matesis
dedas

Diz Çöküş

Diz Çöküş

“Bir gün tekrar karşılaşırız”mı!

Oysa ben, ömrünün “bir” ine değil,

Her gününe talibim!                                                                    

Sessizlik…

Kalbime yuvalanmış kozalardan fırlamaya hazır kelebeklerin çığlıkları eşliğinde, bir Komünist ile yol aldım, günlerdir.

Belkide başından beridir biliyorduk birbirimizdeki izlerimizi, keşfimiz için aynı “an”da soluk almamız gerekmiş.

Kendi kıyametleriyle parçalanan kayalıkların koruduğu, saklıkentlerin ırmaklarında yürürken gözlerindeki derinlerden daldım içine. Dünyanın kenarında unutulmuş bir dağ aralığından içeri sızıp, mavinin hası ile yeşilin çılgınlığının kucaklaştığı yerde birbirimize döküldük.

-Sen, “Tanrı vardır lakin ben ilgilenmiyorum” diyenlerden mi, yoksa Tanrı “hiç yoktur” diyenlerden misin?

- Tanrı “hiç” tir.

Yoklukta dönen varlıklardık. Varoluşunu, yokluğa adayan iki “vicdan, hak, eşitlik,özgürlük” susayanı. Kirpiklerinden, Roboskili, Şengalli, Filistinli annelerin acısı dökülen, avuç içlerinde taş atan,  sırf Kürtçe baktı  yeryüzüne diye işgence gören çocukların izlerini saklayan iki insan. Birlikte dünyanın acısını hücrelerinine işleyen iki yokluk…Sen ve Ben..

-Başörtüsünden idam edilen kadınların çığlıklarını duydun mu?

-Elbette ki duydum… örtünsünler…Lakin o örtünün, siyasi bir oyuncak olması miğde mi bulandırıyor...

Birbirimize türkülerimizi söylemeye gelirken, çocukluğumuzun üşüten ayakkabılarını, gençliğimizin nasırlanmış ellerini de getirmişiz. Parmak uçlarımız Hacı Bektaş’ın, Mevlana’nın, Şems’in yürek suyundan aldığımız abdest ile tespihler biriktirmiş…Durup durup birbirimizde kıyama geldik…

Bilmediğim adlar ile seslendim sana yıllarca, duyarsın diye. Ah ne çok dolaştım, kum tanelerinin içinde, dağ başlarında, kuytu köşelerde, engin nehirlerde, keskin gecelerde izine rastlarsam yüzüme süreyim, süreyim de oracıkta öleyim diye…

-Kürdistan desem.

-Zaten Kürdistan.

Kahrolası sınırları dişlerimizle söküp, var olan tüm dillerden ninniler yudumlaya yudumlaya, kâh Ermenistan’a, kâh Kürdistan’a, kâh İran’a gidip geldik, aynı saatin yelkovan’ı misali.

-Devletlerin uydurduğu dinleri yaşıyor insanlar. Herkesin Tanrısı farklı, ve herkes O’na ulaşmak için çabalıyor. O ulaşılmaz mı?

-Şah damarımızdan yakın, ulaşılmaz değil, bir insan ötemizde işte! Bir insan öldürdükçe O’nu da öldürdük. Tanrı öldü! Yaşasın yeni Tanrılarımız!

Nefeslerimiz birbirine karıştıkça, aynı taşın rüyasını görüyoruz. Aynı alfabenin kelimelerine yaslanıp, içinde vicdan,merhamet geçen gülümsemeler salıyoruz gökyüzüne. Bir dahaki kuçaklaşmalarımızın kucağına düşsün diye…

Kahkalarımıza, kozalarından kurtulan kelebeklerin, kalbimdeki kanat çırpışları eşlik ediyor. Bilmem işittin mi, lal bakışlarımdaki yürek izlerini? Saç uçlarıma serpiştirdiğim kokunu ala bildin mi? Eteklerime işlediğim göz bebeklerini, göre bildin mi?

Peki şükürlerimi?

Seni yoluma çıkartan Tanrı’ya, sırf senin için yaptığım şükür tavaflarıma tanık oldun mu?

Bildiğimiz onca acıyla birlikte su gibi aktık birbirimize, edep ile adap arasında derin derin içtik birbirimizi.

Sen ile ben…

Bir miyiz?

Hiç mi?

Var mı?

Yok mu yada en güzeli yokluk muyuz?

Hücrelerime dahi kazıdıgın tüm “insan” lıklar için teşekkürler…

Bir komünist’in önünde diz çöküp, cennetime ilk adımı basıyorum…

“Birgün karşılaşırız”mı!...

Yorum Yaz