tatlidede

Ağızları mühürlemek kafi mi?

Ağızları mühürlemek kafi mi?

Evlerde tatlı bir heyecan. Çarşı pazarda hareketlilik. Ramazan ayını layıkıyla yerine getirmenin, getire bilmenin telaşı, koşturmacası. Layıkıyla yerine getirmek sadece ağızımızı mühürlemek midir?

Çocukluğumdaki ramazanlara gidiyorum özlem ve hasretle. Sahura kalkmadan tutulan oruçlar eksik gibi gelirdi, illaki gece kalkılırdı. Sahur için uyanır uyanmaz ilk yapılan iş pencereden mahalleyi kontrol etmek olurdu. Bakardık kimin ışığı yanıyor kiminki yanmıyor diye, ışığı yanmayan olursa davulcuya fırsat vermeden gider uyandırırdık. Okula gitmeyen bebeler dışında tüm ev halkı uyandırılırdı. Zaten bebelerde gürültüye uyanırdı. Nasıl mutlu olurdum annemin benide uyandırmasına, bazen öğleye kadar bişey yemez,  bunada yarım günlük oruç tuttum derdim. Çocuklukta atılan tohumlar büyüyünce nasılda kökleniyor içimizde...

Sabah yarı uyanık vaziyette beyleri işlerine uğurlayan bayanlar, ev işini bitirip hergün belirlenen saatte mahalledeki camide toplanır Kuran okur, dualar ederdi. Öğleden sonraları başlardı mutfaklarda iftar telaşı. Mahalleler şimdiki gibi sınıfsal ayrıma tabii değildi, zenginler bir yerde fakirler biryerde oturmazdı. Yoklukla, varlık arasında kalın çizgilerle duvarlar örülmemişti o zamanlar. Komşular birbirini, korur, gözetir kollardı. İftar sofrası için hazırlanan yemeklerden yandaki, arkadaki, öndeki, berideki komşulara ikram edilirdi. İftar sofrasına konan bir tabak yemek, ezan okunana kadar, beş altı kap yemek olacak şekilde çoğalırdı. Bereketlendikçe bereketlenirdi sofralar. Yemekten sonra teravih namazı kılmak için kadınlı erkekli mahalleli camiye gider, cami çıkışı hergün bir evde oturulup çaylar içilirdi. Nasıl keyifli yudumlanırdı tahinli ekmeklerin eşliğinde çaylar, gösteriş yarışına dönüşen sohbetler yapılmadan.

Lüks otellerde, restaurantlarda  zenginlerin birbirini ağırladığı debdebeli, şaşalı iftar sofraları  yoktu ozamanlar. İftara, bir gün fakir dost akraba davet edilir, ertesi gün o dost akrabanın sofrasına misafir olunurdu. O sofraları resmedecek gazete ordusu  yoktu, yada kaydedecek kameralar.

Yardımlar, herkes evine çekildiği gecenin bir vakti yapılırdı. Çoğu zaman ne veren, ne alan birbirini görürdü. Getirdiği yardım paketini daha önceden belirlediği ailenin kapısının önüne sesizce koyar, kapıyı çalar giderdi. Zengin, malında hakkı olduğunu düşündüğü yoksulu  sevindirmenin,  yoksulun yokluğunu bir nebzede olsa var etmenin hazzını yaşardı. Kapıyı açan ev sahibi, sadece kendinin duyacağı sesle Allah razı olsun diyerek içeriye alırdı, siyah poşetlerle kaplanmış yardımı. İnsanların birbirine ezdirildiği, ezilip büzüldüğü, yardım etmenin ahlakını, edebini içermeyen, teletabi şirinliğindeki verenlerin, reklam kampanyası babındaki yardım gösterileri yoktu.

  

Her sene aynı heyecanla, çoşkuyla özlemle merhaba diyorum Ramazan ayına. Eski ramazanlardan çok şeyi yitirsemde, çocukluğumdan beri bendeki lezzetinden hiç birşey kaybetmeden yaşıyorum. Kendimi en huzurlu, dingin, engin hissettiğim an’lar. Susuzluğu, açlığı üçyüz altmış beş gün yaşayan insanların boğazındaki kuruluğu, miğdesindeki boşlukla yaşadığı tokluğun nasıl bir durum olduğunu anlayıp, sonsuz kere şükür etmek, sahip olduklarına... Ve paylaşmak, sendekilerin üzerindeki hak sahipleriyle haklarını bölüşmek, ve vermek...Sevap kazanmak, günahlardan arınmak adına değil, kul olma bilincinde sevgiyle, aşkla paylaşmak... 

Mühürlü ağızlarımızla, kalbimizin kapılarını sonsuz nura açarak, layıkıyla yaşarız inşallah ramazanı.

 

Çelme takmadan!

Yorum Yaz