matesis
dedas

Cihan Roj'la Perde'yi Araladık:Röportaj...

Cihan Roj'la Perde'yi Araladık:Röportaj...

ÖYKÜ YAZARI ŞAİR ROMANCI CÎHAN ROJ'LA RÖPORTAJ

 

1993'ten itibaren Kürt Dili ve Edebiyatına ilgi duyan, çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, öykü ve makaleleri yayımlanan Kürt Edebiyatçısı CİHAN ROJ'un bugüne kadar ikisi şiir, ikisi öykü ve üç tane de roman olmak üzere yedi kitabı okuyucuyla buluştu.


2012'de NA Yayınlarında PERDE romanıyla da coğrafyanın ve özellikle


'' Mardin'in birkaç cami, birkaç kilise, medrese, 'nahit', revaklı ayvanlardan oluşmadığı her köşe-bucağının, kapısının birer öyküsünün olduğunu bu nedenle Mardin'i, Mardinliyi tüm halk dillerinin zenginliklerini, boşaltılmaya çalışılan değerlerini yeniden yerine/dokusuna uygun kuyumcu ve kanaviçe ören kadınlarımızın/insanlarımızın duyarlığıyla yeri boş kalan taşların yerine konmasının gereği vardır.'' diyerek telefondaki sohbetimiz ilerleyince de Perde romanı yazarı Cihan Roj'dan, Mardin halklarının beğenisine sunmak için bir röportajla onurlandırmasını istedim. Hemen sorularıma geçmemi isteyince de şaşkınlığımı mazur görmenizi, heyecanımı üzerimden atmadan yöneltmeye çalıştım ilk sorumu:

 

Geçtiğimiz yıl MEŞA MORİYAN (Karıncaların Yürüyüşü) 2012'de de PERDE romanınızla da coğrafyamızı ve özellikle Mardin'i, Mardin'in sokaklarını ve insanlarını merak edenlere Perde romanınızdan hareketle sorarsam, bu sokaklara niçin girdiğinizi, neler aradığınızı öğrenmek; kısacası Perde'ye nasıl gelindi, Perde'yi hafif aralarken nelere tanık olduğunuzu öğrenmek istiyoruz; lütfen:

 

Cîhan Roj:  Gîtara Bê Têl ilk romanımdı. Romanın mekanı Mardin merkezdi. Perde romanının finali yine Mardin merkezde, kafe ve sokakları mekan edinerek gerçekleşti.


Mardin yazarlığımın memleketidir. Sokaklardan önce, bu kentte, kendimi aramıştım;bu arayış beni yazılı kültüre, edebiyata götürdü. ‘Taş’, ‘serçe kuşu’ ve ‘saklı olanın’ kentle ‘iç dünyamın’ şifreleri olduğunu hep düşünüyordum.


 Mardin dışına çıkıp, yıllarca, üçüncü göz haliyle, sürekli düşünüp anlamaya çalışırken Gîtara Bê Têl çıktı ortaya.


 Romanın karekterlerinden Şadi, bir saf aydın tipiyle, şehrin mimarisi, rengi, kokusu ve hafiflikleriyle iç dünyasını deşifre etmeye çalışıyordu.


Sorularınıza dönecek olursak sanırım öncelikle varolanı hatırlamakta yarar vardır; notlar hepimizce bilinen notlardır;yazılı kültür ve edebiyatla (kendi dilleriyle) tanışmamış, geleneğin birçok anlamda hüküm sürdüğü, evet muhteşem bir mimarisi olan, çok kişinin oryantal heves ve düşlerini beseleyen, zengin kültürüyle tanıtılan, inanç ve gizleriyle tanıtım yazılarında yer edinen bir kent söz konusudur.


Edebiyat tam da bu noktada bir itirazdır; edebiyatla, yazılı kültürle tanışmayan, modernleşmeyen kültürlerin zenginliğinden sözedilebilir mi? Sokaklara giriş, arayışın başlangıcı benim için burasıdır. ‘Merhamet’ ve sözlü kurallar yerine hukuk, geleneksel anlatı ve gizlerin yerini yazılı metinler almalıdır.


Bir şehrin sır dolu taşları ve dilleri varsa bunlar ses olmalı, ezgi olmalı, imge olmalı ve şehrin sınırlarını aşmalı.


 Yazılı kültür kendi kurduğu yaşamla kenti ve her bir şeyi yeniden canlandırıp, ruh katıp isimlendirirken aynı zamanda itirazlarını, karşı çıkışlarını da dile getirir.


Taş, serçe kuşu, saklı olan, deşifre etme , perde ve aşk, şimdiye kadar yapmaya çalıştığım edebiyatta birer metafordur.


Geleneğin, yaşamın binbir dertlerinin içimizde oluşturduğu bir taş yürek, yine ilkel yaşam dönemlerinin saflığını düşündürecek kadar narin olan bir ikinci yürek, bu da serçe kuşudur. Coğrafyamızda aşk hep kahramanların işiydi. Modern yaşamla birlikte deşifre edip, perdeleri aralayıp, sıradan, görülmeyen, görülmek istenmeyen insanların aşklarını, düşlerini, sıradanlıklarını ve bu sıradanlık içinde yeşeren yaşamlar kurgulamak, arayış, başlangıç biraz da budur benim için.


İtirazı olan, hayır diyebilen, farkındalık yaratmaya çalışan ama otoriteleşmeyen, bu hevesi taşımayan, uzun zamandır varolan  ve geleneğe dayalı otoritelerin ‘eserlerinin’ aslında çürümüş bir saman çuvalından başka bir şey olmadığını hatırlatan bir anlatı.


Bilinen klişeyle ifade edersek, umut işte… Coğrafyamızda taş, muhteşem mimari taşları dışında bana yaşamı, katılığı, dokunulmazlığı hatırlatır. Günümüzde taşlar oynamakta; umarım oynarken ‘her taş’ topraklaşır ve güller, çiçekler uç verir. Büyük bir iyimserlik, biliyorum ama her umut, her sokak eksik bir metnin  paragraflarıdır, öyle olmalıdır.


Mardin’e dair söylemlerim hep eksik kaldı; Gîtara Bê Têl romanını yeniden yazdım, yazmaya devam ediyorum, okuyucuyla buluştuğunda kimbilir belki Mardin yeni bir ses iletir bana. 

 

Sadece bir şehir olarak değil, edebi mekan olarak Mardin’ e dair düşlerim ve umutlarım vardır, yeni bir Mardin ama ‘ Yeni Şehir’ gibi olmayan bir Mardin! Yeni yapılaşmada modern taşları ve mimarisi eski mimari kadar hafif, kitap tadında olan bir şehir. Kahve kokusu kadar insanı alıp götüren, ava sûsê kadar kalıcı bir tat bırakan bir kent. Sanat ve edebiyat için kent yakıştırması yapılacaksa ilk akla gelecek kentlerden biri de Mardindir.

 

-'1993 sendromu' diye tanımlanan yıllarda Kürt Dili ve Edebiyatı'na şiirle, öykülerle aynı dönemde birçok yazar ile kelimenin tam anlamıyla kimine göre ' Kaf dağına' doğru yol alırken, acımasız!.. kavurucu yangınlarda, yönü belirsiz fırtınaların 2011'de biriktirdiği haklı tepkilerle ' Meşa Morıiyan' ın özellikle sevgiliye duyulan aşkı bu kadar derinlikten uçuşan yapraklara, sonradan uçuşan sözcüklerden şiirlere, romanlara yansırken;


'' Ez im, Esma! Min soz daye Miralî, ez ê tu car  evînê li xwe nekim derd û kul; min îro pelek avêt hewayê. Pel, ber bi asîman ve firiya. Nizanim, wê pel li hewa bibe çi, wê çi bêje ji min re!..''


Bu finalle geriye giderek duygularını, Mardin halklarına ve dünyaya, ısınmakta olan coğrafyadan tekrar hatırlatmanın üzüntüsünü duyarak paylaşır mısınız?

 

Cîhan Roj: Bu sendromun belirli insanları dile ve edebiyata yöneltmesi, yazanların kimi krizleri çözerken edebiyatta daha derin krizlerle karşılaşmaları bir yolculuktu.


Kendi kendimizle, taşlarla, sularla, kuşlarla hep konuşmuşuz. Bu, bir sonuçtur. Modern hayatta bu hal, bireyin yalnızlık durumuna denk gelen bir durumdur ve bir krizdir. Bu durum ve kriz bizi arayışla, ikinci aşamaya götürmeli; ötekilerle, herkesle konuşmak. Sanat ve edebiyat krizi çözerken, derinleştirirken bireyde asıl zenginliğe yol açar.


 Coğrafyamızda değişimlerin zor yaşandığı gerçeğini hatırlarsak bireyin edebiyat ve sanata yönelmesinin anlamı anlaşılır. Kurumların değişmesi zor ve geç olur bunun hızlanması için bireyselleşmenin imkan ve araçları önemsenmeli.


İçimizde bir laf ve düşünce kalabalığı, bir bulanıklık, birikme, paslaşma, filizlenme, karmaşıklık, tutarsızlık ve kalıpların hükmü sözkonusuydu. Bu azaptan kurtulmanın, netleşmenin, sadeleşmenin, içimizdekine ve hayata anlam vermenin, geleneği gece ve modern olanı gündüz kadar bir gerçek olarak kabullenmenin nefesiydi edebiyat.


Krizler, edebiyatta yaratım,  yaşama  farklı bakmanın da vesilesi olabiliyor; insan yaşama, yazına, yarına ve yare farklı anlamlar yükleyebiliyor. Keşf etme, yeniden yorumlama gibi durumlar yaşıyorsunuz.  Kürtçedeki bir deyim, insan ömrünü yedi döneme ayırıyor ve her bir dönemi bir gül olarak isimlendiriyor. Dünyamızda böyle bir hayat olmalıdır; edebiyatın olsa olsa böyle bir düşü olur. Mantığın tek başına hüküm sürdüğü toplumlarla duygunun ağırlıkla hüküm sürdüğü toplumların yaş dönemlerindeki krizleri, çıkmazları nelerdir? Bu sorunun cevabı ve tercihlerimiz birçok duruşun başlangıcı olabilir. Aşk içinde bu böyledir; aşkın dönemlerini ve hallerini nasıl isimlendiriyoruz? Aşk biter mi? Ya da acıya dönüşmeli mi? ‘Ölümüne” , “Ölünceye kadar” aşklar kaldı mı?


Mirali ve Esma, aşkın acıya dönmesinde inceden bir itirazı dillendiriyorlar. Atmosfer aynı zamanda sesleri saklar. Rüzgara bırakılmış bir yaprak kurumuştur, Esma yaprağı kitap sayfaları arasına koyabilirdi ama o rüzgara, heryere bırakıyor; belki de melankoliden, acıdan kaçıştır. Yaşanmış bir aşkı gözyaşı ve trajediye dönüştürmek istemiyor. Bir aşk başka bir şey oluyor aslında, bitmiyor.


Mardin, coğrafyamız ve insanlara ilişkin duygularımı anlatmakta zorlanıyorum; söylerken dilimin didaktikleştiğini fark ediyorum! Hatırlatma olarak kabul edilirse sanırım birkaç söz söylenebilir. Hayat gibi  kentler de o kadar masum değildir; kente ve yaşama olan yaklaşımımız aklı selim bir yaklaşım olmalı. Gîtara bê têl romanında, kente dair duygularımın yer yer beni tuzaklara düşürdüğünü fark ettim.Yersiz merhamet, duygusal körlüğü besleyecek bir hale dönüşebiliyor.


Taşların dilinden, muhteşemliğinden sözettik, bir gerçeği de itiraf etmeliyiz; hepimiz, belki de farkında olmadan sembollere, sembollerle oluşan dile teslim olmuşuz; yeterince anlaşılmayan, mistik,   falcılık terminolojisine yakın bir dil.


Görüntü tek başına bir şey ifade etmez; dönüp o görüntü ardındaki gerçeklere sorular sorulmalı. Şehir ve mistik olan, ilk anda, insana hazır düşler sunuyor, bu yetmemeli, bireyin kendi kurduğu düşleri olmalı, buna da sanat ve edebiyat fırsat sunar. Mitsel betimlemeler, fanteziler ve masal abartıları birey olarak bizi hep pasifleştirmiştir; birilerinin, kahramanların aşkları ve serüvenleriyle meşgul olmuşuz. Halbuki sözlü anlatı geleneğinin güçlü ve derin olduğu coğrafyamızda birey hiç te malzemesiz ve çaresiz değildir. Bir yanımız hep eksik kalmamalı.


Mardin için, gece gerdanlık gündüz mezarlık, denilir. Gece gerdanlık olan neden gündüz mezarlık olsun ki? Esma’nın aşkın derde dönüşmesine itirazı, aşkın mezar olmasına bir itirazdır.

 

-Gîtara bê têl romanını yeniden yazdığınızı, yazmaya devam ettiğinizi belirttiniz; Diğer romanlar için de sözkonusu mu?


Cîhan Roj: Diğer romanlar için bu sözkonusu değildir. Gîtara bê têl, benim için hep eksik kaldı, yazdıkça da eksik kalıyor! Okudukça karekterlerden, mekandan sesler duyuyor gibiyim, sanki kimisi yakama yapışıyor!  Mekanla ilişkilerimin ilk yazma sürecinde yeterince özgür olmamasının payı da vardır belki de.  İkinci yayımlanış ne ikinci baskı ne de ikinci cilt, Gîtara bê têl-2 olacak!Çok farklı, daha hacimli.

 

-Perde romanınızda gerçek ya da kurmacadan yola çıkarak bir kadın karekter olarak,Virgina Woolf'un araya girip uyarılarda bulunmasının günümüz edebiyatındaki yerini nasıl tanımlarsınız? 

 

Cîhan Roj: Üst kurmaca denemesidir. Bilindiği gibi bu teknikte, ‘gerçek ile kurmaca arasındaki ilişkiyi sorgulamak, sorunsallaştırmak için bilinçli ve sistemli olarak dikkat, anlatının bir kurmaca olduğuna çekilir. Yazarın anlatıya müdahelelerini içerir, yazarın da karakter olması sözkonusudur.


Romanda neden Woolf’tan alıntılar yapıldığı okuyucuyla paylaşılmaktadır. Karakter olarak yazar, belki de yazar romanın karekterlerinden Gülten’ e, uzaktan bakarken, onu düşünürken, günlünden, keşke Woolf’ a benzeseydi, Woolf gibi çıkışlar yapabilseydi,geçmektedir.


 Alıntılar yazma sürecinden sonra eklendi. Bu şunu da gösteriyor; Woolf gibi “gül ve kılıç’lar” (benim için Woolf budur) her yaşama, her metne ışık saçabiliyorlar. Kurmacadaki esaslardan biri de budur. Belki de, kurguda, Woolf, Gülten’ e sesleniyor: “Burdayım, bir kadın olarak, ruhum, duruşum ve yaşam anlayışımla.” Yani edebiyat dünyanın her yerindedir, her anın içinde vardır. Gülten’in Woolf’tan haberi var mıdır? Cevabını okuyucu versin!


  Perde romanından,Mardin'in bugünkü  turizm yoğunluğuna rağmen her geçen günde yükselen çığlıklarını,dile gelen itirazlarının bir parçasını yansıtmaya çalıştığın için Mardin halklarıyla minnettarız; izin verirseniz Perde'yi az daha aralayıp beşikli revaklardan, abbaralardan bir ayvandan seslenip diğerinden çıkarmadan,tadında/lezzetinde bırakarak o güzellikleri taşıyan dilinden birkaç çeviri ile kayıt altına alarak,bir başka romanda buluşmak dileğiyle..


''Ey bedenim,üzerindeki elbiseler de ne?''

''Bu sokak benim için bir başlangıç olsun istedim.''

''Biz kendi dilimizde hayallerimizi arıyoruz.''

''Belki de ağzımızda rengi kararmış dilimizi....'' 
                                                              Cihan Roj

   Ayyeştne fi efkerek ıl- hurre, şükren lek ye Roj..
(Özgür düşüncelerinle yaşattın,teşekkürler sana Roj..)

 .

Yorum Yaz