Zamanın Farkında - Şule Gürbüz Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Zamanın Farkında kimin eseri? Zamanın Farkında kitabının yazarı kimdir? Zamanın Farkında konusu ve anafikri nedir? Zamanın Farkında kitabı ne anlatıyor? Zamanın Farkında PDF indirme linki var mı? Zamanın Farkında kitabının yazarı Şule Gürbüz kimdir? İşte Zamanın Farkında kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Şule Gürbüz
Yayın Evi: İletişim Yayıncılık
İSBN: 9789750509292
Sayfa Sayısı: 199
Zamanın Farkında Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
“Hayatı anlayamamak kadınları anlayamadığını söyleyen adamın sözü kadar perişan bir ifade gelir bana. Be nabekâr, kadını anlayıp da ne yapacaksın, yapacağın değişecek mi? Peki hayatı ne yapacaktım? Onu anlayayım diye psikanaliz mi öğrenecektim, Jung’ları, Laing’leri okuyup şizofreni yolculuklarına mı çıkacaktım, şeyhleri ayrı, doktorları ayrı mı etekleyecektim, kendimle ilgili hem de bu dünyama ait bir söz söyleyecekler diye kulak mı kabartacaktım? Söz doğru olsa zaten kaçardım, yalan olsa bayılır tekrarını duyayım diye yapışırdım da bunun neye faydası olurdu? Zavallı Reich gibi dolaplar yapıp içine mi girseydim, o pos bıyıklı filozof gibi coşkunluk seline mi kapılsaydım, ikinci benlik, birinci benlik öndeki, arkadaki, birincinin sesi, ikincinin ayak sesi diye huzursuzluk ve yetersizlikten tuhaf ama kibirli bir dünya mı inşa etseydim, kibrimin nedenini anlatacağım diye canım mı çıksaydı, birinin ruhu az öteye kıpırdayabilsin diye elli sene gırnata mı çalsaydım, zaten öbür dünyada göreceğim cini, mekiri, meleği göreceğim diye gece üçlerde kalkıp namaza mı dursaydım, avizeler sallanıyor, başım secdeden bir saatten evvel doğrulamıyor diye sonra kime anlatsaydım, arabayla on iki saatlik yolu kendimden geçerek iki saatte almış olsam bile varacağım yere on saat evvelden gelip de ne yapsaydım?”
Zamanın Farkında Alıntıları - Sözleri
- “Zira yaşamaktan duyduğum ıstırap da sanki biraz yaşayamamaktan gibiydi.”
- ...ne kolay kendinle baş etmek yerine dünyayla ve ötekilerle baş etmeye çalışmak, ne oyalanma.
- ...herkes kendinin hayal kırıklığıdır...
- Ne tuhaf, çocukken görünmez olmak isterdim, meğer zaten görünmezmişim, dahası herkes meğer görünmezmiş. Kalp saklı, gizli, sırlı, hileli, sahibinden bile ayrı iş ve oluşlarda, sahibinden bile saklı emel ve arzularda, kendi isteklerini yaptırabilmek için kendini ve arzularını başka türlü gösterebilme hünerinde ise, istekleri hep masum sebeplerle istinatlı ama aslında tam tersi ise ve insan neyi niçin istediğini ve yaptığını hep sonradan öğreniyorsa.. ama kalbi hakkında kendine hele başkalarına konuşabiliyorsa bu çirkin gizlilik, bu kapaklılık, ömür boyu süren bu aldanış, bu zilletli sonu gelmez aldanış bizi zaten görünmez yapmamış mı? Hep arkasında başkalarının, ölmüşlerin konuştuğu gölgelerle, insan siluetleri ile, başkasının sözü ve düşüncesi başkasının bedeninde, başkasının niyetinde, sır dolu, acıklı aldanışlar, sonu gelmez hüsranlar, hayaller, hayallerine sahip çıkamayanlar, hayal hırsızları, uygun bedenlere yapışıvermiş yapma, edinilmiş kalpler, kalbini şekilden şekle, halden hale sokanlar, yerden yere sokan, her kapının açılışını yapanlar.. Keşke başka şey dileseymişim.. Görünür olmayı, göründüğümden olmayı, görebilir olmayı dileseymişim, acaba kabul olur muydu?
- Hep teslimiyetten bahsediliyor, teslimiyet, teslimiyet. Ne acı, her şey ne acı, dünyaya kollarını kaldırarak gelmiş olmak gerekliymiş, “teslimim” diye.
- Vallahi kendimden bıktım, kendim diye gece yapıp gündüz yıktığımdan bıktım.
- Konuşmak, gerçek muhattap ister.
- Yalandan da olsa bir hayat inşa etmek zor. Birbiri ile çelişmeyen, birbirini utandırmayan şeylerle bir örgü kurmak zor. O örgüden o örgüye yakışır bir insan çıkarmak zor.
- Herkesin kendi yerine yaşadığı ve kendi yerine öldüğü söylenir hep, ama herkes kendi de değil, kendi yerinde de.
- İçinde tarifsiz bir sıkıntı, boğulma hissi, değersizlik duygusu ama başka şeylere de bayılamama gerginliği ile şaşkın ve hareketsiz ama mutlak sıkıntılı kalakalmıştı.
- Beni kendi halime bırakın. Çok şey, içimde çok şeye dönüşüyor; o kadar hırpalanıyor ve sızdırıyorum ki bunun yanına konulan ölçüleri beğenmez oluyorum.
- Dünyaya kollarını kaldırarak gelmiş olmak gerekliymiş "teslimim" diye...
- Bazı şarkı sözleri, yaşarken hiç duymadığım bu sözler bana dünyanın en acı ama en can alıcı hakikatleri gibi geliyor, bazı an ve sözlerde kalbimin paramparça olduğunu, ölmek istediğimi duyuyordum.
- Yaş beni korkutuyor, hem de çok. Bu halde, hem de yaşlı olmak tüylerimi diken diken ediyor.
- İçim öyle dolu ki artık en etkileyici şey bile bana pek tesir etmiyor. Öyle kırığım ki keşke bir yol olsa da dünyaya geldiğimi inkâr etsem, yaşamamış gibi yapabilsem diye son bir gizli umut içindeyim.
Zamanın Farkında İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Öykü severler çok rahatlıkla alıp okuyabilir kitap içine çekiyor ve içindeki öyküleri de ben çok sevdim kitapta kendinize ait bir şeyler muhakkak buluyorsunuz okumaya değer “... gördüm ve önümdekinden başka bir şeyim olmadığını anladım. önümdeki bir parça zaman, farkına varabildiğim kadar.” (Büş)
ZAMANIN FARKINDA /ŞULE GÜRBÜZ . Yazardan okuduğum ilk kitap olan Zamanın Farkında yazarın kelime hazinesinin ve hayal gücünün çok güçlü olduğunu net olarak ifade ediyor her cümlesinde. . Okurken şiirsel anlatımı okuru büyülese de,zaman zaman uzun cümleleri anlamak zorlayıcı olabiliyor dört hikaye var içinde. . Daha çok kişilerin ergenliğinden ölümüne ya da yasliliğina kadar olan süreçten psikolojik tahliller sunan yazar bana kalem üstadı İHSAN OKTAY ANAR'ı hatırlattı. Yaptığı benzetmeler, kullandığı metaforlar ve kelimelerin cümledeki devrik dizilisleri sanki üstadın kaleminden çıkmış gibi ustaca dizilmiş sayfalara. . Bu anlamda yazarın diğer kitaplarına da talibim. Yazarı bana tanıtan @doğadakitap a çok teşekkür ederim. . Okumaya devam. #şulegurbuz #zamanınfarkında (Selcan)
sea. bu defa ileti olarak paylaşmaktansa incelemeler sekmesinde kaydolmasını istediğim için hususi olarak buraya kaydediyorum düşüncelerimi, iletilerimin arasında kaybolmasını istemiyorum, arada açayım okuyayım isteğiyle. bu bir inceleme değil, baştan sona zihin haritasıdır, bir kitap nereden nereye götürürün navigasyonudur. işin kötü yanı, benim yol hafızam çok kötüdür, görsel zekam maalesef gelişmemiştir. kelimeler nereyi işaret ediyorsa oraya gidecek yarım saatte varılacak, üç okla gidilecek yere bile isteye kaybolacak oralarda bir şeyler keşfetmek zevkine erişeceğim, erişmeyi hedeflemekten ziyade buna varacağım diyorum çünkü öyle bir kitaptayım. güzergahım doğru çok sapamam. gül bahçesinin içindeyim, kötü bir koku duymam zor. pembenin kokusu ayrı çeker, kırmızının ayrı. hangisinden bahsedeyim, hani bir hikaye vardı en güzeli ararken en solgununa düşmüş de nasibi yapacağı bir şey kalmadığından buna razı olmuştu. ben solgununa denk gelemeyecek kadar diri bir bahçedeyim. oranın toprakları hep havalandırılmış, dalları budanmış, dikenler olsa olsa insanın içini gıdıklar. alem taş atsa dönüp bakmazsınız da bu gülden birine dokunsanız içiniz gider. kitap neyi vaad ediyor? bana göre şule hanımın hiçbir kitabında vaadi yok, iddiası yok. ama kitap iddialı ama kitap olmanın vaadini sunuyor. "her şeyi en iyi ben bilirim, en iyi ben anlatırım" edasından uzak. ne güzel, kendimden bir şey buldum diyorum okudukça. ne kötü diyorum kendimden bir şey buldukça. bunu zaman zaman burada okuduğum iletilerde bile hissediyorum. bazen ilk defa ismini duyduğum bir yazarın cümlesinde, bazen çok yakın bir arkadaşımın konuşmasında, bir işi yapışında. bu beni herkesleştiriyor. bu kadar mı farksızım yani? şahsıma münhasır ne var? farklı olmanın peşinde miyim bunu da düşünüyorum. değilim. sıradan olmak için bütün uğraşım, yani farklıyım da o yüzden uğraşıyor falan değilim düpedüz o sıradanlığı muhafaza etmenin uğraşı, kazanılmış değil, lutfedilmiş bir sıradanlığı yaşıyorum. bu rahatlığa hastayım, bir şeyler değiştirmek düşüncesine bile katlanamıyorum. ama bir şeyler değişsin de istiyorum. günlerin seyri değişsin, günün içindeki anların bendeki o kalbi o çok derin yansımaları değişsin istiyorum. bir fikre deli divane dalıp bazılarının ve hatta çoğu insanın hemen varacağı yargıya üç dört saatlik dalışlarımın neticesinde varmaktan yorulduğum için bunun değişmesini istiyorum. içimde bir yerde o nahif bir yan var, bunu biliyorum. bu nahif yanın bütünüyle içimi kemiren, içimi un ufak eden ve beni tümüyle dağıtan hatta senelerimi yok eden yanına tahammül edemiyorum. farklılığın neye denk düştüğünü düşününce de işler sarpa sarıyor. bu kayalığın dibinde ne işim var? gül bahçesine geri götürün, biri götürsün. ama alelade biri de götürmesin, benden saydığım biri götürsün. öyle biri ki onunla karşı karşıya geldiğimde kendimi göreyim istiyorum. herkesleşmek değil birleşmek tekleşmek arzusundan bahsediyorum. çok mu şey istiyorum? çok değil ki bahsettiğim şey, tek. teklikten bahsediyorum, üstüne üstüne gidiyorum bu tekliğin farklılığın, niye? ne önemi var ki? zamandan mı bahsediyorum, konu elimden kayıp gitti. arkasından koşacak kadar mecal bulamıyorum kendimde, konfor alanımı genişlettikçe çürüyeceğim. çürümenin beyanı bu. hadi cioran bak abicim işine. cioran filan demişken, şule gürbüz'den de bahsetmek ihtiyacı hasıl oldu. şule hanım'a derin bir saygı duyuyorum bunu durduramıyorum. bu saygı değerinin kaynağı ne diye düşünüyorum. neydi şule gürbüz değil de şule hanım dememin nedeni? sözgelimi, ismet özel'den bahsederken ismet ağabey derim de ismet bey demem, ancak şule gürbüz'den bahsederken şule hanım diyesimin gelme sebebi nedir? birine duyduğum derin saygı ötekinden daha mı az? bunu çözemiyorum, bir kitabi cümleyle beyan edemiyorum. şule gürbüz'ü sanırım tastamam bir hanımefendi olarak görüyorum. kendisi bahsetmişti bir mülakatında, ben çok kadın kadın değilim, ellerimde ojeler filan da yok diye. o da biliyordu elbette kadınlığın şeairi oje değildir, ruj değildir. peki nedir? bütünüyle şahsiyettir, düşünüştür, edadır. şule gürbüz hanımefendidir, makine taşırken de o dişlileri elleri yağa bulanırken de yazarken de konuşurken de. buraya bir ara yazmıştım, ben 20li yaşlarda ölmek istemem diye.- ölürsem de kürtçe mevlid okunsun demiştim, 1k'da vasiyetini bildirmek lol. - 20li yaşlarda bir olgunluk göremiyorum. aslında bunu söylerken utanıyorum. yaşımdan utanıyorum, başımdan utanıyorum. bu yaşta hala olgunlaşamamış olmaktan, ham olmaktan utanıyorum. ama tutmuş yine söylüyorum. sanırım ölüm fikri bana huzur veriyor, intihar değil ölüm. ölümün bir ferahlık hissini verdiğini derinden anlıyorum. bütün bu kaygılar bitecek, bir metroya yetişme, bir yemeği akşama yetiştirme, bir çocuğa okuma yazmayı vaktinde öğretmenin telaşı bitecek. hepsi ne sıradan ve güzel telaşeler, bunların nankörlüğünü yaşamıyorum, hepsiyle birlikte yaşamanın tadını alıyorum. işte hayat bence böyle, işte bu kadar. derin manalarını herkes kendi başına düşünsün işte, onlar çok şahsi çok da mahrem şeylerdir. ölünce 30lu yaşlarda asıl alemde olacağımız anlatılırdı, ben 5 yaşımda orda olmak isterdim. 5 yaşımdaki beni alıp karşıma kocaman sarılmak isterdim, onun hayallerini dinlemek isterdim, saçlarını okşamak, ağlarsam gözünün yaşını silmek, saçlarını el yordamıyla toplayıp elimle yüzüne su çalmak isterdim. şöyle omzundan tutup yavaşça kollarına ellerine varmak onu güzelce, şöyle kuvvetlice sıkmak tertemiz evet bu utanası yaşım başımda ama 5 yaş masumiyetiyle gülümsemek isterdim. bak ben sendenim, çok da uzak değilim öyle bir kötülüğüm de yok elle tutulası demek isterdim. şule hanım da çocukluğuna sarılmak istemiş, bu ne kadar ben. ben ne kadar herkesim. ne kadar da herkes ben. benlikten, olmaktan, olmamaktan söz ediyordu. shakespeare kadar söz edilmedi onun yazdıkları. eh tabi kimi kimle kıyaslıyoruz, bu metinde shakespeare'in, cioran'ın ne işi var? hiç. dalıp düşününce laf oraya gelmiş, dalınca düşünceler beni oraya götürmüştür. dalmak, dalıp gitmek. bu deyimi çok derin buluyorum. belki söyleyen her kimse artık öylesine söylemiştir, tesadüfen bulunan güzel, kıymetli sözcüklerdendir. işin burasında değilim. dalıp gitmek, hayatın mühim işlerindendir. insan kalkıp gidemez, bazen mekanda değişiklik yapamaz. işte o zaman kafamızın içinde bir yerlere gideriz, işte asıl ferahlık oradadır. kaçsan da çakılı kalan, ömrü billah yaşanılacak yer diye ömrün sermaye edildiği evler gibi emek verilmemişse kafadaki mekana, kaçılası, göçülesi topraklar da koymadıysa tüm emek zayi olmuştur. nereye kaçarsan kaç. kendimi bildim bileli duyarım, ışınlanma bulunacakmış da insanın tüm zerreleri bir başka yerde tekrar o istediği yerde olacakmış. yani zerreler yeniden halk olacak, rabbim neler duyuyorum. - irtica mood on- oysa insan kafasının içinde ne makinelere biner, ne ışınlanmalar yaşar da kimsenin ruhu duymaz. belki eklemek lazım, giden de bilmez bazen. kafamızda bir yere, bir insana, bir meseleye takılı kalmışızdır, büyümek ordan kendini çekip çıkarmak mümkünatsızdır. neden buna yelteniriz? o kadar mı kötü şeyler yaparız kendimize? kendimizi hiç mi sevmeyiz? kendimizi sevmenin birebir karşılığı nedir? diş fırçalamak, yüz, vücut maskeleri yapmak, kitap okumak falan mıdır? insan ruhunu, bir başkasının ruhuna değdirmese temiz kalır gibi gelir bana. "ne yapsam da benim ruhum seninkine değmese" ama bak seninkine. senden bahsederken ötekileştiriyorum seni öbürsüleştiriyorum. halkın uğruna olduğu, yüzü suyu hürmetine yaratılmışlar olarak ideal insanın "öteki ruh" kategorisine girmediğini düşünüyorum. o bendir ancak ben o olamamışımdır. ben daha olamamışım ki. -a'sı fazla. olmamışım. neye yetememekten bahsediyorum? kendime yetememekten mi? insan kendine de yetemeyecekse kime yetecek? sağlığında da yetemeyecekse hastalığında kim ona yetecek? hastalığın marazın sadece burun akıntısı, baş dönmesi, doku zedelenmesi olduğunu düşünmüyorum. kalbim incinmiştir, birinin merhem olması lazım. ama yalnız biri. ikincisi kalbe girmesin, o yalnız yorar. masaya yaşımı koydum, geç kalmışlıklarımı koydum. masa bile almadı. masa da masa değilmiş ha. böyle masa mı olur edip abi? sen nasıl koydun hepsini, o masadan bize de lazım. biz derken, benim düşüncelerim, inandıklarım, hezeyanlarım, kırgınlıklarım, sevinçlerim, bekleyişlerim, bekleyişlerim, bekleyişlerim. bekleyişler anna. laf dolandı birbirine. birbirine dolanan kendi içinde mecburi olarak bütünleşen şeyleri arıyorum. bu zorunlu uyumu arıyorum. saygının bu demek olduğunu düşünüyorum zaman zaman. zorunlulukla birlikte uyum göstermek. başka türlü insan bu horgörüyle ömrü güzelleştiremez. yok doğru yazdım, horgörü. kitap ne anlatıyor? kendini anlatıyor işte şule hanım. ne anlatsın? seni de anlatıyor, inanmazsın ama bizi de anlatıyor. nasıl bu kadar şeyi anlatabiliyor anlayamıyorum. kitabı da bitirdim diye o küçük kitaplığıma kaldıramıyorum. dönüp dönüp okuyorum, çünkü sürekli bir şeyleri saklıyorsunuz gibi geliyor. orada, sizin benden sakladıklarınız var. nasıl bu kadar sırlı duruyorsunuz? neden? herkes bir şeyler konuşuyor. ne konuşuyor bu insanlar? görüyorum yürüyen merdivenlerde bile koşar adım gidiyorlar, önündekini de takaza ediyor, her kimse o da nasipleniyor kalabalığın içinden. nereye gidiyor bu kadar insan? neyi kurtarıyorsunuz? kurtarılası ne var? hayır, o kadar boşvermiş değilim. ben albert camus değilim, camus beni çok yormuştu. "bugün annem öldü, belki de dün. bilmiyorum. bakımevinden bir telgraf aldım: anneniz öldü, cenazesi yarın kaldırılacak, saygılar. bundan pek bir şey anlaşılmıyor." bu cümleleri okuyunca yıkılmıştım, işin içine ana bacı katması hoşuma gitmemişti. okudukça anlamıştım ızdırabını. çektiği bir ızdırap mıydı? hayır, ne münasebet. oldukça kayıtsız bir adamdı mersault. neden mersault? ölüme kayıtsızlık bile bir yere kadar anlaşılır, insan kendi ölümünün sonucunu tahayyül edemez maddi vücuduyla baş edeceği bir hayat bırakılmamıştır ona, ancak şunu düşünüyorum: insan nasıl olur da annesinin ölümüne böyle kayıtsız kalabilir? ölüm kötü bir şey mi? kalanlar için elbette. gitmek, çalagitmektir. gitmek biraz tebdil-i mekandır, eh onda da ferahlık vardır. -eh annedir, cennet ayakları altındadır, ferahlık illaki vardır- ama kalan için belki yeryüzündeki cehennemdir. insanın yeryüzündeki cehennemi budur, sevdiğinden yoksun kalmak. çok iddialı sözler değil mi... bana da öyle gelliyor. insanın yeryüzündeki cehennemi belki direkt açlıktır, susuzluktur, işte maslow ne diyorsa odur. ne diyordum unuttum, dalıp gittim. dalıp gitmek yine beni alıkoydu. bu kitapta "cansın" isimli bir bölüm var. cansın, bir erkek çocuğu. bir gün duş almak için küvete giriyor. küvete sığamıyor bacakları, kafası fayansa değince rahatsız oluyor. o sırada küvetteki suya dalıyor. suya dalmak... suya dalıp gitmek. allah'ım çok huzurlu hissediyorum kendimi, cansın'dan daha fazla. bacon'ın kitabını yırt, vur, kır parçala, bu maçı kazan cansın! cansın ya sen neden kız çocuğu gibisin? aslan bey peki siz neden bir kadın gibi düşünüyorsunuz? müzik hocası nasıl bu kadar zarif olabiliyor? bu karakterler neden insanın karşısına şu hayatta çıkmaz? şu hayat derken gerçek hayat. gerçek? bu hayat ne kadar gerçek? bilmiyorum, umrumda da değil. bu kitabı niye okudum? o konuşmayı niye yaptım? o gün niye öyle davrandım, birinin kalbini nasıl da tüm algılarımı kapatıp hiçe saydım? noldu bilmiyorum. o gün neden mesela akide şekeri yemiştim? hepsi olup bitince bir kılıf buluyorum. neden yaptığımı bittikten, olduktan sonra bir sebebe uygun hale getiriyorum. ben de zamanın farkında değilim. zaman ne o zaman kendilik mi? bilmem, ben olduktan sonra ona da bir kılıf bulurum heralde. (nosthalgia)
Zamanın Farkında PDF indirme linki var mı?
Şule Gürbüz - Zamanın Farkında kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Zamanın Farkında PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Şule Gürbüz Kimdir?
1974'de doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi ile İspanyol Dili ve Edebiyatı, Cambridge Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Antika saatlerin tamiri üzerine ustalaştı. Bu alandaki çalışmalarına 1997’de Dolmabahçe Sarayı’nda başladı. Çalışmalarını halen Milli Saraylar Müdürlüğü bünyesinde sürdürmektedir.
Ödülleri
2011 Türkiye Yazarlar Birliği Kamu Yayıncılığı Ödülü (Saat Kitabı)
2012 Oğuz Atay öykü ödülü (Zamanın Farkında)
Şule Gürbüz Kitapları - Eserleri
- Kambur
- Coşkuyla Ölmek
- Öyle miymiş?
- Zamanın Farkında
- Ağrıyınca Kar Yağıyor
- Ne Yaştadır, Ne Başta Akıl Yoktur
- Saat Kitabı
Şule Gürbüz Alıntıları - Sözleri
- "Şimdi hiçbir şeyi sevmiyorum Yalnızca düşlüyorum" (Kambur)
- ve umut, kaygan bir peri (Ağrıyınca Kar Yağıyor)
- Tecrübe hataya mani değil hatayı tanımaya imkan imiş, ama sen hata yapmasan da ne yaptığını aslında bilemeyeceğini öğrendin. (Öyle miymiş?)
- Hayatla her anlaşmaya varan, varamayanın kederini artırır, onun garipliğine bir ilmek daha atar. Dünyayı her makul bulan onu ayıplayanı yalnızlaştırır, tuhaflaştırır, şartlarını her kabul eden ve ona göre davranan, yaşamada şart olmayacağını düşünenin önermesini daha da gizler, daha da bulunmaz yere saklar ve bunu arayanı da gitgide azaltır. (Coşkuyla Ölmek)
- her deniz anlamını ararken bulanık nehir gölgelerinin yaratılış günlerinde özlem nasılsa gidip gidip hep durmaktır kendinde (Ağrıyınca Kar Yağıyor)
- belki de bütün psikanalizi tersine çevirmek gerek; yaşamın saçmalığı rüyalarınkinden kat kat fazla. (Kambur)
- Ah, öne geçme nedir halbuki Öne geçme arkadan gelen herkesi bekleme demektir. (Öyle miymiş?)
- Herkesin kendi yerine yaşadığı ve kendi yerine öldüğü söylenir hep, ama herkes kendi de değil, kendi yerinde de. (Zamanın Farkında)
- Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? (Öyle miymiş?)
- Öyle ya hayatı kim ölüden iyi bilirmiş. (Öyle miymiş?)
- Bir günü daha bitirmenin sevincini, yarına başlıyor olmam yarıda bırakıyor. (Kambur)
- bir zaman olayım ardında aradığı olmayan - (Ağrıyınca Kar Yağıyor)
- Her şeyin aranmasında ben bulunmaktım ama bir telaştan gizlenmiştim de... (Ağrıyınca Kar Yağıyor)
- "Allah bize lütuf verdi," denilir, belki sade mühlet vermiştir. (Öyle miymiş?)
- "Kadere bakan güneşe bakan gibidir, Işığı görür, sınırları algılayamaz." (Öyle miymiş?)
- - Huzursuzluktan kurtulmanın yolu nedir? - Daha da huzursuz olmaktır – ta ki artık seni rahatsız edene dek. (Ne Yaştadır, Ne Başta Akıl Yoktur)
- Sabah uzun, öğle daha uzun, akşam kısa, gece nihayetsizdir. Çocukluk kısa, gençlik daha kısa, yetişkinlik uzun, ihtiyarlık bir akşam saatidir. (Öyle miymiş?)
- "zamanlara dair umudu ve sorumluluğu olmayanın niye saati olur ki" (Saat Kitabı)
- ve ölümün sorusuyla vuruldu içimin kapısı. (Ağrıyınca Kar Yağıyor)
- Yaşamdan iptalimi istiyorum... (Kambur)