tatlidede

Kalbim acıyor

Kalbim acıyor

Ruhum n'olur gir uykuma/

                                                                                 Ruhum n'olu rüyada acı olan/

                                                                                 Hayat için, bana fısılda.

                                                                                 Bejan Matur/ Tanrı Görmesin Harflerimi

 

 

Kalbim acıyor...

Çeyiz sandığımdaki bembeyaz saf ipekten dokuduğum gelinlik umudumu, hevesimi, heyecanımı sunduğum sevgilinin ettiğine, aslında etmediğine içerleyip kalbimi ölüm eşiklerinden geçiriyorum. Koskoca alemde yanlızlığı iliklerine işlemiş küçük bir kızın, ellerinden tutan kimsenin bir anda ellerini çekip,  kekremsi yanlızığının içinde bırakılan kız misali, uzattığım yüreğimin, sevgilinin dili dişi çekilmiş suskunluğunda kevgirlerden geçirilip terk edilmesinin acısını, gecenin karanlığında duvara yansıyan gölgemde dahi hissediyorum.

Her sabah doğan güneşle gelişlere hazırladığım kendimden parçalar kopartıp, bir daha  hiç bir gelişe hazırlanmak yok diye, un ufak edip toprağa karıştırıyorum. Gelmeyişleri kazıyıp tenime ders babında kalbime zikrediyorum. Gelmedi, gelmeyecek...

Ben kimsesizliğimde kendimle cebelleşirken, nice kimsesizlerin hayatlarını okudukça izledikçe dik duruşlarının önünde eğilip kimsesizliğimden utanıyorum.

“Cemil diye seslendim. Askerlerin arasından bana döndü. Göz göze geldik. ‘Annem’ diye seslendi. Oğlumdan duyduğum son söz bu oldu. Komşuya bile gitmeye korktum. Cemil’im döner, kapıda kalır diye korktum.”  Diyor, oğlu otuz yıl önce ellerinden koparılan anne. “Oğlumu görmeden ölmeyeceğim” diyerek meydan okuyor ona bu acıları yaşatanlara. Boynuna sarılıp, onun kuruyan gözlerinin yerine öksüz gözyaşlarımı dökmek istiyorum. Ve onun gibi gelişleri bekleyen tüm annelerin kaderlerindeki duruşlarına eşlik etmek.

Kalbim acıyor...

Ülkemin topraklarının altından kemikler fışkırıyor. Her kepçe darbesinde gelen kemikler. Mutki’den çıkan kemikler, gelişleri bekleyen annelerin, kardeşlerin, babaların kemikleri. Nasıl bir vahşet...Toprağının altından gelen çığlıklara vicdanlarını tıkayan millet. Bir TV dizisi için onca laf üretilirken Mutki’den çıkan kemiklere sunulan ucube körlük kalbimi kanırtıyor. Balçıkla sıvanmış insanlık. Bu dilsizlik kanatıyor ruhumu. Topraktan akan irin. Kirli bir deniz, kırmızı. Tahtadan atlarla kişneyerek toprak üstünde koşanlar, ölüm tarlalarındaki çığlıklara, masallar türeten yanardöner avcılar...İçimi boşalttınız...

Yüreğini çözemediğim, ayaza çalan ruhumla boşluktaki ışığa gözlerimi dikmiş bakarken, bilmediğim dilde ağıtlar geliyor kulaklarıma. Gözlerimi sese çevirdiğimde, “Niçin böyle koltuksuz, emniyet kemersiz minibüslerde yolculuk ediyorsunuz?” diyen muhabire, kaybettikleri için kendi dilinde yaktığı ağıt arasında “Vallahi durumumuz yoktur” diyor yokluk içindeki varlıklarını sürdürmek için havuç tarlasına giden işçi. Boşluktaki gözlerimin feri sönüyor, titriyor hücrelerim kar altından havuç çıkartan buz tutmuş elleri öperken toprak. Geride kalan buz tutmuş elin, yazara söyledikleri zihnime kazınıyor “Yaşamamıza izin verilmeyen topraklarımıza, cenazelerimizi vermeye gideceğiz”...

Kendi topraklarımda kayboluyorum. Ancak ölülere izin verilen topraklar. Kimsesiz çığlıklar yükseliyor topraktan, yaşamasına değil ölmesine izin verilen çığlıklar.

Bunca gelmeyen varken, benim bekleyişlerimin ne acısı var. Ağızlarından irin akıtan sokaklambalarının yaşattığı ölü hayatlar, ölü kemiklere dahi hasret acılı kalpler varken, kendi hayatımın gelmeyişlerine içerleyip canımı yakmak kimin umrunda.

“İki ufuk arasında şaşırmış ruh

Celladın urganıyla tökezledi

Sanrılar ötesiydi tek vücut olmak

Yüreğini çıkartıp, dikti elbisesine

Görsün de bileyim nasıldır yaşamak

Dedi ve urganı çıkardı fakat

Kan çoktan donmuştu damarlarında

Künyesini çözdüğünde birtek olmanın

Celladın elinden kurtuldu yaşamak

Kendine döndü ve baktıki

Aksi kaybolmuştu zahiri olanın.” *

            Yaşamaya izin verilmeyen toprak altındaki hayatlarla vicdanımı açmışken, bu topraklar üzerinde yaşamaya izin verilen gencecik bir insanın hayatın okuyorum ve soluksuz boğazıma düğümlenen onca acıyı kusuyorum, liğme liğme olmuş kalbim ağlıyor…

“Boşluk, çaresizlik, kimsesizlik”. 15 yaşına kadar yetiştirme yurdunda yaşayan genç erkek, yurttan eline valizi verilip dışarı bırakıldığında yaşadığı hissi bu üç kelimeyle özetliyor. Şimdi 30 yaşında Diyarbakır’da bir çay ocağında çalışıyor, orda yatıp kalkıyor.

 “Hala bir evim yok. Kimsesizliğin verdiği acı ile yaşadıklarım beni çok yordu. Çocuk yaşta kurumdan atılan, ailesinin sahip çıkmadığı çok sayıda arkadaşımızın akıbeti içler acısı. Tutunacak bir dalımız yok. Benim akranlarımdan aynı kaderi paylaştığım 3 kişi intihar etti. Bir kişi sokaklarda yaşadığı için rahatsızlanarak öldü. Tutunacak bir dalımız yok. Kendi başına ayakta kalabilecek gücümüz yok. Bizim gibi çocukları ne olur yarı yolda bırakmayın. Aile sevgisi nedir tatmadık. Bu sevgiyi bize siz gösterin. Belki yasa yeniden düzenlenirse kaybettiğimiz bu hakkı kazanabilir, hayatımıza bir yön verebiliriz. Bugün karnımızı doyuruyoruz. Ama aile kuracak, yuva kuracak imkanımız yok. Hiç evim olmadı, yuva sıcaklığı nedir tatmadım. Aile sevgisi görmedim. En büyük arzum bir hayatım boyunca hiç olmayan bir yuva sıcaklığı kurmak. Çocuklarım olduğunda onlara hiç tatmadığım babalığı göstermek istiyorum. Bize bir fırsat tanıyın.”  

Yaşamasına izin verdiğimiz hayatlardan toprak üstündeki kimsesizliğe örnek…

Utanıyorum…

Kalbim acıyor…Bu topraklarda var edilen ölümler, yok edilen hayatlar, yoklukla varlık arasındaki kimsesizlik ciğerimi yakıyor.

Ölüm eşiklerinden geçiyorum.

 

*Şiir Emine Batar

Yorum Yaz