Yazışmalar 1946 - 1959 - Albert Camus Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Yazışmalar 1946 - 1959 kimin eseri? Yazışmalar 1946 - 1959 kitabının yazarı kimdir? Yazışmalar 1946 - 1959 konusu ve anafikri nedir? Yazışmalar 1946 - 1959 kitabı ne anlatıyor? Yazışmalar 1946 - 1959 kitabının yazarı Albert Camus kimdir? İşte Yazışmalar 1946 - 1959 kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Albert Camus
Yazar: René Char
Çevirmen: Orçun Türkay
Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
İSBN: 9789750833236
Sayfa Sayısı: 224
Yazışmalar 1946 - 1959 Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
'Yazışmalar 1946-1959', yapıtlarıyla ölümsüzleşmiş iki ismin, Albert Camus'yle René Char'ın dostluğunun anlatısı aslında. Bu mektuplarda iki edebiyatçı arasın-daki dostluğun nasıl geliştiğini, zor günlerinde birbirlerinden nasıl güç aldıklarına tanık oluyoruz. Yine bu mektuplar, Camus'yle Char'ın kimi yapıtlarına, dönemin siyasi olaylarına ilişkin düşüncelerini ve gündelik dertlerini paylaştıkları birer belge niteliğinde.
"Sevgili René Char,
Mektubunuz beni çok mutlu etti. Bugün hem dilini hem de duruşunu sevdiğim çok az kişi var. Siz de onlardansınız - bugün güzelliği savunma yürekliliğini gösteren, bunu açıkça dile getiren, ekmeğin ardında koşarken bir yandan da güzellik için savaşılabileceğini kanıtlayan tek ozansınız..."
(Tanıtım Bülteninden)
Yazışmalar 1946 - 1959 Alıntıları - Sözleri
- "Hem dilini hem duruşunu sevdiğim çok az kişi var. Sizde onlardansınız..."
- . Mutluluğa erişemeyecek kadar güçlü bir özlemi, iradesi ve nostaljisi olan bazı kişiler vardır. Daima acı ve tutkulu bir tat bırakırlar ve umabilecekleri en iyi şey de budur. ...
- . Hayatımda varlığını hissettiğimde mutlu oluyorum. ...
- . Tüm acılara rağmen hafif, neşeli ve dürüst olacağımız bir zaman gelecek. ...
- “Gerçek şu ki, ahlaktan önce sevgiyi bulmalı insan. Yoksa ikisi de yok olup gidiyor. Yeryüzü acımasız. Birbirini sevenler birlikte doğmalı. Ama insan yaşadıkça daha iyi seviyor, bir yandan sevgiden uzaklaştıran şey de yaşam. Çıkış yolu yok.”
- . Bu arada sana bu gece yazmamalıydım ve bu mektubu sabah geri alacağım. Ama kalbim öyle anılarla ve arzularla dolu, senin tarafından öyle heyecanlıydı ki, seninle biraz konuşmak, yapmak istediğim gibi, dudak dudağa konuşmak zorunda kaldım, bazen de senin harika rıza yüzüne bakmak için kendimi ayırdım. Ah sevgilim, yaşamak için senden tek bir işarete ihtiyacım var. ...
- Hem dilini hem duruşunu sevdiğim çok az kişi var. Sizde onlardansınız.
- . Sık sık rüya görürüm. Çoğunlukla seni yakınımda ve bu aşktan artık bahsetmeyeceğimiz bir zamanın hayalini kuruyorum. Evet, bunun hakkında konuşmayı bırakıp hayatımızın, nefesimizin bir parçası olmasına izin vermek istiyorum, nefes alırken sevmek, hepsi bu. ...
- Bugün hem dilini hem de duruşunu sevdiğim çok az kişi var. Siz de onlardansınız.
- Hem dilini hem duruşunu sevdiğim çok az kişi var. Sizde onlardansınız.
- “Sevgili Albert; umarım, dönüşünüzde kırlara bulanmış olursunuz. Olup olabilecek en güzel giysidir o.”
- “Bir sanatçının yürüdüğü yolda, gece gittikçe daha karanlık oluyor. En sonunda da, sanatçı kör olarak ölüyor. Benim tek inancım, içeride ışığın da olduğu, sanatçı onu görmese de ışıldıyor bir biçimde.”
- Yorgunluğunuzu anlıyorum. Ben de şu sıralar yorgun hissediyorum kendimi. Ya dünya delirmiş ya da biz. Hangisine daha kolay katlanır insan? Sonuçta, ruh kavruluyor, duvara karşı yaşıyoruz. Ama dayanmak gerek, siz de biliyorsunuz bunu. Yalnızca dayanmak, sonra belki bir gün...
- Bizi bırakıp giden bir varlıkla ne düz çizgi kalır ortalıkta, ne aydınlık bir yol. Nerede kendinden geçti sevgimiz? Halka halka, yaklaşsa bile anında kaçıveriyor. Yüzü kimileyin bizimkine yaslanacak oluyor, yalnızca buz gibi bir şimşek çaktırarak. Aramıza boylu boyunca mutluluk seren gün yok hiçbir yerde. Bir varlığın -neredeyse aşırı- tüm parçaları ansızın dağılıyor. Özenimizin alışkanlığı işte... Ne ki ortadan kalkan bu varlık içimizde sert, ıssız, vazgeçilmez bir şeyde, birlikte geçirdiğimiz binyılların tam çekilmiş bir gözkapağı denli kalın olduğu yerde duruyor. Bıraktık konuşmayı sevdiğimiz kişiyle ve bu sessizlik değil. Ne öyleyse? Biliyoruz ya da bildiğimizi sanıyoruz. Ama yalnızca anlamlı geçmiş ona yol vermek için açıldığında. İşte birden karşımızda, derken uzakta, önde. Bilmecenin tüm ağırlığını sorguladığımız, bir kez daha tutulan anda, birden acı başlıyor, yoldaşın yoldaş için duyduğu acı, okçu bu kez onu delmiyor.
- Kimileyin alaycı, kimileyin ağırbaşlı bir yalınlık, aşırıya kaçmayan incelikli bir tutum, yapmacıklı olmayan bir ölçülülük, karşılıklı ilişkilerde anında kendini belli eden, erkenci bir güvenin eşiğindeki ılım, o adamın asla öyle herhangi bir yabancı, ne idüğü belirsiz bir baş belası olmadığını gösteriyordu. Yabancı ama onu hiç tanımayan ve öğrenmek isteyen insanlara ilk sözü söylemeksizin kendini tanıtan ve çok fazla bir şey bilmek istemese de her şeyi öğrenecek biri.
Yazışmalar 1946 - 1959 İncelemesi - Şahsi Yorumlar
“Bence, bizim kardeşliğimiz -her alanda- düşündüğümüzden, hissettiğimizden de öte.” René Char, 3 Kasım 1951 İnceleme yazmadan önce, kitabı tanıtma amaçlı daha güvenilir bir yazının linkini paylaşacağım: https://www.google.com.tr/amp/www.cumhuriyet.com.tr/amp/haber/kitap/336445/Camus-Char_mektuplari.html Yazacağım incelemeye başka bir incelemeyi eklemek saçma gelebilir ama Albert Camus deyince saygıdan titriyorum. Bu kitaba inceleme yazmaya niyetlenmek bile hadsizlik gibi geliyor ama kitap siteye benim isteğimle eklendi ve hiç okunmamış, bilinmeyen çok kıymetli bir kitap. Keşfedilmesi gerekiyordu. Ben de bunun sorumluluğunu hissettim, belki sayemde kitap birilerinin radarına girer ve okurlar diye bu incelemeyi yazmayı görev edindim. Tüm eksiklikler ve hatalar için şimdiden özür dilerim. Bu inceleme için yetersiz olduğumu baştan peşinen kabul ettim. Normalde böyle çok sayıp sevdiğim bir yazarın hayatını anlatan/ hayatından kesitler içeren bir kitaba inceleme yapacağım zaman dişe dokunur bir belgesel bulup onun linkini de atıyorum. İlk önce bu belgeseli izleyin, diyorum. Ama maalesef Camus için bulduklarım beni pek tatmin etmedi. Hakkında çekilmiş güzel filmler, doyurucu röportajlar, söyleşiler vs vardır eminim ama ben istediğim belgesel tarzı bir şey bulamadım. O yüzden ekleyemiyorum, bunun eksikliğini bir tek ben hissedeceğim sanırım. Zira önceki incelemelerime eklediğim videoların izlendiğini sanmıyorum. Kitap Albert Camus ve René Char’ın 1946-1959 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşuyor. O dönemin siyasi olaylarına, sosyopsikolojik durumuna vs her iki yazar da mektuplarında zaman zaman değiniyor. O dönemle ilgili tarihi belge niteliği taşıyan bir kitap bu bakımdan. Benim ne İkinci Dünya Savaşı’na ne de diğer tarihi olaylara ilişkin derinlikli bilgi birikimim ve ilgim olduğundan o noktalara değinmeyeceğim ama ilgisi olanlar kitabı okurken o atmosferin tadını az biraz alabilirler. Camus’yü hepimiz tanıyoruz. Kitaplarını hiç okumamış olanlarımız bile (benim gibi) [ ikinci parantez: aaaa ama incelemenin başında sevip saydığını söylemiştin! Sevdiğin bir yazarın nasıl olur da hiçbir kitabını okumazsın?! bunu incelemenin devamında açıklayacağım. Okumaya devam!!!] sözleriyle denk gelmişizdir. Bir yerlerde mutlaka alıntılarıyla karşılaşmışızdır. Yani Camus’nün hissiyatını ve fikriyatını az çok biliyoruz ama René Char’ın adını ilk defa bu kitapla birlikte duydum. Kitapla da tesadüfen kütüphanede karşılaştım. Camus’nün Can Yayınları’ndan çıkan aynı kapaklı kitaplarına aşinaydım ama bu kitabın yayınevi de kapağında farklıydı. Aynı zamanda ikinci bir yazarı da vardı. Hemen aldım. René Char’ı tanımıyoruz çünkü bu eserle birlikte Türkçe’ye çevrilmiş toplamda sadece üç kitabı var. Kendisi şair ve şiir çevirmek handikaplı ve meşakkatli bir iş olduğundan eserlerinin az çevrilmiş olması anlaşılabilir. Kitap beni kelimenin tam anlamıyla altüst etti. Dostluklarındaki o samimiyet ve sıcaklık çok hüzün verdi. Ben Camus’yü hiç okumadım ama Tuhaf’ın birinci sayısındaki onun hakkında yazılmış o beş sayfalık yazıyı defalarca okudum, yedim yuttum. Kızı Catherine ona bir keresinde “Mutsuz musun baba?” diye soruyor. O da “Yalnızım” diye cevap veriyor. Bunu okuduğumda öyle yaralandım, öyle içim acıdı ki. Bu yalnızlığı yaşamak ve başkasının yalnızlığıyla bağlantı kurup acısını hissetmek bambaşka bir şeydir. En azından Char varmış, fikir dünyasında o kadar da yalnız değilmiş. Bu dünyadan onu anlayıp dinleyen birini bulup, onunla yaşamının sonuna kadar iç ısıtan bir dostluk kurup geçmiş, ne güzel. Ama ben hâlâ yalnızım. Yabancıyım. İçimi acıtan da bu içtenlikli dostluğun açlığını çekmem oldu sanırım. İnsan anlaşılmak, kendisini yargılanmadan dinleyip içini açabileceği, güvenebileceği biri istiyor hayatında. Hayatının merkezine koymak için değil hayatı daha katlanılır kılmak için. En azından benim için böyle. Eklediğim alıntılarda beni sarsan, hüzünlendiren bazen de umutla sarıp sarmalayan, kalbime dokunan her cümleyi paylaştım. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar derinden etkilendiğim, gözyaşlarımı akmaktan sele çeviren bir kitap okudum ve okurken bana eşlik eden, hüznüme hüzün katan iki beste oldu. Olur da kitabı okursanız lütfen en azından bir kısmını bu şarkıların eşliğinde okuyun. Benimşe aynı hislerle dolup daşacak başkaları da olacak mı merak ediyorum: İlki: https://youtu.be/EI8RQw5u9EA (20. saniyeden de başlatabilirsiniz.) Bu da ikincisi: https://youtu.be/X4wAtpstE90 Linke tıkladığınızda “Lolita’nın jeneriği ne alakaa?” diye şaşabilirsiniz ama lütfen lütfen lütfen dinleyin. Sadece ezgiler.... Biz müziğe dokunamayız ama müzik bize dokunabilir ve DOKUNDU. İyi okumalar... PS: Camus’yü belli bir yetkinliğe erişene kadar okumak istememiştim. Şimdi okumalarla geçen 4-5 aydan sonra az biraz kendime bir şeyler kattığıma inanıyorum. Fırsatını bulur bulmaz Yabancı’yla başlayacağım. Bu noktaya açıklık getirmek istedim ((; (bahar)
Kitabın Yazarı Albert Camus Kimdir?
Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur.Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.
Hayatı
Çocukluğu ve gençliği
20. yüzyılın en güçlü Cezayirli yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913'te Cezayir'in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Alsaslı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.
1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'te "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.
1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söylencesi"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.
Edebiyat kariyeri
Camus II. Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.
Savaştan sonra, Sartre ve Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.
Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.
Camus, 1950'lerde kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı.
Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Nobel ödülünü aldıktan sonra büsbütün genişleyen ünü, onu XX. yüzyıl dünya edebiyatının başköşesine yerleştirdi. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu. Fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.
Ölümü
Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.
Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.
Camus'ye göre "saçma"
Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Söylencesi"nde açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.
Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.
Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.
Varoluşçuluk ve absürdizm hakkındaki görüşleri
Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.Camus felsefesini en iyi anlatan sözlerinden biri de; 'hayat hiç bir şey değildir, itina ile yaşayınız.'dir. Hayatın bir anlam aramaya çalışmayacak kadar kısa olduğunu, nihayetinde bir anlamı olmadığı, anlamı olsa bile olmasının hiç bir şey değiştirmeyeceğidir. Bu yüzden insanın yapabileceği en iyi şey hayatını yaşamak olacaktır. Camus hayatın anlamsız olduğunu söylemiştir, fakat anlamsız bir şeyi anlamlı yaşamanın da bir sakıncası yoktur. Bu yüzden Camus'un felsefesi pesimizm veya aşırı bir melankoli değildir.
Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:
"Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söylencesi`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."
Camus ve futbol
Camus`yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliğidir. Bir süre Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Bir seferinde arkadaşı Charles Poncet "tiyatroyu mu yoksa futbolu mu" tercih edeceğini sorduğunda, "Tereddütsüz futbol" cevabını vermiştir. Tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950'li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince şöyle demiştir:
« Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.»
Camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler. İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.
Albert Camus Kitapları - Eserleri
- Veba
- Düşüş
- Yabancı
- Yaz
- Sürgün ve Krallık
- Başkaldıran İnsan
- Sisifos Söyleni
- Mutlu Ölüm
- Tersi ve Yüzü
- Yolculuk Günlükleri
- Düğün - Bir Alman Dosta Mektuplar
- İlk Adam
- Defterler 3
- Defterler 2
- Defterler 1
- Denemeler
- Yanlışlık
- Sıkıyönetim
- Caligula
- Asturya'da İsyan
- Adiller
- Ecinniler
- Sanatçı ve Çağı
- Yabancı (Çizgi Roman)
- Büyüyen Taş
- Hə ilə Yox Arasında
- Yazışmalar 1946 - 1959
- Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler
- Sartre Camus Çatışması
- Düğün ve Yaz
- Seçilmiş Əsərləri
- Bir Alman Dosta Mektuplar
- İlk Adam
- The Guest
- Jonas
- The Plague
Albert Camus Alıntıları - Sözleri
- Mutlu muydu, yoksa içinden ağlamak mı gelirdi, bilemezdi o zaman. En azından, barışık olurdu böyle anlarda, neyi beklediğini pek bilmeden, usul usul beklemekten başka yapacağı yoktu. (Sürgün ve Krallık)
- Nasıl mutlu ölünür? Yani bizzat ölümün bile mutlu olacağı ölçüde mutlu nasıl yaşanır? (Mutlu Ölüm)
- Bundan böyle korkmak yok, kurtuluş korkmamakta! Gücü yeten ayağa! Neden eğersiniz başınızı? (Sıkıyönetim)
- Kısas doğanın ve duyunun bir emridir, yasanın düzeni değildir. Yasa, tanımı dolayısıyla doğa ile aynı kurallara uyamaz. Eğer cinayet, insan öldürmek, insan yapısının bir parçasıysa, yasa bu doğayı taklit etmek veya kopya etmek için değil, onu düzeltmek için yapılmıştır. Oysa kısas, salt doğal bir itinin onaylanıp, yasal bir güce eriştirilmesidir. Hepimiz, çoğu zaman utanarak bu itiyi duymuşuzdur ve gücünü biliriz; o bize ilkel ormanların derinliklerinden gelmektedir. (Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler)
- "...içimden inanca sarılmak geliyor bazı geceler." (Yanlışlık)
- Bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını verdi, her şeyi feda etti ona, dostlarını, emeğini, dürüstlüğünü bile, ama bir akşam, kadını hiç sevmemiş olduğunu anladı. (Düşüş)
- Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak. (Tersi ve Yüzü)
- Axı bütün dərslərini hazırlayandan və böyüdüyünü boynuna alandan sonra irəlidə yalnız qocalıq qalır. Yaradıcılıq adına saxtakarlıqla məşğul olan istedadın özünü həyatda arsız və mahiyyətsiz kimi biruzə verməyə qadir olması gün kimi aydındır. İncəsənətin ali məqsədi hakimləri ifşa etmək, istənilən ittihamın üzərindən qalın bir xətt çəkmək və hər şeyə - insana və həyata haqq qazandırmaqdı. Bizim kimi qul cəmiyyətlərinə gerçəyi görməsi üçün iztirab və köləlik lazımdır, - günahları da elə bundadır, - halbuki həqiqət həm də xoşbəxtlikdir, yetər ki, ürək ona layiq olsun. ...istənilən halda qulun həqiqəti ağanın yalanından yaxşıdır. Biz, əlbəttə ki, faciəli dönəmdə yaşayırıq. Lakin çoxları faciəli olanı çarəsizliklə səhv salır. Faciəli olana, - Lourens söyləyirdi, - fəlakətin möhkəm təpiyi dəyməlidir. Hər şeyin öz zamanı var - yaşamaq və bu yaşamı təcəssüm etdirmək zamanı. (Hə ilə Yox Arasında)
- Əsas məsələ dəqiq ifadə işlətməkdə deyil, düzgün danışıb fikir yaratmaqdadır. (Seçilmiş Əsərləri)
- "Yalnızca sanatı, çocukları ve ölümü seviyorum." (Defterler 2)
- Öyle yollar vardır ki, bağışlanamaz. Ben ülkemi aynı zamanda adaleti de severek sevebilmek isterim. (Düğün - Bir Alman Dosta Mektuplar)
- Niye tasalanmalı şimdiden? Bekleyelim. Gittiği gibi dönecek belki de (Caligula)
- Hepiniz o beş para etmez aşkınız uğruna yaptıklarınızı haklı çıkarmaya çalışıyorsunuz.. (Adiller)
- Yaşamı öven her şey, aynı zamanda onun anlamsızlığını artırır (Düğün - Bir Alman Dosta Mektuplar)
- Nefes almaya mahkûm oldum şu lanet yalnızlıkta, hatırlamak işkencedir artık bana. (Yanlışlık)
- Çünkü insan yoksulluğu seçmez... Ama bir ömür boyu muhafaza eder... (İlk Adam)
- Gerçekte, ben de sizin gibi düşündüğümü sanıyor, size nasıl karşı koyacağımı bilemiyordum. Yalnız içimde dayanılmaz bir doğruluk duygusu vardı ve bu duygu en beklenmedik tutkular kadar aklı aşıyordu. Nerde ayrılıyorduk? Siz umutsuzluğu rahatça kabul ediyordunuz, bense etmiyordum.. (Denemeler)
- "Tecrübeyle öğreniyor insan, bakmaktan hiç fayda gelmiyor." (Yanlışlık)
- Devrim yaparken yelpaze sallanmaz! (Asturya'da İsyan)
- İnsan eninde sonunda her şeye alışır. (Yabancı)