi içimdeki. Ne yana saçacağımı bilemediğim öfkem ile düşündüm. Bu hastalıklar günümüzde halen daha yaşanıyor. Hatta "modern" toplumumuzda artık daha da çok yaşanıyor. Çaresi ise doktorlarda değil. Çaresi bir türlü eğitilmeyen toplumuzda. Gelelim son noktaya. Siyasi eleştirilerin en derin yapılması gereken kısma. Olayların sonunda koskoca hoca efendimiz durdurulan kazı çalışmaları sonrası, insanlığını bıraktığı biricik makamına geri dönerken; insan olmanın gereğini yerine getiren bembeyaz yürekli öğrencilerimiz anarşizm yaratmaları gerekçesi ile jandarmaların hakaretleri eşliğinde tutuklanır... Buradan sonrasını biz hayal edelim. Neler olacaktır jandarma karakolunda ve sonrasında dersiniz? Şöyle olacaktır muhtemelen. Bizim anarşikler biraz itilir kakılır, epeyce hakaret ve yaftalamaya maruz kalır, amaçları göz ardı edilerek savunmaları bile kale alınmaz, ifadeleri alınır sonra artık bir iki günah keçisi seçilip cezaya çarptırılır, geri kalan öğrenciler ise evlerine yollanır. İşte vatan da böylece kurtulmuş olur. Yalnızca kendi konforunu düşünenler devlete bağlı vatanseverler olarak kabul edilir, ama halk için kendi benliğini ve çıkarını bir köşeye atıp çırpınanlar devlet düşmanı olarak suçlanır. Yok öyle yağma, işte gün gelir o suçladığınız ve işkenceler ettiğiniz insanlar kahraman olarak anılırken sizler de eli kanlı bencil caniler olarak zihinlere yer edersiniz. Tarih unutmaz! Halk unutmaz! Güneş ise balçık ile sıvanmaz diyerek son cümlemi söyleyeyim. Biz hangi alanda olursa olsun eli meslek tutan gençler olarak iş hayatımızda tek bir şeyi görev edinmeliyiz. Her ne koşulda olursa olsun, atacağımız adımlar hükümet için değil devlet için, "üst düzey" bürokratlar için değil halk için olsun. Temiz vicdanlar ve aydınlık zihinler hepimizin olsun...☀ (Ecem)
Yayla kitabını okurken kendim de 25 yıllık bir devlet memuru ve idareci olarak yaşadıklarım aklıma geldi.1977 de yazılan bir kitap olarak ülkem adına fazla bir değişiklik olmadığını görmek de üzücüydü.Eğitim sorunu,sağlık sorunu,gelir adaletsizliği,hukuki sorunlar bir gün çözüme kavuşacağı inancımı yitirmemeye çalışıyorum. Kitapta; yazın yaylaya göç eden köylülerin hayatını, gelenek, göreneklerini, zor koşullar altındaki hayat mücadelelerini anlatırken bu yaylaya yolu düşen bürokratların, aydınların, öğrencilerin,memurların ilişkileri yer almıştır. Kişi devlet ilişkilerinin, çürüyen aksak yönlerini yansıtılırken, kırsal kesimlerde yaşanan sorunlar ve göç olayı da irdelenmiştir.Fakir Baykurt un az bilinen kitabını tavsiye ederim. (seher)
Yayla PDF indirme linki var mı?
Fakir Baykurt - Yayla kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Yayla PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Fakir Baykurt Kimdir?
Fakir Baykurt (Asıl adı Tahir'dir) (d. 15 Haziran 1929, Burdur - 11 Ekim 1999, Almanya) Türk yazar, sendikacıdır.
Çocukluğu
Fakir Baykurt (Asıl adı Tahir'dir) Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy'de doğdu, Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber şu sözleri ile 1929 yılında haziran ortası olduğu varsayılmaktadır; "1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır..." Tahir Baykurt'un annesinin adı Elif ve babasının adı Veli'dir. Doğduğunda ona savaşlarda vurulup geri dönmeyen Amcasının adı olan Tahir adı verilir. Tahir 1936 yılında Akçaköy İlkokulu'na başlar ve iki yıl sonra babasını kaybeder. Babasının ölümünden sonra dayısı Osman Erdoğuş tarafından Balıkesir iline bağlı Burhaniye köyüne götürülür ve orada dayısının yanında dokumacılık yapmaya başlar. II. Dünya Savaşı'nın başlaması ile dayısı askere alınır ve Tahir Akçaköy'e dönerek okula devam etme imkânı bulur. 1942 yılında ağır bir sıtma geçirir bu dönem aynı zamanda şiir yazmaya başladığı dönemdir.
Köy Enstitüsü yılları
İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü'ne yazılır. Köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi artar, kendini okumaya verir. Bu dönemde özellikle Türkçe'ye çevrilen klasikleri okur. Fakir Baykurt Köy enstitüsündeki yıllarını ve kendisine kazandırdıklarını şu şekilde anlatmıştır;
"...Köy enstitüsü benim için olağanüstü bir fırsat oldu. İlkokulu bitirdikten sonra gidebileceğim başka hiçbir okul yoktu. Ailemin gücü yetmezdi. Ben okumak istiyordum enstitü benim gibi köy çocuklarını çağırıyordu..."
"...Klasiklerin en iyi okuru enstitülü gençlerdi. Ceplerimizi ona göre yaptırırdık, kitap sığsın. Kız arkadaşlarımız koyun kuzu gütmeye giderken, torbaya azıkla birlikte kitap da katardı..."
Bu yıllarda Bursa Cezaevi'nde olan Nazım Hikmet'in şiirleri ise gizli gizli yayılmaktadır. Tahir Baykurt da bu dönem Nazım Hikmet'in şiirlerini bulur ve gizli gizli okumaya başlar.
"...Kitaplıkta Nazım Hikmet'in kitapları yoktu. Yasaklandığını öğrenince Çivril'in bir köyüne gidip onları buldum. Nazım'ın yedi kitabını kendi yaptığım defterlere kitap harfleri ile yazıp defalarca okudum."
Köy enstitüsü yıllarında ilk şiiri Fesleğen Kolum Eskişehir'de çıkan Türke Doğru dergisinde çıkar. Edebiyata olan ilgisinden dolayı enstitüde de kitaplığın yönetimine seçilir ve daha fazla okuma fırsatı bulur. 1947 yılında Köy Enstitüleri ve Kaynak Dergisi'nde şiirleri çıkar ve bu yıllarda önce şiirlerinde daha sonra tüm yazılarında Fakir Baykurt adını kullanmaya başlar. Köy enstitüleri üzerindeki baskıların artması ile birlikte tüm enstitülere daha baskıcı yönetimler atanmaya başlar. Bu dönemde enstitüler daha önceki bir çok özelliğini yitirmeye başlarken eski öğrencilerin yaşam alışkanlıkları da bu yeni yönetimlerce sorun olmaya başlar. Fakir Baykurt da yeni atanan müdürle sorunlar yaşar ve defalarca kovuşturmaya maruz kalır. Ancak 1947 yılında Köy enstitüsünü başarı ile bitirir ve Yeşilova'nın Kavacık Köyü'ne öğretmen olarak atanır.
Öğretmenlik ve yazarlık yılları
1951 yılında ölene kadar birlikte olacağı Muzaffer Hanım'la evlenir. Bu yıl ayrıca körbağırsağı patlar ve iki kez amelliyat olur. Öğretmenliği Dereköy'e aktarılır. Üzerindeki baskılar devam eder, savcılıkça evine baskın yapılır ve koğuşturma geçirir. 1953 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girer ve bir sene sonra bu sefer Gayret Dergisi'nde çıkan bir yazısı nedeni ile yargılanır. 1955 yılında Gazi Enstitüsü'nü de başarı ile bitirirerek Hafik'de açılan ortaokula atanır. Aynı yıl ilk kitabı olan Çilli yayınlanır. 1957 yılında askere alınır ve Ankara Piyade Yedek Subay Ortaokulu'na öğretmen olarak atanır. İlk kızı Işık da bu yıl dünyaya gelir. 1958 yılında ilk romanı Yılanların Öcü Cumhuriyet Gazetesi'nin açtığı Yunus Nadi Roman Ödülleri'nde birinci olur. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt hem Cumhuriyet koğuşturma geçirir. Baykurt bu dönemden sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde yazmaya başlar.
Askerlikten sonra Şavşat Ortaokulu'na öğretmen olarak atanır ve ikinci kızı Sönmez dünyaya gelir. Yılanların Öcü adlı romanı da Remzi Kitapevi tarafından basılır. Ardından Köy ve Eğitim Yayınları tarafından Efendilik Savaşı adlı kitabı yayımlanır. Cumhuriyet'teki bazı yazıları yüzünden öğretmenlikten alınıp Ankara'da Milli Eğitim Bakanlığı Yapı İşleri Bölümü'nde görevlendirilir. Sürüp giden yazıları ve Yılanların Öcü romanı yüzünden Bakanlık buyruğuna alınarak cezalandırılır. Altı ay açıkta kaldıktan sonra 27 Mayıs 1960'da Ankara İlköğretim müfettişliğine atanır ve aynı yıl Efkar Tepesi adlı kitabı basılır. 1961 yılında yazarın Yılanların Öcü adlı romanı tiyatroya ve filme uyarlanır. Tiyatro gösterimi yasaklanır, film ise ancak Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in konuya el koyması ile gösterime girer ancak filmin gösterimi sırasında olaylar çıkar. Bu yıl ayrıca yazarın Onuncu Köy, Karın Ağrısı, Irazca'nın Dirliği kitapları yayımlanır. Bir sene sonra yazarın oğlu Tonguç dünyaya gelir. Baykurt Amerika'ya giderek, Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde göze kulağa hitap eden ders araçları ve yetişkinler için yazma öğrenimi görür. 1963 yılında yurda dönerek Ankara İlköğretim müfettişliği görevini sürdürür. Onuncu Köy Bulgarca'ya çevrilir ve kitapları Bulgaristan'da Türkçe olarak da basılır. Yılanların Öcü ile Irazca'nın Dirliği de Almanya'da, "Die Racheder Schlangen" adıyla basılır. Yılanların Öcü Rusça'ya çevrilir.
Türkiye Öğretmenler Sendikası
1965 yılında TÖS'ün kuruluşuna katılır ve genel başkan seçilir. 1966 yılında İlköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılarak yeni kurulan Milli Folklor Enstitüsü'nde uzman olarak atanır. Kaplumbağalar ve Amerikan Sargısı romanları yayımlanır. 1967 yılında Onuncu Köy adlı eseri de Rusça'ya çevrilir. Yazıları ve TÖS'teki çalışmaları yüzünden sık sık kovuşturma geçiren Baykurt Gaziantep'in Fevzipaşa bucağına sürülür. TÖS "Devrimci Eğitim Şurası"nı düzenler. Bir yıl sonra da TÖS "Büyük Eğitim Yürüyüşü"nü bir sene sonra da "Genel Öğretmen Boykotu"nu düzenler. Bu faaliyetlerinden sonra tekrar görevden alınarak bakanlık emrine alınır ancak Danıştay kararı ile görevine geri döner. 1970 yılında Fevzipaşa'dan Ankara'ya Ortadoğu Teknik Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü görevine getirilir. Anadolu Garajı ve Tırpan kitapları yayımlanır. Tırpan ve Sınırdaki Ölü ile TRT Ödülleri'ni kazanır. Ardından Onbinlerce Kağnı adlı kitabı yayımlanır.
Sıkıyönetim yılları
1971'de ordunun yönetime el koyması ile başlayan sıkıyönetim döneminde Baykurt iki kere gözaltına alınır. Aynı yıl Tırpan ile Türk Dil Kurumu Ödülü'nü kazanır. Kitaplarının yeni basımları yapılırken yazar askeri tutukevinden Ankara Merkez Cezaevi'ne aktarılır. 1973 yılında Can Parası ve Köygöçüren basılır. Baykurt'un yurt dışına çıkışı da yasaklanmıştır. 1974 yılında İçerdeki Oğul basılır. Keklik romanını yazar. Can Parası ile Sait Faik Ödülü'nü kazanır. Askeri Yargıtay'da TÖS Davası'ndan beraat eter. Sınırdaki Ölü ve Keklik kitap olarak basılır. 1976 yılında Sakarca basılır.
Emeklilik Yılları
Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan emekli olan Baykurt Madaralı Roman Ödülü'nün kuruluşuna yardımcı olur. 1977 yılında İsveç'te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katılır ve Yayla romanı basılır. Frankfurt Uluslar arası Kitap Fuarı'na katılır ve Almanya, Hollanda ve İsviçre'ye geziler yapar, göçmen işçilerle iletişim kurar. 1978 Yılında Sakarca sahneye uyarlanarak İstanbul Şehir Tiyatroları'nca oynanır. Kara Ahmet Destanı ile Orhan Kemal Ödülü'nü kazanır ve Kültür Bakanlığı'na danışman olur. 1979 yılında Tırpan adlı eseri de tiyatroya uyarlanır. Devlet Tiyatrosu tarafından İzmir, Ankara ve Antalya'da oynanır. Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere tekrar Almanya'ya gider. Duisburg şehrinde yaşamaya başlar. Yandım Ali kitap olarak basılır. Bu dönemde ODTÜ'de öğrenci olan oğlu Tonguç da tutuklanır. 1980 yılında Tırpan İstanbul Şehir Tiyatroları'nca da sahneye konulur ve iki mevsim oynanır. Tırpan'dan ötürü Baykurt ve Taner Barlas, "Avni Dilligil En Başarılı Yazar" ödülü kazanırlar. Suna Pekuysal da "En Başarılı Oyuncu" seçilir. Rur Havzası'nda Türk işçi çocukları için başlatılan RAA programında görev alır ve bir İngiltere gezisi yapar. Kızı Işık da bu yıl tutuklanır. Baykurt, Taner Barlas ve oyunda rol alan sanatçılar "İsmet Küntay Ödülü" kazanırlar. Tırpan'daki oyunu nedeniyle Suna Pekuysal "Ulvi Uraz Ödülü"nü kazanır.
1981'de "Sakarca" İsveç'te çizgi film yapılır ve Macarca'ya da çevrilir. DDR'de bir inceleme gezisi yapar. Öyküleri Gürcistan'da da kitap olarak basılır. "Kaplumbağalar" filminin senaryo çalışmalarına katılmak üzere İsviçre'nin Neuchatel şehrine gider. Almanya'daki göçmen işçilerin yaşamını konu alan öyküleri "Gece Vardiyası" adıyla basılır. İşçi çocuklarının yaşamını dile getiren öyküleri de "Barış Çöreği" adıyla basılır. Kitaptan yapılan seçmeler Almanya ve Hollanda'da iki dilli olarak yayımlanır. 1983 yılında "Yüksek Fırınlar" kitap olarak basılır. Oğlu Tonguç'la birlikte Sovyetler Birliği gezisi yapar. Moskova, Bakü, Batum ve Leningrad şehirlerine ve Yasnaya Poliana'ya giderek Tolstoy'un Yurtluğu'nu ziyaret eder.
1984 yılında Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü'nü kazanır. Gece Vardiyası ve Kara Ahmet Destanı Almanca, Yılanların Öcü ile Irazca'nın Dirliği Bulgarca basılır. Türkiye'de "Barış Derneği İkinci Davası"nda sanık olarak aranır. 1985 yılında Gece Vardiyası ile Alman Endüstri Birliği BDI'nin Yazın Ödülü'nü alır. Dünya Güzeli ve Saka Kuşları adlı Kitapları Türkçe ve Almanca olarak basılır. 1986 yılında Duisburg'ta öğretmenliğe başlar ve yurt dışında oluşan Türkiye Aydınlarıyla Dayanıma Girişimi'nin yönetiminde görev alır. "Duisburg Treni" adlı eseri basılır. Kopenhag'ta Dünya Barış Kongresi'ne katılır aynı yıl Koca Ren basılır.
1987 yılında Keklik romanı 20 öyküsüyle birlikte Rusça’ya çevrilip basılır. Londra’ya bir gezi yaparak Highgate’te Karl Marx’ın gömütünü ziyaret eder. Aynı yıl aralarında birçok yabancı dile çevrilen kitabının da bulunduğu 19 kitabı Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Halikarnas Balıkçısı, Mihail Şolohov, Ernest Hemingway, İvan Gonçarov, Tolstoy, Gogol, Panait Istrati gibi yazarlarla beraber gerekçe göstermeden yasaklanır. Aynı yıl Sakarca adlı eseri de Hollandaca ve Almanca olarak basılır. Türkiye – Yunanistan Dostluk Gelişimi’nin Avrupa’da kuruluşunda görev alır. Tiflis’te İlaya Cavcavadze’nin 150’nci doğum yıldönümü konferansına katılır.
1988 yılında İçerdeki Oğul’u oyun olarak tekrar yazar. A. Çetinkaya ile birlikte Fridan Halvaşi’nin şiirlerini Türkçe’ye çevirir; Kitap Eninde Sonunda adıyla Almanya’da basılır.
1989 yılında Kuru Ekmek romanını yazar. İçerdeki Oğul, Amersfoort Halk Tiyatrosu’nda oynanır. Şiirleri de Bir uzun yol adıyla basılır. Moskova’ya yeni bir gezi yaparak Nâzım Hikmet’in evinde ve arşivinde çalışır.
Baykurt ders vermeyi Pestalozzi Okulu’nda sürdürür. Şiirleri Hollanda’da “Vuurdoorns – Ateşdikenleri” adıyla basılır. 1991 yılında Ortaokul öğrencileri için, “KALEM – Schreiber” dergisini çıkarmaya başlar aynı yıl boynundan bir ameliyat geçirir. 1992 yılında, bugün Literaturcafé Fakir Baykurt adıyla varlığını sürdüren Duisburg Edebiyat Kahvesi'ni kurar. Bir Uzun Yol’un Almanca’sı “Ein langer Weg” adıyla çıkar. Yazar bu yıl bir de Çin gezisi ertesi yıl da Avustralya gezisi yapar. 1995 yılında Almanya’da öğretmenlik yaptığı çalıştığı Pestalozzi Okulu’ndan emekliye ayrılır. Öykü Kitabı bizim İnce Kızlar basılır ve 7 kitaptan oluşan Özyaşam öyküsünü bititir. 10 Mart'ta Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Yardımlaşma Vakfı tarafından “Fakir Baykurt’a Saygı Gecesi” düzenlenir. Bu yıl Yarım Ekmek romanı da yayımlanır. 1998 yılında Telli Yol öykü kitabı ile birlikte, “Özyaşam” dizisinin ilk cildi “Özüm Çocuktur” yayımlanır. Gezi yazılarının bir bölümünü Dünyanın Öte Ucu (Avustralya Gezi İzlenimleri) adıyla yayımlanır. Benli Yazılar deneme kitabıyla birlikte “Özyaşam” dizisinin ikinci ve üçüncü ciltleri (Köy Enstitülü Delikanlı; Kavacık Köyünün Öğretmeni) çıkar. 1999 Nisan genel seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi İzmir milletvekili Adayı olur. 11 Ekim 1999 Pazartesi günü tedavi gördüğü Almanya’da Essen Üniversitesi Kliniği’nde pankreas kanserine yenik düşerek ölmüştür.
Fakir Baykurt Kitapları - Eserleri
- Özüm Çocuktur
- Köy Enstitülü Delikanlı
- Kavacık Köyünün Öğretmeni
- Köşe Bucak Anadolu
- Bir Tös Vardı
- Sıladan Uzakta
- Yılanların Öcü
- Irazca'nın Dirliği
- Eşekli Kütüphaneci
- Kaplumbağalar
- Onuncu Köy
- Yarım Ekmek
- Köygöçüren
- Koca Ren
- Genç Emekli
- Yüksek Fırınlar
- Yayla
- Keklik
- Tırpan
- Amerikan Sargısı
- Kara Ahmet Destanı
- Yandım Ali
- Dost Yüzleri
- Dünya Güzeli
- Can Parası
- Dünyanın Öte Ucu
- Benli Yazılar
- Sakarca
- Telli Yol
- Gönül Ustası
- Çilli
- İçerdeki Oğul
- Efkar Tepesi
- Efendilik Savaşı
- Sabır Dağı
- Gece Vardiyası
- On Binlerce Kağnı
- Sınırdaki Ölü
- Duisburg Treni
- Bizim İnce Kızlar
- Kalekale
- Barış Çöreği
- Unutulmaz Köy Enstitüleri
- Öğretmenin Uyandırma Görevi
- Sendika Ve Grev
- Saka Kuşları
- Anadolu Garajı
- Yanar Bir Işık
- Çilli Karın Ağrısı Cüce
- Anadolu Garajı
- Şamar Oğlanları
- Yeni Kölelik mi?
- Bir Uzun Yol
- Ateşdikenleri
- Kovboyculuk Oyunu
Fakir Baykurt Alıntıları - Sözleri
- Yaşam yenileniyor,töreler kalıyor... (Yarım Ekmek)
- Aborcin denilen o insanlar kendi aralarında barışçıl yaşıyor, savaş bilmiyorlar. İlkel silahları sadece avlanmak içindi. Amiral Cook'un adamları karaya çıkar çıkmaz, ilk el de 40000 Aborcin öldürdü. Aborcinler kurşun renkli, oval büyük burunlu insanlar. Gelen beyazları kendilerini var eden ataların dirilip gelen ruhu sandılar. Koşarak, toplanarak atalarını en saygılı devinimlerle, seslerle karşılamak istediler. Karşılık olarak kafalarına, gövdelerine durmadan kurşun yediler. Atalar kurşun attığına göre bunca yıldır biriken suçlarının cezasını veriyorlar diye yorum yaptılar. Birdenbire 40 bin ölü. (Dünyanın Öte Ucu)
- Eskiden cahillik fazlaydı;şimdi daha fazla. (Eşekli Kütüphaneci)
- Ankara uzak, seçim uzak, okul uzak, gökyüzü uzaktı.Büktü boynunu. (On Binlerce Kağnı)
- Tavuklar, horozlar, bizden erken uyanıyor. Kurt, kuş bizden erken uyanıyor. Biz niye geriye kalıyoruz. Hatta bazı horozlar, bizi daha tez uyandırmak için daha erken ötüyorlar. Ama niçin erken öten horozların boynuna vuruyoruz? (Efkar Tepesi)
- Bir sidikli yorgan meseli vardır hani: İnsanlar uyanacağına yakın, ecinni tayfası, sidikli yorganı alıp sokaklarda dolaşırmış. Hangi evde duman tütmüyor, o evin bacasından girermiş. Yorganı, şafak söktüğü halde eşşek gibi yatanların üzerine örtermiş. Yani bu yorgan, değirmen taşı...Ağır! Onu örtünen, öğlelere kadar uyurmuş. Uyansa bile bir ağırlık; kalkamazmış. Yani ben kısa aklımla şöyle diyorum: Bizim köylü milletinin de üstüne sidikli yorgan örtülmüş, kalkamıyor vesselam... (Onuncu Köy)
- "Eller bizi kınar, nerelere gidelim?" "Ellerden arkalara kaldık tüüüüüh!" (Yandım Ali)
- Sabahattin Ali; Pir Sultan Abdal, Garcia Lorca, Nazım Hikmet gibi büyük sanatçılardandı. Kahraman ve kurban olmasa da, olmadan da büyüktü. Onun yaşamında ve yapıtlarında büyük sanatçılığın bütün belirtileri vardır. Biliyoruz, büyük sanatçıların yaşamları da büyüktür. Onlar acıyı da, sevinci de büyük boyutlarda yaşarlar. Yapıtları, sadece içerik, biçim ve estetik yönlerinden değil, sanatın işlevi yönünden de bambaşka özellikler taşır. Bundan ötürü kitleleri çok yakından ilgilendirirler. Bu ilgi de giderek onları etkiler, sarsar, onlara bilinç verir, bunalımlardan çıkış yönlerini, yollarını sezdirir, eyleme dönüşecek maddi gücü aşılar. Büyük sanatçılar bu işlevi, bunalım içindeki halkların yaşamına karışarak, onlarla birlikte soluk alıp vererek, acıyı sevinci onlarla paylaşarak, dayatılan haksız koşullara direnerek, diretmekle yetinmeyip, gerektiğinde savaşarak; savaşım içinde oluşturdukları yapıtlarda halkın dilini, duygularını, düşüncesini sevgiyle, saygıyla kullanarak sağlayabilirler. Böylece yeni tipler, karakterler, yazma yenilikleri ortaya koyarlar. abece, Sayı 12 Mart 1987 (Yanar Bir Işık)
- Camiye, okula, kışlaya, fabrikaya, karakola siyaset girmez, Ferhat Efendi! Girdi mi, o melmeket hapı yutar! (Tırpan)
- Para gibi maymuncuk yoktur! (Duisburg Treni)
- “Evet Pablo Neruda çok büyük bir şairdir. Yalnız Şili’nin degil butün dünyanın, en başta da işçilerin, köylülerin şairidir!” (Genç Emekli)
- Asıl anlatılacak işler "Yılanların Öcü"nde oldu ... (Çilli Karın Ağrısı Cüce)
- Ta yirmi yıl önce bir iğde silkimi zamanı, köyünden kalkıp Almanya'nın yolunu tuttuğu günü hiç unutamaz Salih. Umutlarla doluydu. İçi o gün Karadenizin suları gibi çalkanıyordu. Hiç hesapta olmayan yönlere aktı gitti yaşam. " Bir yıl sonra yirmi olacak! Yaş da kırk yedi! Yaşadığım kadar yaşayacağım nereden belli? Ne anladım ben bu kıyımcı feleğin yönettiği dünyadan?" (Gece Vardiyası)
- Denizgil hücrelerinden çıkmışlar, kapılarının önündeki dar yerde geziniyorlar. Kuzey hücreler, hiç güneş almıyor. Kapılarının ortasında "gözet deliği" var. Celâl'le gözlerimizi uydurup baktık kaçak olarak. Hüseyin'i, Metin'i, Hacı'yı, Mustafa'yı gördük şöyle böyle. Yusuf çıkmamıştı belki... (İçerdeki Oğul)
- "Çok acılar çektik! Karamsar etti acılar bizi..." (Duisburg Treni)
- Eskiden cahillik fazlaydı; şimdi daha fazla. (Eşekli Kütüphaneci)
- Dillerinden bir tane “r” çıkmaz bunların. Doğru dürüst “Murat” diyemezler. O güzelim adı “Muğat Muğat” diye rezil ederler. (Barış Çöreği)
- « İstanbul'da Yaşar Kemal İnce Memed' i yazmış. Ben de Ali enişteyi yazacağım. Evinin önüne ev yapıyorlar, sesini çıkaramıyor. Kuzusunu çalıyorlar, sesini çıkaramıyor. Çıkarsam daha beter çullanırlar üstüme diye korkuyor» (Köşe Bucak Anadolu)
- “ Bugün it bağlasan eğleşmez olmuş hepsi .” (Gece Vardiyası)
- “Pişesiye sabreder, soğuyasıya sabredemez!” (Sabır Dağı)