matesis
dedas

Mardin Semalarında…

Mardin Semalarında…

Gerçekle kuşku arasında gidip gelmenin kararsızlığında, incecik çıtalarından kavramış halde tutuyordum onu. Defter kaplama kâğıtlarının gökkuşağını andıran renk harmonisi içindeki uçurtmanın hala benim olup olmadığından şüpheleniyordum. Evet, o benimdi benim uçurtmamdı. Her ne kadar kuyruğunun yarısı kopuk, her ne kadar çıtasının biri kırıkta olsa onu elimde tutma, ona sahip olma tutkum her şeyin üzerindeydi.Onun gökyüzünü yararak tüm benliğimle beraber havalanmasını izlemenin zevkinden mahrum bırakamazdım kendimi.

 Hem benim hiç uçurtmam da olmamıştı yeryuvarlağının yüksekliklerine doğru salınan. Ama artık vardı ve elimde tutma uğruna, mahallenin en kabadayı ve iriyarı çocuğuna gözümü kırpmadan karşı koyabilmeyi göze alarak, sahip çıkmıştım kendisine.

 O benim özgürlüğüm, o benim isyanım, o benim yaşam tünelinin uçlarına kadar serbestçe uçan düşüncelerim, fikirlerim, inançlarımdı. Evet, hepsi birer uçurtma gibiydi. İplerle bağlayacaktım onları beynimin en kuytu köşelerine. Uçurtma gibi iplerle salacaktım özgürlüğün sınır tanımayan vahalarına. İradeyle dokunmuş, sabırla tutturulmuş, metanetle düğümlenmiş iplerin uzanabildiği yerlere kadar bırakacaktım onu, varlığımı taşırcasına.

 “Bu âlemin insanları, bana müsaade” ya da “Yaşamak buysa eğer, bırak üstü kalsın” arabeskliğinin kaderciliğine boyun eğdirmeyen, ömür denen sürecimizde rampa tanımayan, her şeye her koşulda ulaşabilmenin, yaşadığımız ortama kuşbakışı bakabilmenin sembolüydü benim için uçurtma.

 Görünenle görünmeyenin, bilenenle bilinmeyenin, olağanla olağanüstünün ayrımlarını tanımlayamadığım anların içinde düşünce dünyamla beraber, beni sırtına alıp, kendi açı genişliğinin üstünlüğüyle dolaştırırdı, hayal dünyasının geniş yelpazesinde.

 Saflığın beyazlığını, mutluluğun maviliğini, şiddetin kızıllığını, her şeyi öğütüp yutan dipsiz koyuluğu rengârenk yaşatırdı bana, sanki anlıyor ve anlatıyormuş gibi.

 Hafifliğine inat havada süzülüşü, özgürlüğe inat ipinin uzadığı yerleri zorlayışı, başkalarına inat sizin oluşu, farklı zıtlıkları tezat oluşturmayacak şekilde buluşturuşu ayırıyordu onu diğer hobilerimden ve zevklerimden.

 O bir zevk miydi yoksa aşk mıydı tartışılırdı zaten. İçinizi kıpır kıpır edişi, ipleriyle elinizi tutuşu, geceleri rüyanıza girişi bir aşk gibi yüreğinize yerleşmesi, geçirirdi kendinizi kendinizden.

 Raylar üzerinden gezinen bir trenden, tekerlekleriyle yaylanan bisikletten, suda yüzdürmeyi düşündüğünüz gemicikten onlara sahip olamadığınız hissinin bütününü örtmeyle görevli hissederdi,  kuyruğuyla içinizdeki yoklukları kopartırcasına.

 Şu güzelim bahar güneşinin sıcaklığıyla beraber tüm bunları bir kez daha hatırlıyorum çocuk dünyamın tüm evreni kaplayan hayalleri eşliğinde. Ilık ılık esen bahar rüzgârı yüzümü yalayıp geçtikçe, geçen rüzgârın seni havalandırışını hatırlıyorum yine bugünlerde uyanan doğanın, açan çiçeğin, yeşeren tomurcuğun da habercisiydin. Sana olan tutkumu gizleyemeyişimin ardında,  özgürlüğe düşkünlüğün, her şartta var oluşun vardı belki de. Film bile olsa seni vurmaya kalkanları içime sindirememiştim uçurtmayı vurmasınlar sloganıyla.

Hem vursalar da ne fark ederdi ki. Sen vurulmalar karşısında hiç vurulmamışçasına yine kalkıp dikilebilmeyi de simgelemiyor muydun hayat karşısında.

 Evet, nihayetinde bir uçurtmaydın. Ne var yani sana bu kadar şeyi yükleyecek.

 Ne var ki işte öyle değil. Gönlüm ve yüreğim senin sırtında senin hoşgörün ve iradenle yürüyecek, yaşamda güzel olan her şeye.

 Mardin kalesinden kuşbaşı süzülerek, mezopotamyanın engin bereketini kucaklatacaksın memleket coğrafyasında.

 Sen birlik, sen kardeşlik, sen hoşgörü olacaksın.

 Mardin semalarında özgürce salınarak…

 

Yorum Yaz