Yola Düşen Gölgeler - Mehmet Yılmaz Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Yola Düşen Gölgeler kimin eseri? Yola Düşen Gölgeler kitabının yazarı kimdir? Yola Düşen Gölgeler konusu ve anafikri nedir? Yola Düşen Gölgeler kitabı ne anlatıyor? Yola Düşen Gölgeler kitabının yazarı Mehmet Yılmaz kimdir? İşte Yola Düşen Gölgeler kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Mehmet Yılmaz
Yayın Evi: Roza Yayınevi
İSBN: 9786059755566
Sayfa Sayısı: 144
Yola Düşen Gölgeler Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Yol ve yolculuk kavramları derin anlamlar ifade eder, hem duygularımızda hem de düşüncelerimizde izdüşümleri sayısız çeşitliliğe sahiptir. Kimine ayrılığı, kimine kavuşmayı hatırlatır yol imgesi… Yola Düşen Gölgeler bir yaz günü İstanbul’dan Ankara’ya giden otobüsün içindeki yolcuları konu ediniyor. Gölgelerini alıp bir yerlerden başka bir yerlere doğru gidiyorlar ve her birisi kendi gölgesinde hikâyesini taşıyor bu yolculukta. Çoğu hazin ve kederli, çok azı umut ve neşe ile örülü… Irak’tan Bosna’ya, Samsun’dan Amsterdam’a uzanan hikâyeler…
Yola Düşen Gölgeler, iyilik ve adalet kavramlarını merkeze alıyor. Günlük hayatta karşılaştığımız, belki de tanıştığımız yahut farkına bile varmadığımız insanlar… Fakat hiçbirinin iç dünyalarını bilemeyiz; söylemez, anlatmazlar bize. Bir yazarın kaleminden okuduğumuzda yüreklerimiz burkulur çoğu kez, bazen de tebessüm ederiz. Oysaki aşinaları değil miyiz onların? Hatta biz onlarız, onlar da biz…
Yola Düşen Gölgeler Alıntıları - Sözleri
- Bosna katliamlarının en acı günlerinde bazı Boşnak askerler Aliya' ya gelirler. " Başkanım, Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz, esirlerimize işkence ediyorlar. Biz de onlardan ele geçirdiklerimize aynısını yapalım." derler. Cevap çok nettir : " Sırplar bizim öğretmenimiz değiller. Biz bunları yapamayız!"
- Bazı acılar vardır. Geçtiğine siz bile inanırsınız ama geçmez. O sızı hiç dinmez ve bir yerlerde gizlenir kalır.
- "İnsan değişir, değişmelidir. Yeter ki bu değişim iyiye ve evrensel değerlere doğru olsun."
- Aşk denilen duygu yoğunluğu aslında bizi tercih yapıyormuş gibi düşündürüp, tercihsiz bırakmaz mı? Sonuçta aşkta, aslolan akıl değil histir.
- Se ş’ü wuselheğu.
- Müzik dinlemezdi. Neredeyse hiç şarkı ya da türkü bilmezdi. Şiirden anlamaz, bir tek kıta bile bilmez, şiir okumazdı. Hayatı boyunca hiç sinemaya gitmemişti. Kitaplarla arası hiç yoktu. Kitap okuma namına, okul yıllarında yarım yamalak okuduğu birkaç hidayete erme serüvenli yeşil roman ile siyasal İslamcı popüler tarihçilerin çoğu Atatürk düşmanlığıyla, menkıbevi dini anlatılarla ve yalan yanlış bilgilerle dolu birkaç kitabını sayabiliriz. Sağdan soldan duyduğu şeyler üzerinden polemik yapardı. Sosyal medyayı kullanır ancak doğruluğunu teyit dahi etmeden bir sürü şey paylaşırdı. En çok da Osmanlı, ümmet, partisi ve din üzerine paylaşımlar yapardı.
- Bizde acı çekilir, hasret çekilir, sevda çekilir, dert çekilir ama bu aşikâr edilmez. İnsanlar, hele de kadınlar bütün bu hislerini içlerine atarlar. Ve o suskunluklar ne büyük yaraların kabuklarıdır, kimseler bilmez.
- Cennete gitmek için başka insanların hayatlarını cehenneme çeviriyorlardı.
- Biz toplum olarak pek tarih bilmiyoruz ama coğrafya hiç bilmiyoruz.
- " İnsanlığın en büyük meselesi nedir biliyor musun?" diye sordu yanındakine. " Para mı?" diye sordu diğeri. Görmedim ama bence tebessüm etti adam. Sitem dolu bir tebessüm belki de. " Hayır" dedi ve devam etti. " İnsanlığın en büyük meselesi insan olabilmektir."
- Herkes isminin anlamını öğrenip gelsin.
- Suyun suya benzemesi gibi geçmiş de geleceğe benzer.
- "Gerçi daha herkes bile yazamayıp herkez yazan bir adamın Osmanlı Türkçesi neyine idi ama o öyle düşünmüyordu tabii."
- İyi bir insan mıyım, bilmiyorum ama mutlu bir insan değilim. Dünyada bunca kötülük varken mutlu olunamaz ki!
- Benim ülkemde neredeyse bütün iyi şairlerin, iyi edebiyatçıların yolu mahpus damına düşmüştü. Çok güzel mahpushane şiirlerimiz, türkülerimiz vardı maalesef. Keşke olmasalardı diyeceğimiz kadar güzeller hem de!
Yola Düşen Gölgeler İncelemesi - Şahsi Yorumlar
istanbul'dan yola çıkan bir otobüsün içindeki insanların evren için küçük fakat kendileri için devasa hayatlarından çok farklı coğrafyalara ve ilgi çekici konulara uzanan güzel bir yol kitabı. betimlemeler güzel, yazar ukalalığından uzak iyi bir anlatım örneği sergiliyor yazarımız. kitabın en vurucu noktası ise sonunda gizli. bazen her şeyi ne kadar da abartıyoruz bu kırık hayaller çöplüğünde, dedirten bir kitap, nihayetinde acılar var, ölümler var, elbet yok oluş var. biz de hiçliğin pençesine düşeceğiz nihayetinde. (gamby)
Dar Zamanlarımda "Yola Düşürdüğüm Gölgeler": Yola Düşen Gölgeler yaklaşık üç yıllık bir aradan sonra piyasaya çıkan romanım oldu. Bu üç yıl benim açımdan hayatımın en berbat, en sıkıntılı dönemiydi. Üstelik geleceğin ondan iyi olacağına dair ümitli değilim. Pek çok sorunla, acıyla ve olumsuz durumla, hayal bile edemeyeceğim şeylerle karşılaştım. Ancak şunu söyleyebilirim ki, eğer bu üç yıl olmasaydı böyle bir romanı asla yazamazdım! Belki de bu haksızlıklara, böyle eserler verebilmek için maruz kalıyoruzdur. İlk romanım olan kitap/bir-gun--50578 benim romantik dönem eserimdi. Gençlikten ve ilk yazarlık dönemimden kesif izler ve acemilikler taşıyordu. Yine de Bir Gün’ün hikâyesiyle, memleketimde geçiyor olmasıyla ve onu yazmış olmakla gurur duyuyorum. kitap/tunanin-turkusu--50579 ise iyimserlik dönemi eserim oldu. Tuna’nın Türküsü’nü ve kahramanlarını çok seviyorum ancak hayata, onu yazdığım yıllardaki gibi bakamıyorum artık. Yola Düşen Gölgeler’e gelirsek: Sanırım acılarla piştiğim, gerçeklik dönemi eserimdir. Bir bakıma, kırk yaşıma girdiğim şu zaman diliminde, bir olgunluk dönemi romanı da diyebilirim. Aralıksız devam eden okuma sürecimde, son yıllarda daha evvel hiç okumadığım yahut az okuduğum, çok farklı yazarlarla ve onların tarzları ile karşılaştım. Bu yazarların hemen hepsi daha önceki yıllara ait dünya görüşümün dışında olan isimlerdi ve kabul etmeliyim ki, çoğundan etkilendim. Yola Düşen Gölgeler, postmodernist tarafları da olan bir roman. Bir üst anlatıcı var. Bu anlatıcı İstanbul’dan çıkıp Ankara’ya gidecek olan bir otobüste bulunuyor ve bu otobüste seyahat eden bazı yolcuların, belki de gölgelerin birbirinden bağımsız gibi görünen hikâyelerini anlatıyor, anlattırıyor. Biz bu yolcularla birlikte kâh Bosna Savaşı yıllarına gidiyoruz, kâh Ankara’nın gecekondu mahallelerine. Irak’tan Samsun’a uzanan bir yolculuğun acılarını yaşıyoruz. Amsterdam’a giden, iki farklı insanın hikâyesini okuyoruz. Gencecik iki aşığı bir şehit çocuğu üzerinden görüp, toplumsal değerleri utanmazca kullanabilen bir yerel siyasetçi ile haksızlığa uğramış bir akademisyeni, genç ve tecrübesiz bir kızcağızın aldatılmışlığını ya da ne bileyim, bir dargınlığı okuyabiliyoruz. Aslında romandaki karakterlerin hepsi yolda yürürken yanından geçtiğimiz, aynı tramvaya bindiğimiz, aynı okullarda okuduğumuz veya komşusu olduğumuz insanlar. Dışarıdan bakıldığında herhangi biri gibi görünen insanlar ki, başkaları için hepimiz öyle görünmüyor muyuz? Her sanat eserinin bir meselesi vardır, anlatmak istediği bir şey. Yola Düşen Gölgeler’de de çektiğim sancıları dışa vurmayı amaçladım. Hepimizin öncelikleri var, bundan on yıl önce olsa önceliklerim farklı olurdu. Ancak artık önceliğim insan olmak ve insan kalmak merkezde olmak suretiyle adalet, iyilik ve özgürlük kavramları. Bu romanda evrensel bir sonuca varabilmek adına iyilik nedir, adalet neden gereklidir ve insanlık nasıl anlaşılmalı gibi sorulara cevaplar aramaya çalıştım. İçimde biriken, beni yaraladığı gibi olgunlaştıran pek çok meselem vardı, pek çok acım… Bir romancı olarak bunları ifade etmeye çalıştım. Böylece ortaya Aida ve İbrahim Spahiç, Musa, Zeliha, Kemal, Bahar, Abdullah Sami, Marko Markoviç, Ceylan Maaruf, Ömer ve Merve gibi karakterler çıktılar. Neler yaşamış olursam olayım hep şuna varıyorum. Beni andıran Abutalip Kuttubayev gibi bir karakter oluşturan, hayranı olduğum Cengiz Aytmatov’un dediği gibi aslında: gözlerimi kapayabilir, kulaklarımı tıkayabilirdim ama düşünmeden edemezdim. Ayrıca bu romanda 1000kitap.com'un ve değerli üyelerinin ciddi bir etkisi ve katkısı olduğunu ifade etmeliyim. Sadece okuma değil yazma serüvenime de dokundular. Son vermeden evvel, Yola Düşen Gölgeler’deki mottolarımızdan birini paylaşmak isterim, kitap onunla başlayıp, onunla bitiyor zaten. “Bazı acılar vardır. Geçtiğine siz bile inanırsınız ama geçmez. O sızı hiç dinmez ve bir yerlerde gizlenir kalır.” (Mehmet Y.)
İncelemece Değil, Yorumlamacadır.: "Aramızda bir yazar var, okumak boynumuzun borcu olsun” dedim ve Mehmet Yılmaz okuma etkinliğine katıldım. Yazarımız etkinliğe katılan yirmi kişiye kitap hediye edecekti, dedim belki o şanslı kişiler içinde bende olurum çıkıp kitap aramak zorunda kalmam. Ama kısmet değilmiş. (Zaten şu çekiliş ya da kura şeysilerinde pek kısmetli sayılmam. Piyango biletime amorti bile çıkmıyor.) Kitap aramak sıkıntı değil ama ellerinizden öper 2,5 yaşında bir kızım var ve onunla dışarıya çıkıp, kitap almak artık benim için çok lüks. Ufak bir fırsat yaratıp, canhıraş bakmadığım kitapçı, gezmediğim D&R kalmadı ama maalesef bulamadım. En son kendime, ne diye internetten sipariş vermiyorsun diye baya sövdükten sonra derhal siparişi verdim ve bir kaç gün sonrasında nihayet kitaba kavuştum ve yolculuk da başladı. Bunları niye anlatıyorum? Çünkü incelemeye nasıl başlayacağımı bilemedim. :) Bu bir inceleme değil, yorumlama dedim. Belki de didikleme desek daha doğru olur zira haşlanmış tavuğu didikler gibi, kitabı didiklemeyi düşünüyorum. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, kitabın giriş bölümleri, en az final bölümleri kadar önemlidir çoğu okur için ve okuyacağı ilk sayfalar kitaba devam edip etmeyeceğine karar vermek için büyük bir referanstır. Hani ilk intiba önemlidir deriz ya işte bu kitaplar için de geçerli bir durumdur. Yola Düşen Gölgeler'in bende ki ilk intibası pek olumlu olmadı. Kitabın ilk 40 sayfası diyebileceğim kadar bölümü, okuru içine almıyor ya da devamını okumak için bir istek uyandırmıyor. 144 sayfalık bir kitabın ilk 40 sayfasında okuru tavlayamamak büyük bir risk bence ve o 40 sayfa kitabın üçte birini oluşturuyor neredeyse. Eğer kitap 144 sayfa değil de 340 sayfa olsaydı buna müsamaha gösterebilirdim çünkü okuyacağım daha 300 sayfa vardır ama 144 sayfalık bir kitapta ilk kırk sayfanın yavan olması dediğim gibi yazar için risk, okur içinse kitabı yarım bırakma sebebidir. İlk bölümleri yavan bulmamın sebebi ise, bilindik şeylerin bilindik şekilde anlatılması ve hem kurgu olarak hem de anlatım olarak okuru heyecanlandırmaması. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum; kadınlar makyaj yaparken bazı püf noktalara da dikkat ederler. Örneğin gözleri ön plana çıkartacak bir makyaj yapılmışsa dudaklara açık tonlu bir ruj kullanılır. Ya da dudaklar ön plana çıkartılacak bir ruj kullanılacaksa göz makyajı daha hafif tutulur ve bu sayede abartıdan uzak daha zarif bir görüntü ortaya çıkar.Hem gözlerin, hem dudakların vurgulanmadığı makyajlar ise kadında yorgun bir görüntü oluşturur ve var olan ışıltısını da kaybetmesine sebep olur. İşte kitabın ilk bölümünün yavan olmasına sebep olan şey de vurgulanması gereken iki şeyden birinin vurgulanmayıp, her ikisinin de yavan bırakılması. Nedir bu iki şey? Kurgu ve anlatım. Bu iki şeyden biri mutlaka vurgulanmalıydı. Kurgu sıradan ise anlatım güçlü olmalı ve okur öyle tavlanmalı, kurgu sağlam ise anlatım sıradan tutularak, kurgu merkez alınıp okur kurgunun içine girmeli. Hem kurgu hem anlatım güçlü olursa okur boğulabilir, her ikisi sade tutulursa okur, kitabı okumasam da olur diyebilir. Maalesef ki bu kitabın ilk 40 sayfası diyebileceğim bölümü her ikisinin de sade tutulduğu bir bölümdü. Neyseki durum Abdullah Sami'den sonra değişiyor. Kitapta Postmodernizmin izdüşümlerini görmek mümkün. Yazarımız yeni bir şeyler denemeye çalışmış ama Postmodern anlatım kitabın tamamına hakim olamadığı için havada kalmış. Hikaye içinde hikayeler, katman katman gelişen olaylar, anlatıcının anlattığı kişininin ruhuna kadar her şeyi bilip anlatması, ufak tefek postmodern etkiyi hissettiriyor ama di-li zamandan şak diye miş-li zamana geçmesi yazarın hatası gibi görünüyor. Bunun yerine 1. tekil şahıs ile 3. tekil şahıs arası gidip gelinseydi daha postmodern bir anlatım ortaya çıkabilirdi. Bunların haricinde hata olarak gözüme çarpan bir kaç çelişki de vardı. Anlatıcı şoförün, kalbinden geçenleri biliyor ama dışarıda muavinle konuşan sakallı adamın ne konuştuğunu duymuyor. Duymaya gerek var mıydı? Anlatıcı zaten her şeye hakim değil miydi? Ceylan'ın anlatıldığı bölümde ise Ceylan'ın Türkiye’ye geliş kısmı geçiştirilmiş. Halbuki en kritik nokta orası ve belki ufak bir aksiyon katılarak okuru sürükleme adına bir lokomotif oluşturulabilirdi. Musa bölümü ile ilgili de bir kaç şey söylemek istiyorum. Burada yazarı çok taraflı gördüm. Sadece Musa'nın yaptığı kötülükler anlatılmış. Ben insanların doğuştan kötü olduklarına inanmıyorum, genetik bir kaç kod belki bazı şeylere bizi meyilli yapabilir ama Musa gibi kötü biri de yapmaz. Musa'nın öyle biri olmasına sebep olacak şeyler, birey-alie, birey-toplum ilişkisi içinde neden-sonuç kullanılarak anlatılmalıydı. Elbette Musa'yı aklayacak sebepler yazılmamalıydı ama Musa'nın öyle biri olmasına sebep olan şeyler okura sunulmalıydı. Sunulmalıydı ki okuyan kişiler yeni Musaların oluşmasına sebep olacak şeylerden kaçınsınlar. Musa mantar gibi birden bire bitmedi, onu öyle biri yapan bir çok sebep vardır mutlaka. Keşke bilebilseydik. Keşke kitap daha da katmanlaşabilseydi bu bölümde. Çok mu eleştirdim? :) Tamam. Bir kaç şey daha söyleyip güzel şeylere geçeceğim. Kitabı okurken yazarımızın uzun cümleleri pek tercih etmediğini gördüm. Kitabın geneli kısa cümlelerden oluşuyor. Tek nefeste dört, beş cümle rahatlıkla okunabiliyor. Acaba tek cümleyi, tek nefeste bitiremeseydik nasıl olurdu? Bence müthiş olurdu. Ama Mehmet Hoca diyaframımızı düşündüğü için hiç o toplara girmemiş. :) Ama olur da bir kitap daha yazarsa aralara uzun bir kaç cümle serpiştirmeli mutlaka. Hani “Bakın istesem uzun cümle yazarım, elimden öyle şeyler de gelir ama sizi zorlamak istemiyorum.” mesajı vermeli. :) Ve son olarak eleştireceğim konu sansürlenen ve sansürlenmeyen bazı küfürler. ‘İbne’ kelimesi sansürlenirken haşa huzurdan ‘orospu’ kelimesi sansürlenmiyor. :) Böyle olmasında yazarın mı yoksa yayınevinin mi etkisi var bilmiyorum ama gözüme batan bir detaydı, söylemek istedim. Gel gelelim güzel şeylere... İlk bölümleri yavan bulmuşsam da Abdullah Sami'den sonra tabiri caizse yazarımız, sazı eline alıyor. Yer yer anlatımı, yer yer kurgusu ile tüm samimiyetimle söylüyorum ki çok beğendim. Aralarda yazar devreye girip kalbini açsaydı çok daha beğenebilirdim ama yazarımız satır aralarına sığdırmış kalbinden geçenleri. Halbuki insan olmak ve adalet, kitabın baştan sona kilit taşlarıydı. Yazarımız bu iki şey hakkında salt kendi görüşlerini yer yer o güzel üslubuyla anlatsaydı bize, işte o zaman tadından yenmezdi bu kitap. Final bölümü benim için gayet tatmin ediciydi, yolculuk bitti kitap da bitti. Olması gereken de buydu. Okur en başta belli bir finale hazırlanmıyor hatta ben otobüse dönmeden, herhangi bir hikayeyle final olur sanmıştım ama insanın kalbinde ince bir keder bırakan sonu ile finali gayet iyi kotarılmış oldu. Kitabı bir okur olarak umduğum ve bulduğum şeyler doğrultusunda yorumlama ya çalıştım verdiği mesajları, yazarımızın satır aralarına sığdırdıklarını da anladım hatta çok iyi anladım. Sesi Hilmiye benzeyen karakterin, haksıza karşı durup haklıyı savunmamasını da gayet iyi anladım. Yani demem o ki biz sizi anladık Mehmet Hocam. Ve son. Kitaba puanım 10 üzerinden 8 ve bu puanı hatır için vermiyorum içimden gele gele, gönül rahatlığıyla veriyorum Helal-i hoş olsun. Bunca söylediğim şey içinde Zülfü yare dokunacak bir şey söylemişsem yazarımızın affına sığınıyorum. Böyle güzel kitaplarının devamını diliyorum. Hayırlı bereketli bol satışları ve kıymetini bilen bolca okuru olur inşallah. Herkese selam ve sevgilerimle… Keyifli okumalar. (Rahime)
Kitabın Yazarı Mehmet Yılmaz Kimdir?
1979 Samsun doğumlu. OMÜ Coğrafya öğretmenliği mezunu. 2000 yılından bu yana
bir yandan öğretmenlik yaparken bir yandan çeşitli gazete ve dergilere kültür, edebiyat, futbol, seyahat yazıları yazıyor. Evli ve iki çocuk babasıdır. Samsun’da yaşamaktadır.
Yayınlanmış kitapları:.
- Kırmızı Beyaz Siyah / Samsunspor - İletişim Yayınları Ocak 2009 - Futbol Derleme
- Bir Gün - Roza Yayınları - Şubat 2012 - Uzun Hikaye
- Derviş Hoca - Kaynak Kültür - Eylül 2014 - Roman
- Tuna'nın Türküsü - Roza Yayınları - Aralık 2015 - Roman
- Milli Takım (Pas, Şut, Gol; İşte Milli Futbol) - Timaş Yayınları, Hazin 2016, Mizah
Mehmet Yılmaz Kitapları - Eserleri
- Yola Düşen Gölgeler
- Tuna'nın Türküsü
- Tuna'nın Türküsü - Bir Gün
- İzzet Bey Apartmanı
- Bir Gün
- Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov
- Samsunspor - Kırmızı Beyaz Siyah
- Milli Takım
- Derviş Hoca
- Kısa Samsunspor Tarihi
- Kırmızı Beyaz Kara Sevda
Mehmet Yılmaz Alıntıları - Sözleri
- Şiir, enstrümanın olmadığı müziktir. (İzzet Bey Apartmanı)
- 1970'de temeli atılan Samsun 19 Mayıs Stadyumu, 23 Şubat 1975 günü oynanan ve 1-1 berabere biten Trabzonspor maçıyla birlikte döneminin en güzel statlarından birisi olarak hizmet vermeye başlamıştır. Stattaki ilk golü Adem Kurukaya atmıştır. (Kısa Samsunspor Tarihi)
- “İnsan birini seviyorsa, bu sevginin gerçek boyutu ancak ayrılık sırasında anlaşılır.” (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- “İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.” (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- Bana göre, Samsunspor, Samsun’un da üzerinde bir kavramdır. Çok göç almış ve yerel kimliğin kısmen zayıf olduğu bir şehirde, insanları Samsunlu yapan birinci unsur Samsunspor’un varlığıdır. Samsun, Türkiye’de futbol kenti kapsamına uyan sayılı şehirlerden birisidir. Samsunspor’un olmadığı bir Samsun, çoğunluk için eksiktir, benim içinse hiç! O yüzden Allah ayırmasın diyelim… Ne demiştik? Samsunsporluluk bizim kaderimiz; terk edilemez, vaz geçilemez bir sevdadır! Armasında Atatürk’ü taşıyan ve stadı 19 Mayıs olan sevdamıza selam olsun… (Kırmızı Beyaz Kara Sevda)
- Samsunspor'un resmi kuruluşu 1965 ise de, esas kuruluşu 1927 yılına dayanmaktadır. İlk renkleri siyah-beyaz olan kulüp dönemin özelliklerine uygun olarak faaliyet sürdürmüş, bir süre Halk Spor adıyla devam ettikten sonra yeniden Samsunspor ( Gençlik ) Kulübü ismini almış ve Demirspor ile birleşerek Samsunspor-Demirspor Birliği adını aldıktan sonra yine bir dönem faaliyetlerine ara vermiştir. Ardından 1950’li yıllarda Samsun amatör liginde boy gösteren takım, şehirdeki diğer takımların gölgesinde kalmış ve vasatın altında bir performans sergilemiştir. 1960’larda Türkiye’de Orhan Şeref Apak başkanlığındaki Futbol Federasyonu 1959’da başlayan Milli Lig’i ülke sathına yaymak için çaba gösterirken, pek çok vilayette o şehrin adını taşıyan profesyonel kulüpler kurulmaya başlanmıştır. 30 Haziran 1965’te aralarında amatör Samsunspor’un da bulunduğu 5 kulüp birleşmiş ve bugünkü Samsunspor’u oluşturmuşlardır. (Samsunspor - Kırmızı Beyaz Siyah)
- Suyun suya benzemesi gibi geçmiş de geleceğe benzer. (Yola Düşen Gölgeler)
- Nihayetinde özlem sona ermiş ve Samsunspor 1968-69 sezonunda şampiyonluğa ulaşarak “Türkiye Birinci Ligi’nin ilk Karadenizlisi” olmayı başarmıştır. Sezona iç transferi eksiksiz tamamlayıp, hiç oyuncu satmadan ve bunların yanına Ankaragücü’nün Samsunlu oyuncusu Nuri Asan ki, Samsunspor’a kendini adayacak ve takımın teknik direktörü iken 20 Ocak 1989 kazasında hayatını da kaybedecektir. (...) Ayrı bir güzellik ise 19 Mayıs Şehrinin Atatürk armalı takımı Samsunspor’un 19 Mayıs 1919’un 50. yıl dönümü olan 19 Mayıs 1969 döneminde Türkiye Birinci Ligi’ne yükselmiş olmasıdır. Takımımız sondan 4. haftaya denk gelen ve Beylerbeyi ile oynanan şampiyonluk maçına Yusuf, Şener, Hamdi, Cengiz, Yılmaz, Nuri, Coşkun, Sami, Abidin, Yücel Acun, Ahmet on biriyle çıkıyor, sezon boyunca Metin, Orhan, Rıfat, Yalçın, Adem, Fahri gibi isimler de önemli katkılar sağlıyordu. (Kısa Samsunspor Tarihi)
- Zaten aşk, sıradansa aşk olmaz, sıra dışı olmalı biraz; o aşk can suyu olmalıdır... (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- Totaliter ülkeler işte böyledir.Baskının altında her zaman yalan, rüşvet, tembellik barındırır.Bir halk ölüm kalım savaşı verirken Yuri ve Yüzbaşı Nikolay gibiler vurgun peşindeydi. (Tuna'nın Türküsü)
- “Yine de sebebini bilmediğim bir umut vardı halen içimde.” (Tuna'nın Türküsü - Bir Gün)
- “Demek ki, düşünmemek unutmak demek değilmiş.” (Bozkırın İnsanlık Türküsü - Cengiz Aytmatov)
- Modern futbolun ülkemize girişi Osmanlı’nın son dönemlerinde azınlıklar aracılığıyla olmuştur. Fakat tarihi kaynaklara göre eski Türklerde futbola benzer bir oyun zaten vardır. Tepmek fiilinden türetilen bir isimle oynanıyordur bu oyun; tepük… Hıtayname, Divan-ı Lügat’it Türk gibi eserlerde tepükten sıkça bahsedilmektedir. İçi doldurulan bir hayvan derisiyle oynanan oyunda elleri kullanmak yasaktır ve futbolun ilk dönemlerine benzemektedir. Sultan Baybars ve Timur gibi komutanların da askerlerine çeviklik amacıyla bu oyunu oynattıkları tarihi vesikalarda geçmektedir. (Milli Takım)
- Samsunspor varken İstanbul'un gönüllü yalakalığını yapmanın bir anlamı olmadığını gösteren. Ama çoğunluk yine bunlarda. Güce tapanlar, kolayı seçenler... Bu yüzden ben tatillerde İstanbul'dan memleketime geldiğimde hep igrendim bu tiplerden. Kraldan çok kralcı, İstanbulludan çok İstanbulcu olanlardan. Şuan yine Samsun'dayım ve halen televizyonun başına formalarla geçip tezahürat yapan tipleri zavallı buluyorum. Sözde büyük takımları tutmakla büyük adam olunduğunu, hayattaki başarısızlıklarını kapatacaklarını sanan, hazır başarılara konmaya çalışan zavallılar hepsi değilse de mühimce bir kısmı. (Samsunspor - Kırmızı Beyaz Siyah)
- Rakibimiz İsrail’dir ve o yıllarda yeni kurulan İsrail’i Türkiye tanımamaktadır. Bu yüzden de resmi bir maça çıkmamız söz konusu bile olmaz. İşin ilginç kısmı sadece bu da değildir. 1958 elemelerinde önce Türkiye tarafından tanınmayan ve maç yapmadan tur atlayan İsrail, diğer turda da Endonezya’nın İsrail’de oynamak istememesi nedeniyle FIFA tarafından yine tur atlatılmıştır. (Endonezya ise ilk turda maça çıkmayan Tayland’ı elemiştir.) Bu kez rakibi Sudan’dır ve o da İsrail’i tanımadığı için hükmen kaybetmiştir. Aynı Sudan bir önceki turda maça çıkmayan Mısır’ı elemiştir. O Mısır ise ilk turda kendisini tanımayan Güney Kıbrıs’ı elemiştir. Farkındayım, kafanız karıştı ama bu elemelerde Güney Kore ve Etiyopya’nın FIFA tarafından en başta elendiği, Hong Kong’un da eleme grubu başlarken maçlardan çekildiğini söyleyelim. Yani üçüncü tura gelindiğinde henüz oynanabilen doğru dürüst bir maç yoktur! Üç turu hiç maç yapmadan, üç ülkeyi eleyerek geçen İsrail, Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanmıştır. Ama FIFA bakar ki harbiden ayıp oluyor, son anda statüyü değiştirir. Buna göre İsrail, Avrupa grubundan gelen bir ülke ile maç yapacaktır. FIFA ona rakip olarak Belçika’yı seçer ama bu kez de Belçika daveti kabul etmez. FIFA yalvar yakar Galler’i ikna eder. Nihayetinde Galler ile iki maç yapan İsrail ikisini de kaybeder ve elenir. Bu arada olan yine bize olmuştur. Çünkü Asya-Afrika grubundan karşımıza kim çıksa eleyecek güçteyken politikaya kurban gitmişiz. (Milli Takım)
- "İnsan değişir, değişmelidir. Yeter ki bu değişim iyiye ve evrensel değerlere doğru olsun." (Yola Düşen Gölgeler)
- "Gerçi daha herkes bile yazamayıp herkez yazan bir adamın Osmanlı Türkçesi neyine idi ama o öyle düşünmüyordu tabii." (Yola Düşen Gölgeler)
- Mevlana'nın dediği gibi tıpkı; gönlüme girince sen, kapıyı arkadan kilitledim... (Bir Gün)
- Benim ülkemde neredeyse bütün iyi şairlerin, iyi edebiyatçıların yolu mahpus damına düşmüştü. Çok güzel mahpushane şiirlerimiz, türkülerimiz vardı maalesef. Keşke olmasalardı diyeceğimiz kadar güzeller hem de! (Yola Düşen Gölgeler)
- İnsanoğlu her acıya alışıyor. (Tuna'nın Türküsü)