tatlidede

Anadille Eğitimi Tartışmaya Açıyoruz

Anadille Eğitimi Tartışmaya Açıyoruz

 Geçen hafta, Türkiye’de Anadille Eğitim sorununu Meksika Modeli ile tartışmaya açmıştım. Yazımız ilgi çekti ya da yankı yaptı ki, bu konuda çalışmalarını derinleştiren bir dostum (İsmi bende saklı) mektup tarzında bir yazı hazırlayarak tartışmaya katıldı. Bu nazik katkısından dolayı elbette kendisine teşekkür ediyoruz.

Değerli dostlar , Anadille Eğitim sorunu bilindiği üzere toplumsal bir sorun, hatta bu anlamda devletin bir sorunu olmuştur. Bu bağlamda bu sorun sadece bireyleri ilgilendirmemektedir, herkesi ilgilendirmektedir aslında. Bu temelde sizlerden de katkı beklediğimi ifade etmek isterim. Sizlerden gelen katkıyı elbette değerlendireceğiz. Saygılarımla…

Aşağıda dostumuzdan gelen değerli katkıyı sizlerle paylaşıyoruz, sevgili okurlar.

 

Sevgili Faraç,

Benim önerdiğim model Meksika modeli değildi. ABD’de, Meksikalılara yönelik uygulanan modeldi. Bu modelde eğitim dili İngilizce. Ancak kamu kurumları hizmetlerini Meksika İspanyolcasıyla yapmaktalar. Eğitim dili İngilizce olmakla birlikte okulda İspanyolca öğretilmekte, çocuğun ailesinde İspanyolca konuşulması özendirilmekte.

Yazındaki bazı bilgileri de tartışmak ama nokta atışı yapmadan tartışmak istiyorum. Çünkü amacım seni yanlışlamak değil.

Eğitim, Anadilinde Eğitimi Zorunlu Kılmaz

Anadili konuşulan dildir. Oysa eğitim dili, dilin yazıyla buluşmuş halidir. Yazıyla buluşmuş anadil, bizim ailemizde, mahallemizde bölgemizde konuştuğumuz anadilinin standart hale getirilmiş hali olduğundan önemli ölçüde bizim aile dilimiz olarak anadilimizden önemli ölçüde farklılıklar içerir. Hatta yerel farklılıklar da işin içine girdiğinde kendi anadilin eğitim dili olarak anadil karşısında kaba, yontulmamış acil olarak terk edilmesi gerekendir. Hatta dilin gramerine daha uygun olmasına rağmen böyledir. Örneğin öğretmenim tarafından elmaya alma, Irızaya, Rıza dediğim için düzeltildiğimi iyi hatırlarım.

Yazı dili olarak anadilini eğitimde herkes yeniden öğrenmek zorunda kalır.

Sende yaşamışsındır. Mesela benim Fransızca notlarım Türkçe’den her zaman iyi olmuştur. Ayrıca hala yazılı dili olarak Türkçe’yi öğrenmeye devam ediyorum.

Bir dilin yazı üzerinden kullanılması bireyi içinde yaşadığı toplumun parçası yapmasının yanında ona daha büyük bir toplumla ilişki kurma fırsatını vermesini de gerektirir. Bugün hepimizin çocuklarına İngilizce öğretmek için çırpınması, Türkçe’nin çocuklarımızı bilgi ve ilişkiler bağlamında Türkiye sınırlarının dışına taşıyamamasındandır. Kaldı ki ekonomi ve iletişim araçlarındaki gelişme bunu Türkiye sınırları içinde de zorunlu kılmakta. Bugün varlıklı ailelerin çocuklarını İngilizce dilinde eğitim veren kolejlere yazdırmaları, üniversitede ODTÜ, Boğaziçi gibi İngilizce eğitim veren kurumlara yönlendirme yapmaları eğitim dilinin hangi dil olacağını belirleyen etkenlerin zorunlu olarak anadili üzerinden şekillenmediğini gösterir.

Bu sorunu Afrika bağımsızlık hareketlerinin başarıyla ulaşması sonrasında Afrika devletleri çok farklı biçimlerde yaşamıştır. Bunun sembolik örneklerinden biri Gine Bissau’dur. 60’lı yılların devrimci lideri Amilcar Cabral, Gine Bissau’da konuşulan 18 yerel dilden birini, resmi dil ve eğitim dili hale getirmenin Gine Bissau için olumlu sonuçlar vermeyeceğini düşünmüştür. Özellikle ünlü eğitimci Poula Freire, yerel dillerden birini, bu olmuyorsa sömürgecilerin dili olan Portekizce ile yerel dillerin karışımı olan crolenin kullanılmasını istemiştir. Cabral, en gelişmiş yerel dilin 2000 kadar sözcüğe sahip olduğunu, bu sözcüklerinde çoğunun büyü ve ruhlarla ilgili olduğu, oysa çocukların astronomi, coğrafya öğrenmelerinin gerektiğini vurgular. Ülkesini kurtaran devrimci lider çok acımasız bir cümle kurar: “400 yıl bizleri sömüren Portekizlilere bir teşekkürümüz var. Bizlere dilleri olan Portekizceyi bıraktıkları için.” Bir başka devrimci lider 1960–1980 arasında Senegal Devlet Başkanlığı yapmış olan Afrika sosyalizminin önderi Leopold Sédar SENGHOR, 17 Ağustos 1965 yılında Le Monde’a verdiği demeçte “Kendi zenciliğimi en iyi şekilde Fransızca ifade edebiliyorum” demiştir.

Eğitim dili anadil olmalıdır tezi Afrika örneğinde, her etnik dil eğitim dili olsun anlamına gelmekteydi. Bu Belçika’nın sömürgesi olan Zaire’de denenmişti. Hatta alfabeler icat etmişlerdi. Bu uygulamanın pratikteki anlamı her etnik gruba sen portakalsın orada kalmalısın olmuştur. Ne isen öyle kal denmiştir. Kendi aralarında entegrasyon araçları olarak batılılar karşısında Afrikalı olmanın dışında siyasal bir argüman bulamamışlardır. Bu da ekonomik sorunlar konusunda karşılığı olan bir argüman olmadığından hala çatışmalı bir topluluklar topluluğu olma özelliğini korumaktadırlar.

Çok dilli toplumlarda toplumların birlikte yaşamaları için gerekli olan entegrasyonu sağlama düşüncesi, bu tür ülkelerde resmi dil kavramını doğurmuştur. Türkiye’de resmi dil kavramının ortaya çıkışı, Cumhuriyetle başlamamıştır. 1876 Anayasası bunun başlangıcıdır. Eğitim dilinin Türkçeye dönüşmesi biraz daha sonra gerçekleşmesine karşın, anayasanın devlet memuru olarak kişilerin Türkçe bilmelerini zorunlu kılması, eğitimde Türkçe’nin ağırlığını zamanla arttırmıştır. Elbette şöyle bir sorun da vardı. Osmanlının Türkçesi, öğrencilerin anadili olan Türkçe miydi?

Burada bir parantez açıp bir konuyu belirtmem gerekiyor. Bizim devraldığımız sorunlar Cumhuriyetin ortaya çıkardığı sorunlar değil, kendisinden 100-150 yıl önce başlayan sorunlar. Cumhuriyet sadece, Osmanlının çözüm için öne çıkardığı merkezileşme, katılımcı yönetim (parlamento) modernleşme, Türkleşme (bu da etnik bir kimliğe çok sonradan özellikle 1908’den sonra bürünmeye başlamıştır.) gibi önceliklere yeni bir yönetimle tam iktidar sağlamıştır. Dil bağlamında bu kadar uzun bir tarihi okumaya da gerek yok, sadece 1876-1908 arası dönemin dil tartışmaları okunsa yeter. Benim Marx’tan öğrendiğim bir şey vardır. Bir şey böyle oluyorsa, alternatifi güç haline gelemediği, seçenek olmadığı için oluyordur. Bu nedenle tarih karşısındaki görevimiz, tarihi döverek çözüm üretmek değil, anlayarak çözüm üretmektir. Tarihi döverek, bugünkü sorunlarımızın hiçbirini çözemeyiz. Bugünkü sorunum özgürlük sorunudur. Tarihteki bir duruma, olaya hep birlikte haksızlık dememiz bize kendiliğinden özgürlüğü vermez. Bizim onu kazanmamız, şimdi kazanmamız gerekir. Toplumsal talebin meşruiyetini tarihin derinliğine doğru uzatmak, o talebin özgürleşme talebi olmasını sakatlar. İnsanları tarihlerine küfrettirerek özgürleşme talebinin parçası yapamayız. Mesele şu andaki sorunumuzu anlamlandırmak, adlandırmak ve çözüm üretmektir. Dünün olumsuzluklarının yaşanmaması için bugünü, yarını kazanmalıyız. Geçmişi kazanma çabası bir şekilde tarihin derinliğinde kendi tarih inşasını sorunlu kılar ve bu da öyle ya da böyle tarih çarpıtmalarıyla yürüyen bir süreci bugünün sorunu olarak önümüze getirir. Sol hareketlerin bu ülkede kendini tarihe boğdurduğunu görmekten derin üzüntü duyuyorum. Bizim sorunumuz Kürt kimliğinin, kültürün yaşaması, varlığını sürdürmesi, kendini tanıtması ve bunların devletle bütünleştirilme sorunudur. 1924’de ne olduğu sorunu bu soruna bugünün kavramları, duyguları, beklentileri açısından kendiliğinden bir çözüm üretmez. Bugün bizim gibi özgürlük için çözüm önerenlerin dikkat edeceği en önemli nokta insanın kendisini, yurttaşı kutsallaştırmaktır. Onu öldürmeye, ölmeye davet eden hiçbir çözüm, çözüm değildir. Yaşatamadığımız insanın vatanı, kürtlüğü, türklüğü olmaz. Çünkü o ölmüştür. Acı gerçek onun öldüğüdür. Gerçek demokrasi kurtarıcılarla kurulamaz, kurtarıcılara ihtiyaç duyan toplum özgürleşemez. Kurtuluş diye bir şey yok, özgürleşme var. Kurtuluşçu sol, açık işgallerin yaşandığı ülkelerde büyük başarılar elde etti. Ama kendini ezeli kurtarıcıya dönüştürdüğü için en acımasız iktidarları tarihe armağan etti. Parantez açayım dedim, nerede ise içimi döktüm. Tekrar konuya döneyim.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, insan hakları bağlamında anadillerin eğitim dili olmasını değil, anadillerin öğrenilmesini insan haklarının gereği kabul eder. Resmi dil ve eğitim dili belirleme yetkisinin devletlerde olduğunu kabul etmektedir. Bu konuda epeyce kararı bulunuyor. Buna karşılık BM’de topluluk hakları, grup hakları denilen yeni bir hak tanımı yapılmaktadır.

Gelelim bizim ülkemizde yaşanan soruna.

Eğitim Dili Değiştirilmeden Çözüm Bulunabilir

(Aslında yukarıda bu uyarıyı yapmalıydım. Eğitim dili ifadesini sadece zorunlu eğitimle sınırlı tutuyorum. Üniversite eğitiminde her dil eğitim dili yapılabilir. Eğitim dili ifademi temel eğitim dili olarak anlamını isterim.)

Ben ülkemizdeki anadilinin eğitim dili olması tartışmasındaki pedagojik gerekçeleri kendim için ikna edici bulmuyorum. Yasin Ceylan gibi bugün felsefemizin en özgün isimlerinden birinin yaşam öyküsünü bilmeme rağmen bunu söylüyorum. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkçe dışındaki dillere temel eğilim kayıtsız kalma, görmezlikten gelme olmuştur. Demokratik toplum hiçbir dile kayıtsız kalamaz. Dilleri yaşatmak, insanlığı yaşatmaktır. Örneğin bugün bu coğrafyanın kadim dillerinden biri olan Aramice’nin çeşitli lehçeleri birkaç köyde kasabada yok oluşa doğru gitmektedir. Yine benzer biçimde bazı Kafkas dilleri için de benzer bir durum söz konusudur. Bunun için üretilecek çözüm dillerin mutlaka okul içine alınması ve yazı diliyle buluşturulması ve bunun diğer kamu kurumları tarafından desteklenmesidir. Bunu resmi entegrasyon dili olan resmi dildeki eğitimi sürdürerek yapabilmek mümkündür. Kamu kurumlarını bu dillerin kullanıldığı yerde bu dilleri de içerecek hizmetler vermesini sağlamak zor değildir. Çocuklar için kendi anadilinden, yazı dili olarak ana diline oradan yazılı resmi dile dolayısıyla eğitim diline geçmesi başarılamayacak bir durum değildir. Bugün bu başarılamıyorsa bunun nedeni Kürt sorununun, Kürdistan sorunu olarak da kendini tanımlamasından kaynaklanıyor.

Anadili dışında bir dille eğitim, asimilasyonu getirir tezi tümüyle doğru değildir. Bir etnik grubu farklı kılan tek başına dil değildir. Pekâlâ, bir etnik grup aynı dili konuştuğu başka bir etnik gruptan kendini farklı kılabilir. Yahudiler dünya üzerinde içinde bulundukları toplumların dilini kullanmalarına rağmen hep farklı oldular, öteki olarak kaldılar.

Türk kimliğinin oluşmasında Fransızca, Türkçe’den çok daha etkili sonuçlara yol açmıştır. Türk kimliğini inşaa eden entelektüeller Fransızca üzerinden Türk kimliğini tanımlayabilmişlerdir. Kürtler de (özellikle Türkiye’de ) başlangıçta Fransızca ve sonrasında Türkçe üzerinden Kürt kimliğini inşa ettiklerini görmekteyiz. Son yarım yüz yılda Kürt kimliğinin inşa edenler büyük ölçüde Türkçe kullanmışlardır.

Etnik kimliklerin merkezinde dil yer alıyorsa kendi dilini bilmemek bireyi doğrudan asimilasyona oradan erimeye, kimliğini yitirmeye götürmez. Çünkü bireyin kimliğini oluşturan aile bağları, gelenekleri, ahlaki yargıları, inancı, kimliğini sürdürmesi için yeter koşulları verecektir. Ayrıca erimenin gerçekleşmesi için başka özel toplumsal koşulların da olması gerekir. Tarihte eriyen toplulukların erimelerinde yaşam koşullarının değişimi, toplu inanç değiştirmelerle ve çok uzun zaman aralığında olduğunu görüyoruz. Örneğin Sümerlerin, Hititlerin yok olması böyledir. Buna karşılık hem inanç, hem dil değiştirmiş olan Bulgarlar etnik topluluk olarak kalabilmişlerdir.

Bizde de Kürtçe bilmemekle birlikte Kürt olduğunu belirten çok sayıda insan vardır. Çünkü ona Kürtlüğünü sadece dili vermemektedir.

Etnik toplulukların kendi kimliklerini korumaları büyük ölçüde etraflarında çatışma yaşadığı topluluklar var ise mümkün olmaktadır. Yahudi toplumu dünyanın her tarafına dağılmış olmalarına karşın kendi varlıklarını büyük ölçüde Hristiyan ve Müslümanların arasında koruyabilmişlerdir. Buna karşılık Hindistan ve Uzakdoğu’da koruyamamışlardır. Çünkü Uzakdoğu dinleri için Yahudilik hiçbir şey ifade etmiyordu.

Bu nedenle Kürt kimliğinin tarihsel varlığını sürdürmesini sadece dilleri üzerinden anlamak yerine (bu da elbette önemlidir) daha çok yaşama biçimleri, toplumsal örgütlenme biçimleri (aşiret ve şeyhlik) gelenekleri, inançları üzerinden kendi aralarında ve etraflarındaki topluluklarla, dönemin iktidarları ile yaşadıkları çatışmalara bakmak gerekir.

Konuyu uzattığımın farkındayım. Böylesi bir konuda ciltler dolusu şeyler söylenebilir. Zaten söyleniyor da.

Benim korkum şudur. Şu yaşadıklarımızın bir faşist hareketi ortaya çıkarmasıdır. Faşizmin en önemli özelliği kendi etnik kimliğini biricik görmesi ve kendini diğerine kapatmasıdır. Faşist hareket kendisinden olmayanı kendisine dönüştürme mücadelesi vermez. Ondan insan devşirmez. Sadece yok eder, köleleştirir.

Bir şey daha söyleyim bitireyim. Bugünün sorunları, dünün çözümleridir. İnsana hata yaptıran şey doğru bildiği şeydir.

 

 

Yorum Yaz